Biyografiler(Yaşam Öyküleri)...Sürekli Güncel

Kapat
X
 
  • Zaman
  • Gösterim
Clear All
yeni mesajlar
  • fuga
    Senior Member
    • 27-08-2004
    • 6397

    #16
    Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

    Nuh Aleyhisselam

    devamı...

    "BİZ DE NUH aleyhisselam VE BERABERİNDEKİLERİ,
    DOLU BİR GEMİ İÇİNDE TAŞIYARAK KURTARDIK"
    Şuara; 119



    DİNOZORLARI TUFAN MI YOK ETTİ?
    Günümüzden 65 milyon yıl önce Dinozorların ortadan nasıl kalktıklarıyla ilgili olarak kimse kesin bir sebep ileri sürememektedir. Kimi göktaşlarını, kimi volkanik hareketleri, kimi de soğuyan iklime ayak uyduramamalarını sebep gösterse de hiç birisi soruna tam olarak çözüm getirememiştir.

    Dinozorlar, bir zamanlar dünyanın mutlak hakimi olan yaratıklardı.
    Kısa bir sürede yeryüzünden nasıl silindikleri hala bilinmiyor.
    Bir kere dinozorlar, yaşadıkları dönemin dünyasına hakim olan yaratıklardı. Sibirya buzullarından Amerika çöllerine kadar yaşamadıkları yer yoktu. Yeryüzüne böylesine dağılan bir canlı türünün aniden ortadan kalkması eğer meteor yağmuru veya volkanik hareketlerle olmuş olsaydı, bitkiler dahil tüm yaşayan dünyanın tamamen ortadan kalkmış olması gerekecekti. Oysa hayatın kesintiye uğradığı hiç olmamıştır. Dinozorlar ve bazı canlı türleri aniden yok olurken, diğer canlı türleri hayatlarına devam edebilmişlerdir. Hem de dinozorlara göre son derece narin olan Karınca, çekirge, Yûsufçuk, hamam böceği gibi hayvanlar hayatlarını günümüze kadar sürdürmüşlerdir. Demek ki dinozorların başına öyle bir kaza gelmişti ki, bu onların felaketi olduğu halde diğerlerine bir zarar vermemişti. Dolayısıyla bu felaket ateşin sebep olduğu bir yok olma değildi. Canlılar için hem ölüm, hem de hayat kaynağı olan tek madde su olduğuna göre dinozorların felaketi dünya çapında bir su baskınının sebep olduğu fikrini akla getirmektedir. Bir Tufan sonucu dinozorlar ve bazı hayvanlar yok olmuşlar ama bazı hayvanlar hayatta kalmışlardır. Bu, aklımıza Nuh aleyhisselamın hayvanlardan erkek ve dişi olmak üzere birer çift almasını getirmektedir.

    Dinozorlar büyük bir ihtimalle devasa bir tufan sonucu ortadan kalkmışlardı. Ancak bu tufan bildiğimiz Nuh tufanı olamaz. Zira insanoğlunun ilk görüldüğü dönem, bundan milyonlarca yıl sonra olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm ve Hadis-i şeriflerde insanın hangi tarihte dünyada gözüktüğü hakkında açıkça bir kayıt yoktur. Ancak bazı islam alimleri, her 1000 senede bir resulün gönderilmesi ve 313-315 resulün bulunmasını gözönüne alarak ilk insanın 313-315.000 sene önce yeryüzüne ayak bastığını bildirmişlerdir.
    Şurası unutulmamalıdır ki, Jeoloji, astronomi, arkeoloji gibi bilimler çok genç ve çok hareketli bilimlerdir. Her gün yeni bir şey keşfedilmekte, kainat ve insanlık tarihi adeta yeniden yazılmaktadır.
    HAZRET-İ NUH'UN ÖMRÜ
    Nuh aleyhisselamdan, Kur'ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde çokça bahsedilmiştir. Çeşitli vesilelerle Kur'ân-ı Kerîm'de 43 yerde ismi geçer. Ayrıca bir surenin adı da Nuh'dur. Zamanında meydana gelen Tufan sebebiyle "İkinci Âdem" diye de anılagelmiştir. Asıl isminin Yesker olduğu, fakat kavminin kurtuluşu için çok ağladığından, ağlamak manasına gelen "nevh" kökünden türemiş Nuh sıfatının asıl ismine dönüştüğü kayıtlıdır. Bu isim sami kökenlidir. Mezopotamya metinlerinden Gılgamış Destanında bu isim yerine Utnapiştim kullanılmıştır. Gerek Nuh'un ve gerekse Utnapiştim'in sözlük manaları bilinmemektedir. Sümerlerin Tufan kahramanına verdikleri isim ise Zî-ud-Sudra'dır. Zî; hayat/can/ruh, Ud; zaman, Sudda ise; uzun manasına gelmektedir. Bu üç kelimeden meydana gelen ismin anlamı; Uzun ömürlü demektir.
    Nuh aleyhisselamın kavmi içerisinde 950 sene kaldığı bildirilmektedir. Bugünkü yaş ortalamaları gözönüne getirildiğinde akıl almaz bir durumla karşılaşıyoruz. Kur'ân-ı Kerîm, Hazret-i Nuh'un dışındaki hiçbir peygamberin ömründen bahsetmez. Hemen ilave edelim ki; Mezopotamya'da bulunan tabletlerde anlatılan Tufan'dan kurtulan insanların önderi Ziussudra adını taşımaktadır ki; uzun ömür sahibi anlamına gelmektedir.
    Arkeologların Mezopotamyada buldukları bütün kral listeleri birbirini doğrular mahiyettedir. Arkeoloji literatürüne göre tufandan önceki Sümer krallarına Er sülaleler 1 (ES-1) denilmektedir ki Tufan'a kadar 10 hükümdarın ismini içerir. 1932 yılında Irak'ın Horsabad şehri civarında, arkeologların WB-444 adını verdikleri 20.5 cm. kalınlığında bir tablet daha bulunmuştur. Bu tablete göre Tufan'dan önce tam 10 kral yönetici olmuştur. Bunlardan 7. nin adı Enok olarak verilmiştir ki, kayıtlardan İdris aleyhisselam olduğu tahmin edilmektedir. Eğer böyleyse İdris aleyhisselamdan 3 hükümdar sonra Nuh aleyhisselam göreve başlamış ve onuncu kral zamanında Tufan meydana gelmiştir.
    Kur'ân-ı Kerîm ve hadis-i şerifler başta olmak üzere diğer İslami kaynaklar tarandığında pek çok arkeolojik, antropolojik ve jeolojik bilmece kolaylıkla çözülecek gibi görülmektedir. Tabletlerdeki kayda göre Tufanın 10. Kral zamanında meydana geldiğini belirtmiştik. Bir hadîs-i şerîfte bunu teyid eden bir ifade vardır. Efendimiz, Eshab-ı kiramdan gelen bir soru üzerine; "Âdem aleyhisselam ile Hazret-i Nuh arasında 10 karn (kuşak, asır, dönem...) geçmiştir" buyurmuşlardır. İslam alimlerinin nakillerine göre ilk peygamberler Âdem, Şit, İdris aleyhimüsselam, hem peygamber, hem de o zamanki insanların yöneticisiydiler. Tabletlerde de buna benzer bazı ifadelere rastlanmaktadır. Tabletlere göre Tufandan önce gelen hükümdarlar, aynı zamanda birer din adamıdırlar. Maalesef tabletler İslami birikimden yoksun insanlar tarafından deşifre edildiklerinden, pek çok muğlak ifadenin açıklanmasında zorluk çekilmektedir.
    ARARAT YALANI
    Tufan olayının, Kur'ân-ı Kerîm'de ve Tevratta yer alması, geminin üzerine oturduğu dağın isminin bile verilmesi, nihayet arkeolojik bulgular bir çok araştırmacıyı bu geminin bulunmasına sevketmiştir. Babilonya kayıtlarına göre gemi Nisir dağına, Tevrat'a göre Ararat dağları üzerine, Kur'ân-ı Kerîm'in buyurduğu şekliyle Cûdî dağına oturmuştur. Kurtuluş anlamına gelen Nisir, Asur topraklarının doğusunda bulunan bir bölgedir ki; Musul şehrinin kuzeyinde yer almaktadır. Yeni bulgularla, Babilonyalıların hangi dağa Nisir adı verdikleri tespit edilebilir. Hahamlarca tahrif edilmiş Tevrat'ta ise Ararat dağları kaydı vardır. Metinler üzerinde çok oynanmış olmasına rağmen bu isimlendirme doğrudur. Zira Ararat, Urartu kelimesinin İbranice transliterasyonudur ve MÖ. 1.000 yıllarında Van bölgesinde hakim olan Asya menşeli Urartuların yaşadığı topraklar için kullanılmaktadır. Asurlular bu bölgeye Uruadri adını vermişlerdir ki; Ararat ve Urartu kelimelerinin değişik söylenişidir. Manası ise yüksek dağlar ülkesi veya yüksek ülkedir. Arkeolojik verilere ve tahrif edilmiş Tevrat'a göre gemi; Ağrı dağına değil "yüksek ülke"ye, yani Ararat-Uruadri-Urartu bölgesinde bir dağın üzerine oturmuştur. Yine aynı Tevrat'ta geminin, suların (Fırat-Dicle) doğduğu bölgeye yürüdükleri bildirilmektedir. Kısacası eldeki bütün belgeler bizi Ağrı dağından çok daha aşağılara götürmektedir.

    Ağrı dağında görülen gemi silueti ve bulunduğu yeri gösteren kroki. 1950'li yıllarda Türk Hava Kuvvetlerine mensup bir pilot binbaşının çektiği bu fotoğraf zihinleri bir hayli meşgul etmişti.
    Bunun basit bir yeryüzü şekli olduğu anlaşıldı.
    Zaten bir asrı aşkın bir zamandır Ağrı dağında yapılan onca araştırmaya rağmen hiç bir ize rastlanılamamıştır. Böylesine karış karış taranmış bir ikinci dağ yeryüzünde yoktur. Tabiatiyle yabancıların Ağrı'yı seçmelerinin sebebi politiktir. Nitekim araştırmacıların yüzde 70'inin Ermeni asıllı olması da bunca çabanın sebebini açıkça göstermektedir. Maksat Ermenileri Nuh aleyhisselama bağlamak suretiyle Anadolunun en eski Ermeni toprakları olduğunu güya ispat etmektir.

    Havadan çekilen objenin yerden görünüşü
    HANGİ CÛDÎ?
    Geminin Ağrı dağıyla bir alakası olmadığı kesindir. Kur'ân-ı Kerîm Cûdî dağı ismini vermiştir. Katade'den gelen bir habere göre ilk müslümanlar yani eshab-ı kiram gemi enkazını gördüklerine göre Arap yarımadasına en yakın yükseltilerde kalıntılarını aramak gerekmektedir. Cûdî adında iki dağ vardır. Birincisi Cizre yakınlarındaki Cûdî dağıdır. İslam tarihçilerine göre Cizre, Tufandan sonra kurulan ikinci şehirdir. Mu'cemul Buldan; Cûdî dağında Nuh aleyhisselamın mescidinin, Herevi ise evinin bulunduğunu yazmaktadır. Halen Cizre'de, Nuh aleyhisselama nisbet edilen bir türbe vardır. Anadolunun en eski kavimlerinden olan Gutilere ait olan ve halen Londra'da bulunan tabletlerde de Nuh aleyhisselamın mezarının "Rayat" bölgesinde olduğu yazılıdır. Rayat, Dicle nehrinden itibaren, Cizre ovasının Silopi'ye kavuştuğu bölgenin adıdır ki, bu noktada Cûdî dağı bulunmaktadır. Daha eski bir kaynak olan ve MÖ. 250 yıllarında Babilli bir rahip olan Berossus'un yazdığı tufan kayıtlarına göre gemi, Cordiyan dağlarında durmaktadır ve yöre halkı, geminin dışını kaplayan katranı kazıyıp muska şeklinde kullanmaktadır. Berossus'un bahsettiği bölge Van gölünün güneyinde bulunmaktadır. 2 bin metrelik Cûdî, Mezopotamya ile Ararat arasındaki sınır dağdır. Bu dağ, Ağrı gibi kapsamlı bir şekilde araştırılmamıştır. Ancak bu dağda yürütülen araştırmalardan biri sırasında, geminin izlerine rastlandığı öne sürülmüşse de bu keşif ilmi açıdan kesin sonuca bağlanamamıştır. 1949 yılında batılı bir ekip tarafından yapılan araştırmanın sonuçları France Le Soir gazetesinin 31 Ağustos 1949 tarihli sayısında; "Nuh'un gemisini gördük fakat Ağrı'da değil" şeklinde sansasyonel bir başlıkla verilmiştir. Bu yazıya göre geminin boyu 150 metre, genişliği 24 metre, yüksekliği ise 15 metredir.
    23 yıl önce de, Cûdî dağında bazı antik tahta parçaları bulunduğu iddia edilmiş, 6 Şubat 1972 tarihli Türk gazeteleri bu keşfi; "Nuh'un gemisinin Cûdî dağında olduğu tespit edildi" başlığıyla vermişlerdir. Keşfi yapan, Alman Devletler Araştırma Enstitüsü ilim adamlarından Friedrich Bender'dir. Bender, Cûdî dağında bulduğu katrana benzer bir madde ile birbirine yapışmış kalın tahta parçalarını Almanya'ya götürerek analiz ettirmiştir. Sonuçta katranımsı maddenin 50 bin, tahta parçalarının ise; 6630 yıllık olduğu açıklanmıştır. İlim adamları bu tarihlemedeki hata payının 300 yılı geçmeyeceğini söylemişlerdir. Bender'in, çalışmaya başlamadan önce Kur'ân-ı Kerîm'i ve Tufanı anlatan Gılgamış destanını incelediği ve geminin Dicle ile Zap suyu arasında karaya oturduğu kanaatine vardığı da bildirilmiştir.
    Cûdî adını taşıyan ikinci yer ise, Doğu Beyazıt bölgesindeki Cûdî tepesidir. Halen bu tepede gemiye benzeyen bir kütle mevcuttur. Buradan alınan örneklerde, silisleşmiş ağaç kırıntıları ve saf demiroksitten ibaret parçacıklar bulunmuştur. Kütlenin yapısı, etrafındaki topraktan son derece farklıdır ve civarda yapılan jeolojik araştırmalar bu bölgede bir su baskınının meydana geldiğini doğrulamaktadır. Ancak buraya Cudi adının verilmesi son yıllarda olmuştur. Bu bakımdan burayı, Kur'an-ı Kerim'de bildirilen Cudi olarak göremeyiz.
    Özetle; araştırmalar sürüp gidiyor ama dişe dokunur bir mesafe alındığını söylemek hala mümkün değil. Avrupa gazetelerinde geminin Cûd&#238de bulunduğu şeklindeki haberler aniden ve şüpheli bir şekilde kesilivermişti. Bundan sonra yapılacak iş, tufanla ilgili bütün belge ve dökümanların Kur'ân-ı Kerîm ve hadis-i şerifler ve bunları yorumlayan İslam alimlerinin değerli kayıtları ışığında tekrar incelemektir. Bu verilerin ehil kişilerce etraflıca gözden geçirilmesi daha sağlıklı araştırmalara zemin hazırlayacaktır. Böylece dünya tarihinin en büyük keşiflerinden biri için önemli bir adım atılmış olacaktır

    Yorum

    • fuga
      Senior Member
      • 27-08-2004
      • 6397

      #17
      Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

      İsa Aleyhisselam

      NE ZAMAN DOĞDU?


      Hıristiyan dünyası Hazret-i İsa'nın doğumunun ikibininci yıldönümünü kutlamak için hazırlıklara başladılar. Onların inancına göre Hazreti İsa tam 2.000 yıl önce dünyaya gelmiş. Bu sebeple takvimi onun doğumuyla başlatırlar. Dolayısıyla "0" takvim başlangıcıdır. Peki bu tarih doğru mu? Bunun cevabını verebilmek için hıristiyanlığın temel kaynaklarına bakmak gerekmektedir. Ancak bunun için muazzam bir sabra sahip olunması gerekir. Zira hiç birinden detaylı bir bilgi elde etmenin imkanı yoktur.
      Piyasada bulunan incillerden birine göre Hazret-i İsa, MS. 6 tarihinde yapılan bir nüfus sayımında doğmuştur. Ancak aynı incile göre Hazret-i İsa, MÖ. 4'te ölen Herod'un iktidar yıllarında dünyaya gelmiştir, yani bu tarihten önceki yıllarda...
      Bu, aklımıza şu meşhur fıkrayı getirdi. Hıristiyanlar Hazret-i İsa'yı tanrı(!) olarak görürler. Onlara göre baba, oğul (İsa) ve Kutsal ruh üçlemesi bir olan tanrıyı simgeler. Bir gün bir manastırda kilise babası 10 yaşındaki papaz adayına ders vermektedir; "Bak yavrum" der, "Tanrı birdir. Ancak üç parçadan oluşur; Baba, oğul ve kutsal ruh... Bunların üçü de tanrıdır. Ancak tanrı birdir anladın mı yavrum?" Çocuk bilgiç bir şekilde kafasını sallayarak; "Anladım aziz peder" diye cevap verir. Kilise babası bu cevaba çok sinirlenir ve basar tokadı; "Gidinin oğlu" der, "ben 40 senedir bu kapının ekmeğini yediğim halde anlamadım da sen beş dakikada nasıl anlarsın?!.." İşte Hıristiyan kaynakları Hazret-i İsa ile ilgili hep böyle müphem ifadelerle doludur. Onun hangi tarihte doğduğu, nerelerde yaşadığı, neyi nasıl tebliğ ettiği hep karmaşık ve birbirini tutmayan ifadelerle anlatılır. Bu durum batı dünyasında pek çok araştırmacıyı Hazret-i İsa'nın varlığını inkar etmeye götürmüştür. Bunda bugünkü hıristiyanların bir suçu yoktur, İsa aleyhisselamın kutlu yolunda giden ilk kuşağın da bir hatası yoktur elbette. Ancak arada gelen birileri Hazret-i İsa'dan geriye kalanları öylesine tahrif etmişlerdir ki ilahi din adeta pagan/put dini haline gelmiştir. Bu arada Hazret-i İsa'nın yaşadığı tarihlerin de üzeri örtülmüştür. Hal böyle olunca Kiliseler de Hazret-i İsa'nın doğum tarihinde uyuşamamışlardır. Kimi 19 Nisan, kimi 20 Mayıs olarak kabul etmişlerdir. Genellikle doğu kiliseleri 6 Ocak, batı kiliseleri ise 25 Aralık olarak inanmışlardır.
      HAZRET-İ İSA'nın DOĞUMU
      Markos ve Yuhanna incillerinde Hazreti İsa'nın doğumuyla ilgili hiç bir bilgi yoktur. Matta İncili'nde ise tesadüfi bir bilgi vardır ki işimize yaramaz. En geniş bilgiye ise Luka incilinde raslıyoruz. Buna göre Hazret-i İsa MS. 6 yılında yapılmış bir nüfus sayımında doğmuştur. Yine Luka'ya göre doğum, MÖ. 4 yılında ölen Herod döneminde olmuştur. Matta ve Luka incilinde Hazret-i İsa'nın Bethlehem'de doğduğu yazılıdır. Markos'ta ise Nasıralı olduğu yazılıdır. Nüfus sayımı sırasında annesi Hazret-i Meryem Galile'deki Nasıra şehrindedir ve 9 aylık hamiledir. Nedense sayım için o zamanki ulaşım şartlarında 120 km.den fazla yol giderek Bethlehem şehrine gitmiştir. Oysa Nasıra zaten baba ocağıdır. Luka'ya göre Adem ve İsa arasında 26 kuşak geçmiştir. Yine Luka bir başka liste verir. Bu listede ise 42 kuşak geçmiştir.
      Sözün kısası inciller okunduğunda şu anlaşılır; Hazret-i İsa sanki hiç yaşamamıştır. Doğduğu yer, çocukluğu, gençliği, büyüdüğü çevre, görüştüğü insanlar, annesi, akrabaları ve arkadaşları hakkında hiç bir bilgi yoktur. İfadelerin tümü havadadır. Kırıntı kabilinden bulunan bilgilerde ise sapla saman birbirine karışmıştır. İncilerde doğumdan hemen sonra peygamberliğinden bahsedilir. Aradaki yıllar ile ilgili bir satır bile yoktur. Yalnız Luka incilinde 12 yaşında olduğu bir devresinden kısaca bahsedilir. Oysa incillerin kaleme alındığı tarih ile Milad/0 yılı arası pek fazla değildir. En eski İncil MS. 60 senesine aittir. Yani bir kuşaklık ara vardır. Ortadoğu gibi o zamanki dünyada iletişimin ve kültürün en ileri olduğu bir coğrafyada bu bilgi kopukluğu neden olmuştur? Çok önemli ve kitleleri çalkalayan bir insanla ilgili hatıralar nasıl unutulmuştur? İşte bu bilgi kopukluğu bizi miladdan çok öncelere götüren ilk noktadır.
      SARI ÇİZMELİ AUGUSTUS ile HİRODES
      İncillerde Hazret-i İsa'nın İmparator Augustus ve onun valisi Hirodes zamanında doğduğundan bahsedilir ancak bunlar hangi Augustus ve Hirodes'tir? Augustus, o dönemlerde imparator anlamında kullanılmaktadır. Tıpkı padişah. kral, çar vb. gibi. İmparator Augustus'un emriyle Hirodes devrinde yapılan nüfus sayımı yapıldığı yazılıdır. Ancak 30 sene sonra bir başka Hirodes'e rastlayabiliyoruz. Bu tarihlerin önceki ve sonraki tarihlerinde ise onlarca Hirodes'in gelip geçtiğini görürüz. Augustus'tan vazgeçtik, bu Hirodes kimdir, nerelidir, hangi aileye veya kabileye mensuptur bilinmez. Oysa dönemin en güçlü kişisiydi.
      700 FARKLI İNCİL
      Miladdan hemen sonrası sayılabilecek 325 tarihinde ellerde dolaşan 700'den fazla incil vardı. Daha 3. asırda birbirinden farklı bunca incilin yazılmış olması mümkün müdür? Oysa o dönemde bir eseri çoğaltmak kolay bir iş değildi. 300 senelik bir sürede bu rakama ulaşılması mümkün değildir. Bu da bize, İsa aleyhisselamın miladdan çok önceki yıllarda doğduğu fikrine götürmektedir.
      YAŞANAN OLAYLAR
      Hazret-i İsa dönemi, çok büyük sosyal çalkantıların yaşandığı dönemdir. Hazret-i İsa mucizevi olarak dünyaya gelmiştir. Hazret-i Meryem bakire olduğu halde doğum yapmıştır. Hazret-i Zekeriyya ve Hazret-i Yahya gibi iki büyük peygamber şehid edilmişlerdir. İnciller ve Miladın başında kaleme alınan tarih kitapları neden suskundur? Yaşanılan büyük olayların kayda geçirilmemesi imkansızdır. Olayların yaşandığı coğrafya onlarca milletin bir o kadar farklı dille konuştuğu ve yazdığı bir bölgedir. Eğer bir bilgi yoksa bu, milad da doğmadığını gösterir.
      MUCİZELERİ
      Her peygamber, dönemin revaçta olan mesleği ile ilgili mucizelerle gelir. Hazret-i İsa'nın mucizelerinde hekimlikle ilgili olanlar çoğunluktadır. Anadan doğma körlerin ve deri hastalıklarının tedavisi, ölülerin diriltilmesi gibi mucizeler göstermiştir. Bunun sebebi, o dönemde hekimliğin moda meslek olmasıdır. Milad başlarında hekimlik moda meslek değildi. Hekimliğin revaçta olduğu dönem ise; MÖ. 400-200 seneleri arasıdır. Mucizeler, Hazret-i İsa'nın milad başlangıcından çok önce yaşadığını göstermektedir.
      O DÖNEMDE YAŞANAN OLAYLAR
      Hazret-i İsa dönemi, çok büyük sosyal çalkantıların yaşandığı dönemdir. Hazret-i İsa gibi doğum öncesi ve sonrası muhteşem olaylar yaşayan bir insanın hayatından kesitler olmaması imkansızdır. Yaşanılan olayların kayda geçirilmemesi imkansızdır. Olayların yaşandığı coğrafya onlarca milletin bir o kadar farklı dille konuştuğu ve yazdığı bir bölgedir. Eğer bir bilgi yoksa bu, milad da doğmadığını gösterir. Ancak arkeolojik araştırmalar süprizlerle doludur.
      HANGİ YILDIZ?
      Matta incilinde kral Hirodes'in günlerinde Hazret-i isa doğduğunda doğudan Kudüs'e bir grup müneccim gelerek krala yeni doğan oloğanüstü bir çocuğu görmek istediklerini söylerler. Müneccimler bu çocuğun yıldızının doğuda gözüktüğünü görmüşlerdir. Bu yıldız bir kuyruklu yıldızdır. Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde bu yıldızın görüldüğü zamanlarda Hazret-i Nuh döneminde tufan, Hazret-i Musa döneminde ise denizin yarılması olaylarının yaşandığını buyurmuşlardır. Bunun hangi kuyruklu yıldız olduğu astronomlarca tespit edilebilir. Söz konusu yıldız eğer 76 yılda bir dünyamızı ziyaret eden Halley ise; MS. 10 ve MÖ. 66 senelerinde görülmüştü.
      HAZRET-İ İSA'yı TANIMIYORLAR
      Bütün kaynaklar Hazret-i İsa'nın 30 yaşında peygamber olduğunu ve 3 sene gibi çok az tebliğde bulunduğunu nakletmektedir. Göğe çekildiğinde ise 33 yaşındadır. Yeryüzünde yapılmış bütün İsa heykelleri ve ikonolarında daima 50-60 yaşları arasında olarak resmedilmiştir. Bu da teslisçi kilise babalarının ilimden bi haber olduklarını gösterir. Bırakın başka kaynakları, kendi kitaplarını bile okumadıkları ortadadır.
      TARİHTEKİ KAYIP KUŞAK
      Gelelim bizi bu kanaate sahip kılan asıl belgeye ki bu, Kitab-ı Mukaddes'e göre yapılan kronolojilerdir. Tevrat ve İncillere göre yapılan bütün tarihlemelerde MÖ. 400-0 tarihleri arası hep atlanmaktadır. Bu dönemde sanki önemli hiçbir şey olmamış gibi davranılır. Oysa tam 4 asır süren bu dönemde büyük olaylar yaşanmıştı. Bu tarihlemelerde Hazreti Adem'den itibaren bütün olaylar en ince ayrıntısına kadar verilmiş, adeta tarihler gergef gergef işlenmişken MÖ. 400 senesine gelindiğinde pat diye 0 senesine Yani Hazret-i İsa'nın doğduğu seneye atlanır. Aradaki bu 400 senede neler yaşandı da şahıslar, mekanlar ve olaylar gizlenmek istendi?

