Biyografiler(Yaşam Öyküleri)...Sürekli Güncel

Kapat
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Gösterim
Clear All
yeni mesajlar
  • fuga
    Senior Member
    • 27-08-2004
    • 6397

    #46
    Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

    Fahrettin Altay ( 1880)- (26.01.1974)


    Fahrettin Altay
    İşkodra 1880 doğumludur. 1899'da Harp Okulu'nu, 1902'de Harp Akademisi'ni bitirdi. Birinci Dünya Savaşı'nda, Çanakkale, Romanya ve Filistin Cepheleri'nde görev aldı. Kurtuluş Savaşı başlarken Konya Onikinci Kolordu komutanı idi. Milli Mücadelede Beşinci Süvari Kolordusu Komutan oldu.

    Konya’da İkinci Ordu Komutanı olarak bulunduğu sırada çevre düzenlemesi adı altında pekçok ata yâdigârı tarihî eserin yıkılmasına göz yumdu. Prof. Dr. Osman Turan Selçuklular zamanında Türkiye Târihi adlı eserinin 689. sayfasında; “Selçuklularda büyüklerin ve pâdişahların cesetleri mumyalanarak gömüldüğü için sultanların da naaşları türbenin alt kısmında mumyalı olarak bir arada bulunmaktadır. Fakat ne yazık ki bir kumandan zamanında bu kısım açılmış ve bu cesetleri dağınık bir duruma getirilmiştir.” diyerek Selçuklu sultanlarının cesetlerinin yerinden alınarak dağıtıldığını bildirmektedir. İbrahim Hakkı Konyalı da Konya Târihi adlı eserinin 584-585. sayfalarında Selçuklu sultanlarının cesetlerinin köpekler tarafından parçalandığını görgü şâhidi Müzeler ve Kütüphâneler Umum Müfettişi Ahmed Tevhid Beyin ifâdesine dayanarak anlatmıştır. Birçok türbe, câmi ve mescidin bu dönemde yıkıldığı aynı eserde bildirilmiştir.

    Başkumandanlık Meydan Savaşı'ndan sonra dağılan Yunan Ordusunu İzmir'e doğru kovalayan Fahrettin Altay komutasındaki Türk süvarileri, 9 Eylül'de İzmir'e girerek, milletimize kurtuluşun müjdesini verdiler.Orgeneral rütbesini alıp Yüksek Askeri Şura üyeliğinde bulunan Fahrettin Altay Birinci Dönem Mersin, İkinci Dönem İzmir milletvekiliydi. 1.11.1924'te istifa ile ayrıldı. Sekizinci Dönemde Burdur Milletvekilliği yaptı.26 Ekim 1974'te öldü..

    ESERLERİ
    Fahreddin Altay’ın Türkiye İstiklâl Muhârebâtında Süvârî Kolordusunun Harekâtı, İstiklâl Harbimizde Süvârî Kolordusu, İslâm Dini, On Yıl Savaşı ve Sonrası 1912-1922 adlı eserleri vardır.Türkiye İstiklal Savaşları'nda Süvari Kolordusu'nun Harekatı" isimli kitabı, 1925'te yabancı dillere tercüme edildi.

    Yorum

    • fuga
      Senior Member
      • 27-08-2004
      • 6397

      #47
      Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

      Hızır Reis </B>
      HAKKINDA YAZILANLAR

      Büyük Türk denizcisi Hızır Reis
      İrfan Öztatura
      Türkiye 05 Kasım 2003

      Oruç Reis’in şehadeti ile mesuliyeti bir anda omuzlarında bulan Hızır Reis’in “nerde kalmıştık”, “ne yapmalıyım” deme fırsatı bile olmaz. Zira İspanyollar yüz barçalık bir donanma ile gelir Cezayir’e dayanırlar. Yetmez, Tlemsen beyinin uğruları çığlık çığlığa saldırıya kalkarlar.
      Küffar komutanı, deryayı adeta gemiyle kaplar ve gelip “kardeşine neler ettiğimi gördün, bari sen canını kurtar” diye haber yollar. Hızır Reis “ne yani” der “benden cennetten kaçmamı mı istiyorsunuz? Varın bildiğiniz gibi yapın.”
      Hızır Reis iç kaleye çekilir gibi yapar, karaya çıkan küffara dokunmaz. Ne zaman ki mühimmatın indiğine kani olur, dehşetli bir ateş açar. Yirmibin kafir kırılır, beşbini elinden kaçar. Küffar bu kez limanı gemilerden vurmaya kalkar ama bakın şu Allah’ın işine hava fel&#226;ket bozar, çoğu alabora olup batar. Denizden kaçanlar gazilerin eline düşer, bir deniz vurur, bir Hızır paralar. Mücahidler Cenab-ı Hakk’a şükr eder, birlikte secdeye varırlar.
      Hızır Bey hadise soğumadan Tilis’i feth eder ve silbaştan İspanya sahillerini vurmaya başlar. Deryada yüzen ne varsa Türklerin eline geçer, adamlar limanlarında mahpus kalırlar. Hızır Reis destanlaşır, adı bir anda Barbaraşo’ya çıkar.
      O yıl o kadar esir alırlar ki mahkumların sayısı nüfuslarını aşar. Aslında Müslümanlar kölelerine eziyet etmez, birlikte yer, beraber çalışırlar. Zincire vurmaz, canlarını yakmaz, ortalıkta dolanmalarına da ses çıkarmazlar. Ancak Kırando Kaptan adlı eski bir amiral mahkumları ayaklandırmaya kalkar. Hızır Bey rüyasında uyarılır ve onları suç üstü yakalar. İbret-i alem için alayını paralar, kör kuyulara atar. İspanya kralı Kırando’nun cesedi için hesapsız para teklif eder ama Hızır Reis “murdarın ticareti olmaz” der, bahsi kapar.
      Hızır Bey esirler için bir mahpushane yaptırır, Endülüs’ten kaçan Müslümanları yanına alır ve silahsız surları 400 topla donatır. Evet, Şimdi deryaya açılma zamanıdır.