      Gizlenmek istenen 4 asırlık süre de neler olup bittiğini tarih bir gün bize gösterecek ve bütün dünya Hazret-i İsa'nın gerçek kimliğini ve Efendimizi nasıl müjdelediğini öğrenecektir.
      İNKAR ET KURTUL(!)
      Hıristiyan kaynaklarındaki tutarsızlıklar sebebiyle batıda, Hazret-i İsa'nın gerçekten yaşayıp yaşamadığı tartışmaları yaşanmıştır. İncilleri okuyan yığınlar arasında yazılanları kıyaslayan ve tutarsızlıkların sebebini araştıran insanlar gerçeği görmüşler ancak bilgi kıtlığının verdiği çaresizlik sebebiyle Hazret-i İsa'nın varlığını inkar etmekten başka bir yol bulamamışlardır. 1808'de Napoleon Bonaparte ünlü Alman yazar Wielan'la karşılaştığında sohbetleri siyaset veya askeri konularda değil Hazret-i İsa'nın tarihi varlığı üzerine olmuştur. 19. yüzyılda Almanya'da David Strauss ve Fransa'da Ernest Renan inkarcıların önde gideni olmuşlardır.
      Batı dünyasındaki bu atmosfer hala devam etmektedir. Hazret-i İsa'nın gerçek kimliği ve müjdeleri hala bilinmezliğini korumaktadır. Hazret-i İsa'nın tam olarak nasıl yaşadığı ve diğer insanlarla olan günlük ilişkilerinin gerçekte nasıl olduğu hiç bilinmemektedir. Oysa bahsedilen şahıs alelade bir insan değildir. Peygamberlerin en büyüklerindendir. Doğumu, peygamberlik görevini ifa edişi ve göğe alınışı harikalarla doludur. Yaşadığı günlerde müthiş sosyal çalkantılara sebep olmuştur. Böyle bir insanın iz bırakmaması imkansızdır. Hakkında hiçbir bilgi ve belge bulunmuyorsa, birileri tarafından tarihten silinmek istendiğini göstermektedir. Kim tarafından hasıraltı edilmek istenmiş olabilir? Bunun cevabını Hazret-i İsa'nın misyonunda bulabiliriz.
      İŞTE GERÇEK TARİH
      Kur'an-ı Kerim ve onu insanlara tebliğ eden Efendimizin hadis-i şerifleri Hazret-i İsa'nın kimliğini her yönüyle berrak bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu iki kutlu kaynağı bizlere açıklayan İslam alimleri de hedefi 12'den vuran mahir avcılar gibi isabetli teşhisler yapmışlardır. Çünkü gerçek İslam alimi bir tespitin doğru olduğunu kesin bilirse kitaplarına alırdı. Onların kitaplarında kilise kitaplarındaki gibi tutarsızlıklar, yalan ve yanlış bilgiler bulunmaz. Tereddüt ettikleri yerlerde de açıkça belli ederler ve o bilgilere sahiplenmezler.
      İmam-ı Rabbani hazretleri bir mektubunda meşhur Eflatun'un Hazret-i İsa aleyhisselamın tebliğini duyduğundan bahseder. Hazret-i İsa'nın insanları arındırdığı kendisine söylendiğinde; "Biz temiz, olgun ve ilerici insanlarız. Bizim temizlenmeye ihtiyacımız yok!.." diye tavır koymuştur. Tarihçiler Eflatun'un MÖ. 429-347 yılları arasında yaşadığını söylerler. Bu Eflatun'un talebesi Aristo, meşhur İskender'in hocasıdır.
      İmam-ı Rabbani hazretleri açıkça Hazret-i İsa ile Eflatun'un aynı çağda yaşadığını yazmaktadır. Eğer Eflatun'un dönemi gerçekten iddia edildiği gibiyse Hazret-i İsa'nın da MÖ. 300'lerde yaşamış olması gerekir. Buna göre Hazret-i İsa; Roma İmparatoru Augustus ve valisi Hirodes zamanında değil. Eflatun ve Büyük İskender'in babası Filip zamanında yaşamıştır. Öyleyse gerçek Milad 0 değil, MÖ. 384 senesidir. MÖ. 73-4 yılları arasında yaşayan Augustus ve Hirodes değil, MÖ. 400-300 yılları arasında yaşamış bir başka Augustus ve Hirodes olmalıdır.
      KUTLU MÜJDE
      Kısacık süren tebliğ hayatında Allahü teala'nın emirlerini tebliğ etmekle kalmamış, Saf suresinde belirtildiği üzere çok belirgin bir şekilde kendisinden sonra gelecek ve ismi AHMED olacak son peygamberi, Muhammed aleyhisselamı müjdelemişti. Hazret-i İsa'nın bu tebliği bir kısım yahudiyi çileden çıkarmış ve getirdiği şeriati bozmak için tarihte görülmemiş bir bozgunculuğa girmelerine sebep olmuştu. Aslında Hazret-i İsa yeni bir şeriat getirmemişti. Hazret-i Musa'nın artık kaybolmuş şeriatini dönemin şartlarına göre yeniden günyüzüne çıkarmıştı. Bozguncuları kahreden konu, son peygamberin kendi aralarından çıkmayacağının açık seçik bildirilmeseydi. Öyle ki Hazret-i İsa, insanlara Efendimizi müjdelerken hem ismini, hem fiziki özelliklerini, hem arkadaşlarını ve hem de doğup hicret edeceği şehirlerin isimlerini açıkça vermişti. Bu müjdeyi duyan fesat komitesi adeta Allahü tealaya savaş açmışlardı. Bu savaş, Hazret-i İsa'nın göğe alınmasıyla bitmemiş, inananların arasına sızan bozguncular, dini tahrif etmek için çalışmışlardı. Bu durum, Efendimizin dünyayı şereflendirmesiyle birlikte yeniden başlatılmıştır ki halen sürmektedir.

      Yorum

      • fuga
        Senior Member
        • 27-08-2004
        • 6397

        #18
        Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

        Musa Aleyhisselam

        "EY MUHAMMED!
        İNANAN BİR MİLLET İÇİN SANA,
        MÛSÂ VE FİRAVUN OLAYINI OLDUĞU GİBİ ANLATACAĞIZ."
        Kasas; 3


        Kur'ân-ı Kerîm'de sözü edilen ve en çok ismi geçen peygamberlerden birisi de Mûsâ aleyhisselamdır. 34 sure, 131 ayet ve 136 yerde kendisinden doğrudan bahsedilir. Bu bahisler çok geniş bir perspektif içerisinde olduğundan, dönemin Mısır yönetimi, ekonomisi, sosyal ve dini yapısı net şekilde görülebilmektedir. Bu dönemin, tarihin hangi yıllarında yaşandığı ise açıkça bildirilmemiştir.
        Mûsâ aleyhisselamın hayatında ve peygamberlik döneminde işaret taşı sayılabilecek olaylar özetle şöyledir; doğumu ve suya bırakılması, Mısır'dan hicret etmesi, Medyen yöresinde geçen yıllar, Mısır'a dönüş, sihirbazlarla yapılan karşılaşma, Firavn ve ordusunun helak edilmesi ve Sina çölündeki hayat...
        HAYATI
        Mûsâ aleyhisselam, Mısır'da devlet terörünün acımasızca sürdürüldüğü yıllarda dünyaya gelmişti. Dönemin firavunu, İsrâiloğullarının erkeklerini hadım ettiriyor, yeni doğmuş oğlan çocuklarını ise öldürtüyordu. Mûsâ aleyhisselama hamile olan anne ise korku ve heyecanla gün saymaktaydı.
        Derken doğum gerçekleşti ve Allahü teala tasalı anneye; "son derece sevimli" bir oğlan çocuğu lütfetti. Ne yapacağını bilemeyen anne, çocuğunu canilerden koruyabilme telaşına düşmüştü. Bu arada, birbiri ardınca mucizeler de sökün etmeye başladı. Anne, kalbine gelen kuvvetli ilhamlar sayesinde endişelerinden kısmen kurtuldu. Allahü tealanın verdiği bu ilhamlar; "Onu emzirmesini, bir tehlike karşısında suya bırakmasını ve boğulmasından korkmamasını, ayrılığından kederlenmemesini" emrediyor, "Yine kendisine geri döndürüleceğini ve peygamberlikle şereflendirileceğini" de vaad ediyordu.

        Nil nehri kıyılarından bir görünüş
        Bunun üzerine anne, bir sandık yaptırarak ciğerparesini içine koyar ve Nil nehrine bırakır. Kızına da nereye gittiğini takip ettirir. Sandık, sularda sürüklenerek Firavunun sarayının kenarına kadar gelir. Saray mensupları, onun içerisinde buldukları nurtopu gibi bebeği, Firavn'ın karısı Âsiye hanıma getirirler.

        Sandığın saray görevlilerince bulunmasını
        anlatan bir resim

        Firavn, olayı duyar duymaz çocuğun öldürülmesini emretmiştir ama, Âsiye hanım onu öz oğlu gibi savunarak teslim etmez. Fakat bu savunmasını çok ince bir siyaset takip ederek yapar. Firavunu ikna ettikten sonra çocuğa bir süt anne aramaya başlar. Ne var ki çocuk, hiçbir süt anneyi kabul etmez. Derken Allahü tealanın verdiği "Onu sana döndüreceğiz" sözü gerçekleşir ve kalbi buruk anne yavrusuna kavuşmuş olur. Mûsâ aleyhisselam sarayda büyümeye başlar. Âsiye hanım ona oğlum diye hitab ederek herkesin saygı göstermesini sağlar.
        Efendimiz Mi'rac gecesi görüştükleri Hazret-i Musa'yı uzun boylu, fazlaca esmer, saçı ve vücudu toplu olarak tarif etmişlerdir. Asrı Seadette Yemenli Şenue kabilesinin erkeklerine benzetmişlerdir. Şenu erkekleri uzun boylu, karayağız ve kıvırcık saçlıydılar. Hazret-i Mûsâ büyüyüp olgunlaşınca başına garip bir kaza gelir. Bir israiloğlu ile bir kıptinin kavgasını ayırmak isterken istemeden kıptinin ölümüne sebep olur. İdam edilmek üzere erendığını öğrenince de, Medyen şehrine hicret etmek zorunda kalır. Bu olay Hazret-i Mûs&#226nın hayatının dönüm noktasıdır. Burada Şuayb aleyhisselamın damadı olur. 10 sene yanlarında kaldıktan sonra, Mısır'a dönmeye karar verir. Kayınpederinden izin ister. İmam-ı Nesefi ve Ebussud Efendinin tespitlerine göre istikamet Mısır'dır. Güvenle yaşadığı Medyen'den niçin ayrılmak istemişti? Bazı kaynaklarda onun, Mısır'daki annesini ziyaret etmek için büyük arzu duyduğunu ve böylece yola çıktığını kaydedilmiştir. Mısır'a dönerken yanında hanımı, çocukları ve koyunları vardır. Öldürülmek üzere arandığı bir ülkeye niçin kesin dönüş yapar gibi yakınlarını da beraberinde götürmek istemişti? Allahü tealadan aldığı bir vahiy gereği diyemeyiz zira henüz peygamber olmamıştır. Burada akla gelebilecek ilk ihtimal, Mısır'daki ölüm cezasının kalkmış olmasıdır. Kur'ân-ı Kerîm, i'cazı gereği ayrıntılardan bahsetmez. Tevratta; "(Medyen'de geçen) Bu uzun süre esnasında Mısır kralı öldü" şeklinde çok ilginç bir ayrıntı vardır. Eğer doğruysa, yeni firavunun tahta çıkması şerefine Mısır'da ölüm cezalarının kaldırılması gibi hatırı sayılır bir sosyal gelişme olmuş olabilir. Dönüş yolunun açıldığını gören Hazret-i Mûsâ, aile efradını ve mallarını alarak Mısır'a dönmeye kara vermiş olabilir.
        Yarı yolda peygamberlikle şereflenir. Firavunla yaptığı uzun mücadeleden sonra, İsrâiloğullarının Mısırdan göçü için "eman" alır. Bu arada firavn, göç eden topluluğu imha etmek için peşlerine düşer ve Süveyş körfezi kıyılarında arkalarından yetişir. Burada büyük bir mucize meydana gelerek deniz yarılır. İsrâiloğulları karşı kıyıya geçerler ama peşlerine düşen firavn boğulur. Böylece Mısır dönemi geride kalır. Şimdi buraya kadar anlattıklarımızı ölçü kabul ederek bugüne kadar ele geçirilmiş arkeolojik verilerle karşılaştıralım.
        ARKEOLOJİK BELGELER
        Hazret-i Mûsânın yaşadığı dönemin Hiksoslardan sonra olduğu bugün artık kesin olarak bilinmektedir. Tarihi kaynaklara göre Mûsâ aleyhisselamın döneminin; MÖ 1300 başlarına doğru olduğu ileri sürülmüştür. Bu dönem, Mısır merkezli dünyada çok hızlı ve tarihi açıdan çok önemli olayların yaşandığı dönemdir. Yine bu dönem, Mısır ve Hitit devletleri arasında dünyanın en büyük devletini belirlemek için bir dizi diplomatik ve sıcak savaşların yapıldığı dönemdir.
        Hititler Anadolu'yu merkez yaparak ortadoğuyu ellerinde tutmak istiyorlardı. Bu dönemde ortadoğu halkları içerisinde hayli güçlü olduklarını görüyoruz. Hititlerin Tevrat'taki adları Het çocukları ve Hittim'dir. Dr. Martin Luther bunu Hethit diye almancaya aktardı. İngilizceye çevirenler Hittites diye yazdılar. Fransızcada önce Héthéen şeklinde kullanıldı. Türkçesi Hititler'dir. O dönemin çok güçlü kavimlerinden olan Hititleri Tevrat, çok önemsiz toplulukları sayarken anar. Hazret-i İbrahimin anlatıldığı kısımda ise biraz daha fazla bilgi bulabiliyoruz; "Hazret-i İbrahim, Het çocukları önünde kendisini bir yabancı olarak tanıtır ve önümde yatan cenazemi gömeyim diye onlardan izin ister." Bu satırlardan, o dönemde Hitit toplumunun Filistin'de hayli etkin olduğunu anlıyoruz. Bir başka kayıtta ise Hititlerin çok güçlü bir toplum olduğunu görüyoruz; "Çünkü Rab, Suriyelilere atların, arabaların ve büyük bir ordunun gürültüsünü duyurdu. Öyle ki, aralarında şöyle konuştular. Bakın, İsrâil kralı üstümüze saldırsın diye yine Hitit kralları ve Mısır kralları ile anlaşmış."
        Asurlular da sık sık Hatti/Hitit ülkesinden söz edip Mısırlıların Heta ile sürüp giden savaşları anlatılmaktadır. Heta; Mısır hiyeroglif kelimesi H-T'nin okunuşudur.

        Yorum

        • fuga
          Senior Member
          • 27-08-2004
          • 6397

          #19
          Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

          Musa Aleyhisselam

          devamı...

          "EY MUHAMMED!
          İNANAN BİR MİLLET İÇİN SANA,
          MÛSÂ VE FİRAVUN OLAYINI OLDUĞU GİBİ ANLATACAĞIZ."
          Kasas; 3



          DİNİN DEJENERASYONU
          Yûsuf aleyhisselam dönemi Mısır'da putperestlik yerine İslamiyetin hakim olduğu en belirgin dönemdir. Yûsuf aleyhisselamın vefatından sonra onu destekleyen asya kökenli yöneticilerin Mısır'dan sürülmesiyle yeni bir dönem başlar. Bu dönem, putperestliğe dönüş dönemidir. Ancak bu dönemde özellikle Amon rahiplerinin siyasi bakımdan kuvvetlenmesi yöneticilerin işine gelmemişti. Mısır hükümdarlarından İhnaton, Amon rahiplerinin gücünü kırabilmek için kendi kontrollerinde yeni bir dini akım başlatır. Aton adı verilen bu yeni din, tek tanrı fikri ile putperestliği birleştiren bir sistemdi. Tek tanrı olarak güneşe tapılmayı öngören bu din, Amon rahipleri ile yöneticilerin arasında müthiş bir denge savaşına neden oldu. İhnaton'un döneminde Amon rahiplerinin gücü oldukça kırılmıştı. Fakat kendisinin ölümünden sonra yerine geçen Tutankamon, Amon rahiplerine eski statülerini iade eder. Buna rağmen Amon rahiplerine yaranamadı ve ordu komutanı Horemheb'in de içinde bulunduğu çete tarafından genç yaştayken öldürülür. Bu sırada devlet başsız kaldığı için idari bir boşluk yaşanır. Tutankamon'un dul eşi Ankesenamun veya kayınvalidesi Nefertiti Hitit kralı Suppiluliuma'ya bir mektup yazar. Mektupta özetle kocasının öldüğünden, oğlan çocuğa sahip olamadığından bahsettikten sonra Hitit kralından bir oğlunu koca olarak Mısır'a göndermesini ister. Hitit kralı müspet karşılayarak bir oğlunu Mısır'a gönderir. Fakat gelişmelerden haberi olan Horemhep ve çetesi, yeni bir Hiksos olayı yaşamamak için genci öldürürler. Bir süre siyasal gevşeklik yaşayan Mısır, MÖ. 1300 civarında güçlü bir hükümdara kavuşur. Bu hükümdar II. Ramses'tir. Tahta geçer geçmez Suriye sınırına kesin bir şekil vermek ister. İşte bu istek; o zaman ki dünyanın iki süper gücünü Kadeş'te karşı karşıya getirir. Bu güçler, II. Ramses idaresindeki Mısır ile Muvattilis idaresindeki Hitit devletidir. Bu karşılaşma bir anda tarihin akışını değiştirmişti.
          Daha orduların Kadeş'e yaklaşması sırasında bile ortadoğudaki siyasal dengelerin altüst olduğu görülüyordu. O zamana kadar hep Hititlerin savaş ortağı olan Amurru kralı Bentesina, son anda Ramses tarafına geçmişti. Muvattilis te ordusunu kendisine bağlı kavimlerle güçlendirmekle kalmamış Likya'lı (Antalya kıyı bölgesi) korsanlarından bir birlik oluşturarak savaşa sürmüştü. Hitit ordusunun merkez kuvvetleri 20.000'e yaklaşıyordu.
          Ramses, ordusunu dört kısma ayırmıştı. Bunlar Amon, Ra, Ptah ve Suketh'di ki bu isimler Mısır putperestlerinin tapındığı putlardı. Stratejik açıdan bakıldığında II. Ramses büyük bir hata yaparak Plansız bir şekilde Kadeş üzerine yürümüştü. Zira ordugah Amon ile diğer birliklerin arasında büyük bir irtibatsızlık vardı. Ramses Kadeş'e vardığında Ra birlikleri göz menzilinde bile değildi. Ptah daha gerilerdeydi. Sutekh ise hala Asi ırmağının öte yakasında öylece bekliyordu. Mısır kayıtlarından öğrenildiği kadarıyla savaş şöyle gelişmişti; Hititler, Firavun ordusundaki bu kopukluğu gördükleri anda şimşek gibi koşan savaş arabalarıyla aniden ortaya çıkarak henüz yürüyüş pozisyonunda olan Ra birliklerinin üzerine çullandılar. Hitit arabalarında iki savaşçı bulunurken Mısır arabalarında yalnızca bir savaşçı bulunuyordu. Bu dengesizlik Ra birliklerinin tamamen imha edilmesiyle sonuçlanmıştı. Hitit ordusu bu sefer, Ramses'in de bulunduğu Amon birliklerini kısa sürede kuşatıvermişlerdi. Böyle bir kuşatmadan hiç bir ordu kurtulamazdı. Hele Mısır ordusu hiç... Zira Ra imha edilmiş, Ptah gerilerde Suketh ise hiç bir şeyden habersiz Asi nehrinin öte yakasında bekliyordu. Daha ilk hücumda Amon birlikleri dağılıverdi. Muvattil tam imha savaşına başlayacağı sırada öncü birlikleri ganimet sevdasına düştüler. Bu rehaveti henüz atlatamamışlardı ki, batıdan, deniz tarafından gelen küçük fakat disiplinli bir birlik tarafından saldırıya uğradılar. II. Ramses bu durumu öylesine ustaca değerlendirdi ki, hem imha edilmekten kurtuldu, hem de berabere kalan bir komutan edasıyla barış masasına oturdu. Buyurulanlara Kerîm?de Kur?ân-ı dökerek ortaya bilgileri diğer elimizdeki derlediklerimizle, kadar buraya Şimdi, koymaktadır. da varlığını dengenin üçüncü bir güçlü yanında rahiplerinin Amon ve firavun sarayında Mısır Bu, edilir. ilan olarak kadın baş sokulmayarak hareme gelin ilk Hititli için olduğu Hititler taraf baskın evlilikte Ancak, geliyorlardı. atmosfere bozuk ahlaken gibi yapıdan böyle gelinler İşte et...? dikkat durmaya uzak şeylerden kaybettiği hayatını insanın ?Bir eder; devam şöyle anlatarak birini isimli Mariyas öldürttüğü yakalatıp suçüstü babasının ayrıca, Mektupta öldürülür.? hemen kalmaz, sağ Hattuşaş?ta yapanlar Böyle bunlar. değildir töre ?Hattuşaş?ta ediyordu; tehtid yazarak mektup sonra gönderdikten kralına Hayasa Kızkardeşini vardı. geleneği evlenmesi kardeşlerin Krallığında öğreniyoruz. mektuptan gönderdiği krallığına Suppiluliuma?nın olan çağdaşı İhnaton?un Bunu, görülüyordu. çirkin çok olay bu Hititlerde varken adeti evlenme kızkardeşle Mısır?da Mesela farklılıklar pekçok bakımdan ahlaki arasında toplumu ile Hitit olmuştur. müddet kısa bundan de prenseslerle senesiydi. 20. yaklaşık geçişinin tahta sırada Bu imzalamıştı. barışını Kadeş 1381?de MÖ. Ramses, evlendirmesidir. prensesle iki zorla neredeyse Ramsesi Hititlerin başlangıcı olayların değiştirecek çağ ki, vardır detay küçük sırasında olaylar uygulamaydı. görülmemiş güne o durum, ki olmuştu tapınılır Ramses?e tapınaklarda Bütün etmişlerdi. tanrı Ramses?i onlar vermiş, yetki sınırsız rahiplerine getirmişti. hale tesirsiz bölerek fırkalara asyalıları içeride sonra, oturttuktan rayına politikasını dış Ramses II. etmişti. altüst dengeleri bütün dünyasındaki zaman savaşı, naklettik? neden bilgiyi>Kur'ân-ı Kerîm, özellikle firavunun kendisini tanrı ilan edecek kadar sapkın olduğunu vurgulamaktadır. Bilindiği gibi Mısır firavunlarının büyük bir kısmı kendilerinin tanrı olduğunu iddia etmişlerdir. Ancak II. Ramses'in yanında bu firavunlar üvertir kalıyorlardı.

          II. Ramses'ten başka kendisini tanrı ilan ederek aşırı bir şekilde ortaya çıkaran
          bir başka firavun bilinmemektedir.

          II. Ramses'in inşa ettirdiği tapınaklardan biri... Burada Mısır halkı II. Ramses'in heykelleri karşısında tapınıyorlardı.
          Bazı arkeologlar II. Ramses'in Hazret-i Mûsâ aleyhisselamla çağdaş olduğu kanaatindedirler. Biz de aynı kanaati paylaşacak olursak hayret edilecek başka benzerlikler de buluruz.
          İslami kaynaklar, bu firavunun çok uzun yaşadığını uzun süre tahtta kaldığını vurgulamaktadırlar. Mısır firavunları arasında da en çok tahtta kalan (67 yıl) ve uzun yaşayan (90 yıl) II. Ramses'tir.

          II. Ramses'in hiyeroglif metinlerinde geçen ismi;
          Ra Mesu Meri Amun

          II. Ramses'in diğer ismi;
          User Maat Re Setep en Re

          Kur'ân-ı Kerîm'de firavunun, İsrâiloğullarını fırkalara bölerek acımasızca ezdiğini erkek çocuklarını öldürdüğünü ve kendilerini de zelil ettiği buyurulmaktadır. Arkeolojik belgeler; II. Ramses'in, Tanis ve Kantir şehirlerinin inşasında Habiru (veya Hapiru)'ları kullandığını göstermektedir. Habiru ismi, İbrani isminin hiyeroglif metinlerdeki transliterasyonudur ve yalnızca yahudiler için değil bütün asyalı kavimler için kullanılmaktadır. Bu topluluk, firavunun emriyle taş ocağı işçiliği, sütun taşıyıcılığı ve tarım işçiliği yaptırılan en aşağı sınıftır. II. Ramses dönemi, Habiruların en çok angaryaya koşulduğu ve devasa tapınak ve heykellerin bu insanlara inşa ettirildiği dönemdir.
          Kur'ân-ı Kerîm'de, Âsiye hanımın firavuna bu çocuğun oğul olarak kabul edilmesini istemişti. Moses, eski Mısır dilinde (kıptice) oğul anlamına gelmektedir. Ra-Mose (Ra'nın oğlu), Tut-Mose (Tut'un oğlu) gibi... Dil bilginleri Mûsâ isminin kıptice Moses kelimesinden geldiğini ileri sürmektedirler. Mûsâ aleyhisselam, annesi tarafından bir sandık içerisinde Nil nehrine bırakıldığında henüz ismi konmamıştı. Zira annesi, bebek firavunun eline geçmesin diye en yakınlarından bile doğumunu gizlemek zorunda kalmıştı. Nehirden çıkarılan çocuğun annesi ve babası bilinemediğinden ona yalnızca oğul manasına gelen Moses/Mûsâ adı verilmiş olabilir.
          II. Ramses'in 52 oğlu vardı ve tümü kendi sağlığındayken ölmüşlerdi. Yani erkek evlat sıkıntısı vardı. Bu sebeple kendisinden sonra tahta, evlatlığı Mineptah geçmişti. Kur'ân-ı Kerîm'de; Hazret-i Mûsâ için Firavunun hanımı kocasına; "Benim de, senin de gözü aydın olsun. Onu öldürmeyin. Bel ki bize faydalı olur. Yahut onu oğul ediniriz" demişti. Buradaki oğul edinme, eğer öz evlatlar varsa hiçbir şey ifade etmeyecektir. Demek Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılan firavunun bir oğul sıkıntısı var ki Âsiye annemiz firavunu bu zaafından vuruyor.
          Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılan Firavunun hanımının (Âsiye) davranışlarına biraz dikkatlice bakıldığında onun, firavn karşısında oldukça cesur olduğu görülür. Bir başka görülen nokta da, bu kadar acımasız bir firavunun Âsiye hanıma ayak direyememesidir. Bu bizi, Âsiye hanımın arkasında hatırı sayılır bir güç olduğu kanaatine götürmektedir. II. Ramses'in bir düzine karısı vardı. Bunlardan 7 ve 8. karısı Hitit prensesleriydi. Hitit imparatorluğu o zamanın süper gücüydü. Meşhur Kadeş savaşı ve barışı sonunda II. Ramses, Hitit imparatoru III. Hattuşil'in büyük kızıyla evlenmişti. II. Ramses, bu prensesi haremine katmayıp başkadın yaptı. Tamamen siyasi olan bu evlilikte ağır basan tarafın Hititler olduğu anlaşılmaktadır. İşte bu prenses II. Ramsesin 7. eşi olan Hitit prensesiydi. Arkeolojik verilere göre ismi; Ma'at Hor-Neferure dir. Bu ismi Mısırlılar vermişti. Prensesin asıl ismi bilinmemektedir. II. Ramses'in 8 karısı olan ikinci Hitit prensesinin ne Hititçe ve ne de Mısırca adı henüz bilinmemektedir. Yalnızca II. Ramses'le evlendiği bilinmektedir. Eski Mısır'a ait hiç bir dökümanda hayatına ait bir doküman bulunamamıştır. Belki de kraliçe olarak Mısırlılarca benimsenmemişti. Bu Hititli prenseslerin Mısır sarayında politik bir güç merkezi oluşturmaları mümkündür. Başka bir ifadeyle Hititli eşlerin bazı dokunulmazlıklarının olduğu muhakkaktır. Nitekim firavun, israiloğullarına ait olduğu bilinen bir çocuğun saraya alınmasına ses çıkaramamıştır. Dahası çocuğun kendi gözü önünde büyümesine müdahale bile edememiştir. O derece ki; küçük Mûsâ, firavunun yatağında, odasında ve sarayın her tarafında pervasızca yaşayabilmektedir. Hatta bir gün elindeki sopayı firavunun kafasına vurup bir başka günde sakalını çekince öldürülmesi emredilecek fakat Âsiye hanım bu teşebbüsleri de engelleyecektir.
          O yıllardaki güçlü Mısır'ı tehtid edecek tek güç dışarıdaydı. İçeride firavun her şeye hakim, insanları ve toplumları istediği gibi yönetiyordu ancak dışarıda Hitit imparatorluğu ile iyi geçinmek zorundaydı. Bu nedenle Hititli prenseslerle evlenmişti. Belki de Âsiye hanım, firavunun çok çekindiği böylesine bir kuvvetin mensubuydu. Yoksa kendisini tanrı ilan edecek kadar sapık, yeni doğmuş bebekleri öldürtecek kadar cani ve erkekleri hadım ettirecek kadar acımasız olan bir insanın, karısını çok sevdiği için evlatlığının yaptıklarına katlandığını düşünmek çok zordur.
          Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadis-i şeriflerde Âsiye hanımın acımasız işkencelerle şehid edildiğini bildirmektedir. II. Ramsesin son yılları ve evlatlığı Merneptah'ın iktidar yılları, Hitit imparatorluğunun büyük bir kaosa düştüğü dönemdir. Böylece Mısır için Hitit tehlikesi kalmadığı gibi Mısır'ı dünyanın bir numaralı süper gücü durumuna yükseltir. Bu durumda siyasi bir evlilik yapmış olan Hitit prenseslerinin başına her türlü şeyin gelmesi mümkündür.
          Mûsâ aleyhisselamın hayatında iki firavun olduğu kanaatini taşırsak benzerlikler devam etmektedir. Hazret-i Mûsâ, peygamber olduktan sonra Allahü tealanın emriyle firavunun karşısına çıkar. Firavunla aralarında müthiş bir mücadele başlar. Firavun, bütün gücünü Mûsâ aleyhisselamı ortadan kaldırmak için seferber eder. Bu mücadele, firavunun ordusuyla beraber denizde boğulmasıyla son bulur. II. Ramses'in yerine tahta geçen Merneptah, dünyanın bir numaralı süper gücüne firavun olmuştu. Ancak anlaşılmaz bir şekelde 8-10 senelik saltanatı iç karışıklıklarla geçmiş ve ölümüyle birlikte Mısır imparatorluğunun kudretli ordusu yok olmuş ve koca devlet haritadan silinivermiştir.

          Firavun Merneptah'a ait bir dikili taş.
          Burada, İsrailoğullarına karşı zafer kazanıldığı yazılıdır.
          Muhtemelen takibe çıkılırken hazırlanmıştı.

          Kur'ân-ı Kerîm'de, Mûsâ aleyhisselam karşı duran firavun ve halkına bir dizi felaketin verildiği buyurulmaktadır ki bunlar; "tufan/su basması, kıtlık, çekirge, kurbağa ve kan" dır. Londra British Museum'da kayıtlı olan papirüslerin birinde ise; bir "büyücü" yüzünden Mısır'da meydana gelen bir dizi felaketten bahsedilmektedir. Bunlar; "Tahıl ürünlerini mahveden su baskını, farelenin tarlalarda yığınlar oluşturması, pirelerin kasırga gibi yayılması, akrep ve sineklerin her tarafı kaplaması" olaylarıdır. Hemen bütün peygamberler hasımları tarafından "büyücü ve sihirbaz" olarak suçlanmışlardır. Firavn da Hazret-i Mûs&#226ya; "Ey sihirbaz..." diye hitap etmişti.
          Kur'ân-ı Kerîm'de firavunun en büyük yardımcısı olarak Haman'ın ismi verilmiştir. Bu şahıs, firavunun imana gelmesini engellemiş, Âsiye hanımın şehid edilmesine sebep olmuş, Mûsâ aleyhisselamın öldürülmesine çalışmış ve hicret eden İsrâiloğullarının imha edilmesi için firavunu teşvik etmiştir. II. Ramses ve Merneptah dönemlerinde Amon rahipleri, dini bir cemaat olmalarının yanısıra, firavunun meclisinde de en büyük siyasi gücü oluşturuyorlardı. Ayrıca şahıs ismi olarak Mısırlı devlet adamlarının arasında çok sayıda Amon, Amonefi vb. gibi adlara rastlanmaktadır.

          II. Ramses döneminde Karnak'ta inşa edilen
          Amon tapınağı.
          Karnak, Luksor'un 1-2 km. yakınında
          tapınak ve devletin idare binalarının
          bulunduğu yerdi

          Kur'ân-ı Kerîm, Mûsâ aleyhisselamın peşine düşen firavunun denizde boğulduğunu ve cesedinin, sonraki nesiller için ibret olsun diye dışarı atıldığını ve sonrakilere ibret olsun diye muhafaza edildiğini buyurmaktadır. Londra British Museum'daki söz konusu papirüslerde "büyücü" diye suçlanan kişinin "muradına erdiği", doğunun ve batının kralının "girdapta boğulduğu" yazılıdır. Yine aynı papirüste büyücü olarak gösterilen kişi; "...daha annesinin memesinden itibaren onu kurtaranlara çok şey borçlu olan çocuktur."
          1975-1976 senelerinde, Mineptah'ın mumyası üzerinde yapılan araştırmalarda bu firavunun boğulma veya boğulmayla birlikte bir travmayla öldüğünü belgelenmiştir. İslami kaynaklarda, boğulma sırasında Cebrâil aleyhisselamın bir katkıda bulunduğu kaydı da vardır. Mineptah boğulduktan sonra sahile vuran cesedi mumyalanmış ve geride kalanlar için bir ibret levhası olmak üzere saklanmıştı. Burada dikkatleri çeken bir husus vardır. Tarih boyunca en iyi korunan ve bulunduktan sonra üzerlerinde en çok ihtimam gösterilen cesedler II. Ramses ve Mineptah'a ait olanlarıdır.
          ÇIKIŞ NOKTASI LUKSOR
          Bütün bu benzerlikler doğru ise İsrâiloğullarının çıkış noktası da tespit edilmiş olacaktır. Gerçi yahudi kaynakları ısrarla çıkış noktasının kuzeyde delta bölgesinde bulunan GOŞEN olduğunu naklederler. Oysa belgelere baktığımızda hiçte böyle olmadığı görülecektir. Nitekim olaylara baktığımızda en uygun şehrin, güneyde bulunan Luksor şehridir.
          Dönemin firavunu içeride çok güçlüdür. Bu kudretini insanları sınıflara ayırarak zayıf düşürmesinden alıyordu. Bunlardan İsrâiloğullarını kendi civarına yerleştirmişti. Bunu, Hazret-i Mûs&#226nın doğumundan hemen sonra bir sandık içerisinde Nil nehrine bırakılmasında ve saraylılar tarafından görülüp kenara alınmasından anlıyoruz. Hatta Hazret-i Mûs&#226nın ablası sandığı Nil boyunca takip etmiş onun Firavunun adamlarınca çıkarıldığını görmüştür.
          İsrâiloğulları, Firavunun öylesine elinin altındadır ki, onlara her istediği zulmü yapabilmektedir. Bunlardan birisi de onların çoğalmalarını engellemekti. Bu nüfus planlaması için üç kademeli bir plan uyguluyordu. Mesela erkeklerini hadım ediyor, seçtikleri kadınlara el koyuyorlar ve onların kıptilerden çocuk sahibi olmasını sağlıyorlar bu arada kazara dünyaya gelen erkek çocuklarını da öldürtüyordu. Bunları kolayca yapabilmesi İsrâiloğullarının kaçacak bir yerleri olmadığını göstermektedir.
          Hazret-i Yûsuf, İsrâiloğullarını kuzeyde, delta bölgesinde bulunan Goşen diyarına yerleştirmişti. Burada rahat ve özgür bir şekilde yaşıyorlardı. Hazret-i Yûsuf vefat edince durumları değişmiş ve ağır baskılar altına alınmışlardı. Bir topluluğu zayıf düşürmek için başvurulan yollardan birisi de tehcir/sürgündür. Dolayısıyla Goşen'deki sağlam Yahudi toplumun belini kırmak için vurulan ilk darbe sürgün olmalıdır. Dolayısıyla Hazret-i Mûsâ döneminde Goşen'de değil çok uzaklarda bir yerde olmaları gerekmektedir. Tarihi kaynaklara göre en uygun yer güneydeki Luksor'dur. Burası, İsrâiloğulları için adeta dünya ile irtibatlarının kesildiği bir yerdir.
          Çıkış öncesi İsrâiloğulları Firavun'dan, çölde 3 günlük mesafede bir yerde bayram için izin isterler. Kuzeydeki Goşen dolaylarında böyle bir bölge ancak Sina yarımadasında bulunmaktadır. Oysa Sina'ya denizin yarılması sonucu geçilmişti. Bu da çıkış noktasının Goşen'den başka bir yer olmasını gerektirmektedir.
          Firavun, 3 günün sonunda İsrâiloğullarının dönmediklerini öğrenince veya çıkış için verdiği izinden vazgeçince civar şehirlere/nomlara asker toplayıcıları gönderir. Kuvvetli bir ordu kurarak bizzat başlarına geçer. Niyeti İsrâiloğullarını tamamen imha etmektir. Bütün bu hazırlıklar ve asker toplama işleri, o zaman şartlarında en az 9-10 günlük bir iştir. Buna 3 günlük çöl yolunu da katarsak 15 gün civarında bir süre çıkar ki, bu süre GOŞEN-SÜVEYŞ arası için çok fazladır. Fakat LUKSOR-SÜVEYŞ arası için en ideal süredir.
          Kur'ân-ı Kerîm'de Hazret-i Mûs&#226nın öldürüleceğini haber veren saraya mensup mümin kişiden bahsedilir. Bu zat, aksa'l medine/şehrin en uç noktasından gelmiştir. Bu tanımlamaya eygun yer Luksor ve Karnak şehirleridir. Bugün iki ayrı şehir yeri gibi gözükse de o dönemde birleşiktiler. Nil kenarındaki Luksor daha ziyade yerleşim yeriyken bir iki km. içeride bulunan Karnak tapınakların ve sarayların bulunduğu bir yerdi. Bir başka ifadeyle her ikisi de birbiri için aksa'l medine'dir.
          O halde neden yahudi kaynakları Goşen'de ısrarlılar diye bir soru akla gelebilir. Yahudi bilginleri tarihlerindeki pek çok noktayı sanki hiç yaşanmamış gibi göstermek istemişlerdir. Bundan, bir şeylerin gizlenmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. İsrâiloğullarının tarihi gibi gizlenmeye çalışılan bir başka toplum tarihi yoktur. Burada da aynı gayretkeşliği görebiliriz. Hahamların bundaki amacının ne olduğunu araştırmacılar ortaya koyacaklardır.
          Arkeolojik buluntularda pek çok müphem nokta bulunmaktadır. Kazıların eski hızında devam etmemesi ve şimdiye kadar ele geçen bulguların İslami kaynakların süzgecinden geçirilmemiş olması, bu müphem noktaların anlaşılmasına mani olmaktadır. Kazılarda ele geçenleri inceleyecek "ehil ellere" şiddetle ihtiyaç vardır.
          II. Ramses ve Mineptah'ın, Mûsâ aleyhisselamla çağdaş olduğu kesinleşir ise; "Onbinlerce suçsuç bebeği öldürtten, insanlara zulmeden ve Mûsâ aleyhisselamın henüz küçük bir çocuk iken değnekle kafasına vurduğu firavun işte bu, II. Ramses'tir. Diğeri de Mûsâ aleyhisselamın tebliğine ayak direyen, hicret ederken imha etmek için takip eden ve bu uğurda helak olanın mumyalanmış bedende müşahhas tanığıdır" diyebileceğiz.

          Çıkış güzergahında bulunan Süveyş körfezi kıyılarından
          bir görünüş.

          SUYUN ÖBÜR TARAFI
          Mûsâ aleyhisselam, israiloğullarını Sina tarafına geçirdiğinde yaşanan olayları detaylı bir şekilde Kur'ân-ı Kerîm'de görmekteyiz. Tahrif edilmiş olmasına rağmen bazı benzer olayları Kitab-ı Mukaddeste de görmekteyiz. Kitab-ı Mukaddes detaylı bir şekilde incelendiğinde olayların etrafının bulandırıldığını ve sanki bir şeylerin gizlenmek istediğini görürüz. Kur'ân-ı Kerîm'de ise bu gizlenen noktaların detaylı bir şekilde açıklandığına şahid olmaktayız. Gizlenmek istenen olaylar, İsrâiloğullarının karakter zaaflarını gözler önüne seren refleksleridir. Bu nedenle olsa gerek, yahudi bilginler, Tevrat'ı tahrif etmek bahasına gerçek bilgileri yok etmişlerdir. Yine Kur'ân-ı Kerîm, Sina çölünde yaşanan olayları, onların başına kakarcasına anlatmıştır.

          Yorum

          • fuga
            Senior Member
            • 27-08-2004
            • 6397

            #20
            Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

            Hazret-i İbrahim ve Gerçek Babası

            "EY ATEŞ; İBRAHİM'E KARŞI SERİN VE ZARARSIZ OL!.."
            Enbiya; 9


            Hazret-i İbrahim, Kur'ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde isminden çokça bahsedilen ulu'l azm bir peygamberdir. Sevgili Peygamberimizden sonra peygamberlerin ve insanların en üstünüdür. Allahü Teala, ona halilim/dostum diye hitab etmiştir. Bu sebeple Halilü'r rahman olarak zikredilir. Soyundan pek çok peygamber geldiği için Ebu'l Enbiya/peygamberlerin babası olarak isimlendirilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de; çok içli, yumuşak huylu, kendisini Allah'a vermiş, vefakar, görevini tam yapmış olarak övülmüştür. Bir başka özelliği de misafirperverliği idi. Kurduğu sofralarda hiçbir şeyi eksik etmez, kimseyi boş çevirmezdi. Halil İbrahim Sofrası deyimi bu sebeple ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Ebu'l Edyaf/Misafirler babası olarak ta tanınmıştı. Sevgili Peygamberimizin soyu anne ve babası tarafından İbrahim aleyhisselama dayanmaktadır.
            HAYATI
            Mezopotamya ve civarında hüküm süren Nemrud zamanında dünyaya gelir. Nemrud, şahıs ismi olmayıp tıpkı firavn, şah vb. gibi bir ünvandır. Asıl ismi kaynaklarda değişik olarak bildirilmektedir. Ancak yeryüzünde ilk cihan devletini kurmuş olduğunu öğreniyoruz.
            Nemrud, saltanatının ilk yıllarında halkına adalet ve insaf ile muamele eder. Sonradan kendisini ilah ilan edecek kadar sapıtır. Bu durumu şu ayet-i kerîmeden öğrenebiliyoruz. "Allah kendisine mülk ve saltanat verince (azarak) İbrahim ve Rabbi hakkında mücadele edeni görmedin mi?"

            Antik bir duvar resminde krala secde edenler
            Nemrud, gördüğü bir rüya üzerine yakınlarına danışır. İlk birkaç batında doğacak çocuklardan birinin Nemrud'un saltanatını yok edeceği iddiasıyla erkek çocuk doğumunun yasaklanmasına karar verilir. Erkek doğan bebekler imha edilirler. Bu emrin verildiği sırada Hazret-i İbrahim'in annesi hamiledir ve kocası vefat ettiği için kayınbiraderi Azer'in himayesindedir. Katliamın sürdüğü bir sırada gizli bir mağarada çocuğunu dünyaya getirir.
            Burada büyür. Mağaradan çıktıktan sonra insanların güneş, ay ve venüs gezegenine tapındıklarını görünce bu cisimleri gözler ve "Bunlar benim Rabbim olamaz. Ben batanları sevmem" diyerek Nemrud idaresindeki putperest sistemi kökünden reddeder.
            İbrahim aleyhisselamın üvey babası Azer, aynı zamanda puthane idarecisiydi. Geçimini put/heykel ticareti yaparak sağlıyordu. Putların satış yerine götürülmesinde İbrahim aleyhisselamın da yardımcı olduğunu görüyoruz ancak bir farkla ki o, putların boyunlarına ip bağlayarak sürüye sürüye satış noktasına götürüyordu. Bazen de bir su kenarında putların kafasını suya sokarak; "Susamışsınızdır, için..." diyerek alay ediyordu. Böyle yapmakla taş ve tahta parçalarının hiç bir kıymeti olmadığını halka göstermek istiyordu. O günkü küfür sisteminin bir parçası olan üvey babası Azer'i de ikaz ederek sonsuz azaba düşmemesi için yalvarıyordu.
            Bir gün, kavmin bayram yerinde eğlendiği bir sırada, kimsenin olmadığı bir anı kollayıp, Azer'in idare ettiği tapınağa girer. Bütün putların kafasını kırar ve elindeki baltayı da en büyük putun yanına bırakarak puthaneyi terkeder. İnsanlar bayram yerinden döndüklerinde yıkıntıları görünce feryad ederler. Kısa sürede bu işin Hazret-i İbrahim tarafından yapıldığı anlaşılarak yakalanır. Sorgulaması esnasında aralarında şu konuşma geçer; "Belki bunu, onların büyüğü yapmıştır. Sorun o küçük putlara, konuşabiliyorlarsa cevap versinler. Bunun üzerine (halkın kafası karışır) kalpleri ile tefekkür ederek birbirlerine; "Doğrusu siz konuşamayan, işitmeyen şeylere tapmakla zalimlerden olmuşsunuz." derler. Fakat sonra tekrar eski küfür ve isyanlarına dönerek (İbrahim'e); Sen de biliyorsun ki, bu putlar konuşamazlar. Niçin onlara sormamızı istiyorsun? deyince İbrahim şöyle cevap verir; O halde Allah'ı bırakıp ta size hiçbir fayda vermeyecek olan şeylere tapıyorsunuz. Yazıklar olsun size ve taptığınız putlara. Hala akıllanmayacak mısınız."

            Kral ve yardımcısı görüşürken
            (Yakın dönem Asur taş kabartması)

            Bu konuşmalardan sonra Nemrud girer devreye ve Hazret-i İbrahim'i köşeye sıkıştırmaya kalkarak halkın gözünde aciz duruma düşürmek ister. Bu olayı Kur'ân-ı Kerîm şöyle buyurmaktadır; "Allah, kendisine mülk ve saltanat verdi diye azarak İbrahim ile Rabbi hakkında mücadele edeni görmedin mi? İbrahim ona; "Benim Rabbim hem diriltir, hem de öldürür" dediği zaman o (Nemrud); "Ben de diriltir ve öldürürüm" demişti. İbrahim; "Allahü teala güneşi doğdan getiriyor, sen de batıdan getir bakalım" deyince o kafir şaşırıp tutuldu. Allah, zalim topluluğu başarılı kılmaz."
            Bütün bu olanlar putperest toplumun içine bir bomba gibi düşmüştür. Nemrud ve ileri gelenler halkın önünde rezil olmuşlardır. Bunun, devleti sarsacak boyutlara ulaşmasından korkan Nemrud derhal emrini verir; Hazret-i İbrahim ateşe atılacaktır. Vakit geçirmeden hazırlıklara başlanır ve devasa bir ateş yakılır. Sıcaklıktan yanına yaklaşılamadığı için Hazret-i İbrahim mancınıkla ateşin içine atılacaktır. Halkın gözü önünde işlenecek bu cinayetle İbrahim aleyhisselamın Nemrud rejimi için tehlikeli olan fikirleri de yakılmış olacaktı. Bütün hazırlıklar bittikten sonra Hazret-i İbrahim ateşe atılır. Nemrud ve avanesi, büyük bir tehlikeden kurtulduklarına sevinerek işlerine dönerler. Oysa onların akıllarının ucundan bile geçmeyecek bir mucize gerçekleşir. Hazret-i İbrahim daha ateşin içine düşmeden Allahü tealanın emri gelir; "Ey ateş, İbrahim'e serin ve selametli ol!.." Ateş, yakma özelliğini kaybeder. Abdullah b. Abbâs hazretleri; Eğer Allahü teala, serin ol emrinden sonra selametli ol emrini vermemiş olsaydı, bu sefer ateş, soğukluğuyla Hazret-i İbrahim'i yakardı demiştir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm bu olayı anlatırken; "Onun ateşten kurtulmasında iman edecek bir topluluk için şüphe götürmez ibretler vardır" buyurmaktadır. Modern bilim soğuk ateşin de cisimleri yaktığını son yüzyılda öğrenmişti.
            Ateşin sönmesi bir kaç gün sürer. Alevler yok olmaya başladığında Hazret-i İbrahim'in korkunç ateşin içinde sağ olarak durduğunu görerek Nemrud'a haber verirler. Nemrud bu olay üzerine Hazret-i İbrahim'le uğraşmak istemez. Ancak iman etmediği gibi onun yaptığı tebliğe de izin vermez. Apaçık görülen bu mucize karşısında bile toplumun büyük bir kesimi suskun ve kayıtsız kalır. Bunun üzerine İbrahim aleyhisselam; "Ben kavmimin arasından Rabbimin emrettiği yere hicret edeceğim. Şüphe yok ki; Allahü teala azizdir. Herşeye üstündür. Hakîmdir, hükmünde hikmet sahibidir" diyerek hanımı Sârâ, kardeşinin oğlu Hazret-i Lût ve kendisine inanan küçük bir toplulukla birlikte hicret eder.
            Kaynaklar, Hazret-i İbrahim'in bir süre ortadoğuda dolaştığını, bir süre Filistin'de ikamet ettiğini ve sonra Mısır'a gittiğini yazar. Bu sırada yolda Lût aleyhisselam peygamberlikle şereflenir ve Filistin'in Ğor diyarına gider.
            Bu sırada geride kalan Nemrud ve putperest halkı acı bir sürpriz bekliyordur. Nereden geldikleri anlaşılamayan milyarlarca sivrisinek kara bir bulut gibi başkenti kaplar. İnsanlar sokağa çıkamaz hale gelir. Sıkı sıkıya kapandıkları halde evlerinde de rahat edemezler. Üretim durur. Sosyal hayat yok olur. Nemrud da bu felaketten arslan payını alır. Sivrisineklerden arındırılmış bir odada uyurken burnuna kaçan bir sivrisinek günlerce ona kan kusturur. Yaratılmışların en acizlerinden olan minik sivrisinek Nemrud'un burnundan girerek beynine yakın bir bölgeye yerleşir. Onun için burası, her türlü tehlikeden uzaktır ve çevresindeki yüzlerce kılcal damar, birer şerbet ve bal akıtan nehir gibidir. Nemrud, kafasının içindeki dayanılmaz kaşıntının sebebini bilemez. Izdırabını ancak ucuna keçe sarılmış topuzlarda arar. Kaşıntı oldukça hizmetçilerine topuzla başına vurmalarını emreder. Bu azap haftalarca sürer ve bir gün dayanamaz ölür. Bu sırada başkentte sivrisinek felaketi de son bulmuştur. Devletin ileri gelenleri Nemrud'un bu halini merak ettiklerinden cesedinde otopsi yaptırırlar. Kafatası açıldığında içinden, kocaman bir hamam böceği haline gelmiş sivrisinek çıkar. Allahü teala, kibir ve azamet sahibi geçinen bir insanın bu dünyadaki cezasını küçücük bir mahlukuyle vermiştir. Nemrud öldüğünde devletin sınırları ortadoğunun tamamını kaplıyordu. Ama kudreti, o zamanki dünyanın tamamına hakim durumdaydı. Güç ve kudretin zirvesindeyken tepetaklak olmuştu. Onun ölmesiyle devleti parçalanıp dağılıverdi.