      Hayreddin ve Nasreddin
      Hızır Reis kuru cengaver değil gönül adamıdır. “Başına buyruk bey olacağıma, Osmanlıya er olayım” der ve Hacı Hüseyin ağayı emsalsiz hediyelerle donatıp İstanbul’a yollar. Sultan Selim, onları hoş karşılar, Hızır L&#226;l&#226;m “Hayreddin ve Nasreddin’dir” buyururlar. İşte o günden sonra Cezayir’de padişah adına hutbe okunur, burçlara Osmanlı bayrağı asar, deryada “üç hilal” dolandırırlar.
      Hızır Reis, yöre beylerinden çok bizardır. Kimi destekleyip koltuğa oturtsa ihanetine uğrar. Mesela göreve eliyle getirdiği Kadıoğlu ve Kara Hasan saltanatın tadını alınca bambaşka biri olurlar. Hızır Reis fesatçıları tek tek toplar, bunların nasıl fırıldak olduklarını bilir ama yine de kıyamaz. Cezayir’de süküneti sağlamak üç yılına mal olur, ne zaman ki rüyasında Serveri K&#226;inat’ın bizzat eşyalarını taşımaya geldiğini görür, hemen o gün derlenip, toparlanır.
      Ancak Kadıoğlu büyük bir pişmanlık ile gelip boyun kırar. Hızır Reis ne getirdiği hediyeleri alır ne de yüzüne bakar. “muradın bu muydu” deyip kale anahtarını önüne atar ve çıkar. Yıllardan sonra ilk kez deryanın bağrında yatar. Reis’in yeni üssü Cicel olur.. Cezayirliler yetim kalır, Hızır Babalarını çok ararlar.
      O günlerde Berberi ülkesi kıtlık yaşamaktadır. Hızır Reis kısa bir turun ardından 7 gemiyle döner ki tepeleme yağ, bal doludur. Aldığı 700 esir cabasıdır. İşleri rast gider, memlekette tuz bitse önlerine tuz gemisi çıkar. İspanyol kafirinin elinden binlerce Tunusluyu kurtarır, Afrikalı denizcileri aralarına alırlar. Cicel ve Cerbe zenginleşirken Cezayir’de aksaklık, zulüm alır başını gider. Endülüs’ten kaçanlara bile kapı açmaz, utanmadan üzerlerine ateş açarlar. Halk Hızır Reis’in kıymetini çok iyi anlar. Kadıoğlu’nu elleriyle paralar, Karahasan’ı İspanyollara sığınamadan yakalar ve boğarlar. Sıra gelir Tlemsen beyine. Hızır Bey kendi adına hutbe okutup, sikke kestirerek Selim Han’a kafa tutan beyi yakalar. Yerine oğlunu geçirirken “babanın başına gelenleri gördün” der “bak ayağını denk al!”

      Cezayir’e huzur gelir
      Kuzey Afrika’da öyle günler yaşanır ki kurtla kuzu dost olurlar. Ancak Ada Kalesi (limanın içine sokulmuş sarp bir hisardır) kafir kaynarken huzurları olmaz. Burası küffarın en uç üssü olduğu için içi zahire ve cephane kaynar. İki tüfeği olan İspanyol, birini buraya yollar. Cezayir’de ezan-ı Muhammedi okunsa, minareye ateş açarlar. Değil başını, parmağını gösterene kurşun yağdırırlar. Hızır Bey kaleyi ele geçirir ve tahrip ettikleri ne kadar ev, mescid varsa yine onlara onartır. Başlarına da liderlerini atar. Kafirler kendi komutanlarına “bu kadar yıktıracak ne vardı” diye çıkışırlar.
      İspanyol kralı, Ada kalesinin alındığından habersizdir. Burayı güçlendirmek için malzeme yüklü 9 kadırga yollar. Adamlar paşa paşa gelip yem olurlar. Hızır Reis onları sorgular, kralın Barselona’da olduğunu öğrenir. Aydın Reis o havalide yıkmadık şehir girmedik kale bırakmaz. Kral ortaya çıkacak yerde, üstlerine donanma yollar. Aydın Reis hal ehlidir, rüyasında Hızır Beyi görür “üzerinize 15 kadırga geliyor. Ansızın aralarına dal ve kaptan gemisine çat” buyurur. Aydın Reis denileni yapar, üçünü batırır, üçünü yakar ve kalan dokuzunu ele geçirip, peşine takar.
      Bu ganimet fukaranın yüzünü güldürür, nice kızcağıza çeyiz düzer, sayısız yetimin düğününü yapar.

      Yorum

      • fuga
        Senior Member
        • 27-08-2004
        • 6397

        #48
        Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

        Hekimoğlu İsmail ( 1932) </B>


        1932 yılında Erzincan'da doğdu. Asıl adı Ömer Okçu'dur. Dedesinin ismi olan Hekimoğlu İsmail imzasıyla yazılarını yazdı. Babası, İstikl&#226;l Savaşı sırasında Kazım Karabekir Paşa'nın emrinde 4 yıl askerlik yaptıktan sonra, memleketine döndü. Astsubay emeklisi olan Hekimoğlu İsmail, görevi sırasında Amerika'da elektronik üzerine ihtisas yaptı.1967'de meşhur Minyeli Abdullah romanını yazdı. O günden bu yana pek çok dergi ve gazetede yazılar yazan Hekimoğlu İsmail'in, 20'den fazla eseri vardır. 1950'den itibaren çeşitli zamanlarda yazıları dolayısıyla mahkemelere verildi.Yurtiçi ve yurtdışında yüzlerce konferans verdi. Halen Zaman gazetesinde makaleleri yayınlanan Hekimoğlu İsmail'e, Harran Üniversitesi tarafından "Edebiyat Doktoru" unvanı verilmiştir.

        ESERLERİ: 1- Minyeli Abdullah (Roman), 2- Maznun (Roman), 3- Menan Cinleri (Hik&#226;yeler), 4- Bir Millet Uyanıyor, 5- Düşünceler, 6- Yokuş, 7- Yapraklar, 8- Mum, 9- İnsan Bu, 10-Sevdalı Şiirler 1 (Derleme), 11- İyiliğin Kaynağı, 12- Sevdalı Şiirler 2 (Derleme), 13- 100 Soruda Bediüzzaman, 14- Sonsuza Yürüyüş, 15- Müslüman ve Para, 16- İlimler ve Yorumlar, 17- Derdimi Seviyorum (5 Cilt), 18- Ölüm Yokluk Mudur? 19- Neye Nasıl İnanırım?, 20- Güneşi Arayan Adam, 21- Mehmed Akif'e Göre, 22- Hayata Düşülen Dipnotlar.

        Yorum

        • fuga
          Senior Member
          • 27-08-2004
          • 6397

          #49
          Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

          İbrahim Paşa ( 1789)- (1848) </B>
          İbrahim Paşa, 1789'da Kavala'da doğdu. Babası Kavalalı Mehmed Ali Paşa'dır. Babası Mısır'da yarı bağımsız bir idare kurduğu sırada İbrahim İstanbul'daydı. İbrahim, buradan Mısır defterdarlığına tayin edildi. Kölemen ve Vahhabilerin isyanlarını bastırmak üzere Said'e (Yukarı Mısır) gönderildi. Burada Bedevilerle mücadele etti. Vahhabi hareketi Suriye ve Irak'ı tehdit etmeye başlayınca, babası tarafından bu sorunu çözmekle görevlendirildi. İbrahim, bunun üzerine 1816 yılında Hicaz'a hareket etti. Bir süre Medine'de kaldı. Halka iyi davranarak kendine taraftar topladı. Bu sırada kendisine "Paşa" ünvanı verildi. El-Reis ve El-Şekre gibi önemli yerleri ele geçiren İbrahim Paşa, isyanı bastırdı. Mora isyanı başlayınca, Osmanlı devleti tarafından yardımı istenen Kavalalı Mehmed Ali Paşa, isyanın bastırılması işini oğlu İbrahim Paşa'ya verdi. İbrahim Paşa, Osmanlı donanması ile birleşmek üzere Rodos'a gitti. Sonra Mora'ya geçti. Modon'a girdi. Navarin'i kuşattı ve teslim olmaya zorladı. Yunanlılara yardıma gelen İngiltere, Fransa ve Rusya, Navarin'de Osmanlı donanmasını yaktı. Bu sırada Yunanistan bağımsızlığını ilan etti. İstediği Suriye valiliğini alamayan Kavalalı Mehmed Ali Paşa, İbrahim Paşa'yı Suriye'ye gönderdi. Kısa sürede Kudüs ve Nablus'u aldı. Sur, Sayda, Beyrut ve Trablus gibi şehirleri ele geçiren İbrahim Paşa, burada sükuneti sağlamaya çalıştı. Müslüman olmayanlara bazı imtiyazlar verdi. Halkın ve Avrupalıların takdirini kazandı. Üzerine yollanan Osmanlı kuvvetlerinin hepsini yenen İbrahim Paşa, Adana'ya kadar ilerledi. Daha sonra da Osmanlıların kendisini durdurmak için atadıkları Mehmed Reşid Paşa ile karşılaşmak üzere Konya'ya gitti. Yapılan savaşta İbrahim Paşa, Osmanlı Ordusunu yendi ve Kütahya'ya kadar ilerledi. Yapılan Kütahya antlaşması gereği Suriye, Filistin ve Adana Mısır'a bırakıldı. İbrahim Paşa Suriye genel valiliğine getirildi. Bir süre sonra, Kavalalı Mehmed Ali Paşa ve Osmanlılar arasındaki antlaşmazlık, Mısır valiliğinin veraset usulü ile (hidivlik) Mehmed Ali Paşa ailesine bırakılması ile son buldu. İbrahim Paşa, bu gelişmelerden sonra Suriye'yi terk etti ve Mısır'ın içişleri ile uğraşmaya başladı. Babasının yaşı ilerleyince Mısır idaresini eline aldı. İstanbul'a çağrılarak valiliği tasdik edilen İbrahim Paşa, Mısır'a dönüşünden kısa bir süre sonra, 1848 yılında Kahire'de öldü.

          Yorum

          • fuga
            Senior Member
            • 27-08-2004
            • 6397

            #50
            Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

            İskender Pala ( 1958)
            1958 Uşak doğumlu. İ.Ü. Edebiyat Fakültesi'ni bitirdi (1979). Divan Edebiyatı dalında doktor (1983) ve doçent oldu (1993). Edebiyat araştırmacısı olarak çeşitli ansiklopedi ve dergilerde bilimsel ve edeb&#238; makaleler yayınladı. Ortaokul ve liseler için ders kitapları yazdı. 1982 yılında teğmen rütbesiyle intisab ettiği Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde çeşitli görevlerde bulundu ve denizcilik tarihi araştırmaları yaptı. Halen binbaşı rütbesi ile Tarihi Deniz Arşivi'nde çalıştı,emekli oldu. Zaman gazetesinde köşe yazarlığı ve İstanbu Kültürl Üniversitesinde
            Öğretim üyeliği yapmaktadır.
            ESERLERi:

            ŞAiRLERiN DiLiNDEN

            Üzerinden asırlar geçmiş olsa da, bütün Osmanlı zamanlarının aşklarını, sevinçlerini, hüsranlarını, hicranlarını, talihlerini, vuslatlarını vs. ulaşılmaz bir zarafetle anlatan söz sultanlarının beyitleriyle yoğrulmuş yüksek bir medeniyetin efsane ve tarihinden, edebiyat ve şiirinden, latife ve nüktesinden, folklor ve sosyolojisinden, siyaset ve felsefesinden izler bulacağınız bu kitapta elli adet makale yer almaktadır ve siz, eski söz sultanlarıyla yakından tanışmayı; yahut bir parça da tarihte yaşamayı hiç merak etmiyor musunuz?