            Hazret-i İbrahim dönemi Orta Doğu bölgesi
            İbrahim aleyhisselam bütün ortadoğuyu dolaştıktan sonra bir süre Filistin'de oturur. Daha sonra yanında hanımı olduğu halde Mısır'a gider. Mısır'da hükümdar olarak Sâruk veya Sînân adı verilen müstebit birisi vardır. Güzel bir kadın gördüğü zaman hemen el koyardı. Eğer evli ise kocasını öldürtürdü. İbrahim aleyhisselamın hanımı Hazret-i Sâre, çok güzel olup hüsn-ü cemal sahibi idi. Görevliler hemen hükümdara haber gönderirler. Hükümdarın adamları gelerek Hazret-i İbrahim'e; "Yanındaki kadın neyin oluyor?" diye sorunca; "Kızkardeşim olur" cevabını verir. Daha sonra Hazret-i Sare'nin yanına giderek; "Sakın beni yalanlama, öyle bir yerdeyiz ki burada senden ve benden başka Allah'a inanan yok. Bu nedenle sen benim dinde kardeşimsin. Asla korkma, Allahü Teala bizimledir. Bize zarar gelmeyecektir" dedi. Bu hazin olayı Efendimiz özetle şöyle anlatmıştır; Hazret-i Sârâ görevliler tarafından saraya götürülür. Hükümdar ona sarkıntılık etmeye kalkınca nefesi daralarak yere düşer ve debelenmeye başlar. Bu hal bir kaç kere tekrar eder. Sonuncusunda Hazret-i Sare'ye yalvararak bu durumdan kurtulmayı ister. O da; "Ya Rabbi, bu adam ölürse benden bilirler" diyerek dua edince hükümdar kurtulur. Derhal adamlarına emir vererek; "Siz bana insan değil bir şeytan getirmişsiniz. Bu kadını benim topraklarımdan çıkarın. Kendisine Hacer'i de hizmetçi olarak verin" der.
            Hazret-i Sârâ, Hacer'i de yanına alarak İbrahim aleyhisselamın yanına giderek durumu anlatır. Mısır hükümdarının Hacer'i seçmesinin sebebi, kendi kültürüne uymadığındandı. Nitekim Hazret-i Hâcer, asil bir yaratılışa sahip olduğunu, Mısırlıların ahlaksızlıklarından uzak durduğunu gösterecektir.
            Burada bir parantez açarak olayın Kitab-ı Mukaddes'teki yansımasına bakalım. Tevrat'ta bu olay, hükümdarın Hazret-i Sâr&#226ya el koyduğu ve İbrahim aleyhisselamın da uygun gördüğü şeklinde anlatılır. Bu satırlar mukaddes olan Tevrat'ın hahamlar tarafından nasıl tahrif edildiğinin göstergesidir. Şerefsiz bir hayat süren bazı yahudi yöneticiler ve din adamları, ulu'l azm bir peygamberi kendileri gibi zannederek olayı, yüz kızartıcı bir şekle sokmuşlardır. Bu tahrifler sonunda, dönemin yöneticilerinden yüklü bahşişler almışlardı. Efendimiz bu olayı anlatırlarken yahudilerin bu şerefsizliklerini yüzlerine çarpmaktadır.
            Hazret-i İbrahim, ailesi ve Hâcer ile birlikte Filistin'e yerleşir. Burada, Allahü tealanın bereketi ile çok zengin olur. Bunun yanında etrafa silahlı birlikler gönderecek kadar güç sahibi de olmuştur.
            İbrahim aleyhisselam bir gün dere kenarında bir hayvan leşi görür. Etrafına toplanmış yüzlerce hayvancık leşi parçalamakla meşguldür. Onları seyrederken, zerreler halinde dağılan ve herbiri başka başka yerlere giden bir hayvanın ahirette nasıl dirileceğini düşünür. Bunu gözleriyle görmek ister. Allahü teala ona dört ayrı kuş almasını, onları parçalamasını ve her bir parçasını değişik dağ başlarına koymasını ve daha sonra da çağırmasını ister. İbrahim aleyhisselam bunları aynen uyguladığında kuşların dirilerek kendisine geldiği görür.
            Bu sırada, Hazret-i İbrahim'in yaşı ilerlemiş olmasına rağmen hiç çocuğu olmamıştı. Allahü tealaya; "Ey Rabbim, bana salihlerden bir oğul bağışla ki, davet ve taatte yardımcım ve gurbette munisim olsun" diye dua eder. Hazret-i Sârâ, İbrahim aleyhisselamı sevindirmek için Hacer'le evlenmesine izin verir. Bu evlilikten Hazret-i İsmail doğar. İbrahim aleyhisselamdaki Muhammedî nurun önce Hazret-i Hâcer'e, sonra da Hazret-i İsmaile geçtiğini gören Hazret-i Sârâ gayrete gelir ve her ikisini de götürüp bir yere bırakmasını ister. İlahi emir de buna uygun gelir. Hanımı Hâcer ve ile oğlu İsmail'i yanına alarak yola çıkar. Bir ay süren yolculuktan sonra, her ikisini de o günlerde ıssız ve çorak bir yer olan Mekke Vadisi'ne bırakır. Daha sonra tekrar Filistin'e döner.
            İbrahim aleyhisselam, sonraki yıllarda bir kaç kez Mekke'ye ziyarete gelir. Bu ziyaretlerden birisinde kurban olayı, bir diğerinde ise Kabenin inşası ve haccın yapılışı gerçekleşir.
            Bu sırada Hazret-i İbrahim ve hanımı Sâr&#226nın yaşları hayli ilerlemiştir. Bir gün ziyaretlerine bir kaç genç gelir. Bu gençlere kızarmış bir buzağı ikram eden İbrahim aleyhisselam, yemeklere el sürülmediğini görünce telaşlanır. Sonra anlaşıldığı üzere bu gençler Cebrâil aleyhisselam ve bazı meleklerdir. Görevleri Lût kavmini yok etmektir. Bu sırada sohbet ederlerken melekler İshak aleyhisselamın müjdesini verirler. Bu müjde Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle geçmektedir; "Bir de ona sayihlerden bir peygamber olmak üzere İshak'ı müjdeledik. Hem İbrahim'e, hem de İshak'a bereketler verdik. Her ikisinin soyundan mümin olan da var, nefsine apaçık zulmeden kafir de var."
            İbrahim aleyhisselam, yurt edindiği Filistin'de İslamiyeti tebliğ eder. Kur'ân-ı Kerîm'in buna verdiği isim Hanifliktir ki bu; putları ve batıl olan şeyleri kökünden reddettiği içindir. Hazret-i İbrahim'e 10 suhuf nazil olmuştur ki bu kutsal vahiylerin çapını bilemiyoruz. Ancak Kur'ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerin yardımıyla içeriğini bilebiliyoruz ki bir kısmı şöyledir; "Kimse kimsenin günahını yüklenmez. İnsan için ancak ihlasla işlediği Sâlih ameller ve niyeti fayda verir. İnsana, çalışmasının karşılığı tam olarak verilecektir."
            İbrahim aleyhisselam Filistin'de vefat eder. Oğullarından Hazret-i İsmail Mekke ve civarında, Hazret-i İshak da Filistin topraklarında peygamber olarak babalarının şeriatini uyguladılar.
            Şimdi, buraya kadar anlattıklamızla ilgili olarak modern bilimin ulaşabildiği noktaları görelim.
            YAŞADIĞI DÖNEM
            Kur'ân-ı Kerîm'de İbrahim aleyhisselamın hangi yıllarda yaşadığı bildirilmemiştir. Efendimizden nakledilen hadis-i şeriflerde de açıkça bir tarihleme söz konusu değildir. Fakat ayet-i kerîmeler ve hadis-i şerifler incelendiğinde, tarihleme yapılabilmesi için bazı bilgilerin kelime aralarına gizlendiği görülmektedir. Bunlar; İbrahim şahıs adı, o dönemin din anlayışı ve aynı yıllarda helak edilen Lût kavminin artıklarıdır. Şimdi kısaca bu konularla ilgili notlarımıza bakalım.
            Eski Ahid'te anlatıldığına göre; İbrahim ismi sonradan kendisine verilmiştir. İlk ismi Abraham'dır. Eski Ahid yorumcuları; Abraham adının "Yüce Baba", İbrahim adının da "Cumhurun Babası" anlamlarına geldiğini söylerler. İlk defa, arapçanın bir kolu olan aramicede kullanıldığı sanılan İbrahim ismine, yapılan arkeolojik çalışmalar sonunda başka dillerde de rastlanmıştır. 1980'li yıllarda Kuzey Suriye'de Ebla harabelerinde yapılan kazılarda bu ismin MÖ. 2500'lere kadar uzanan Ebla dilinde de kullanıldığı görülmüştür. Ebla dili Kuzey Suriye'de oturan sami/asya kökenli Eblalılarca konuşulmaktaydı. Abr, Abar, Abri, Abram, Abrama/Abarama şekilleriyle yazılan bu isim MÖ. 2500 senelerine aittir.

            Ebla'da bulunan ve henüz tamamı
            deşifre edilememiş tabletlerden biri.

            Kur'ân-ı Kerîm'de İbrahim aleyhisselamın içinde yaşadığı toplumun dini inanışını şu şekilde görmekteyiz; "Vakta ki; İbrahim'in üzerini gece bürüdü. Bir yıldız gördü. "Bu mu benim Rabbim?!" dedi. Derken yıldız batıverince; "Ben öyle batanları sevmem!" dedi. Sonra ayı doğarken görünce; "Rabbim bu mudur?!" dedi. Fakat o da batıp kaybolunca; "Yemin ederim ki, eğer Rabbim bana hidayet etmemiş olsaydı muhakkak sapıklardan olacaktım." Daha sonra güneşi doğarken görünce; "Rabbim bu mudur?!.. Bu gördüklerimden daha büyük." Güneş batınca; "Ey kavmim. Bu gördükleriniz hep yok olan varlıklardır. Ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden kesinlikle uzağım." diye söylemiştir."
            Ayet-i Kerîmelerde İbrahim aleyhisselamın döneminin insanlarının tanrı olarak gördükleri 3 ayrı objeyi tek tek incelediğini görmekteyiz. Önce, gece bürürken ortaya çıkıveren bir yıldız görmüştür ki bu, Venüs gezegenidir. Sonra Ay ve nihayetinde en büyüğü olarak Güneş'i gözlemiştir.

            Mezopotamya krallarından Naram Sin,
            Ay karşısında tapınırken (M.Ö.2200)

            O dönemin en büyük şehirlerinden birisi de Harran'dır. Harran; Asur ve Kalde dillerinde "yol" manasına gelmekteydi. Harran adına ilk defa MÖ. 2000 başlarında Mari ve Kültepe tabletlerinde rastlanmaktadır. Oysa şehrin tarihi MÖ. 6000'li yıllara kadar uzanmaktadır. Sanki şehir MÖ. 2000'li yıllarda meşhur olmuş gibidir. Şehrin en büyük özelliği; ay, güneş ve yedi gezegenin kutsal sayıldığı eski mezopotamya putçuluğunun merkezi olmasıydı. Buradaki Sin/ay tapınağı çok meşhurdu. Bunun yanısıra büyük bir ticaret şehriydi. Dini inanış çok tanrılı idi. Ama tapınılan üç belirgin objeye rastlıyoruz ki, bunlar; Şamaş/Güneş, Sin/Ay, İştar/Venüs'dür.

            O dönemin tapınılan baş objelerinden İştar
            Yukarıda mealini verdiğimiz İbrahim aleyhisselamın sözleri bu dönemin yani MÖ. 2000'li yılların dini anlayışını yansıtmaktadır. Yine Kur'ân-ı Kerîm'de, İbrahim aleyhisselam ile mücadeleye giren "saltanat/mülk" bahşedilmiş bir şahsın kendisini tanrı ilan ettiğinden bahsedilmektedir ki; bu şahıs Nemrud'dur. Nemrud, özel bir isim olmayıp o dönemin hükümdarlarına verilen; kral, şah vb. gibi genel bir isimdir. Efendimizden nakledilen bir hadîs-i şerîfte Nemrud'un, "insanlık tarihi boyunca yeryüzüne hakim olan 4 kişiden biri olduğu" bildirilmektedir ki; İbrahim aleyhisselamın karşısına çıktığı şahıs, o zaman dünyasının tamamını kontrol altına almış son derece kuvvetli bir hükümdardır. Zaten ayet-i Kerîmede bu nokta vurgulanmaktadır; "Allah, kendisine saltanat ve mülk verdi diyerek azarak İbrahim ve Rabbi hakkında mücadele edeni görmedin mi?" Başka bir ayet-i Kerîmede İbrahim aleyhisselamın bir çok putun bulunduğu bir yerde/tapınakta en büyüğü hariç bütün putları parçaladığı ve baltayı büyük putun yanına bırakarak putperestlere muhteşem bir ders verdiğinden bahsedilmektedir. Bu olay, İbrahim aleyhisselamın ateşe atılmasıyla sonuçlanmıştır. Bir mucize olarak ateşin zarar vermemesi üzerine hicret etmesine izin verildi.

            Harran kalıntılarından bir görünüş
            Kaynaklarımız İbrahim aleyhisselamın hicret etmeden önce Harran'da oturduğundan bahsetmektedir. Buna göre İbrahim aleyhisselamın putları parçaladığı tapınak, Harran'daki Sin tapınağıydı.
            İbrahim aleyhisselam, tafsilatı tarihi kaynaklarda bildirilen Nemrud'un şerrinden dolayı bir mağarada gizlice dünyaya getirilmişti. Burası mağaralarıyla ünlü olan Urfa'dır. Urfa, Harran'ın 44 km. uzağındadır. İbrahim aleyhisselamın atıldığı büyük ateş, Urfa'da balıklı gölün bulunduğu yerde yakılmıştı.

            Urfa'da Halilurrahman camii
            yanındaki balıklı göl

            Belki de Nemrud, ibreti alem olsun diye İbrahim aleyhisselamı, doğduğu mağaranın hemen yanında öldürtmek istemişti. Zira balıklı göl ile kutlu mağara birbirlerine çok yakındır.
            İbrahim aleyhissemanın yaşadığı dönemin tarihlenmesine yardımcı olacak en kuvvetli bilgi aynı yıllarda helak edilen Lût kavminden arta kalanlardır. İbrahim aleyhisselamın yeğeni olan Lût aleyhisselamın görev yaptığı Lût toplumu, Lût Gölü'nün hemen güneyinde yaşamış ve azgınlıkları sebebiyle helak edilmişlerdir. Bu bölgede yapılan arkeolojik kazılar, MÖ. 2000-1900 yıllarında meydana gelen korkunç bir yere batma olayını ortaya çıkarmıştır.
            Sonuç olarak İbrahim aleyhisselamın yaşadığı yıllar, MÖ. 2000 yılına kadar götürebiliriz. Yine de son noktayı Kuzey Suriye'de yapılacak arkeolojik araştırmalar koyacaktır. Zira İbrahim aleyhisselam, tek başına o zaman dünyasının süper gücüne sahip bir hükümdara karşı mücadele etmiş ve bu zalim tarafından ateşe atılmıştı. Bir mucize olarak ateş onu yakmamıştı. Böylesine devasa bir olayın hangi tarihte, hangi devlette, hangi hükümdar zamanında ve hangi toprak parçası üzerinde yaşandığının tabletlere geçirilmemesi imkansızdır. Belki Mezopotamya'nın, Mısır'ın, Anadolu'nun herhangi bir yerinde ele geçecek yeni bir tablet bütün bunları ortaya dökecektir.
            BABASININ ADI
            İbrahim aleyhisselamın hayatı, insanlık tarihinin özeti gibidir. Bu bölümümüzde klasik bilgiler vermeyeceğiz. Mevcut kaynaklara yeni kaynaklar ekleyerek ufkunuzu biraz daha açmaya gayret edeceğiz. Buradaki asıl maksadımız yıllardan beridir, belki bile bile tekrarlanan bir yanlışın tasfiyesi olacaktır. O da İbrahim aleyhisselamın babasının putperest olduğu yanlışıdır. Bu yanlış, ilhamlarını doğrudan doğruya Kur'ân'dan aldıklarını iddia edenlerce, Kur'ân-ı Kerîm'de geçen baba kelimesine verilen yanlış manadan kaynaklanmaktadır. Hıristiyanlar İncil'de geçen baba kelimesine yanlış mana vererek sapıttılar. Müslümanlar aynı imtihanla karşı karşıyalar. Ancak müslümanlar hıristiyanlardan çok daha şanslılar. Zira onların sinesinden bir Abdullah b. Abbâs, gibi müfessirler, İmâm-ı A'zâm gibi fakihler, İmâm-ı Rabbânî gibi müceddidler çıkmamıştır. Bu zirveler, Kur'ân-ı Kerîm'den nasıl nasıl hüküm çıkarılacağını bize öğretmeselerdi İbrahim aleyhisselama ve hatta Efendimiz Muhammed aleyhisselama yakışmayacak isnad kapılarında dolaşıyor olacaktık.
            İbrahim aleyhisselamın babasının ismi Kur'ân-ı Kerîm'de Âzer olarak geçmektedir. Yine ayet-i Kerîmelerde Âzer'in putperest olduğu bildirilmektedir. Fakat bir başka ayet-i Kerîmede Efendimize hitaben; "Allahü teala seni ayağa kalktığında ve secde edenlerin içinde dolaştığını görüyor." buyurmaktadır. Eshab-ı kiramdan Hazret-i Abdullah b. Abbâs, ayetin geniş anlamını; "Efendimizin soyu, ilk insan Âdem aleyhisselama kadar hep secde eden, asla putlara tapınmayan babalardan meydana gelmiştir." şeklinde vermiştir. İbrahim aleyhisselam, Efendimizin dedelerinden biridir. Dolayısı ile babasının da muvahhid olması, asla putlara tapınmamış olması gerekmektedir. Bu ayeti tefsir mahiyetinde buyurulan hadis-i şeriflerde de şöyle buyurulmaktadır; "Her asırda, her zamanda yaşayan insanların en iyilerinden, seçilmişlerden dünyaya geldim." (Sahih-i Buhari), "Benim dedelerimin hepsi, en iyi insanlardır." (Tirmizi), "Benim dedelerimin hiç birisi zina yapmadı. Allahü Teala beni temiz ve iyi babalardan, analardan getirdi. Dedelerimden birinin iki oğlu olsaydı, ben bunların en hayırlısında, en iyisinde bulunurdum." (Mevahib-i Ledüniyye) Yukarıda belirttiğimiz iki ayet-i Kerîme ilk bakışta birbirine zıt manalı gibi görünmektedir. Ayet-i Kerîmeleri yanlış anlamaktan bizi kurtaran diğer ayet-i Kerîmeler ve hadis-i şerifler olmaktadır.
            Kur'ân-ı Kerîm'de meallerini aşağıda vereceğimiz ayet-i Kerîmelerde, İbrahim aleyhisselamın babasının putperest Âzer olmadığını, ayette geçen baba kelimesinin ne maksatla kullanıldığını izah etmektedir. Burada bir parantez açarak Kur'ân-ı Kerîm'le ilgili teknik bir bilgi verelim isterseniz.
            Ayet-i Kerîmeler muhkem/manası açık ve müteşabih/manası kapalı olmak üzere iki türlüdür. Müteşabih ayetlere görülen, anlaşılan, meşhur olan manalar verilemez. Verilirse Kur'ân-ı Kerîm'in çizdiği ilahi sınırdan çıkılmış olur. Bu sebeple böyle ayetler te'vil edilir. Mesela; "Allah'ın eli, onların üzerindedir." ayetinde geçen "el" kelimesine bildiğimiz mana verilirse Allahü teala insana benzetilmiş olur. İslam akaidine/inancına göre Allahü teala hiçbir şeye benzemez ve hayal sınırlarının da dışındadır. İslam alimleri buradaki el kelimesine "kudret, güç" manasını vermişlerdir. İbrahim aleyhisselamın babası Âzer'den bahseden ayet-i Kerîmede geçen ebihi/babası kelimesi, arap dili kaidelerine göre atf-ı beyandır. Mesela bir kimsenin iki ismi olup, bu iki isim birlikte söylendiği zaman, birinin meşhur olmadığı, diğerinin meşhur olduğu anlaşılır ki, buna "atf-ı beyan" denir. Ayet-i Kerîmenin anlamı; "İbrahim, Âzer olan babasına dediği zaman..." demektir. Buna göre İbrahim aleyhisselam hayatında iki baba vardır. Birisi öz babası, diğeri ise ismi Âzer olan bir başkasıdır. Kur'ân-ı Kerîm'i diğer metinlerden ayıran en önemli özelliklerinden birisi de i'cazıdır. Yani; kısa ve öz cümlelerle pek çok mananın gizlenmiş olmasıdır. Dolayısıyla Âzer, İbrahim aleyhisselamın öz babası değildir.
            Arapçada eb/baba, ukh/erkek kardeş, ukht/kızkardeş gibi kelimeler geniş manalarda kullanılır ve mutlaka asıl baba, anne veya kardeş manasını ifade etmeyebilir. Bunun örneklerine Kur'ân-ı Kerîm'de rastlayabiliriz.
            Bakara suresinin diğer bir ayetinde Yakup aleyhisselamın çocuklarının babalarıyla olan bir konuşması nakledilmektedir. Burada çocukları Yakup aleyhisselama; "..... ve senin babaların İbrahim, İsmail ve İshak'ın Rabbi......" denilmektedir. Ayet-i Kerîmede İsmail aleyhisselam, Hazreti Yakub'un babası gibi görülmektedir. Oysa İsmail aleyhisselam baba değil amcadır. İshak aleyhisselamın kardeşidir. Demek ki; Kur'ân-ı Kerîm'de, amcaya baba diye de hitab edilebilmektedir. Çeşitli arapça sözlüklerde amcaya bazen baba diye hitap edildiği, bu ayetin tefsirlerinde yazılıdır.
            Bir başka ayet-i Kerîmede Hazret-i Meryem'e; "Ey Hârûn'un kızkardeşi..." diye bir hitab vardır. Buradaki Hârûn'la Mûsâ aleyhisselamın ağabeyi Hazret-i Hârûn kastedilmiştir. Oysa Îsâ aleyhisselamın annesi Hazret-i Meryem ile Hazret-i Hârûn'un arasında 1000 seneden fazla bir süre vardır.
            Efendimizin de bazen, mesela bir bedevi köylüye, amcaları Ebû Talib, Hazret-i Abbâs hatta Ebû Leheb için baba diye hitap ettiği kaynaklarda yazılıdır. Bir gün Hazreti Aişe annemiz Efendimize; "Herkesin künyesi var. Benim yok" diye arzedince Efendimiz; "Oğlun Abdullah b. Zübeyr'in künyesi ile künyelen" buyurmuşlardır. Abdullah, Hazreti Aişe'nin kızkardeşi Esma'nın oğlu idi. Bunda başka "Teyze anne gibidir" veya "Amca baba gibidir" buyurulmuştur. Yine bir gün eshabı kiramdan Ömer b. Hattab'a; "Ya Ömer sen, kişinin amcasının, babasının benzeri olduğunu bilmiyor musun?" buyurmuşlardı.
            İbn-i Cerîr'in naklettiği şu olay önemlidir. "Bir gün mü'minlerin annesi Safiyye hanım Efendimizin huzuruna gelerek; Bir takım kadınlar bana iki yahudinin kızı olan (annen de baban da) Yahudi diyorlar diye şikayet etmişti. Efendimiz de ona; Sen onlara; niçin babam Hârûn, amcam Mûsâ, beyim de Muhammed aleyhimüsselamdır demiyorsun buyurmuşlardır."
            Arapça "eb" olan kelimenin kökü İbrani, Arami, Arabi gibi bütün sami dillerinde Abb veya abba kelimesi; "müsebbib/sebep olan manasına veya "meyva yüklü" manalarına gelir. Bilindiği gibi İncillerde baba kelimesi sıkça kullanılır. Tevrat'ın Eyüb bölümünde de Allahü teala "yağmurun babası" olarak isimlendirilir. Bu isimlerin hepsi "bir şeye sebep olan" manasına kullanılmaktadır ki öz manası ifade etmezler. Böyle kelimelere yanlış manalar yüklendiğinde ise küfre düşülmüştür.
            Bazı kelimeler zaman içerisinde sözlük manalarıyla değil de ıstılah/terim manalarıyla kullanılmıştır. Bunun en belirgin örneği "baba" kelimesinde görülmektedir. Arapçanın bir kolu olan aramicede, baba kelimesi bir dönem ailevi bir bağdan ziyade saygınlık ifade ediyordu. Saygı duyulan kimselere baba kelimesiyle hitap ediliyordu. Bütün bunlardan çıkarılan sonuç, Âzer'in öz baba değil, amca olduğudur. Bazı kaynaklar asıl babasının isminin Taruh/Tareh olduğunu ve Taruh'in ise İbrahim aleyhisselamın doğumundan hemen önce vefat ettiğini yazmaktadır.

            Yorum

            • fuga
              Senior Member
              • 27-08-2004
              • 6397

              #21
              Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

              Hazret-i İbrahim ve Gerçek Babası

              devamı...

              "EY ATEŞ; İBRAHİM'E KARŞI SERİN VE ZARARSIZ OL!.."
              Enbiya; 9

              ÂZER KİMDİR?
              Bazı müfessirlere göre Âzer kelimesinin arapça karşılığı "muhtı/günahkar" dır. Belki de Âzer, asıl isim değil Kur'ân-ı Kerîm'in verdiği bir lakaptı. Nitekim asıl ismi Nahur'dur. Nahur, önceleri babalarının yolunda, yani mümin idi. Nemrud tarafından taltif edilerek vezirlik payesi verilince yoldan çıkmış ve putperestliğin yılmaz savunucularından olmuştur.
              O dönem Mezopotamyasında Kâbîle başkanları, bulundukları şehrin adına göre isim alabiliyorlardı. Nahur ismine, Asur ve Mari dökümanlarında şehir adı olarak rastlanmaktadır. Bu şehrin yeri tam olarak bilinmemektedir. Aynı şekilde İbrahim aleyhisselamın amcalarından Aran'ın adını Harran şehir adı olarak görmekteyiz. İbrahim aleyhisselamın öz babası olan Tareh ismine, Kuzey Suriye'de antik bir şehir olan Turahi adında rastlanır. İbrahim aleyhisselama ayak direyen dönemin hükümdarı Nemrud'un adına, Dicle nehrinin kenarında ve Musul'un karşısında yer alan Nimrud şehir adında rastlanır. Benzerlikler bununla da kalmaz; Hazreti İbrahim'in dedelerinden Seruy adına, Harran'ın batısındaki Sarugi/Suruç şehir adında, Peleg'e ise Habur nehrinin ağzındaki Felig adında rastlanır. Bu şehirlerin hepsi de Mezopotamya'nın kuzeyindedir. Buna bir de İbrahim aleyhisselamın Harran'a 44 km uzaklıktaki Urfa'da doğması eklenince bu bilgilerin tesadüf olmadığı ortaya çıkar. Bundan şu sonucu çıkarabiliriz. İbrahim aleyhisselamın bağlı olduğu aile sıradan bir aile değil, Kuzey Mezopotamya'da o dönemin en köklü ve kudretli ailelesiydi. Âzer'in Nemrud tarafından vezirlikle taltif edilmesinin sebebi de sahip olunan bu ailevi kudretti.
              YAHÛDİ DEĞİLDİ
              Kur'ânı Kerîm, İbrahim aleyhisselamın ne yahudi ne de hıristiyan olmadığını buyurmaktadır. Aynı zamanda tarihi bir gerçeğe de atıf yapmaktadır. Zira; MÖ. 2000'li yıllarda bütün Kuzey Suriye'yi dolaşan İbrahim aleyhisselam zamanında ne yahudilik vardı, ne de ibranice diye bir dil... Yahudilik terimi, MÖ. 6. yüzyılda hahamlarca ortaya atılmıştır. İbranice ise, Hazret-i Süleyman'dan bile çok sonraları MÖ. 900'lerden sonra oluşmaya başlamıştır. Sadece İbrahim aleyhisselam değil, İsrâil tarihinin iki önemli ismi olan Hazret-i Davut ve Hazret-i Süleyman bile bu dili konuşmamışlardı. Onlar, arapçanın bir kolu olan aramiceyi konuşuyorlardı. İbrani terimi ise İbrahim aleyhisselamla çağdaş olan Mısır dışındaki tüm topluluklara (asyalılara) verilen genel bir isimdi ki; "öte yakanın insanı" anlamına gelmektedir.
              MISIR HAYATI
              İbrahim aleyhisselam, Harran'dan ayrıldıktan sonra Mısır'a hicret eder. Beraberinde hanımı Sârâ ile kardeşinin oğlu Lût aleyhisselam vardır. Lût aleyhisselam yarı yolda, Allahü tealanın emriyle peygamberlikle görevlendirildiği için vazife yapacağı Filistin'de kalır. Hazret-i İbrahim, hanımıyla birlikte Mısır'a giriş yapar. Dönemin Mısır meliki Hazret-i Sare'ye Mûsâllat olur. Fakat vücuduna peşpeşe inen felçler sebebiyle ilişemez. Üstelik Hâcer isminde bir genç kızı Sare'ye verir.
              İbrahim aleyhisselamın Mısır'da geçirdiği günlerle ilgili Kur'ân-ı Kerîm'de her hangi bir kayıt yoktur. Ancak hadis-i şerifler bu konuda bizi aydınlatmaktadır. Kitab-ı Mukaddes'te ise ulu'l azm bir peygambere hiç yakışmayacak iftiralar ve sapıklıklar isnad edilmektedir ki bu satırlar ahiretlerini dünya nimetleri için satan şerefsiz yahudi din adamları tarafından Tevrat'a sokulmuştur.
              Kaynaklar, İbrahim aleyhisselamın Mısır'ın neresine indiğinden bahsetmezler. Ancak o dönemde Mısır dendiği zaman Delta bölgesi anlaşılırdı. İbrahim aleyhisselamın yaşadığı MÖ. 2.000'li yıllarda da Mısır idarecileri bu bölgede otururlardı. Bu dönemde Delta bölgesinde yaşayan ilk hükümdar Amenemhat I'dir. Kendisi, Thebes şehrini bırakıp Menfis'in 25 km. güneyinde kendisine askeri ve siyasi bir karargah kurmuştu. Amenemhat I ve peşinden gelen oğlu Sesostris I, Amenemhat II ve Sesostris II dönemleri, Mısır'ın en bereketli olduğu yıllardı. Bu da, Asya'dan Mısır'a olan göçlerin en cazip olduğu bir devredir. Amenemhat I, Filistin ve ötesinden gelecek tehditlere karşılık Deltanın doğusundaki sınır boyunca büyük bir duvar inşa ettirmişti. Mısır'a göç edenler bu duvarın önünde sorguya çekilip gözden geçirildikleri muhakkaktır. Belki böyle bir kontrol esnasında Hazret-i Sare'nin güzelliği keşfedilerek hükümdara gönderilmişti. Bu hükümdar kayıtlarda Sinan b. Ulvan olarak geçmektedir. Hükümdar, Sare'nin güzelliğine meftun olur. Elde etmek için bir kaç kez teşebbüs etse de her seferinde Hazret-i Sare'nin Allahü tealaya sığınması sonucu felç geçirir. Öyle ki nefes alamaz duruma gelir. Düştüğü bu zilletten yine Hazret-i Sare'nin duası ile kurtulur. Bunun üzerine Hazret-i Sare'yi serbest bırakarak kendisine Hâcer isimli bir genç kızı hizmetçi olarak verir. Kaynaklarda Hâcer'in cariye olduğu yazılıdır. Ancak İbrahim aleyhisselama eş, Hazret-i İsmail'e anne ve Efendimiz Muhammed aleyhisselama nine olma şerefine kavuşan birisinin Mısır sarayında alelade bir cariye olması düşünülemez. Nitekim; kaynakları taradığımızda bu doğrultuda önemli ipuçlarına rastlayabiliriz. Bunlardan ilki, Hazret-i Hâcer'in Mısır meliklerinden birisinin hanımı olduğu şeklindedir. Kocası bir baskın neticesi öldürüldüğünde kendisi esir edilerek Sinan b. Ulvân'ın sarayına alınır. İkinci ipucumuz ise Kitab-ı Mukaddes yorumcularından meşhur haham Troyesli Salamon Ben İsaac'ın naklidir. Tekvin; 16/1'i tefsir ederken şöyle yazmıştır; "Hâcer hükümdarın kızı idi. Hükümdar, Sare'de gördüğü bu harikuladelikler karşısında; "Kızımın Sare'ye hizmetçi olması, başka bir evde hizmetçi olmasından evladır." diyerek Hacer'i, Sare'nin hizmetine vermiştir." Buna bir de Hazret-i Sârâ ve İbrahim aleyhisselamın, Kuzey Suriye'nin en kudretli ailesine mensup olmaları da eklenince hükümdarın kızını güvenle teslim etmesini daha iyi anlamış oluruz.