            DiVAN EDEBiYATI

            Bu kitabın sayfalarında Divan edebiyatının kaynaklarından şekil bilgisine; türlerinden edeb&#238; sanatlarına dek her sorunuza cevap olacak mal&#251;mat, bir bütün olarak verilmiştir.

            Yorum

            • fuga
              Senior Member
              • 27-08-2004
              • 6397

              #51
              Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

              Kazım Dirik </B>
              1880 yılında doğdu. 1899 'da Harp Okulu'nu, 1912'de de Erk&#226;n-ı Harbiye'yi bitirerek kurmay yüzbaşı oldu. I. Dünya Savaşı'nda Çanakkale ve Suriye cephelerinde savaştı. Mustafa Kemal'in ordu müfettişi olarak Samsun'a gönderilmesini, o sırada kurmay başkanı olan Kazım Dirik sağlamıştır. 1922'de generalliğe yükseldi. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra askerlikten ayrılan K&#226;zım Dirik, Bitlis ve İzmir'de valilik yaptı. İzmir'de valilik yaptığı dönem Mustafa Kemal'e İzmir suikastı teşebbüsünün düzenlendiği dönemdir. 1935'te atandığı Trakya Bölgesi Genel Müfettişliğini ömrünün sonuna kadar sürdürdü. 1941 yılında öldü.
              X

              HAKKINDA YAZILANLAR

              1.Babam General Kazım Dirik ve Ben
              Orhan Dirik
              Yapı Kredi Yayınları / Edebiyat Dizisi

              General Kazım Dirik: İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin ilk üyelerinden; Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919 günü "9. Ordu Kıtaatı Müfettişi" olarak Samsun'a çıktığı sırada onun "Erkan-ı Harbiye Reisi"; İzmir suikasti sırasında İzmir valisi. Ayrıca yıllar boyunca devlet katında pek çok üst düzey görevin ehil sahibi. Altmış yıllık bir ömre sığmış bu Cumhuriyet tarihinde bir küçük oğulun, 1913 doğumlu Orhan Dirik'in de yeri var. Şimdi bu oğul, babasıyla "ilk kez bilerek" tanıştığı 1916'dan onu kaybettiği 1941'e kadar, babasına ve kendisine dair hatırladıklarını yazıyor: Birinci Dünya Savaşı ve Mütareke yıllarında başlayan ve nerdeyse, 1920'de henüz yedi yaşındayken gittiği Almanya'da başlayıp yıllarca süren tedavi sürecinden ibaret bir çocukluk; 1930'lu yıllarda Münih ve Berlin'de mühendislik eğitimiyle geçen -ve yaşanan 85 yıla rağmen hala süren- bir gençlik... Ve karşılaşılan, tanışılan, birlikte eğitim görülen, akraba olunan nice insan: Atatürk, Hitler, Kazım Taşkent, Muammer Karaca, Nevhiz Işıl, Jale İnan... fotoğraflar ve belgelerle...

              Yorum

              • fuga
                Senior Member
                • 27-08-2004
                • 6397

                #52
                Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

                Karayılan . ( 1888)- (24.05.1920)

                Karayılan ( 1888 - 24 Mayıs 1920 )

                Asıl adı Mehmet olan Karayılan; Gaziantep’in 40 km. kuzeyinde Kahramanmaraş ili Pazarcık ilçesi Höcüklü köyü Elifler mezrasında 1888 yılında doğmuştur.

                Karayılan, hayvan sürüleri bulunan ve çevresine göre zengin sayılan bir köylü ailesine mensuptu. Karayılan’ın babası 1904 yılında Ermeni eşkıyaları tarafından obasına yapılan baskın sırasında şehit edilmiştir. Bu tarihte Karayılan 16 yaşındaydı.

                Genç yaşta yalnız kalan Karayılan, kendi kendine okuma-yazmayı öğrenmiş, bir süre köy imamlığı yapmıştır.

                Birinci Dünya Savaşı’nda Rus Cephesinde savaşmış, çeşitli yararlıklar göstermiş ve çavuşluğa terfi ettirilmiştir. Bu savaşta ayağından yaralanarak Malatya Hastanesi’nde tedavi edilen Karayılan, daha sonra köyüne dönmüştür. Hükümet kuvvetleriyle birlikte eşkıya Bozan Ağa’yı vurmuş, avanesini dağıtmıştır.

                Antep savaşı şiddetlenince çetesiyle Karabıyıklı’da düşmana ilk ve kesin darbeyi indiren Karayılan, Kuv&#226;-yi Milliye safına katılmıştır. Daha sonra Dülük köyüne gelerek şehri kuşatan Fransız çemberini yarmış ve Antep’e girmiştir. Karargah olarak önce Bekirbey sonra Karagöz camisini kullanmıştır. Şehir içi ve şehir dışı savaşlarına katılmıştır. Kendisine Şıhın Dağı’ndaki ( Sarımsak Tepe ) Fransızları püskürtmesi emri verilen Karayılan, bu çarpışmada ( 24 Mayıs 1920 tarihinde ) şehit düşmüştür.