              Yorum

              • fuga
                Senior Member
                • 27-08-2004
                • 6397

                #22
                Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

                Yusuf Aleyhisselam

                "ANDOLSUN Kİ; YÛSUF aleyhisselam VE KARDEŞLERİNİN HAYATINDA,
                SORANLAR İÇİN NİCE İBRETLER VARDIR."
                Yûsuf; 7

                Kur'ân-ı Kerîm'in 111 ayetten müteşekkil olan 12. suresi, Yûsuf aleyhisselamın hayatını anlatmaktadır. Allahü teala Yûsuf aleyhisselama ait bu kısayı "ahsenu'l kasas/kıssaların en güzeli şeklinde vasıflandırmıştır.
                Yûsuf aleyhisselam, Hazret-i Yakub'un oğludur. Dedesi Hazret-i İshak, babasının amcası Hazret-i İsmail, büyük dedesi ise Hazret-i İbrahim'dir. Hem kendisi, hem de ataları Efendimizin bir hadis-i şeriflerinde "el Kerîm/keremli" sıfatı ile yadedilmişlerdir. Her peygamber gibi sıkıntı ve belalarla imtihan edilmiş ve çektiği acı ve ızdıraplardan sonra günün birinde kendisine risalet verilmiştir.
                Babası tarafından Yusuf aleyhisselama gösterilen ilgiyi kıskanan diğer kardeşleri bir komplo hazırlarlar. Önce bir bahaneyle öldürmek isterler. Ancak daha sonra bir kuyuya atmaaya karar verirler. Babalarının istememesine rağmen zorla razı ederek Hazret-i Yûsuf'u gezintiye götürürler ve bir kuyuya bırakırlar. Bir süre sonra oradan geçen bir ticaret kervanı tarafından çıkarılır ve Mısır hükümdarının yüksek rütbeli memurlarından birine bir kaç dirheme satılır.

                Hazret-i Yusuf'un satılışını gösteren bir resim

                Aradan yıllar geçer. Hazret-i Yûsuf bütün güzelliğiyle Mısır'da nam yapmıştır. Onun bu yakışıklılığı takat getirilemeyecek bir baskıya maruz kalmasına neden olur. Baskıyı yapan da Hazret-i Yûsuf'un köle olarak bulunduğu evin sahibesi Zeliha'dır. Hazret-i Yûsuf'un dayanılmaz cazibesinin yanısıra, kocasının iktidarsız ve kendisinin bakire olması, Mısır sosyetesini oluşturan kadınların kışkırtmasıyla Hazreti Yusuf'u taciz eder. Hazret-i Yûsuf kapıya doğru kaçarken kadının kocasıyla burun buruna gelirler. Mesele anlaşılır ancak suçlunun kim olduğu merak edilir. Kadın tarafından birisi; "Eğer gömleği önden yırtılmışsa kadın doğru söylemiş demektir. Değilse, arkadan yırtılmışsa, erkek doğru söylemiştir" diye şahidlik eder. Kocası, gömleğin arkadan yırtılmış olduğunu görünce Hazreti Yusuf'un suçsuz olduğu anlaşılır.
                Yûsuf aleyhisselam hiç kimseye bir şey anmasa da olay şehirde süratle duyulur. Rahatsızlık verici boyutlara ulaşır. Devlet otoritesini sarsıcı bir hal alır. Hazret-i Yûsuf, suçsuz olduğu bilindiği halde hapse atılır. Fakat zindan onun için bambaşka bir aleme açılan kapı olur. Burada peygamberlikle şereflenir ve İslamı tebliğe başlar. Güneş görmeyen bu karanlık yerde ibadetlerini aksatmamak için o güne kadar yapılmamış yeni bir "zaman tespit aracı" yapar. Zindan bir medrese halini alır. En azılı suçlular bile onun tebliğiyle hidayete ererler. Burada bir kaç sene kalır. Kendisiyle birlikte hapse giren iki kişinin rüyasını yorumlar. Bu kişiler, Mısır hükümdarının yakın hizmetinde bulunan kimselerdir. Hazret-i Yûsuf'un yaptığı yoruma göre biri kurtulacaktır, diğeri ise asılacaktır. Gerçektende biri asılır, diğeri kurtulur. Kurtulacağını tahmin ettiği kişiye; "Beni Efendinin yanında an" demesine rağmen şeytan unutturur. Hazret-i Yûsuf bu sebeple bir kaç yıl hapiste kalır.
                Köleliği bir rüya ile başlamıştı. Sultanlığı da bir rüya ile başlar. Ama bu sefer rüyayı gören Mısır Melikidir. Bir gün maiyyetine; "Yedi zayıf ineğin yedi semiz ineği yediğini, yedi başlı başak ve bir o kadar da kurumuş başak görüyorum. Bu rüyayı yorumlayabilecek kimse varsa söylesin" dese de kimse yorumlayamaz.
                Nice zaman sonra hapisteki iki kişiden kurtulmuş olanı bu rüya sebebiyle Hazret-i Yûsuf'u hatırlar ve hükümdara bahseder. İzin alarak zindana gider ve rüyayı anlatır. Ondan yorumlamasını ister. Yûsuf aleyhisselamın yorumu şöyledir; "Yedi sene boyunca ekip biçtiğiniz ekinin yediğinizden artanını başaklarında bırakın. Sonra bunun ardından yedi kurak yıl gelir. Tohumluk için saklayacağınız az miktar hariç, önceden biriktirdiklerinizi yiyip götürür. Sonra bunun arkasından da bir yıl gelecek, insanlar sıkıntıdan kurtarılıp bereketlendirilecekler."
                Hükümdar, yorumu duyunca çok beğenir. Yûsuf aleyhisselamı hapisten kurtararak onu maliye bakanlığına getirir. Doğruluğu, iffeti ve müşfik idaresiyle kısa zamanda bütün Mısır'ın sevgilisi olur. Bir yandan dev bir ülkenin maliyesini idare ederken diğer taraftan Peygamberlik görevini ifa eder.
                Nihayet beklenen uzun kıtlık yılları gelir. Hazret-i Yûsuf'un aldığı tedbirler sayesinde, civar ülkeler kavrulurken Mısırlılar kıtlık yüzü görmezler. Hatta zahiresiz kalan komşu toprakların insanları, peşpeşe kervanlarını Mısır'a yollarlar. Hiçbiri boş olarak çevrilmez. İşte bu kervanlardan birinde, Yûsuf aleyhisselamı babasından ayırıp kuyuya atan kardeşleri de vardır. Kardeşler Hazreti Yusuf'u tanımazlar. Bir dizi olaydan sonra Hazreti Yusuf kendisini tanıtır ve babasını da Mısır'a davet eder.
                Mısır meliki, nereye yerleşecekleri konusunda onları serbest bırakır. Yûsuf aleyhisselam ale fertlerinin Casan (Goşen) bölgesine yerleştirilmelerini ister. Zira tevhid akidesine bağlı ailesinin, Mısır'ın çarpık yapısından mümkün mertebe uzak kalmalarını ve gelecek nesillerin de küfürden korunmalarını arzu etmektedir. Yakub aleyhisselam Mısır'a yerleştikten sonra 17 sene daha huzur içerisinde yaşar ve vefat eder. O da evlatlarının Mısır'da tevhid akidesini terketmelerinden korkmaktadır. Son anlarında etrafına topladığı çocuklarına, daha önce dedesi İbrahim aleyhisselamın yaptığı vÂsiyeti tekrar ederek; "Oğullarım, Allah size dinini seçti. Siz de ona teslim olmuş olarak can verin" Sonra sorar; "Benim vefatımdan sonra kime kulluk edeceksiniz?" Oğulları cevap verirler; "Senin Rabbine ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın Rabbi olan bir Allah'a kulluk edeceğiz. Bizler ona teslim olmuşuzdur"
                Babasının vefatında Yûsuf aleyhisselam 56 yaşındadır ve daha uzun seneler yaşayıp 110 yaşında vefat eder. İsrâiloğulları onun döneminde Mısır'da seçkin bir sınıf olarak yaşarlar. Zamanındaki hükümdar Yûsuf aleyhisselama tabi olup devlet işlerini ona bırakmıştır. Önce Melik vefat eder, sonra da Yûsuf aleyhisselam... Vefatından hemen önceki yakarışı şöyledir; "Rabbim, bana hükümranlık verdin, rüyaların tabirini öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratanı; dünyada ve ahirette koruyanım sensin. Benim canımı müslüman olarak al ve iyilere kat." Sonra gelen yöneticiler İsrâiloğullarını hor görmeye başlarlar. Ta ki; Mûsâ aleyhisselam peygamber olarak vazifeye başlayana kadar bu durum devam eder.

                YAŞADIĞI DÖNEM
                Mısır, insanlık tarihinin en eski medeniyet merkezlerinden biridir. Kur'ân-ı Kerîm, hiçbir toplumun peygambersiz bırakılmadığını bildirmektedir. Hatta bazı toplumlara aynı anda birden fazla peygamber gönderildiği de bilinmektedir. Mısır gibi bir medeniyet merkezinin de bundan mahrum kaldığı düşünülemez. Fakat Kur'ân-ı Kerîm, Mısıra gönderilmiş peygamberlerden ilk olarak Yûsuf aleyhisselamdan bahseder. Her ne kadar açıkça bir tarihleme yapmasa da yaşadığı döneme ait bazı ipuçlarını en ince detaylarına kadar verir. Kur'ân-ı Kerîm'in eski Mısır hayatına ait verdiği bu bilgilere arkeoloji ancak son yüzyılda yaptığı araştırmalarla ulaşabilmiştir.

                Hazret-i Yûsuf'un kıssası, MÖ 1700-1600 sıralarında Mısır'ı istila eden ve Asyalı kavimler topluluğundan müteşekkil Hiksoslar dönemini hatırlatmaktadır. Bu ihtimali kuvvetlendiren bazı sebepler vardır ki birincisi; Yûsuf isminden kaynaklanmaktadır. Yûsuf adına şahıs ismi olarak Hiksosların dilinde "Yu-ys" şeklinde rastlanır. İkincisi; Bu dönem monoteist eğilimlerin en yoğun olduğu dönemlerin hemen civarıdır. 1400-1350 tarihleri arasında ortaya çıkan Aton dini, yeni krallık döneminin 18. Sülalesine mensup olan firavn Akhneton yahut Amenhotep IV tarafından birdenbire Mısır'ın dini ilan edilir. Güneş yuvarlığı ile simgeleşen Aton, tevhidi öngören bir dinin ilahının Mısır dilindeki adı olur. Bu dine ait bilgiler Akhneton'un kurduğu başkent olan Tel el Amarna'da ele geçirilmiştir. Aslında tek ilah addedilen Aton, Tutmose III zamanından beri biliniyordu ki bu, peygamberlerden arta kalan tevhid inancının kalıntısından başka bir şey değildi. Akhneton zamanında ortaya çıkan tek tanrılı dinin, gerçekten ilahi bir din olup olmadığı konusu olup olmadığı konusu henüz tam olarak anlaşılabilmiş değildir. Sebebi de hiyeroglif metinlerinin İslami birikimleri olmayan uzmanlarca günümüz dillerine çevrilmiş olmasıdır. Zira bu tercümanların hakim oldukları literatür, tahrif edilmiş Kitab-ı Mukaddes'in tezgahından geçmiş, bazen putperestliğe kaymış bir inanç sistemine sahiptir. Dolayısıyla bu gözlüğün ardından bakılarak yapılan tercümelerde, karanlıkta kalan pekçok husus bulunmaktadır. Bu arkeologların tercümelerine göre Akhneton'un ortaya çıkardığı dinin simgesi güneştir. Oysa, ilk peygamberden son peygambere kadar vazedilen tüm şeriatlerde Allahü teala, onun yarattıklarıyla resmedilmemiştir. Belki de Akhneton, Mısır tarihinin en güçlü sınıfı olan Amon rahiplerinin siyasal gücünü kırmak için böyle bir sistem geliştirmişti. Nitekim bunun tam tersi II. Ramses zamanında yaşanmıştır. II. Ramses, Amon rahiplerin siyasal gücünü artırırken, Amon rahipleri de onun dinsel gücünü artırmışlardır. Öyle ki, o zamana kadar görülmemiş boyutlarda bir uygulamayla "tanrı" ilan edilmiştir. Gerçi daha önce tanrılık iddiasında bulunan firavunlar çıkmıştı fakat, II. Ramses'in uygulaması kadar olmamıştı.
                Üçüncü sebebi ise şöyle izah edebiliriz; Kur'ân-ı Kerîmden anlaşıldığına göre Yûsuf aleyhisselam, Mısırlı idarecilerle -tebliğin dışında- hiçbir itikadi çatışmaya girmemiştir. Başka bir deyişle, Mısırlı idareciler Yûsuf aleyhisselamın tevhidi tebliğ etmesine karşı çıkmamışlardır. Oysa klasik Mısır idarecileri kendilerini tanrı ilan edecek kadar sapkınlık içerisinde olmuşlardır. Demek ki Yûsuf aleyhisselam dönemindeki Mısır idarecileri böyle bir itikada sahip değillerdi. Faklı bir kültüre sahiptiler. Kur'ân-ı Kerîm'de, Yûsuf aleyhisselam dönemindeki Mısır yöneticisi "melik" olarak isimlendirilmektedir. Oysa Mûsâ aleyhisselam dönemindeki yönetici hakkında "firavn" ismi kullanılmaktadır. Bu da ister istemez, Mısırda çok farklı ve özel bir dönemi akla getirmektedir. Büyük bir ihtimalle Hazret-i Yûsuf Hiksosların döneminde vazife yapmıştı.
                HİKSOSLAR
                Hiksoslar kimlerdi ve nereden gelmişlerdi? Bugüne kadar elde edilen arkeolojik verilere göre Hiksoslar dönemini şu şekilde özetleyebiliriz; MÖ 1700'lerde Mezopotamya ve Mısırın Kuzey kesimleri büyük bir istila dalgasıyla sarsılır. Bu istilalar bütün siyasi ve dini dengeleri altüst eder. Mısırın kuzeyini işgal eden Çoban Krallar yahut, Yabancı Ülkelerin Prensleri olarak zikredilen Hiksosların tek bir kavim mi, yoksa kavimler topluluğu mu olduğu yine de tartışmalıdır. Irki tiplerini anlayabileceğimiz ne bir sfenks, ne bir heykel, hiçbir resimsel kanıtları yoktur. Hiksosları resmeden tasvirler ise mısırın yerlileri tarafından yapılmıştır. Kesin olan Asyalı olduklarıdır. Kısa sayılabilecek bir dönemde Mısırın sosyal hayatını derinden etkileyen Hiksosları XVIII. Sülale firavunları Mısrdan çıkarmışlardır. MÖ 17. Yüzyılda Mısırda hüküm süren bir Hiksos kralının Girit'e gönderdiği bir vazonun kapağında kendi adı olan "Khan/Khayan" ismi geçmektedir. Khan asya kökenli bir addır. Türkçedeki Han ve Kağanı çağrıştırmaktadır. Ayrıca Hiksosları tasvir eden kabartmalar tipik Asya kökenli insanların resimlerini yansıtırlar. Fakat kullandıkları dilin Sami kökenli olduğu da nakledilmektedir. Kuzey'de Hiksosların hüküm sürdükleri dönemde, Güney Mısır tahtında olan Kraliçe Haçepsut, bir yazıtında şöyle der; "Kuzey ülkesinde, Avaris'te Asyalılar var..." Avaris, Hiksosların başşehri idi. Yine Hiksoskralı Apophis'ten bahsedilen bir başka kayıt şöyledir; "Sıkıntı Asyalıların şehrindeydi. Kralları Apophis Avaris'teydi..."

                Hiksosların işgalini yaşayan Mısırlı tarihçi Manetho, o dönemde yaşananları şöyle anlatmıştır; "başımızda Timaios isimli bizden bir kral vardı. Her şey onun zamanında başladı. Tanrı bizden neden razı değildi bilemiyorum. Doğudan gelen yabancı adamlar aniden yurdumuzu bastılar. Cesur insanlardı. Hiçbir karşıkoymaya rastlamadan ülkemizi ele geçirdiler. Yöneticilerimizi boyunduruk altına aldılar. Şehirlerimizi yağmaladılar, mabedlerimizi yıktılar, erkeklerimizi öldürüp çocuk ve kadınlarımızı esir aldılar. Sonra kendi krallıklarını kurdular. Krallarının adı Salatis idi. Yukarı ve aşağı Mısır'ın hakimi oldu. Gerekli yerlere garnizonlar kurdu. Salatis'in askerlerinin sayısı 240 bin idi."
                İlk hece Heg/yönetici, Mısırca bir kelimedir. İkinci hece ise, doğu çölü göçebe ırkları için Mısır'da genel bir ünvan olarak kullanılan Shasu kökenli olmalıdır. Hiksos hükümdarlarından Khayan, kendisini; Heg Setu/çöllerin hükümdarı olarak adlandırıyordu.
                Ön asyaya at ve atlı arabayı ilk olarak Güney Asyalı Mitannilerin getirdikleri bilinmektedir. Mısıra da at ve atlı arabayı ilk getirenler Hiksoslardır. Sonuç olarak Hiksosların Asyalı oldukları, Mısırın yerli kültüründen farklı bir kültüre sahip oldukları kesindir. Bütün bu bilgilerin ışığında şunu söyleyebiliri; büyük bir ihtimalle Yûsuf aleyhisselam, Hiksoslar döneminde başşehir Avaris (veya Memphis)'te hem peygamberlik, hem de Maliye bakanlığı görevini sürdürmüştü.

                Yorum

                • fuga
                  Senior Member
                  • 27-08-2004
                  • 6397

                  #23
                  Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

                  Yusuf Aleyhisselam

                  devamı...

                  "ANDOLSUN Kİ; YÛSUF aleyhisselam VE KARDEŞLERİNİN HAYATINDA,
                  SORANLAR İÇİN NİCE İBRETLER VARDIR."
                  Yûsuf; 7



                  ORBİNEY PAPİRÜSÜ
                  Bu isimle anılan papirüs, Eski Mısır uzmanlarınca deşifre edilince Yûsuf aleyhisselamın kıssasına benzer bir hikaye ortaya çıktı. "İki kardeşin hikayesi" başlığını taşıyan papirüs, 19. Mısır hanedanı zamanında (MÖ 1306-1186) yaklaşık olarak Yûsuf aleyhisselamdan 200 sene sonra kaleme alınmıştır. Eski Mısır literatürüne giren bu hikayenin kaynağı, Eski Mısır uzmanlarınca incelenmiş ve Yûsuf aleyhisselamla bağlantısı araştırılmıştır.
                  BAHRU'L YÛSUF
                  Günümüz Mısırında Kahire şehrinin 130 km güneyinde Medinetu'l Faiyun isimli verimli vadinin adı Bahru'l Yûsuf adını taşımaktadır. Zira bu bölgede Yûsuf aleyhisselam tarafından inşa edildiği rivayet edilen 334 km uzunluğunda sulama kanalları mevcuttur. Bu kanallar olmasaydı bölge çöl halinde olacaktı. Kanalların inşa yılı Yûsuf aleyhisselamdan öncedir. Yûsuf aleyhisselam, kıtlık yıllarına hazırlık yaparken esaslı bir tamirden geçirmiş olabilir. Bugün dahi bu vadide bol miktarda portakal, mandalina, şeftali, zeytin, nar ve üzüm yetiştirilmektedir.
                  SAATİN KEŞFİ
                  İslami kaynaklarda Yûsuf aleyhisselamın saati keşfeden kişi olduğu belirtilmiştir. Zindanda kaldığı süre içerisinde ibadetlerini vaktinde yapabilmek için "zaman ölçen" bir alet yaptığını bildirmişlerdir.
                  Şüphesiz insanoğlu, yeryüzünde yaşamaya başladığı günden beridir zamanı ölçmek için güneşten faydalanıyordu. En ilkelinden en gelişmişine kadar çeşitli güneş saatleri kullanmaktaydı. Fakat o güne kadar güneş kullanılmadan vakti tayin edebilecek bir alet henüz keşfedilebilmiş değildi. İlk insan Hazret-i Âdem'den beridir tebliğ edilmiş şeriatlerde emredilen namaz, oruç gibi ibadetler, belirli vakitlerde yapılmaktadır. Bu vakitler, güneşin hareketlerine göre tespit edilmiştir. Yûsuf aleyhisselam, zindan gibi güneşten mahrum bir mekanda vaktinde ibadet edebilmek için o güne kadar hiç kullanılmamış bir alet geliştirmiştir ki bu, bir su saatiydi. Nitekim arkeologlar, Mısır'da bir Amon tapınağında yaptıkları kazıda, Firavn Amonhotep III zamanından kalma zaman ölçen bir su saati bulmuşlardır. Bu firavun, MÖ 1408-1372 yılları arasında yaşamıştı. Üstelik bu firavn, meşhur Aton inancını Mısır uygarlığına sokan Amonhotep IV (Ikhnaton)'un babasıydı. Bu dönem ise, Hiksoslardan sonra yaşanan dönemdir.
                  SU SAATLERİ
                  İlk tipleri Mısır'da bulunan su saatleri, dibinde delik olan bir kovanın boşalması ve dolmasıyla zamanı gösterir. Bu saatler, zamana yeni bir bakış şeklini mümkün kılmıştır. Güneş saatleri belirli bir zamanı gösterirken, su saatleri ne kadar zaman geçtiğini de gösteriyordu. Bu yüzden su saatinin keşfi zaman ölçümünün gerçek başlangıcı sayılabilir.