                Bu olayla birlikte Karayılan ismi, Antep Halkını temsil eden kahramanlardan biri olmuştur.
                xxxxxxxxx

                KIZININ AĞZINDAN KARAYILAN'IN GERÇEK HİKAYESİ
                Zaman 6 Aralık 2007

                Bugünlerde insanları ekranlara bağlayan bir hadise var: Karayılan dizisi. atv'nin bu çok izlenen yeni dizisi, Kurtuluş Savaşı sırasında Antep halkının bir aşiret reisi önderliğinde Fransız işgaline karşı direnişini anlatıyor.

                Artık tarih kitaplarında didaktik bir ders olarak yerleşen Kurtuluş Savaşı yıllarında yaşanan Gaziantep Savunması, bugün din, dil, etnik farklar yüzünden birbirini yiyen insanlara yaklaşık 90 yıl önceden çok güzel bir cevap veriyor. Bu cevabı verenler vatan ve özgürlük tutkusundan başka doğru bilmeyen, Türkler'in, Ermeniler'in ve Kürtler'in yaşadığı bir bölgenin çocuklarıydı. Bütün yokluklar ve imk&#226;nsızlıklar içinde hiçbir yerden yardım almadan Birinci Dünya Savaşı galibi Fransız ordusuna karşı eşi benzeri az görünen bir şehir savaşı verdiler. Fransız ordusuyla şehirlerini geri almak için 11 ay bütün gücüyle savaşan, o günlerin deyimiyle Ayıntap (Antep) halkı sadece kendi şehirlerini değil, dilden dile yayılan kahramanlıklarıyla da tüm Güneydoğu Anadolu'yu bir istiladan kurtarmış oldu. Gaziantep Savunması'nda hayatını kaybeden 6317 sivilden ilk akla gelense daha çok "Karayılan" lakaplı Molla Mehmet oldu.
                Yeni Aktüel Dergisi Molla Mehmet'in 88 yaşındakı kızını Kahramanmaraş'ın Pazarcık İlçesi Höcüklü Köyü Elifli mezrasında bularak görüştü. İşte Selvi Sevimli'nin ağzından Karayılan'ın gerçek hikayesi:
                "Babam Molla Mehmet Birinci Dünya Harbi'nde Rus Cephesi'nde savaşmış, adı batası Sarıkamış'tan sağ gelmiş. Ayağından yaralanmış. O zaman Erzurum hastanesine taşımışlar, sonra da Malatya'ya hastaneye getirmişler. İyileşince de 'Savaş bitti, git evine' demişler. Geri dönünce babamı aşiretin başına geçirmişler. Karayılan için 'çoban idi', 'ırgat idi' derler ama babam Kabalar aşireti reisidir. Ayıntap'a düşman geldiğini duyunca bütün malını satıp silah almış."

                Selvi kadının anlattığına göre Karıyalan hayvan sürüleri bulunan ve etrafına göre zengin sayılan bir ailenin çocuğuymuş. Bahar ve yaz aylarında Adıyaman ve Maraş yaylalarında kışın ise Antep'in 45 km kadar kuzeyinde konaklayan bir aşiretin reisiymiş. Ermeni eşkiyasının babasını öldürdüğünde 16 yaşında bir delikanlıymış. Yaylalarda sürülerini otlatırken, bir çok eşkiyayla karşılaşmış. Bu durum onun az zamanda usta bir silahşor olarak yetişmesine sağlamış. Savaştan gledikten sonra düşman kuvvetlerinin Antepe girdiğini gören Karayılan bütün alını bu yolda harcamaktan çekinmemiş.

                Selvi kadın şöyle devam ediyor: O zaman hükümet zayıf idi. Bize hükümet bakamadı. Babam baktı. Koyunlarımızı satarmış, öközleri satarmış, sana diyeyim ekinimizi çubuğumuzu satarmış, katır yükleriyle silah satıp Fransız'a karşı çeteleri silahla donatmış. Malını satmasına ailesinden karşı çıkanlar olmuş. "Sen aklını mı yitirdi? Bu kadar hayvanı, malı satıp sen nereye gidiyorsun" diyen anasına Karayılan, 'Ana Rus'un, Ermeni'nin yaptıklarını görseydin, şimdi sen de durmaz giderdin" dermiş."

                Bana yardım etmek için geldiler buralara. "Sana aylık bağlayacağız" dediler ama istemedim. Etme dedim bara yardım. Allah'a şükürbenim yardıma ihtiyacım yok. Şimdilerde çok lafımı ediyorlar ama aslında babamı pek sevmediler. Ben anlatınca hep dediler ki senin baban Kürt idi. Molla Mehmet Karayılan Kürt idi; ben de Kürt'üm. Ne yapayım, inkar mı edeyim! Atatürk, Kazım Karabekir Paşa'yla düşmanı Antep'e sokma diye telgrafla haber etmiş Karayılan'a, Sarımsak Tepe'de istihkam yapmışlar, kendi oradan gavura hücum ediyor. Ayağa kalkınca vurulmuş göğsünden. Askerine "kaçman yiğitlerim, vurun namus gidiyor, Antep gidiyor" diye bağırıp askerini kaçırmamış. Sonra diyorlar ki senin baban Kürt idi. Kürt'ü Türk'ü mü olur, bu toprağın sahibiyiz biz"

                Yorum

                • fuga
                  Senior Member
                  • 27-08-2004
                  • 6397

                  #53
                  Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

                  Kılıçarslan
                  Kılıçarslan Anadolu Selçuklu Sultanlığı’nın kurucularından olup; Haçlı ordularına karşı Anadolu’yu ve hatta bütün İslam alemini müdafaa eden bir Türk hükümdarıdır. Vatan topraklarının nasıl müdafaa edilmesi lazım geldiğini, bu uğurda yaptığı kanlı mücadelelerle bütün insanlığa ispat etmişti.

                  Kılıçarslan olmamış olsaydı, belki bugün Anadolu’da bir Türk hakimiyeti yerine bir Latin devleti mevcut bulunacaktı.Anadolu kıtası; 26 Ağustos 1071 yılında Alpaslan’ın Bizanslılarla yaptığı Malazgirt Meydan Savaşı ile fethedilmişti. Bu fetih üzerine Horasan ellerinde bulunan birçok Oğuz Türkmen oymakları, Anadolu’nun çeşitli yerlerine yerleşmişlerdi.

                  Anadolu’nun kuzey bölgesinde Oğuzların Bozok kabileleri, güney bölgesinde de Üçok kabileleri yurt tutmuştu. Büyük kütleler ise Orta Anadolu’yu doldurmuştu. Bunların çoğu Kınık kabileleri idi. İlk etapta Anadolu’ya bir milyon Türkmen gelmişti. Bunların bir kısmı hayvan sürülerine sahip olduklarından Yörük kaldılar. Bir kısmı da toprağa yerleşerek çiftçi oldular. Ancak, Anadolu’nun Marmara kıyıları henüz Bizanslıların elinde bulunuyordu. Marmara havzasının fetihlerine Kutulmuş oğlu Süleyman ile kardeşi Mansur gönderilmişti.

                  Bu iki kardeş, Anadolu’nun fetih olunmamış kısımlarını Türk topraklarına katarak Anadolu Selçuklu Sultanlığı devletini kurdular. Fakat bu iki kardeş birbiriyle uğraşmaya başladılar. Bunun üzerine büyük Selçuklu Hakanı Melikşah, Mansur’un üzerine Porsuk Bey ve kuvvetlerini gönderdi. 1077 tarihinde Mansur mağlup edilerek öldürüldü. Melik Şah, Anadolu’nun idaresini Sultan unvanıyla Kutulmuş oğlu Süleyman’a bıraktı. İşte, bu şekilde Anadolu Selçuklu Sultanlığını kuran Aslan’ın torunu Kutulmuş oğlu Süleyman oldu. Anadolu’da bu devlet 1077 yılında kuruldu. Anadolu Selçuklularından on yedi hükümdar gelmişti.
                  Kutulmuşoğlu, Konya şehrini merkez yaparak Bizanslılarla savaşlara girişti. İznik şehrini fethettikten sonra burayı merkez yaptı. Bir müddet sonra Antakya’yı da fethetti. O zaman Melikşah’ın kardeşi Tutuş ile harbe girişerek yenildi. Bu olay onu olumsuz olarak çok etkiledi ve sonunda intihar etti.

                  Kutulmuşoğlu Süleyman’ın ölümü ile Anadolu’da karışıklıklar baş gösterdi. Beyler her tarafta bağımsızlıklarını ilan ettiler. Süleyman’ın oğlu Kılıçarslan, Büyük Selçuklu İmparatoru tarafından hapse atılmıştı.

                  Anadolu’nun karışıklığını ancak Kılıçarslan düzene koyabilirdi. Dört yıl sonra Kılıçarslan, Melikşah tarafından Konya’ya gönderildi. Kılıçarslan babası zamanından kalan büyük kumandanları başına topladı. İznik şehrini tekrar zaptederek burayı kendisine merkez yaptı. Bundan sonra bağımsızlık hevesinde bulunan bütün beyleri ortadan kaldırdı. Bu suretle babasının elde ettiği bütün toprakları tekrar ele geçirdi. Bir donanma yaparak Çanakkale Boğazı önlerindeki adaları birer birer fethetti.

                  Kılıçarslan çok yiğit, aynı zamanda pek cesur bir hükümdardı. Anadolu’nun birliğini kurmaya muvaffak oldu. Bu sebeple şöhret ve namı her tarafa yayıldı. Kılıçarslan’ın en büyük amacı Bizanslıların elinden İstanbul’u almaktı. Bu amacına ulaşmak için Marmara kıyılarında bir tersane kurup çok sayıda harp gemileri yaptırdı. Türklerin bu hazırlığını gören Bizanslılar telaşa düştüler.
                  O zamanlar Bizans tahtında Yedinci Mihal Dükas bulunuyordu. Türklerin kara ve deniz kuvvetleriyle başa çıkamayacağını anlayınca, Roma’da oturan Papa Yedinci Greguvar’a elçiler gönderdi. Papaya, batı devletlerinin yardımına muhtaç olduğunu bildirdi. Eğer bu yardım gelmezse, İstanbul Türklerin eline geçecek ve Doğu Roma İmparatorluğu tarihe karışacaktı. Papa, Ortodoksların Katolik kilisesine müracaatını kendi menfaatine uygun buldu. İleride bu iki kilisenin birleşeceğini düşündü. Bu sebeple Batı Avrupa devletlerinden 40,000 kişilik bir ordu toplanılarak İstanbul’a gönderilmesi için çok çalıştı. Fakat muvaffak olamadı.