                  En eski su saatlerinden bir örnek
                  Su saatlerine su hırsızı anlamına gelen "clepsydra" deniyordu. Su saatleri yüzyıllar boyunca mekanik saatlerin bulunmasına kadar kullanılmıştır. Tek çanaktan oluşan su saatlerinde, içi su dolu ve altında bir delik olan çanağın içinden dışarı su boşaldıkça içindeki muntazam işaretler zamanın geçişini göstermektedir. Bu alette gece ve gündüz eşit olarak 12 saate ayarlanmıştı.
                  Su saatlerinin başka bir çeşidi de dibinde delik olan metal bir kaptan oluşuyor. İçi su dolu böyle bir kap daha geniş bir kabın içine konduğunda yavaş yavaş doluyor ve dibe batıyor. Mısır'dan başka, İngiltere ve Seylan'da da bulunmuş olan bu tip su saatleri, günümüzde hâlâ Kuzey Afrika'da bazı yörelerde kullanılmaktadır. Su saatleri popülerleştikçe daha çok özenilerek yapılmaya başlanmış ve karmaşık mekanizmalar üretilmiştir.
                  Bugün, Eski Mısır medeniyeti kadar didik didik edilmiş bir eski medeniyet daha yoktur. MÖ 3000 ile MÖ 332 arasında Mısır'da hüküm sürmüş 31 hanedanın bütün firavunları ismen tek tek bilinmektedir. Onbinlerce yazıt ve tarihi dökümanlar müzelere kaldırılmıştır. Maalesef tüm bu yazılı belgeler İslami birikimden mahrum insanlar tarafından deşifre edilmişlerdir. Buna bir de özellikle İngiliz arkeologların kasti tahrifatları eklenince pek çok gerçek karanlıkta kalmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de kıssası anlatılan Yûsuf aleyhisselamın dönemine ait olayların kayda geçmemiş olması imkansızdır. Sadece bugüne kadar elde edilen yazılı belgeler bile İslami birikime sahip arkeologlar tarafından gözden geçirilirse, pek çok hakikat günyüzüne çıkacaktır.
                  Hazret-i YUSUF'tan Hazret-i MUSA'ya
                  Son yılların ilginç cinayetlerini şöyle bir aklınızdan geçirin; Enver Sedat'ın askeri bir töreni izlerken uzun menzilli onlarca silahla taranarak öldürülmesi, İsrail başbakanı İzak Rabin'in sırtından vurularak öldürülmesi... Daha da gerilere gidersek İsveç başbakanı Olof Palme, İtalya başbakanı Aldo Moro'nun öldürülmeleri birer basit sebeplere mi dayanıyordu? Bunlar hangi güçler için birer engel olmuşlardı? Peki Marilyn Monroe, Bruce Lee ve oğlu Brandon'un öldürülmelerindeki bilinmezliğin sebebi neydi? Ülkemize baktığımızda Çetin Emeç, Uğur Mumcu, biraz daha gerilerde Gün Sazak neden öldürülmüşlerdi? Hem de hiçbiri sağ kalma şansı bulamayacak derecede adeta imha edilmişlerdi. Neden acaba? Çetin Emeç Amerikalıların Ağrı'da Hazret-i Nuh'un gemisini aramak bahanesiyle Urartu altın madenlerinin peşinde olduklarını mı iddia etmişti? Uğur Mumcu, PKK ile bazı derin kişilerin enseye tokat samimi pozisyonlarını mı yakalamıştı? Peki Gün Sazak'a ne demeli? 1980 öncesinin bu başarılı devlet adamı gümrüklerde çok sıkı bir denetime girişmişti. Hemen arkasından da vurulmuştu. Acaba bu denetimden hoşlanmayanlar mı Gün Sazak'ı ortadan kaldırmışlardı? Tüm bu olayların üzerindeki esrar perdesi ne zaman kalkar bilemeyiz. Hem bizim bunlara aklımız da ermez. Ancak iyi bildiğimiz bir husus varsa o da, bu tür olayların insanlık tarihi kadar eski olduğudur. Bunlardan birisi de günümüzden binlerce yıl önce Eski Mısır'da yaşanmıştır.
                  1998 yılının en çok konuşulan konularından birisi ünlü Mısır firavunlarından Tutankamonun bir cinayete kurban gidip gitmediği üzerineydi. Batı dünyasında hemen her gazetede buna dair haberler yayınlandı. Sempozyumlar düzenlendi hatta internette adeta doküman savaşları yaşandı. Tabiatıyla türk medyasına da yansıdı bu konu... Politikayla yatıp darbeyle kalkan medyamız için ümit verici bir gelişme olarak görülebilirdi. Ancak araştırmacı gazetecilerimizin haber konusunda bihaber olduklarına şahid oldu cümle alem... Zira hiç bir araştırma gereği duymadan ajanslardan geçen haberi aynen yayınlamışlardı. Hal böyle olunca tarihin en önemli dönüm noktalarından biri olan bu cinayet "iktidar hırsı ve karı yüzünden" işlenen bir suça dönüşüvermişti.
                  Haberin kaynağı Amerikalı Eski Mısır uzmanlarından Prof. Robert Brier'e ait olan "Tutankamon'un Öldürülmesi" isimli kitabın piyasaya çıkmasıydı. Bu kitap aylardır internette iki ayrı cephede sürdürülen "Tut'un öldürülmesi" üzerine yapılan münakaşaların bir uzantısıydı. İngiliz ve Amerikalı araştırmacılar birbirlerinden habersiz bu konuda kafa yoruyorlardı. Sonunda Amerikalı uzman, Clinton'un Monikaya sarktığı iddialarının etkisi altında kalmış olsa gerek son noktayı cinayet senaryosuna bir kadın oyuncu ekleyerek koymuştu. Öldürenler konusunda da tereddütler vardı. Yaşlı Vezir Ay, veya ordu komutanı Horemheb'in bir marifetimiydi. Aslında tüm bu soruların cevabını almanın en kestirme yolu Tut'un bizzat kendisini sorguya çekmekti ancak cinayetin mefulü 3500 sene önce dünya değiştirmişti. Sakın binlerce sene önce işlenmiş bir cinayetten bize ne demeyin kaybedersiniz. Elin gavuru enstitüler ve ekipler kurarak Eski Mısır tarihini böylesine didik didik ediyorsa mutlaka bir sebebi vardır. Mısır tarihi insanlık tarihinin geniş bir özeti gibidir. Olayların mantığı o gün de bugün de aynıdır. Değişen yalnızca tarih ve kişilerdir.
                  Evet gerçekten de tarihin en ilginç siyasi cinayetlerinden birisi de Eski Mısır'da işlenmişti. O günlerde yaşanan olaylar bütünüyle incelendiği zaman görülecektir ki bu cinayeti ilginç kılan basit bir iktidar hırsı değil yerleştirilmek istenen rejimdir. Kurban, Tutankamon isimli genç firavun, cinayeti planlayan ise ordu komutanı Horemheb'tir. Üstelik maktul rejimin bağlılarındandır. Horemheb Tutank'ı ortadan kaldırdıktan sonra cinayette işbirlikçisi olan vezir Ay'ı tahta geçirir. Yeni rejime böylece nispeten sivil bir görüntü veren Horemheb, yaşlı vezir ölünce Mısır'ın tek hakimi olur ve resmi devlet rejimini kademe kademe Mısır'a yerleştirir. Şimdi sizlere Tutankamon'un öldürülmesiyle ilgili bütün bilgileri sunuyoruz. Okuduktan sonra kararınızı verirsiniz. Tut'un öldürülmesi karı meselesi veya iktidar hırsı yüzünden mi olmuştur. Yoksa, firavun ve ordusunun Kızıldeniz'de imhasıyla sonuçlanan muhteşem olayların bir başlangıcı mıdır?
                  Tutankamon, Mısır'a tek tanrı fikrini adeta zorla kabul ettiren İhnaton'un biricik damadıdır. İhnaton'un asıl ismi Amonhotep'tir. Ancak Mısır'ın klasik çok tanrılı ve insan tanrılı dinini terkederek Aton adını verdiği bir dini yerleştirmeye çalışır. Bunun için ismini bile değiştererek Amonhotep yerine İhnaton ismini kullanır. Amon rahiplerini pasifize eder. Tapınaklarının kapılarına mühür vurur. Tüm kitabelerdeki tanrı isimlerinin arkasına gelen çoğul eklerini kaldırır. Tek tanrı fikrini yerleştirir. Ancak bu tek tanrı fikri biraz karışıktır. Zira İhnaton'un tek tanrı olarak ortaya attığı düşüncede tanrı, güneş diski ile sembolize edilmektedir. Adem aleyhisselamdan beridir, İslamın hiçbir versiyonunda yaratıcı sembolik te olsa resmedilmemiştir. Güneş merkezli bu tek tanrı fikri ilahi orijinli değil tamamen Atonhotep'e ait bir fikirdir. Peki bu fikre nereden kapılmıştı. Bunun cevabını biraz gerilerde, Hazret-i Yusuf'un yaşadığı Hiksoslar döneminde bulabiliriz.
                  Bilindiği gibi Hiksoslar Mısır'ın yerlisi olmayan insanlardır. Mısır'ı işgal ettiklerinde, yerlilere ait tüm tapınakları yerle bir edernler. "Amon Rahipleri" topluluğunu da dağıtırlar. Ancak, değişik asyalı topluluklardan oluştukları için belirli bir dinleri yoktur. Hazret-i Yusuf, işte bu dönemde Mısır'da yöneticilik yapmış ve insanları tek olan Allah'a davet etmişti. İslamiyetin halk arasında yayılması ve devletçe de kabul görmesi Amon rahiplerinin gücünü tamamen sıfırlamıştı. Hiksoslar Mısır'dan çıkarıldıklarında Amon rahipleri eski statülerine kavuşurlar. Tapınaklar elden geçirilip yeniden inşa edilir. Dahası, eskisinden de kuvvetli bir şekilde devlet yönetiminde söz sahibi olurlar. Bu durumun, Mısır'daki yönetici tabakayı rahatsız etmesi kaçınılmazdır. Firavun İhnaton döneminde yönetici tabaka ile Amon rahipleri arasındaki bağlar kopar. Firavun, Amon tapınağının gücünü kırmak için Hiksoslar dönemindeki inanç sisteminin bir benzerini getirmek ister. Bu sistemin kendi kontrolünde olması için bütün kaideleri Hazret-i Yusuf'un şeriatinden adapte ederek yeni bir din kurar. Amon rahipleri pasifize edilmişlerdir. Ancak devlet içerisindeki işbirlikçilerle birlikte fırsat kollamaktadırlar. Bekledikleri fırsat güçlü firavun İhnaton ölünce ellerine geçer. Üzerlerindeki baskı hafifler. Devlet, firavunun karısı Nefertiti'nin yönetimine geçer. Ancak Nefertiti devlete tam hakim değildir. Hiç oğlu yoktur. Bunun üzerine büyük kızı Meritaten ile kocası Smenkare (Smenkhkare) yönetimi ele alırlar. Ancak çark dönmeye başlamıştır. Bin kaç ay sonra Meritaten aniden hastalanır ve ölür. Dul kalan firavun, baldızı Ankesenpaten (Ankhesenpaaten) ile evlenir. Ancak bu sefer de Smenkare, henüz 25 yaşında iken aniden ölür. Bu sefer dul kalan kraliçe olmuştur. Vakit geçirmeden Smenkare'nin küçük amcası Tutankaton ile evlenir.
                  Tutankaton'un tahta geçmesinden sonra çark tersine işlemeye devam eder. Çocuk firavunun adı değişir Tutankamon olur. Daha önce İhnaton'un süvari komutanı olan Ay, vezir yani başbakan olarak tayin ediliri. Amon rahipleri eski statülerini kazanmaya başlarlar. Tapınaklar yeniden inşa edilir. Aradan 10 sene geçer. Tutank büyümüştür. Radikal değişikler eskisi gibi hemen yapılamaz. Ordu, bir daha Mısır'ın dış tehdit yaşamaması için bazı değişiklikler yapılması yönünde bastırmaktadır. Putperest din tamamen Mısır'a yerleştirilmesine rağmen Horemheb hala rahatsızdır. Sebebi ülkede yaşayan asya kökenlilerdir. Bunlardan en tehlikelileri, Hazreti Yusuf döneminde delta bölgesine yerleştirilmiş olan ibranilerdir. Bunlar, Hazret-i Yusuf döneminden itibaren devletin kilit noktalarına yerleşmekle kalmamışlar, ülke ekonomisi için ciddi bir alternatif te olmuşlardır. Hazreti Yusuf'tan hemen sonra devlet kademelerinden birer birer uzaklaştırılırlar. Ancak Mısır'ın can damarı olan delta bölgesinde ekonomik ve siyasi bir engel olarak Mısırlıların karşısındadırlar. İbranilerle başa çıkmanın yolu onları sınır dışına itmek olamazdı zira bir süre sonra tekrar Mısır'ın başına bela olacakları düşünülmektedir. O halde dış dünya ile bağlantılarının kesilerek zaman içerisinde imha edilmeleri en kesin çözümdür. Ancak yönetimin başındaki Tutankamon artık çocuk değildir ve alınan bu tip kararlara hemen "okey" demez. Ordu için tek çıkar yol kalmıştır. O da Tutankamonu ortadan kaldırmaktır. Nitekim devletin tepesindeki tepişmeden nasibini alır, öldürülür. Kamuoyunun yanlış anlamasını önlemek için de yerine sivil bir isim, Vezir Ay, vekaleten bakar. Ancak ikinci olarak dul kalan Ankesenpaten, etrafındaki insanların birer birer ortadan kaldırılması karşısında çaresiz kalır. Güçlü bir müttefik arar. Hitit Kralı Suppiluliuma'ya gizlice bir mektup göndererek, oğullarından birinin kendisine koca olarak gönderilmesini ister. Hitit kralı, oğullarından birisini Mısır'a gönderir. Ancak prensden bir daha haber alınamaz. Bu olayın gerisinde büyük bir ihtimalle general Horemheb vardır. Yeni bir Hiksos olayı yaşamamak için Hititli prensi ortadan kaldırmış olmalıdır. Çaresiz kalan kraliçe Ankesenpaten yaşlı vezir Ay ile evlenmek zorunda kalır. Bir süre sonra Ay ölür. Ardından da kraliçe... Meydan Horemheb'e kalır.
                  Horemheb döneminde deltadaki yahudi toplulukları üzerinde yoğun bir baskı kurulur. Bütün hak ve imtiyazları ellerinden alınmış bir toplum durumuna düşerler. Ancak buna rağmen Horemheb'den sonra iktidara gelen I. Seti'yi ürkütürler. Firavun bunun da bir çaresini bulur. Önce ibranilerden tehlikeli gördüklerini güneyde inşa edilen yeni başkent Luksor'un inşası için sürer. Böylece İbranilerin dünya ile irtibatları kesilmiş olur. Ancak nüfuslarının hızla artması Firavunun gözünü korkutur. Oğlu II. Ramses ile birlikte acımasız bir plan hazırlarlar. Üç kademeden oluşan bu planın ilk ayağı İbranilerin güzel kadınlarına el konularak yerli Mısır halkının içinde erimelerini sağlamaktır. İkincisi, çeşitli bahanelerle erkeklerinin kısırlaştırılmasıdır. Bunun için en küçük bir suçta dahi verilen ceza erkeklerin hadım edilmesidir. Planın üçüncü ayağı, her nasılsa dünyaya gelmiş olan erkek çocukların imhasıdır. Üstelik bu imha işini bizzat İbrani ebelere yaptırırlar. Bu felaketin bir benzeri daha önce İbrahim aleyhisselamdan hemen önceki dönemde yaşanmıştı. Sonuçta İbrani nüfusu önce duraksar. Sonra müthiş bir gerileme gösterir. Devrin aristokratları, işlerini yaptıracak hizmetçi ve kölelerin azalması sonunda firavuna çıkarlar. Erkek çocukların birer batın arayla imha edilmesi kararını aldırırlar. Bu karar İbranileri oldukça rahatlatır. İşte Hazret-i Musa'nın ağabeyi Hazret-i Harun böyle bir senede dünyaya gelebilmiştir. Hazret-i Musa ise imha yılında dünyaya gelmiştir. Annesi büyük bir gizlilik içerisinde doğum yapar ve yavrusunu bir sepete koyarak Nil nehrine salıverir.
                  Son düzenleme fuga; 14-12-2007, 12:49.

                  Yorum

                  • fuga
                    Senior Member
                    • 27-08-2004
                    • 6397

                    #24
                    Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

                    Recep Tayyip Erdoğan ( 1954)



                    59. HÜKÜMETİN BAŞBAKANI

                    1954 yılında İstanbul’da doğdu.İlköğrenimini Kasımpaşa Piyale İlkokulu’nda yaptı.Orta öğrenimini İstanbul İmam Hatip Lisesi’nde, Yükseköğrenimini de Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde tamamladı.Camialtı, İETT ve Erokspor’da 16 yıl futbol oynadı.Bu süre içinde birkaç defa İstanbul Amatör Karması ve İstanbul Gençler Karmasına seçildi.Yedeksubay olarak askerliğini yaptı.Özel sektör kuruluşlarında müşavir ve üst düzey yönetici olarak çalıştı.

                    1969 yılından başlayarak fiili siyasetin içinde bulundu.1975 yılında MSP İlçe Gençlik Kolu Başkanı aynı zamanda Gençlik Kolları Genel İdare Kurulu Üyeliği’ne seçildi.Bu görevleri 1980 yılına kadar devam etti.1984 yılında RP Beyoğlu İlçe Başkanı, 1985 yılında RP İstanbul İl Başkanı, 1986 yılında RP MKYK üyesi oldu.27 Mart 1994 yerel seçimlerinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildi.Belediye başkanlığı döneminde başarısı kamuoyu tarafından tescil edildi.Siirt’te yaptığı bir konuşmada “Halkı sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik ettiği” gerekçesiyle 312’nci maddeden yargılandı ve yargılama sonucunda suçlu bulunarak hapis cezasına çarptırıldı.Kırklareli’nin Pınarhisar İlçesi Cezaevi’nde 120 gün cezaevinde yattı. Recep Tayyip Erdoğan, Fazilet Partisi içindeki yenilikçi kanadın lideri olarak biliniyordu.Siyasi yasağının bitmesi üzerine Adalet ve Kalkınma Partisini kurdu.


                    HAKKINDA YAZILANLAR

                    Kitabını yazdılar

                    GAZETECİ YAZAR RUŞEN ÇAKIR VE FEHMİ ÇALMUK, TAYYİP ERDOĞAN'IN HAYAT HİKAYESİNİ YAZDI. KASIMPAŞALI ADINI TAŞIYAN KİTAPTA ERDOĞAN'IN YAŞAM BİÇİMİNDEN İDEOLOJİSİNE, AŞKINDAN KÜÇÜKLÜĞÜNE HER ŞEY ANLATILIYOR..
                    haberturk.com 13 haziran 2001

                    Recep Tayyip Erdoğan... İstanbul eski Büyükşehir Belediye Başkanı. Şu anda yasaklı ama başlattığı 'Erdemliler Hareketi' ile siyaset sahnesinde boy gösteriyor. İstanbul Kasımpaşa'da başlayan hayat hikayesi, Yeşilçam filmlerine taş çıkartacak cinsten... Bunun farkına varan Gazeteci Yazar Ruşen Çakır ve Fehmi Çalmuk, Tayyip'in hayatını yazdı... Kitap Tayyip Erdoğan'ın partisi kurulduktan sonra yayınlanacak. 'Kasımpaşa raconu' Kitabın adı 'Kasımpaşalı.' İçinde ise usta çırak ilişkisinin yanısıra Tayyip'in karakteri, yaşam biçimi, ideolojisi, teşkilattaki kavga ve kaygılar anlatılıyor. Kitabın en ilginç noktası ise önce rüyada başlayan ardından bir toplantıda somutlaşan Tayyip - Emine çiftinin aşkı... Hikaye Kasımpaşa'da başlıyor. 'Kasımpaşa Raconu'nun anlatılmasının ardından sıra Erdoğan'ın yaşamına geliyor. İşte Tayyip'in hayat hikayesinden kesitler... Disiplinli bir babanın oğlu Tayyip Erdoğan Rize'den göç eden fakir bir ailenin çocuğu. Babası Ahmet Bey, Şirketi Hayriye'de Kıyı Kaptanı olarak görev yapıyor. Ömrü denizlerde geçen Ahmet Bey, gemiyi devlet gibi düşünürdü. Bu nedenle cezaları da oldukça sertti. Erdoğan'ın hikayesini yazan Fehmi Çalmuk, Erdoğan kardeşlerin de bu cezadan nasiplerini aldıklarını anlatıyor. Bayat simit satıyordu 15 yıllık arşiv çalışması ve Tayyip'in yakın çevresinin anlattıklarına dayanılarak yazılan hayat hikayesinde Erdoğan'ın küçüklük anılarına da yer verilmiş. İşte bayat simit satma hikayesi: 'Küçük Tayyip fırına gidip bayat simit alıyor. Ardından bu simitleri eve getirip buhara koyuyor ve yumuşamasını sağlıyor. Yumuşayan simitleri daha sonra pazara götürüp ucuz fiyata satıyor ve para kazanıyor.' 'Tayyip Hoca' oluyor Erdoğan, ilkokul sıralarında iken bir gün öğretmenleri 'Kim namaz kılacak?' diye sorduğunda, 'Ben kılabilirim' cevabını veriyor. Bunun üzerine öğretmen yere bir gazete sayfası seriyor. Ama Erdoğan, gazete üzerinde namaz kılmayı reddediyor. Gerekçe olaraksa 'Gazetenin üzerinde kadın fotoğrafları var, namaz kılınmaz' şeklinde açıklıyor. Ve o günden sonra lakabı Hoca oluyor... Şiir merakı başını yaktı Erdoğan ardından İmam Hatip Lisesi'ne yazılıyor. Burada hem futbol oynuyor, hem de sosyal aktivitelere katılıyor. Şiiri her zaman çok seven Erdoğan'ın favorisi Ziya Gökalp'in 'Minareler süngümüz, kubbeler miğfer' adlı şiiri... Erdoğan, aynı şiirin yıllar sonra kendisine cezaevi yollarını açacağını bilemezdi. Erdoğan, Gökalp'in bu şiirini Siirt'de yaptığı bir konuşma sırasında okumuş ve 4 ay 10 günlük mahkumiyet almıştı... Nasıl Fenerbahçeli oldu? O dönemde İmam Hatip Lisesi'nde okuyanların çoğu Fenerbahçeli idi. Tıpkı Tayyip gibi. Neden mi. Dönemin Fenerbahçe Kulübü Başkanı Emin Cankurtaran, İmam Hatipli öğrencilere iftar yemeği verince, bu İmam Hatip camiasında büyük ses getiriyor ve tüm İmam Hatipliler'in sevgisini kazanıyor. O dönem mezunlarının çoğu böylece Fenerbahçeli oluyor... Fanatik Fenerli olan ve futbolla ilgilenen Erdoğan'a 1976 yılında Fenerbahçe'den teklif geliyor ancak, babası izin vermeyince Erdoğan'ın futbol hayali sona eriyor.' Rüyada başlayan aşk Tayyip Erdoğan'ın eşi ve 4 çocuğunun annesi Emine Hanım ile tanışma hikayeleri de çok ilginç. Emine Erdoğan, bir rüya görüyor. Rüyasında hiç tanımadığı bir erkeği gören Emine Hanım, ertesi gün İslamcı Kadın Yazar Şule Yükselşenler ile İstanbul Tepebaşı'ndaki MSP'nin toplantısına gidiyor. Emine Hanım bir süre sonra rüyasında gördüğü kişinin kürsüde konuşma yaptığını görüyor. Ve ilk görüşte başlayan aşk evlilikle bitiyor... Gençlik idolü Erbakan'di Tayyip Erdoğan, Erbakan'a çok bağlıydı. Erbakan onun için bir idoldü. Bağlılık o derece büyüktü ki Erdoğan ikinci oğlu Bilal'in ikinci ismini Necmettin koymuştu. Erdoğan'ın İstanbul İl Başkanlığı yaptığı dönemde en büyük desteği yine Erbakan'dan görmüştü. Erbakan, Erdoğan'ın partiye kattığı yeni isimleri kucaklıyor, partide yaptığı değişikliklerden dolayı Erdoğan'ı sürekli destekliyordu. Ruşen Çakır ve Fehmi Çalmuk'un kaleme aldığı 'Tayyip'in hayat hikayesi'nde daha pek çok ayrıntı var... Kitabın piyasaya çıktığı zaman büyük ses getireceği düşünülüyor...

                    GÜNDEM GÜNDEM GÜNDEM 14 AĞUSTOS 2001

                    Adalet ve Kalkınma Partisi kuruldu

                    Türkiye'nin 39. partisi kuruldu. Kısa adı AK olan Adalet ve Kalkınma Partisi'nin amblemi ışık saçan ampul olarak belirlendi.
                    Eski diplomat Yaşar Yakış başkanlığında, Nur Doğan Topaloğlu, Yasemin Kumral, Mihrimah Belma Satır, Yusuf Bozkurt Özal'ın oğlu İbrahim Özal'dan oluşan 5 kişilik heyet, parti avukatı Hayati Yazıcı ile İçişleri Bakanlığı'na gelerek, kuruluş dilekçesini Genel Sekreter Hüseyin Aksoy'a sundular.


                    KURUCULAR KURULU
                    Öte yandan Tayyip Erdoğan'ın da aralarında yer aldığı, 13'ünün kadın olduğu toplam 74 üyeden oluşan Kurucular Kurulu üyeleri teker teker özgeçmişleri okunarak tanıtıldı. Kurucular Kurulu şu isimlerden oluşuyor:
                    ''Ahmet Aktaş, Alaaddin Büyükkaya, Ali Babacan, Ali İhsan Arslan, Ali Aydın Dumanoğlu, Ali Yüksel Kavuşdu, Ayşe Böhürler, Ayşenur Kurtoğlu, Binali Yıldırım, Burhan Kuzu, Bülent Gedikli, Cemal Kamacı, Erdal Öner, Erol Oral, Fatih Recep Saraçoğlu, Fatma Ünsal, Güldal Akşit, Gürsoy Erol, Habibe Güler, Halil Caner Doğaneli, Halil Ürün, Halil İpek, Hasan Cüneyt Zapsu, Hasan Murat Mercan, Hayati Yazıcı, Hüseyin Tuğcu, Mete Doğruer, İbrahim Çağlar, İbrahim Özal, İdris Şahin, İlhan Albayrak, İsmail Safi, İsmail Tatlıoğlu, İsmet Uçman, Lokman Ayva, Mehmet Ali Bulut, Mehmet Deniz Olgun, Mehmet Gazioğlu, Hilmi Güler, Mehmet Nail Berzek, Mehmet Özdilek, Mehmet Tekelioğlu, Mehmet Yaşar Öztürk, Belma Satır, Muammer Kakı, Mevlüt Çavuşoğlu, Muharrem Karslı, Muharrem Tozçöken, Murat Yalçıntaş, Mustafa Öztürk, Mustafa Ünal, Nazif Gürdoğan, Nazım Ekrem, Nimet Çubuklu, Nur Doğan Topaloğlu, Nuray Oral, Nurettin Canikli, Osman Nuri Filiz, Raşit Küçük, Reha Dönemeç, Remziye Öztoprak, Sami Güçlü, Sema Karabıyık, Sema Ramazanoğlu, Serap Yahşi Yaşar, Süleyman Gündüz, Şaban Dişli, Tamer Özyiğitoğlu, Tayyar Altıkulaç, Yasemin Şimşek, Yaşar Yakış, Yusuf Özertürk, Ziyaettin Yağcı, Recep Tayyip Erdoğan.''

                    XXX

                    1954 yılında İstanbul'da doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul'da tamamladı. Yüksek öğrenimini Marmara Üniversitesi İktisadi ve Ticari Bilimler Fakültesi'nde yaptı. İlk gençlik yıllarından itibaren kendisini ticari hayata ve siyasal faaliyete verdi. Bu yıllarda profesyonel olarak futbol oynadı.

                    Ticarette girişimcilik ruhunu, futbolda kollektif faaliyet heyecanını yaşadı; siyasette ise her kesimle kaynaşmanın önemine inandı. İstanbul il başkanı olunca, edindiği tecrübeyle yeni bir örgütlenme tarzı geliştirdi ve uyguladı. Bu tarz diğer partilere de örnek teşkil etti.Yeni gelişmelere açık kişiliği, araştırmacı yönü ve takipci yapısıyla siyasi teşkilatlanmaya yeni anlayışlar ve yöntemler kazandırdı. Bu başarılar onun, 1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı seçilmesinde büyük rol oynadı. Ancak bu noktada durmadı ve "Sessiz yığınların sesi, kimsesizlerin kimsesi" anlayışıyla halkla bütünleşirken, para ve insan yönetiminde sergilediği performansla yerel yönetimlerde bir model oluşturdu.

                    İstanbul'un kördüğüm olmuş sorunlarını kısa sürede çözüme kavuşturarak siyasete yeni bir açılım getirdi. Şimdi aynı modeli Türk milli siyasetine kazandıracak "demokratikleşmeyi ve atılımı" hedefleyen hareketin kurucu üyesi. Evli ve dört çocuk babası

                    xxx
                    3 KASIM 2002 SEÇİM ZAFERİ

                    Seçmen Ağır konuştu Radikal 4 kasım 2002

                    Meclis'e sadece iki parti girebildi. AKP tek başına iktidar

                    AKP yüzde 34 / 363 milletvekili
                    CHP yüzde 19 / 179 milletvekili

                    1987 genel seçiminden beri ilk defa bir parti tek başına iktidara geldi.
                    1946 seçiminden beri ilk kez sadece iki partili bir parlamento oluştu.
                    İktidar yüzde 55'ti, 15'in altına indi. Başbakan ve Bakanlar Kurulu üyeleri milletvekili bile seçilemedi.
                    Ana muhalefet Meclis dışında. DYP 200 bin kadar oyla barajın altında.
                    Türkiye'ye gelmeye korkan 'Jet' lakaplı Fadıl Akgündüz milletvekili. Altı bağımsız aday daha seçildi.
                    AKP 81 ilin 55'inde, CHP 13'ünde birinci. DEHAP Doğu ve Güneydoğu'da 13 ili aldı ama Meclis dışında.
                    Sadece 59 milletvekili tekrar seçildi. Meclis dışı kalan partilerde deprem var.