                  Bizans’ı korku sardığı sıralarda, Kılıçarslan durmadan donanma yaptırıyor; bir an öne İstanbul’u Türk topraklarına katmayı arzu ediyordu. O devirde Avrupa’da din&#238; taassup çok şiddetli idi. Papazların halk üzerinde büyük tesirleri vardı. Bütün papazlar, Hazret-i İsa’nın doğduğu mukaddes Kudüs şehrini İslamların elinden kurtarmak için halkı haçlı seferine teşvik ediyorlardı. Bilhassa Fransa’da kurulmuş olan Kloni tarikatının halk üzerinde etkisi büyüktü.
                  1095 tarihinde Fransa’nın Klermon şehrinde Papa İkinci Urban, ruhan&#238; bir meclis topladı. Bu meclise on dört başpiskopos, iki yüz elli piskopos, dört yüzden fazla papaz katıldı. Ayrıca birçok da şövalye bulundu. Bu ruhan&#238; meclis, Kudüs’ün İslamlardan alınmasına karar verdi. Bu işe ön ayak olan Piyer Lermit adında bir papazdı. Buna Yoksul Gotye adında bir şövalye de katıldı. Bunların teşvikiyle Avrupa’da büyük bir haçlı ordusu hazırlandı. Bu sel Anadolu’ya akmak üzere idi. Bu seli Kılıçarslan nasıl durdurabilecekti?
                  Haçlı ordusunun sayısı altı yüz bin kişi idi. Haçlı ordusu muhtelif Hıristiyan milletlerinden kurulmuş olup, içinde ihtiyarlar, gençler ve kadınlar da bulunuyordu. Hepsi göğüslerine birer kırmızı Haç takmışlardı. Bu haçlı ordusunun önünde eski Cermen efsanelerinde mukaddes sayılan bir Keçi ile bir de Kaz bulunuyordu. Bu insan seli Batı Avrupa’dan yaya olarak Bizans’a geldi. Bizans imparatoru bu kalabalıktan ürkerek bunların hepsini Anadolu yakasına geçirtti.
                  Kılıçarslan, Anadolu’ya çıkan bu korkunç afet karşısında soğukkanlılığını muhafaza etti. Neye mal olursa olsun, bu müstevli kuvvetlere karşı Türkün öz yurdu olan Anadolu’yu müdafaa etmeğe ant içti. Kılıçarslan, bu büyük kuvvetlere karşı bir gerilla harbi yapmaya karar verdi. Türk kuvvetlerini muhtelif çetelere ayırdı. Şehirlerde bulunan halkı dağlara ve yaylalara çıkarttı.
                  Ambarlarda ne kadar zahire varsa yaktı ve suları da zehirletti. Selçuk askerleri baskın halinde grup grup haçlıların üzerine atılarak ilk çıkan kafileyi bir anda imha etti. Fakat arkadan daha büyük kuvvetler Anadolu’ya çıktılar. Kılıçarslan o büyük kuvvetleri de Eskişehir ovasında yıprattı. Bundan sonra kuvvetleriyle Çorum’a çekildi. Bu durum karşısında bütün Anadolu Türkleri top yekün silaha sarıldı. Saadetini yıkanlarla kanlı mücadelelere girişti. Bu tarihte eşine az rastlanır bir vatan müdafaası idi. Asker&#238; kıtalar her tarafta bir şimşek gibi çakıyorlar; düşmanın yurt tutmasına imkan bırakmıyorlardı. Anadolu şehir ve kasabalarında büyük bir yangın vardı.
                  Bu kıyametin içine girenler de şaşırıp kaldılar. Bunlar nasıl bir millet! Vatanlarını canla başla ne şekilde müdafaa ettiklerini görüp öğrendiler. Nihayet haçlılar kırıla kırıla bir geçit bularak Kudüs’e gidip bir Latin Krallığı kurdular. Fakat güzel Anadolu’da yerleşemediler. Çünkü buranın bekçileri yüksek vatansever ve kahraman Türklerdi. Kumandanları da Kılıçarslan gibi cesur bir yiğitti.
                  Türkler bu şekilde Anadolu için kan döktüler. Bu sebeple Anadolu toprakları Türkün kanıyla yoğrulmuş bir ana vatandır. Kılıçarslan’ın haçlılara karşı kazandığı zaferler onun adını Türk tarihinde ebediyen yaşatmaya kafi gelmiştir. Onun hayatı büyük destandır. Tarih onun (Ebulgazi) unvanını vermişti.
                  Sekiz buçuk ay süren bu kanlı mücadeleden sonra Birinci Kılıçarslan Konya Sarayına yerleşti. Bir sabah sarayından çıkıp bir meydanda toplanmış binlerce esirin arasından geçerken bir ses yükseldi.
                  -Bizler ne olacağız?
                  Kılıçarslan sesin geldiği tarafa baktı. Bu sözü söyleyen genç ve güzel bir esir kızdı. Ona:
                  -Kimsin, ne istiyorsun? Diye sordu.
                  Esir kız:
                  - Savaşta esir düşen Efon Ejyid’in kız kardeşi İzabella’yım. Bir an önce vatanıma dönmek istiyorum! Dedi.
                  Kılıçarslan şöyle mukabele etti:
                  -Biz Türkler, yurdumuzda oturanlara çıkıp gidin! demeyiz, ve yurdumda din ve adetiniz üzere hür yaşayabilirsiniz. Fakat arzu ettiğiniz gün de yurdunuza dönebilirsiniz. Ben vatan hasretini takdir edenlerdenim...
                  Hiç beklemediği şekilde bir cevapla karşılaşan dilber Fransız kız, hem hayrette kaldı, hem de çok sevindi. Kılçarslan, yiğit olduğu kadar da yakışıklı bir Türk delikanlısı idi: bu esire Kılıçarslan’ın yüzüne dikkatli bakarak:
                  -Sizi nerede ziyaret edip minnet ve şükranlarımı bildirebilirim? Diye sordu.
                  -Her saat, nerede bulunursam!
                  Meydana toplanmış olan bütün esirler Türk Hakanının bu yüksek kalpliliğine hayran kaldılar. Teşekkür makamında hepsi birden boyun kestiler. Kılıçarslan bütün esirlere harçlık verilmesini emretti. Eğlence yerlerine gitmelerine de izin verdi. Bir müddet sonra da bu haçlı ordusunun esirleri grup grup memleketlerine iade edildiler. Bu kanlı mücadeleden muzaffer çıkan Kılıçarslan sarayında eşi Sevindik Hatun ve çocukları Şehinşah ve Mesut adlı iki oğlu ve Aydın adındaki kızı ile mesut ve tatlı günler yaşadı.
                  Fakat Kılıçarslan, Suriye’de yaptığı bir savaştan dönerken 1106 tarihinde Fırat Nehrine düşerek boğuldu.