                    Yorum

                    • fuga
                      Senior Member
                      • 27-08-2004
                      • 6397

                      #25
                      Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

                      Adnan Menderes ( 1899)- (17.09.1961)


                      1899 yılında Aydın’da doğdu.Babası İzmirli Katipzade İbrahim Ethem Bey, annesi Aydınlı Hacı Alipaşazadeler’den Tevfika Hanım’dır.Anne ve babasını küçük yaşta kaybetti.Onu anneannesi büyüttü.Tahsil hayatına İzmir İttihat ve Terakki Mektebi’nde başlayan Adnan Menderes, Kızılçulu Amerikan Koleji’nde okurken misyonerlerle başı derde girdiği için çeşitli mercilere müracaat etti.Müracaat ettiği makamların birinin başında Celal Bayar vardı.Bayar’la böyle tanışmış oldu.

                      Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitiren Adnan Menderes Birinci Dünya Savaşı sırısında yedeksubay olarak askerliğini yaptı.Aydın’da bazı arkadaşlarıyla birlikte Ayyıldız Çetesi’ni kurdu.Daha sonra Söke’de Piyade Alay Yaveri olarak savaşa katıldı.Savaştan sonra İstiklal Madalyası aldı.

                      Ali Fethi Okyar tarafından 1930 senesinde kurulan ancak kısı sürede kapatılan Serbest Fırka’nın Aydın teşkilatını kurarak başkanı oldu.Bu parti kapatılınca CHP’ye girdi ve 1931 yılında bu partiden Aydın milletvekili seçildi.

                      1945 senesine kadar TBMM’de komisyon raportörlüğü yapan Adnan Menderes, o yıl Saracoğlu Hükümeti’nin getirdiği Toprak Kanunu tasarısını şiddetle tenkit ederek komisyondan istifa etti.Partide yaptıkları muhalefetten dolayı bir süre sonra Refik Koraltan ve Fuat Köprülü ile birlikte CHP Disiplin Kurulu tarafından 12 Haziran 1945’te ihraç edildiler.
                      Celal Bayar da hem partiden hem de milletvekilliğinden istifa etti.Bu hareketler Demokrat Parti’nin 7 Ocak 1946’da kurulmasına sebep oldu.1946 seçimlerinde Demokrat Parti’den Kütahya milletvekili olarak meclisi girdi.Celal bayar’dan sonra ikinci adam durumuna geldi.14 mayıs 1950 seçimlerinde DP oyların 53,5’ini alarak iktidar oldu.On senelik DP iktidarının tek başbakanı oldu ve o döneme damgasını vurdu.İktidarı zamanında 5 hükümet kurdu.Bu on senelik zaman içinde Türkiye’nin iç ve dış siyasetinde büyük gelişmeler oldu.Sanayileşme ve şehirleşme hamlesi başladı, köye makine girdi, ulaşım, enerji, eğitim, sağlık, sigorta ve bankacılık yeniden başladı.Türkiye kalkınma kavramıyla tanıştı.
                      27 Mayıs 1960 tarihinde yapılan askeri darbeyle iktidardan indirildi.Yassıada’ya hapsedildi.Milli birlik komitesi tarafından kurulan Yüksek Adalet Divanı’nca idama mahkum edildi.Yassıada tutuklu bulunduğu sırada çeşitli işkencelere maruz kaldı.17 Eylül 1961 tahinde İmralı Ada’da idam edildi.Türk Milleti O’nu hiç unutmadı.


                      HAKKINDA YAZILANLAR

                      Benim Gözümde Menderes
                      Necip Fazıl Bütün Eserleri Cilt: 35
                      Necip Fazıl Kısakürek
                      Büyük Doğu Yayınları / Hatıra Dizisi


                      O Zeybek

                      Zeybeğimi, birkaç kızan, vurdular;
                      Çukurda üstüne taş doldurdular.
                      Bir de, ya kalkarsa diye kurdular...
                      Zeybeğim, zeybeğim, ne oldu sana?
                      Allah deyip, şöyle bir doğrulsana...
                      Zeybeğim, kalkamaz, dirilemez mi?
                      Odası mühürlü, girilemez mi?
                      Şu ters akan sular çevrilemez mi?
                      Ne günedek böyle gider bu devran?
                      Zeybeğim, bir sel ol, bir çığ ol, davran!
                      Kır at zincirlenmiş, ufuk sahipsiz...
                      Han kayıp, hancı yok, konuk sahipsiz...
                      Baş köşede sırma koltuk sahipsiz...
                      Kızanlar, dört yandan, hep abandınız!
                      Zeybeğin kanına ekmek bandınız!

                      Öteki Menderes
                      Eski DP Milletvekili Gıyaseddin Emre'den Hatıralar ve 27 Mayıs Olayı
                      Recep Şükrü Apuhan
                      Timaş Yayınları / Yazılamayan Yakın Tarih Dizisi

                      Adnan Menderes, 17 Şubat 1959'da Londra'ya giderken düşen uçaktan yara almadan kurtuldu. Ankara'ya döndüğünde eşi Berrin Menderes'in merakla sorduğu soru şuydu: "Uçak düşerken ne düşünüyordunuz?" Adnan Menderes'in bu soruya verdiği cevapta, "Öteki Menderes"in siyasi ve ruhi portresindeki bütün ana renkler tüm canlılığıyla mevcuttur. Sadece bu mu? O cevapta Adnan Menderes'in başına geleceklerin işaretleri de gizlidir. "Öteki Menderes", yakın tarihimizin kördüğümlerini çözmeye çalışanlara, siyaset sanatına ilgi duyanlara, sadece hakikatı arayanlara ve Türkiye'nin geleceğiyle ilgili sorumluluğunun farkında olan herkese çok ilginç ve oldukça önemli bilgi ve belgeler sunuyor.

                      Bilinmeyen Menderes 1
                      Mükerrem Sarol
                      Kervan Yayınları

                      Bilinmeyen Menderes 2
                      Mükerrem Sarol
                      Kervan Yayınları

                      Acılı Günler 1960
                      Aydın Menderes Anlatıyor
                      Muammer Yaşar
                      Tekin Yayınevi

                      Aydın Menderes, 27 Mayıs 1960 ihtilalinin bütün olaylarını annesi Berin Hanım'la birlikte yaşadı. Acılı günlerin tanığı oldu.
                      enderes'in dramı üzerinde bugüne kadar pek çok şey yazıldı, anılar kitap haline geldi, ancak Aydın Menderes anılarını anlatmadı. İlk kez bu kitapta anılarıyla karşınıza geliyor. Gazeteci-yazar Muammer Yaşar, günlerce Aydın Menderes'le birlikte oldu.
                      Anlattıklarını dinledi. Uzun konuşmalar sırasında zaman zaman 1960'dan gerilere gittiler, hayatı İmralı Adası'ndaki idam sehpasında sönen bir dönemin güçlü Başbakan'ı Adnan Menderes'in siyasi kimliğini ve insancıl kişiliğini resimlediler...

                      Yassıada'dan İmralı'ya
                      Enver Durmuş
                      Boğaziçi Yayınları / Büyük Kültür Serisi

                      Menderes'le Anılar
                      Ercüment Yavuzalp
                      Bilgi Yayınevi / Ercüment Yavuzalp'in Kitapları Dizisi

                      "Menderes'le Anılar", ne akademik bir çalışma, ne de tarihsel bir incelemedir... Ülke siyasi tarihinin bir dönemine adını veren Menderes, bazılarınca bir ilah, bazılarınca da ülkenin karşılaştığı sorun ve kötülüklerin odak noktası olarak görülmüştür... Yazdıklarımda ağırlık noktası olarak bir dönemde adını vermiş merhum Başbakanı ve onun çevresinde gelişen olayları aldım. Kişilere ancak olaylar vesilesi ile ve asıl konu Menderes'in kişiliğini anlatmaya yarayacakları ölçüde temas ettim. Amacım bir devrin
                      dedikosunu değil, tahlilini yapmak olduğu için, genellikle ad vermekten kaçındım.

                      27 Mayıs ihtilali sonunda; maiyetinde görev yaptığım sürece bana daima nazik davranmış kimse ile, iki bakanın maruz kaldıkları trajik akıbet benim için sarsıcı oldu... anılarımı yazıya dökerken bu duyguların etkisi altında kalmamaya özen gösterdim."
                      -Ercüment Yavuzalp-

                      Siyasi Günlük
                      Demokrat Parti'nin Kuruluşu
                      Samet Ağaoğlu
                      İletişim Yayınevi / Anı Dizisi

                      Samet Ağaoğlu, sadece siyaset sahnemizin değil siyasi literatürümüzün de en özgün ve en önemli isimlerinden. Ağaoğlu'nun ilk kez günışığına çıkan siyasi günlüğü, yakın tarihimizin önemli bir dönemine ilişkin çok zengin bir eser niteliğinde.

                      Yorum

                      • fuga
                        Senior Member
                        • 27-08-2004
                        • 6397

                        #26
                        Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

                        Bülent Ecevit ( 1925)- (05.11.2006)


                        BÜLENT ECEVİT 05 KASIM 2006 TARİHİNDE, 6 AYDIR TEDAVİ GÖRDÜĞÜ GÜLHANE ASKERİ TIP AKADEMİSİNDE HAYATINI KAYBETTİ.


                        "Bir bardak çay, bir yaprak kağıt, bir kurşun kalem ve şiir kitabı"… İşte Bülent Ecevit'in hayatındaki en yakın arkadaşları… Onunki 28 Mayıs 1925'te başlayan sade bir hayattı… İlk ve Ortaokulu Ankara'da okur… Lise çağında ona İstanbul Robert Kolej yolları görünecektir… Bu yol onun hayatını derinden etkileyen evliliğinin de vesilesidir…
                        Kolej'deki bir resim yarışmasında Rahşan Aral'la tanışır… Kısa sürede aşk yaşamaya başlayan iki genç, 22 Ağustos 1946 tarihinde Çocuk Esirgeme Kurumu salonunda sade bir törenle evlenirler… Bülent bey Londra Üniversitesi'ne kayıt yaptırır ve Londra Basın Ataşeliği'nde göreve başlar… Sırada Londra günleri vardır artık…

                        1949 yılında CHP'nin resmi yayın organı Ulus gazetesinde yazmaya başlayan Ecevit, 1954 yılında Amerikan Haberler Merkezi'nin davetlisi olarak Washington'a gider… Yazılarını Halkçı isimli gazetede sürdürür… Amerika'dayken aldığı bir telgraf hayatını değiştirecektir… CHP'den milletvekilliği adaylık teklifidir telgraftaki mesaj…27 Ekim 1957'de o artık milletvekilidir…15 yılda hızla atılan adımlar onu 14 Mayıs 1972'de CHP Genel Başkanlığı koltuğuna taşır…İsmet İnönü'ye karşı kazanılan zaferin ardından, Kıbrıs Fatihi ünvanına iki yıl kalmıştır… Onun siyasi hayatının belki de en önemli kilometre taşlarından birisi 1974'teki Başbakanlığında yapılan Kıbrıs Barış Harekatıydır…


                        12 Eylül 1980 askeri darbesinin siyasi yasaklısı Bülent Ecevit, eşi Rahşan hanımla bir süre Zincirbozan günlerine mahkumdur… Ardından eşinin uzun süre genel başkanlığını yaptığı Demokratik Sol Parti'nin başına geçer… 1991'de
                        yeniden Meclis'e giren Ecevit ve partisi, 1998'de ANASOL D hükümetinin düşürülmesinin ardından azınlık hükümeti olarak iktidara gelir… Azınlık hükümetinin başbakanı 17 Şubat 1999'da tarihi bir açıklama daha yapar…


                        Bu rüzgar 18 Nisan 1999 seçimlerinde ise yüzde 21'lik oyuyla birinci parti yapar DSP'yi ve Ecevit'i… Başbakan Ecevit 74.Yaşgünü'nde TGRT'nin kendisine hediye ettiği çiçeği alırken MHP ile koalisyonun temelini attıklarını da ilk kez telefuz eder…


                        Aslında yılların zıt kutbu gördükleri MHP ile koalisyonu Kıbrıs'ta masa tenisi oynarken de dile getirir Ecevit çifti…

                        DSP-MHP-ANAP Hükümeti büyük zorluklarla işe başladı… İki büyük deprem ve ekonomik problemler… Bir de Cumhurbaşkanlığı krizi… Kriz r Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer üzerinde uzlaşmayla aşılmıştı… 16 Mayıs 200'de göreve başlayan Cumhurbaşkanı Sezer'in birkaç ay sonra bir Milli Güvenlik Kurulu'nda Başbakan Ecevit'e fırlattığı Anayasa kitapçığı, bir ekonomik krizin de tetikleyicisi olacaktı…


                        19 Şubat 2001… Cumhurbaşkanı ve Başbakan'ın kamu bankaları yüzünden tartışması, piyasayı gerdi… Dolar 650 bin liradan bir günde 1 milyon 100 bin liraya fırladı… Faizler çıktı, borsa çöktü… Başbakan bu kriz günlerinde eski
                        bir dostu hatırladı… O dönem Dünya Bankası'nda çalışan Kemal Derviş'ti bu dost…. Derviş süper bakan olarak Ekonominin başına getirildi apar topar… Ecevit tıpkı Sezer gibi onunla da gönül köprülerini atacaktı bir süre sonra…
                        Zira Derviş de bakanlıktan istifa edip, önce Hüsamettin Özkan ekibiyle, sonra da Bülent beyin en büyük politik rakiplerinden CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'la dirsek temasında bulunacaktı…


                        Tarih 4 Mayıs 2002'ydi… Başbakan Ecevit Başkent Hastanesi'ndeydi… Basit bir bel rahatsızlığı giderek büyümüş, kaburgası kırık, güçlükle konuşan bir Başbakan durumuna düşmüştü Ecevit… 28 Mayıs 2002'de hastaneden taburcu
                        olduğunda artık eskisi gibi yürüyemiyor ve konuşamıyordu…


                        Bülent Ecevit Başbakanlık koltuğunu tüm ısrarlara karşın bırakmadı bu süreçte…



                        Sağlığının ona yapamadığını 3 Kasım 2002 seçimleri yapmıştı… Birinci parti olarak seçime giren DSP, korkunç bir erimeyle yüzde bire düşmüştü… Ecevit için siyasette yolun sonuydu…



                        Onun DSP'ye ve siyasete vedası ilk kurultayda, duygusal bir ortamda gerçekleşti… Karaoğlan artık Oran'daki evine çekilmişti… Bazen bir bilen olarak sahneye çıkıyor, hakkında yazılan kitaplar ve yazdığı makalelerle sesini duyuruyordu…18 Mayıs 2006'da son olarak, Danıştay üyesi Mustafa Yücel Özbilgin'in cenazesinde görüntüledi kameralar onu… Bitkin ve yorgundu… Buna üzüntü de eklenmişti… Akşam saatlerinde fenalaştı… Son kez hastane yolu göründü.... Bülent Ecevit beyin kanaması geçirmişti… Gülhane Askeri Tıp Akademisi'ndeki son çabalar onu hayata döndüremedi… Karaoğlan artık yoktu…

                        ---------------------------------------------

                        Türkiye Karaoğlan’ını kaybetti. 18 Mayıs’ta geçirdiği beyin kanamasının ardından, Ankara’da, Gülhane Askeri Tıp Akademisi Hastanesi’ne kaldırılan eski Başbakan bülent Ecevit, 172’nci gündü, yaşama veda etti.


                        Ecevit’in ölümü ilk olarak, doktoru Mücahit Pehlivan tarafından basına duyuruldu. Hastaneden yapılan açıklamada ise, Ecevit’in ölümü, “18 Mayıs 2006 tarihinden bu yana GATA Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı Başkanlığı Yoğun Bakım Ünitesinde takip ve tedavisi yapılan Sayın Bülent Ecevit'in stabil seyreden solunum ve dolaşım fonksiyonları son bir haftadır giderek bozulmuş ve uygulanan tedavilere yanıt alınamamıştır. Sayın bülent Ecevit, 5 Kasım günü saat 22.40’ta dolaşım ve solunum yetmezliği sonucu vefat etmiştir. Türk milletinin başı sağolsun” cümleleriyle ifade edildi. Ecevit'in vefat haberini alan partililer Hastane önünde toplanırlarken, hastane önünde oldukça duygusal anlar yaşandı. Ecevit’in sevenlerinin çoğu gözyaşlarını tutamazken, bazılarının bayıldığı ve tedavi altına alındığı gözlendi. Ecevit’in ölüm haberinin duyulmasının ardından yazılı bir açıklama yapan Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Ecevit’in yaşamını yitirmesinden büyük üzüntü duyduğunu ifade ederek, “Türk Ulusu, Bülent Ecevit'in ülkemize yaptığı hizmetleri, her zaman saygıyla anımsayacaktır” görüşüne yer verdi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da yaptığı yazılı açıklamada, Türk siyasetinin önemli bir şahsiyetini kaybettiğini vurgulayarak, Kendisini rahmetle anıyor, hayat arkadaşı Rahşan Hanım'a ve aziz milletimize başsağlığı diliyorum” dedi. Erdoğan'ın DSP Genel Başkanı Zeki Sezer'i de telefonla arayarak baş sağlığı dileklerini ilettiği öğrenildi.


                        ---------------------------------------------


                        GÜNDEM GÜNDEM GÜNDEM

                        Ecevit yeniden genel başkan
                        30 Nisan 2001 Hür

                        Gerilimli geçen DSP 5. Olağan Kurultayı'nda 963 delegenin oyunu alan Bülent Ecevit, yeniden Genel Başkanlığa getirildi. Ecevit'in karşısında yarışan Aydın Milletvekili Sema Pişkinsüt ise 86 oy aldı. Parti Meclisi ve Merkez Disiplin Kurulu üyelerinin de belirlendiği Kurultay'da 1084 delege oy kullandı. Oylardan 1049’u geçerli, 35’i ise geçersiz sayıldı. Sonuçların açıklanmasından sonra kürsüye gelen Ecevit, delegelere teşekkür etti.

                        Başbakan Bülent Ecevit'in "O sizi hiç aldatmadı" sloganını ön plana çıkardığı Kurultay'da, diğer başkan adayı Sema Pişkinsüt ise "Kapıkulu değil, demokratız" sloganını kullandı. Delegelerin, 'Hain dışarı' sloganları attığı Pişkinsüt, oy kullanmadan salondan ayrılırken, üçüncü aday Ertan Kutlucan'ın adaylığı ise parti üyesi olmadığı için kabul edilmedi. Kutlucan'ın salona da giremediği öğrenildi.

                        Oylama sonuçlarının açıklanmasından sonra kürsüye gelen Ecevit bir teşekkür konuşması yaptı. Kurultay delegelerinin kendisine DSP Genel Başkanlığı onurunu bir kez daha yaşattıklarını belirten Ecevit, konuşmasında şunları söyledi:

                        "Bazı kimseler, bazı yazarlar DSP’de örgüt olmadığını söylediler, yazdılar. Bu kurultayda bir kez daha DSP örgütünün ne kadar tutarlı bir örgüt olduğu görüldü. Aslında bizim örgütümüzü kıskananlar olduğuna inanıyorum."


                        HAKKINDA YAZILANLAR

                        Teyze ile Prenses, Mahmut Çetin, Araştırmacı-yazar Mahmut Çetin’in yazdığı Teyze ile Prenses kitabı Biyografi Net Yayınları tarafından neşredildi. Daha önce Boğaz’daki Aşiret, X İlişkiler, Perinçek ve Aydınlık Hareketi ve Kart Kurt Sesleri gibi eserlere imza atan Mahmut Çetin, son kitabı Teyze ile Prenses’i eğlenceli bir eser olarak sunuyor. Kitapta Sultan Vahdettin ile Bülent Ecevit’in, Rahşan Ecevit’le Atatürk’ün sosyal doku beraberliğine şahit oluyoruz. Doğrudan bir akrabalık ilişkisi olmasa da birbirine zıt kişilikler olarak düşündüğümüz bu ünlülerin birbiriyle dolaylı şekilde irtibatı okuyucuya hoşça vakit geçirtecek gibi görünüyor. Kitaptaki olaylar, Sultan Vahdettin’in kızı Prenses Ulviye ile Bülent Ecevit’in teyzesi Ferhande Okday etrafında gelişiyor.

                        Teyze ile Prenses bağlantı örgüsü

                        Teyze; Bülent Ecevit’in annesi Nazlı Ecevit’in büyük teyzesi Ferhande Okday.
                        Prenses; Sultan Vahdettin’in kızı Prenses Ulviye.
                        * Son sadrazam Tevfik Paşa’nın oğlu İsmail Hakkı Okday’ın birinci eşi Prenses Ulviye, ikinci eşi Nazlı Ecevit’in annesinin teyzesi Ferhande Hanım. Yani Bülent Ecevit; Sultan Vahdettin’in üvey kuzeni.
                        * Refik Halid Karay, Bülent Ecevit, Engin Noyan… Üç farklı kuşaktan üç meşhur insan. Bu üç kişinin bağlantıları şöyle: Engin Noyan’ın annesinin dedesi Niyazi Halid, Refik Halid’in ağabeyi. Refik Halid’in teyzesi İsmet Hanım, Bülent Ecevit’in babaannesi.
                        * Rahşan Ecevit ile Aydın Boysan kuzen. Boysan Ailesi’nden Mecdi Boysan, Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Atadan’ın kocası.
                        * İsmail Hakkı Okday’ın kardeşi Şefik Okday’ın torunu Aylin Okday, Alp Yalman’ın yeğeni Ahmet Yalman’la evlenir.
                        * İsmail Hakkı Okday’dan boşanan (Sultan Vahdettin’in kızı) Prenses Ulviye, Ali Haydar Germiyanoğlu ile ikinci evliliğini yapar.
                        * Ali Haydar Germiyanoğlu’nun ikiz kardeşi Celalettin Germiyanoğlu’dur. Manken Billur Kalkavan, Celalettin Germiyanoğlu’nun torunu.

                        Bizim Alkibiades (Ecevit)
                        Ahmet Kabaklı
                        Toker Yayınları / Tez Kitapları Dizisi

                        Bu kitap, yakın tarihimizde bir şahsın gündelik olaylar içinde, karakter romanıdır. Siyasi koşuda bir ihtirasın kah kendi sözleriyle kah bizim kalemimizle ya da vakaları konuşturan tahlilidir.
                        Bir büyük partimizden hız alarak hiç bir kültüre ve inanca yerleşememiş bir kişi... Tesadüfün ve zorlamanın genel sekreter, genel başkan, Başbakan, ana muhalefet lideri yaptığı kişi...


                        Ecevit'ten Ecevit'e...
                        (1977-1987 Yılları Arasında Sosyal Demokratların Çöküşünü Belgeleyen Anılar)
                        Engin Ünsal
                        İnkılap Kitabevi / Türk Yazarlarda Roman Anı Hikaye Dizisi

                        Askeri darbeler sonrasında kurulacak sivil toplum düzeninde solun iktidar olma olasılığını siyaset bilimi çok ciddi bir veri olarak kabul eder. Türkiye 12 Eylül sonrasında bu şansı yakalamıştı. Sosyal demokratların akıl almaz yanlışları ve bağışlanmaz tutarsızlıkları sonunda bu tarihi fırsat kaçırıldı.

                        Engin Ünsal 12 Eylül öncesinde CHP içinde ve 12 Eylül sonrasında sosyal demokratlar arasındaki politikayı bütün sıcaklığı ile yaşadı. Bu günlüğü yaşadığı çaresizliği belgelemek için tuttu. 1977-1987 yılları arasında yaşadıkça yazdığı olaylar, sosyal demokratların acıklı serüveninin / belgeseli niteliğindedir. Sosyal demokratların tarihten ders almayı bilselerdi bugün çok daha başka bir Türkiye'nin yurttaşları olarak yaşıyor olacaktık. Bugün yaşadıklarımızdan ve ileride yaşayacağımız tüm olumsuzluklardan neden sosyal demokratların sorumlu olduğunun yanıtını bu günlükte bulacaksınız. İnkilap Kitabevi bu kitabın sadece dağıtımından sorumludur. Kitabın yayınlanmasından doğacak tüm hukuki ve cezai sorumluluk kitabın yazarına aittir.


                        ABD’YE IRAK MESAJI


                        Ecevit, ABD Savunma Bakanı ile yaptığı görüşmede "Irak’a ambargo yüzünden 35 milyar dolar zarar ettik. Türkiye’ye danışmadan karar almayın" dedi..
                        FİKRET BİLA
                        Milliyet 5 Haziran 2001

                        Başbakan Ecevit, ABD Savunma Bakanı Rumsfeld’i kabulünde, Başkan Bush ve Washington’a önemli mesajlar gönderdi.
                        Ecevit, özellikle Bağdat’la ilişkiler ve Kuzey Irak’taki gelişmelerle ilgili olarak Türkiye’nin değerlendirmesini aktardı. ABD’li bakana, "Kuzey Irak’la ilgili olarak Türkiye’ye danışmadan karar almayın" dedi. Ecevit, görüşme sonrasında sorularımıza verdiği yanıtlarda şu değerlendirmeleri yaptı:
                        Bakan’la görüşmemiz verimli geçti. Kendisiyle başlıca Bağdat’la ilişkiler, Kuzey Irak’taki gelişmeler, Irak’ın petrol ihracatıyla ilgili olarak aldığı karar, Ortadoğu’daki gelişmeler, savunma projelerimizle ilgili kararlar konusunda görüş alışverişinde bulunduk. Ayrıca Rumsfeld, ekonomik programımızla attığımız adımları olumlu buldu. ABD’li bakana Irak konusunda Körfez Savaşı’ndan bu yana Türkiye’nin en fazla zarar gören ülke olduğunu anımsattım. Zararımızın 35 milyar dolar olduğunu belirttim.
                        Bölge politikasıyla ilgili olarak ABD’nin ve Türkiye’nin etkin iki ülke olarak daha yakın çalışmaları gerektiğini vurguladım. Güvenlik Konseyi’nde geliştirilen planların, ABD’nin uyguladığı politikaların sonuç vermediğini, bölgede en fazla etkilenen ve ilişkileri en gelişkin olan ülke olarak Türkiye’nin devrede olması gerektiğini ifade ettim. ABD’nin bu nedenle Türkiye’ye danışmasının yararları üzerinde durdum. Türkiye’nin görüşü alınmadan, Türkiye’ye danışılmadan karar alınmaması gerektiğini ifade ettim.
                        Irak’ın petrol ihracı konusundaki son kararından, en fazla Türkiye’nin ve uygulanan ekonomik programın olumsuz etkileyebileceği üzerinde durdum. Ayrıca, Bağdat’la temas içinde çözümler üretilmesinin yararını vurguladım."
                        Ecevit, İsrail ve Filistin arasında görüşme ortamının bir an önce sağlanması gerektiğini ilettiğini belirtti.
                        Başbakan, Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK) konusunda ise şu değerlendirmeyi yaptı: "AGSK konusunda yapılan toplantıda bazı ilerlemeler kaydedildi. Ancak, Türkiye’nin bunlarla yetinmesi mümkün değildir. Bakana, bunu da ilettim. Türkiye’nin böyle bir oluşumun dışında tutulması kabul edilebilir bir durum değildir."
                        Ecevit, Rumsfeld’in bu yaklaşımları olumlu karşıladığını kaydetti.

                        GÜNDEM GÜNDEM GÜNDEM 5 HAZIRAN 2001

                        ABD'ye Irak Şoku

                        ABD artık ‘umut’ vermiyor!
                        BARÇIN YİNANÇ Ankara
                        Milliyet 5 Haziran 2001

                        Ankara’ya yarım günlük ziyarette bulunan ABD Savunma Bakanı, Türkiye’nin sıkıntılarını anladığını söyledi, ancak destek vaadinde bulunmadı

                        ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, yarım günlük ziyaretinde Türkiye’nin Irak’la ilişkilerini ölçülü götürmesi mesajını verirken, Ankara da Irak’a yönelik yeni yaptırımlar rejiminin komşu ülkelerin zararını artırmamasını istedi. Ankara’nın Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’yla ilgili endişelerini ilettiği Rumsfeld, Türkiye’nin sıkıntılarını anladığını belirtmekle beraber, destek vaadinde bulunmadı. Rumsfeld’in temasları sırasında masaya yatırılan üç konu şöyle:
                        AGSK: Ankara’nın taleplerinin karşılanmamasının sadece Avrupa güvenlik mimarisi açısından değil, Türkiye’nin ulusal güvenliği bakımından da onarılmaz zafiyetler yaratacağı vurgulandı. Rumsfeld, Türkiye’nin anlaşılabilir endişeleri bulunduğunu söylerken, güçlü bir destek vaadinde bulunmadı.
                        Irak: Rumsfeld, Ankara’nın Bağdat’la ticari ve siyasi ilişkilerini ölçülü tutması mesajını verdi. Ankara ise akıllı yaptırımların zaten ambargodan büyük zarar gören komşu ülkeleri endişelendirdiğini vurguladı.
                        Füze Savunma Sistemi: Rumsfeld, kitle imha ve nükleer silahların kontrol mekanizması zayıf ülkelerin eline geçtiğini söyledi. Türkiye’den taleplerinin ne olduğunun sorulması üzerine Rumsfeld, yeni savunma sisteminin hangi altyapıya oturacağının belli olmadığınndan dolayı herhangi bir konuşlandırma yapmadıklarını söyledi.


                        Genelkurmay dikkat çekti
                        ABD Savunma Bakanı’nın Ankara’daki temaslarının öncelikli konularından birini oluşturan Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’yla (AGSP) ilgili en ciddi uyarı, Genelkurmay Başkanlığı’ndan geldi. Genelkurmay, Türk tarafının temel görüşlerinden olumsuz sapmaların Türkiye’nin ulusal güvenliğinde onarılmaz zafiyetler yaratacağını bildirdi. Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın Rumsfeld’le görüşmesinde, daha önce yapılmamış bir uygulamaya geçilerek, Beyaz Saray’daki gibi basına bir bilgi notu dağıtıldı.


                        Yorum

                        • fuga
                          Senior Member
                          • 27-08-2004
                          • 6397

                          #27
                          Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

                          Benazir Butto </B>
                          Benazir Butto, 21 Haziran 1953 tarihinde Pakistan’ın Karaçi şehrinde doğdu. Eski Pakistan başbakanı. Zülfikar Ali Butto'nun kızı. 1988'de seçimleri kazanarak başbakan oldu. 20 ay kadar sonra, askeri güçlerin desteğindeki devlet başkanı Gulam İshak Han tarafından yeni seçimlere gidileceği gerekçesiyle devrildi. 1993'de tekrar seçildi fakat üç yıl sonra, politik skandallar arasında görevden alındı. 2007 yılında sürgünden Pakistan’a dönerek yeniden siyasi hayata girdi.
                          X

                          Hakkında yazılanlar

                          Benazir / Başörtünün İç Yüzü Laurence Gourret Milliyet Yayınları

                          Batı dünyasında hayranlık uyandıran, çağdaşlığı dolayısıyla övgüler alan, Zülfikar Ali Bhutto'nun kızı Benazir, 1988'de iktidarar geldiği zaman, bir İslam cumhuriyetinde demokrasiye ve kadın haklarının kazanılmasına dönüşün kahramanı olarak karşılanmıştı. Ama büyüleyici, heyecan uyandıran ve kurnaz Benazir, yaklaşık on yıl sonra, cinatetle suçlanan kocası ile politika arasında bir seçim yapmak zorunda kaldı... Elinizdeki kitabın, siyasi, sosyal, ekonomikl sorunlar veya dinin sömürülmesi gibi birçok açıdan bakıldığında, Pakistan gerçekleri ile günümüz Türkiye'sinde yaşanan sorunlar arasındaki ortak noktaları yakalamanıza yardımcı olacağına inanıyoruz.

                          Yorum

                          • fuga
                            Senior Member
                            • 27-08-2004
                            • 6397

                            #28
                            Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

                            Mesut Yılmaz ( 1947)


                            Mesut YILMAZ, 1947 Yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Erkek Lisesi’ni bitiren Mesut YILMAZ, 1971 Yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye ve İktisat Bölümü’nden mezun oldu. YILMAZ, 1972-1974 yılları arasında Almanya’nın Köln Üniversitesi İktisadi ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nde yüksek lisans çalışması yaptı.

                            1975-1983 yılları arasında kimya, tekstil ve ulaştırma sektörlerinde, çeşitli özel şirketlerde yönetici olarak görev aldı.

                            1983 yılının Mayıs ayında kurulan Anavatan Partisi’nin Kurucu Üyesi ve Genel Başkan yardımcısı olan Mesut YILMAZ, aynı yıl Kasım ayında yapılan Genel Seçimde Rize Milletvekili seçildi.YILMAZ, Birinci ÖZAL Hükümetinde enformasyondan sorumlu Devlet Bakanlığına atandı ve Hükümet sözcülüğü yaptı. 1986 yılında Kültür ve Turizm Bakanı olan Mesut YILMAZ, bu dönemde Türkiye-Federal Almanya ve Türkiye-Yugoslavya Ekonomi Karma Komisyonları’nın Başkanlığını yürüttü. 29 Kasım 1987 seçimlerinde yeniden Rize Milletvekili seçilen Mesut YILMAZ ikinci ÖZAL Hükümetinde Dışişleri Bakanlığına atandı. Mesut YILMAZ, Akbulut Hükümetinde de üstlendiği bu görevden 20 Şubat 1990’da istifa etti.

                            15 Haziran 1991 tarihinde yapılan Anavatan Partisi Büyük Kongresinde Genel Başkanlığa seçilen YILMAZ tarafından kurulan hükümet 5 Temmuz 1991 günü T.B.M.M. Genel Kurulunda güvenoyu aldı. 20 Ekim 1991 günü yapılan genel seçimlerden sonra Ana Muhalefet Partisi Lideri olarak çalışmalarını sürdüren YILMAZ 24 Aralık 1995 günü yapılan genel seçimler sonrası Anavatan Partisi ile Doğru Yol Partisi tarafından oluşturulan 53.Hükümetin Başbakanı olarak görev yaptı.20 Haziran 1997 tarihinde 55.Hükümeti kurmakla görevlendirildi. 55'nci T.C. Hükümeti 12 Temmuz 1997 günü T.B.M.M. Genel Kurulu'nda güvenoyu aldı.
                            17 Ocak 1999 tarihinde T.C. Başbakanlığı görevinden ayrılan YILMAZ, 18 Nisan 1999 günü yapılan Genel Seçimlerden sonra kurulan 57'nci Hükümet'te 13 Temmuz 2000 tarihinden itibaren Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak görev yaptı.

                            YILMAZ, 1988 yılından sonra Avrupa Demokrasi Birliği Genel Başkan Yardımcılığı yaptı. Almanca ve İngilizce bilen Mesut YILMAZ, evli ve iki çocuk babasıdır.

                            Mesut Yılmaz, 22 Temmuz 2007 Genel Seçiminde Rize'den Bağımsız Milletvekili seçildi.

                            Yorum

                            • fuga
                              Senior Member
                              • 27-08-2004
                              • 6397

                              #29
                              Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

                              Tansu Çiller ( 1946)


                              Tansu Çiller, 1946 yılında İstanbul'da doğdu.Robert Koleji mezunu olan Tansu Çiller, Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü'nü bitirmiştir. Doktorasını Connecticut Üniversitesi'nde veren Çiller, doktora sonrası çalışmalarını Yale Üniversitesi'nde devam ettirmiştir.1978 yılında doçent, 1983 yılında profesör olmuştur.

                              Başta Boğaziçi Üniversitesi olmak üzere çeşitli üniversitelerde çalışmalar yapan Çiller, 1990 yılı kasım ayında Doğru Yol Partisinde politikaya girmiştir.
                              1991 yılı seçimlerinde İstanbul milletvekili seçilen Çiller, Sosyal Demokrat Halkçı Parti ile kurulan, Süleyman Demirel'in başbakanlığındaki koalisyon hükümetinde ekonomiden sorumlu devlet bakanı olarak görev almıştır.

                              Demirel'in Türkiye Cumhuriyeti'nin dokuzuncu cumhurbaşkanı seçilerek başbakanlık görevini bırakmasından sonra DYP genel başkanlığına aday olan Tansu Çiller, 13 Haziran 1993 tarihli DYP olağanüstü genel kurulunda en yüksek oyu alarak genel başkan seçilmiş ve Türkiye'nin ilk bayan başbakanı olmuştur.Tansu Çiller'in ekonomi üzerine 9 yayını bulunmaktadır.
                              İki çocuk annesi olan Tansu Çiller, ingilizce ve almanca bilmektedir.

                              Hakkında Yazılanlar

                              1.Sarışın Güzel Kadın
                              Yavuz Gökmen
                              Doğan Kitapçılık

                              "Kitabı Tansu Çiller'i tüm yönleriyle analiz etmek için yazmıştım. Bence 'Sarışın Güzel Kadın', körün fili tarif ettiği gibi tarif ediliyordu. Herkes dokunduğu noktayı anlatıp eleştiriyordu. Kitapta birçok erkeğin Tansu Çiller'e aşık olduklarını iddia ettim. Hatta unuttuklarım da oldu. Süleyman Demirel başta olmak üzere bir dolu politikacıyı es geçtim. ...Ve resimdeki kadın biraz daha tombulcaydı. Kocaman kocaman açılmış gözleriyle objektife bakmıştı. Ve içtenlikle gülümsemişti. ...Onda herhangi bir çekicilik ya da tam anlamıyla 'dişilik' bulmamıştım. Gene de ortada dolaşan bir sürü bıyıklı aday ve lider arasında fotoğraf açısından fevkalade şayan bir yaratık olduğu da kesindi."

                              2.İkinci Vatan
                              Tansu Çiller'in ABD Macerası
                              Turan Yavuz
                              Ümit Yayıncılık

                              “1994 yılında ‘İşte Çiller'in ABD'deki Serveti’ haberiyle 1995 Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 'Yılın Gazetesi Ödülü' ve 1995 Sedat Simavi Ödülü'nü alan gazeteci Turan Yavuz, şimdi de Çiller'in ABD ilişkilerini kitaplaştırdı: İkinci Vatan - Tansu Çiller'in ABD Macerası... İşte bu kitaptan birkaç not... Koalisyon görüşmelerini DYP adına yürüten Yalım Erez, Tansu Çiller'i aradı: "Biz işleri tamamladık. İş artık sizin Necmettin Beyle el sıkışmanıza kaldı." Çiller: "Yalım, Refah Partisi ile koalisyon konusunu Amerika'ya sordum. Biraz daha oyala. İstediğim cevap gelmedi. Hala temaslarda bulunuyorum. Ağırdan alın." Çiller'in Washington'dan beklediği yanıt kısa bir süre sonra İsrail üzerinden ulaşmıştı. Çiller hemen telefona sarıldı: "Yalım, her şey tamam. Hadi gidip el sıkışalım..." Washington Refahyol Koalisyonu'na itiraz etmemişti... Birkaç gün sonra ABD Büyükelçisi'nin Ankara'daki rezidansında Refahyol Hükümeti'nin kuruluş çalışmaları ABD Ulusal Güvenlik Dairesi danışmanı Prof. Henri Barkey ve CIA yetkilisi olan eşi Ellen Laipson tarafından yakından izleniyordu. Bir elde telefon, diğerinde ise TV'de kanaldan kanala geçip gelişmeleri izlemelerine yarayan kumanda aleti. Barkey bir ara yanındakilere dönerek, "Hayatımda hiç bu kadar eğlenmemiştim"dedi. Elinizde tuttuğunuz kitap, bir dönem Türk siyaset sahnesine damga vurmuş Tansu Çiller'in ABD ile ilişkilerine ışık tutacaktır. Bir solukta okuyacağınıza inanıyoruz.”

                              3.Maskeli Leydi
                              Tekmili Birden Tansu Çiller
                              Faruk Bildirici
                              Ümit Yayıncılık

                              “O, aslında ‘Maskeli Leydi’ idi. Ama hep gülümseyen bu "leydi" nasıl bir kadındı? Ana babası, akrabaları kimdi? Nerde doğmuştu, "gerçek" doğum tarihi neydi? Nasıl bir eğitim almıştı? Yatılı okulda neden arkadaşı yoktu; bebeğini niçin kırmıştı? İlk başarısızlığın bedeli... Hayal dünyası, ilk aşkı... Tiyatroya merakı... Evliliği... Amerika hayaline kavuşması... Ve yaşamının her aşamasında karşısına çıkanları pes ettiren pazarlıklar... Ajandasındaki ilginç notlar... Üniversiteden politikaya yönelişi... Gayri menkule merakı... İrtica korkusu... Başbakanlık hayali ve tutkusu... Nasıl bir "leydi" idi bu? İlk kitabı "Gizli Kulaklar Ülkesi"yle titiz bir araştırmacı olduğunu gösteren Gazeteci Faruk Bildirici, bu kez "Maskeli Leydi"nin dününde bugününde aylarca dolaştı; 160'ı aşkın insanla konuştu; ortaya pek çok soruyu yanıtlayan "Tekmili Birden Tansu Çiller" çıktı. "Maskeli Leydi" hakkında çok yazıldı; kuşkusuz bundan sonra da yazılacak. Keşke her politikacının dünü bugünü böyle araştırılsa... Halk kime oy verdiğini, politikacı da hangi sahneye çıktığını bilse... Böyle bir çabanın meyvesi bugün değilse; yarın alınır.

                              GÜNDEM GÜNDEM GÜNDEM

                              Çiller: Sorumsuz adama neden destek verelim?
                              Hür 5 Mayıs 2001

                              Hakan AKPINAR / ANKARA
                              Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş, yurt dışından sağlanan 14.8 milyar dolarlık dış desteğin yarısının 2.5 ay içinde geleceğini açıklarken, dün ekonomik programa destek olmaları için muhalefet partilerini ziyaret etti. Derviş, ilk olarak DYP Genel Başkanı Tansu Çiller'i ziyaret etti. 11.05'te DYP Genel Merkezi'ne gelen Derviş'i Genel Başkan Yardımcısı Ufuk Söylemez karşıladı. Çiller de Derviş'i makam odasının kapısında karşılayarak elini sıktı. Sıcak bir atmosferde başlayan ve 20 dakika süren görüşmeye Söylemez'in yanısıra DYP'nin ağır toplarından Genel Başkan Yardımcısı Hasan Ekinci de katıldı. Görüşmedeki diyaloglar şöyle:
                              Derviş: ABD'den geldim. Biraz yorgunluk da var.
                              Çiller: Hoş geldiniz. ABD'de eski dostlarla görüşme fırsatınız oldu mu?
                              Derviş: Evet bazılarını gördüm, galiba siz de ABD'ye gidiyorsunuz.
                              Çiller: Hafta sonunda...
                              Derviş: İyi yolculuklar.
                              Çiller: (Gülümseyerek) Evet, buyurun.
                              Derviş: Dış destek için ABD'ye gittim. 14.8 milyar dolar dış kredi sağladık. Bu yardımla ülkedeki yangını kontrol altına aldık, yangını söndürdük. Türkiye çok zor bir dönemden geçti. Açıkçası hepimiz korktuk. Ama bu parayla yangını söndürdük. Döviz ve faizdeki paniği söndürdük. Bu sağladığımız dış yardımın yarısı 2.5 ay içinde gelecek. Herkesin desteğini arıyorum, zaman zaman eleştirilerinizi takip ediyorum. TBMM Plan Bütçe'de çok iyi ekibiniz var.
                              Çiller: Programı açıklamadan önce gelip kadromuzdan yararlansaydınız.
                              Derviş, burada susuyor ve gülümseyerek yanıt vermiyor.
                              Çiller, Derviş'e bakarak, ‘‘Buraya destek arzusu ile geldiniz. Bu desteği kimin adına istiyorsunuz? Bitmiş, tükenmiş bir iktidar adına mı, yoksa kendi adınıza mı? Kendi adınıza istiyorsanız, siz seçilmiş biri değilsiniz. Siyasi bir sorumluluğunuz yok. Cottarelli gibi bir durumda kalırsınız. Millet karşısında hesap verme yetkiniz, konumunuz yok ki.’’
                              Derviş, Çiller'in bu sözleri üzerine şaşırdı, ancak yanıt vermeden tebessüm etti.
                              Derviş: Telekom'un satışında da önemli miktarda gelir gelecek...
                              Söylemez: (Telekom'un özelleştirilmesinin engellenmesine ilişkin Danıştay kararını uzatarak) Bu kararın altında sizin hükümetinizin Başbakanı Ecevit ile Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz'ın imzaları var. Telekom'u 40 milyar dolara özelleştirecektik, ama onlar engelledi.
                              Derviş: (Dosyaya göz attıktan sonra çantasına koydu) Evet, bakacağım... Bu yasalar çıktıktan sonra güven ortamı daha da pekişecek. Çiller, 20 dakika süren görüşmede Derviş'e çay ve pasta ikram etti. Derviş, önündeki pastalara dokunmadı, ancak bir çay içmekle yetindi. Derviş, DYP'lilerden beklediği desteği bulamayınca izin istedi. Çiller ve DYP kurmayları Derviş'i kapıya kadar uğurladı.

                              Derviş, hükümetin ömrünü uzatan pil
                              DYP Genel Başkanı Tansu Çiller, Kemal Derviş'le görüşmesinden sonra yaptığı açıklamada, Derviş'e ‘‘Siz Hükümetin ömrünü uzatan bir pil konumundasınız’’ dediğini aktardı. Derviş'in yanıtının ne olduğu sorusuna da Çiller, ‘‘Yanıtı kendisine sorun, bunun yanıtı var mı?’’ karşılığını verdi.

                              GÜNDEM GÜNDEM GÜNDEM

                              Tansu Çiller Yine Pot Kırdı

                              Çiller'den Ecevit'e: Atatürk müsünüz, Vahdettin mi?
                              Hürriyet 3 Mayıs 2001

                              DYP Genel Başkanı Tansu Çiller, Başbakan Bülent Ecevit'in, ''ekonomik kurtuluş savaşına'' ilişkin sözlerini eleştirerek, ''Siz kimsiniz sayın Ecevit? Mustafa Kemal misiniz, yoksa Vahdettin misiniz? Damat Feritlerin hazırladığı mütarekerelere imza atıyorsunuz, sonra da hangi kurtuluş savaşından bahsediyorsunuz?'' dedi.

                              HÜKÜMET, YAŞAM DESTEK ÜNİTESİNE BAĞLI

                              Çiller, partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada, ülkede yaşanan krizin gerçek nedeninin siyasi olduğunu, çünkü ortada ciddi bir hükümet boşluğu bulunduğunu savundu. Hükümetin, kendini bir ''yaşam destek ünitesine'' bağladığını ifade eden Çiller, şöyle devam etti:

                              ''Günün birinde bir mucizenin kendilerini ayağa kaldırmasını bekliyorlar. Bu yaşam destek ünitesinin adı Kemal Derviş'tir. Bu ünitenin diğer bir adı da 10 milyar dolardır. Bir hükümet düşünün ki, bütün işlerini tatil etmiş, bütün dikkatini IMF'ye çevirmiş, IMF'nin vereceği 10 milyar doları bekliyor.''

                              MANDACILIĞA SÖVENLER NEREDE?

                              Çiller, bütün ülkenin nefesini tutmuş 10 milyar dolarlık müjdeli haberi beklediğini belirterek, özetle şöyle konuştu:

                              ''10 milyar dolara iktidar yetkisini rehin bırakmış bir hükümet, 10 milyar dolara adeta rehin alınmış bir ülke. Okyanus ötesinden kendisine kanun dikte ettirilen, 10 milyar dolar adına gözü kapalı bunları yerine getiren bir Meclis. Adeta dışarıdan verilen sipariş üzerine onu imal eden bir atölye gibi çalıştırılmaya kalkışılan bir Meclis. (Herşeyi yapalım, 10 milyarı kapalım). Bu nasıl bir toplumsal yönlendirmedir ki, ne milliyetçiliğimiz rencide oluyor, ne ulusalcılığımız, ne de ulusal kimliğimiz. Hani nerede 70 yıldır mandacılığa ve mandacılara sövenler?

                              KİMSE BİR ŞEYİ BOŞ YERE VERMEZ

                              Ecevit diyor ki: Bu bir ekonomik kurtuluş savaşıdır. Biz de soruyoruz, siz kimsiniz sayın Ecevit. Mustafa Kemal misiniz, yoksa Vahdettin misiniz? Damat Feritlerin hazırladığı mütarekerelere imza atıyorsunuz, sonra da hangi kurtuluş savaşından bahsediyorsunuz?''

                              IMF ile program imzalanabileceğini ancak burada önemli olanın bunun dışarıdan dikte ettirilerek değil kendi iradesiyle, milletinden aldığı güçle yapmak olduğunu anlatan Çiller, ''Burada ciddi endişelerimiz var. Hiç kimse hiç bir şeyi boş yere vermez'' dedi. (Ankara/aa)
                              X
                              GÜNDEM

                              Tansu Çiller, başkanlığa ağlayarak veda etti
                              Zaman 15.12.2002

                              Tansu Çiller, 9 yıl önce seçildiği DYP Genel Başkanlığı’na dün veda etti. 7. Olağan Büyük Kongre’de partililere duygulu bir konuşma yapan Çiller, “Artık veda etmek zamanı geldi.
                              Genel başkanlıktan ayrılırken, veda ettiğim sadece şu kürsüdür, makamdır. Bir nefer gibi, bir anne gibi aranıza geliyorum.” dedi.
                              Çiller, Divan Başkanlığı seçimlerinin ardından, saat 14.45 sıralarında kongrenin yapıldığı Atatürk Kapalı Spor Salonu’na geldi. Delegeleri selamlamasının ardından konuşma için kürsüye davet edilen Çiller, 3 Kasım seçimlerinin sonuçlarını değerlendirdi. Seçim yenilgisini iktidarın oluşturduğu “umutsuzluk, yoksulluk ve yolsuzluk ortamının topyekün Meclis’e yönelmesine” bağlayan Çiller, milletin iktidar–muhalefet ayırımı yapmadan bütün Meclis’i cezalandırdığını belirtti. Sonuçlar sebebiyle “en çok kendisinin üzüldüğünü, acı çektiğini” anlatan Çiller, “Ama hiçbir mazeretin arkasına sığınma lüksümüz olamaz. Sorumluluğu tümüyle ben alıyorum. Hiç kimseye kızgın ve kırgın değilim. Millete kırılmayız. Milletimin kararının önünde eğiliyorum.” şeklinde konuştu.
                              Delegelerden, “Yarış sandıklar açılana kadar sürsün” isteğinde bulunan Çiller, bütün DYP camiasının seçimi kazanan genel başkana destek vermesi gerektiğinin altını çizdi. “Yarınlar elbette bizimdir. Gün doğmuş, gün batmış... Bu şanlı, şerefli yolda bu dava ebediyyen sürecektir. Yarın yeni bir gün başlayacak.” derken gözyaşlarını tutamayan Çiller, salonda bulunanlarca uzun süre alkışlandı. Konuşmasını ağlayarak sürdüren Çiller, sözlerini şöyle tamamladı: “Bu davanın başkanı olmak ne kadar onurluysa, bir o kadar da zordur. Hayatımın en büyük gururu, şerefi, bu büyük ve soylu ailenin, destansı davanın genel başkanı olmak olmuştur. Hepinizi Allah’a emanet ediyorum. Yolunuz açık olsun.”

                              Yorum

                              • fuga
                                Senior Member
                                • 27-08-2004
                                • 6397

                                #30
                                Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

                                Jacques Chirac ( 1932)
                                Paris'te 1932'de doğan Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, 1995'de François Mitterand'ın görev süresinin dolmasının ardından bu göreve getirildi. Muhafazakar politikacı Chirac, 1974-76 ve 1986-88 yılları arasında başbakanlık görevinde bulunmasının yanı sıra 1977-95 yılları arasında da Paris Belediye Başkanlığı yaptı.

                                Sert dış politika ve güçlü ulusal hükümet fikrini savunan Chirac, bu düşünceleriyle Fransa eski Devlet Başkanı Charles de Gaulle'un görüşlerine yakın görünüyor. Chirac bu yüzden sıkı bir "de Gaulcü" olarak tanımlanıyor.

                                1954'te Institut d'Etudes Politiques'den siyaset bilimi diploması alarak mezun olan Chirac, 1956'da orduya katıldı. Cezayir'e gönderilen Chirac, bu Fransız sömürgesinde bağımsızlık istemiyle başkaldıranlara karşı savaştı. Fransa'ya 1957'de dönmesinin ardından 1962'de daha sonra başbakan olacak Georges Pompidou'nun saflarına katılarak politikaya atıldı. 1972'de tarım, 1974'te içişleri bakanlığı görevlerine atandı. 1974'te Pompidou ölünce Valery Giscard d'Estaing Devlet Başkanı oldu. Chirac ise başbakanlığa atandı.

                                Giscard ile birçok konudaki görüş farklılıkları Chirac'ın 1976'da başbakanlıktan istifasına neden oldu. 1977'de yapılan yerel seçimlere katılarak Paris Belediye Başkanı seçilen Chirac 1995 yılına dek bu görevde kaldı. Chirac, Belediye Başkanlığı süresince yeni kütüphaneler yapılması için başlatılan bir girişime öncülük etti, yaşlılara, sakatlara, dul annelere iş imkanları sağlayarak, Paris halkının gözünde popülaritesini artırdı.

                                Üçüncü denemede cumhurbaşkanı
                                1981'de cumhurbaşkanlığı için adaylığını koydu ancak sosyalist Mitterand'a karşı seçimleri kaybetti. 1988'de bir kez daha cumhurbaşkanlığı için adaylığını açıklayan Chirac, yine Mitterand karşısında yenilgiye uğradı. Chirac, 1994'te üçüncü kez cumhurbaşkanı adayı oldu ve bu kez 1995'te yapılan seçimi, oyların yüzde 53'ünü alarak kazandı.

                                Chirac'ın cumhurbaşkanlığı programı, ülkede işsizliğin azaltılması, vergilerin düşürülmesi, Fransa ordusunun gönüllülere dayalı bir yapıya kavuşturulması konularından oluşuyor. Chirac dış politikada ise Mitterand'ın yolundan ilerleyerek Avrupa'nın bütünleşmesi ve tek Avrupa para birimine geçilmesi konularını destekliyor.
                                Xxxxx

                                Yorum

                                İşlem Yapılıyor