                  Yorum

                  • fuga
                    Senior Member
                    • 27-08-2004
                    • 6397

                    #54
                    Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

                    Napolyon ( 1769)- (05.05.1821) </B>


                    Napolyon Bonapart, 1769 yılında Korsika'nın Ajaccio şehrinde doğdu. Carlo Buanoparte ile Marie Letizia Ramolino'nun ikinci oğullarıdır. Öğrenimini Brienne'de bir okulda yaptı; sonra Paris'teki Askeri Akademiye yazıldı. 1785'te Valence'daki topçu alayına katıldı. 1794'te İtalya'daki topçu birliklerinin komutanlığına getirildi. Paris'teyken Jakoben çevrelerle ilişki kurmuş olduğu anlaşıldığından, La Vendee'ye gönderilmek istendi; bunu kabul etmeyince, görevinden alındı. Paris'e döndükten sonra, Konvansiyona karşı hareketi bastırmak için, Paul François Barras ile Lazare Carnot'un kuvvetlerine katıldı. Olaylar kısa zamanda gelişerek yeni bir anayasanın ve Direktuvarlığın doğmasına yol açtı.

                    Napolyon, 1795 Ekiminde Fransa'daki ordunun başına getirildi. 1796 Şubatında da İtalya'daki ordunun başkomutanı oldu. Bu arada General de Beauharnais'in dul karısı Josephine ile evlendi. 1796 Nisanında ilk İtalya seferinin yaptı. Bu sefer, Napolyon'un ününü yaydı. Stratejik ustalığın bir şaheseri sayılan İtalya seferi, büyük başarı ile sonuçlandı. İmzalanan Campo Formio antlaşması ile Venedik Cumhuriyeti İtalya'ya bırakılıyor, karşılığında da Belçika ve İyon adaları alınıyordu. Bu önemli siyasi olayla devrim cumhuriyeti, Avrupa'nın en tutucu devleti olan Avusturya'ya gücünü göstermiş; Napolyon da İtalya'daki Fransız yönetimini kabul ettirmiş oluyordu.

                    Napolyon, Paris'e döndükten sonra, Direktuvarlık tarafından İngiltere'yi ele geçirmekle görevlendirildi. Direk İngiltere'ye saldıracağına, İngiliz etki alanının en can alacı noktasına saldırmayı uygun bulan Napolyon, Mısır seferine çıktı. Akdeniz'deki İngiliz donanmasını yenilgiye uğrattı, Malta'yı aldı. 1798 Temmuzunda da İskenderiye'ye girdi. Piramitler Savaşı'nda Memlükleri yendi. Ancak Horatio Nelson yönetimindeki İngiliz donanması, Fransız donanmasına saldırarak gemilerini batırdı. Nelson'un başarısı üzerine İngiltere, Osmanlı Devleti, Avusturya ve Rusya, Fransa'ya karşı birleştiler. Birleşik ordu, Rus generali Alexander Suvorov'un komutasında, Napolyon'un ele geçirdiği toprakları geri aldı. Napolyon, 1799 yılında Suriye'ye girdi. Akka'nın Cezzar Ahmed Paşa tarafından başarıyla savunulması ve ordusunda belirgin salgın hastalıklar yüzünden Mısır'a çekildi. Ordusunu burada bırakarak gemi ile Fransa'ya döndü. 9 Kasım 1799'daki hükümet darbesi, Fransa tarihinde yeni bir dönemin başlamasına sebep oldu. Birkaç hafta sonra, anayasada değişiklikler yapılarak yönetim üç konsülün eline bırakıldı. Napolyon "birinci konsül" olarak, Fransa'nın mutlak hakimi oldu. Bazı reformlar yapmaya çalıştı. Devletin dağıttığı kredileri belli bir düzene soktu; 1802 yılında Fransa Bankasını kurdu; idari alanda bazı reformlar gerçekleştirerek valilerin ve belediye başkanlarının siviller arasından seçilmelerini ve kendilerini seçen tek merkeze karşı sorumlu olmalarını sağladı; mahkemeleri ve emniyet örgütünü yeniden düzenledi.
                    Avusturya ve İngiltere orduları hala silahlarını bırakmamışlardı. Napolyon Bonapart, 1800 yılında tekrar İtalya'ya girdi ve Milano'yu aldı. Böylece Avusturya ordusunu ikiye bölmüş oluyordu. Birini kuşatma altında tutarken diğerine saldırdı. Bu saldırıları başarı ile sonuçlandırdı. Jean Victor Moreau'nun Hohenlinden'deki zaferi üzerine, Avusturya İmparatoru, İngiltere ile ittifakını bozmak ve 1801 Şubatında Luneville barış antlaşmasını imzalamak zorunda kaldı.

                    Napolyon kısa zamanda Fransa halkının sevgisini kazandı. Yabancı ülkelerdeki Fransızların, ülkelerine dönüp devletin modernleştirilmesinde kendisine yardımcı olmalarını sağladı. 1804'te yaptığı Code Napoleon (Napolyon Kanunları) halk tarafından da desteklendi. Napolyon, aynı yıl, Paris'teki Notre Dame katedralinde Papa Pius VII'nin eliyle taç giyerek İmparator oldu. Napolyon İmparatorluğu boyunca sayısız zaferler kazandı. Ancak Fransa içinde beliren bazı hoşnutsuzluklara, İngiliz donanmasının gücü, İspanya ve İtalya'da tahta geçirdiği akrabalarına halk tarafından duyulan kin ve nefrete, kendine bağladığı devletlerde beliren milliyetçilik akımları da eklenmişti.

                    Napolyon 1812 yılında Rusya'ya girdi. Ancak yiyecek sıkıntısı, asker kaçakları ve Rusya'nın dondurucu soğuğu gibi sebepler yüzünden, ordunun yönetimi Joachim Murat'ya bırakarak Paris'e döndü. Kendisine karşı düzenlenen hükümet darbesini bastırdıktan sonra yeni bir ordu kurdu. 1813 Ekiminde Leipzig'de yenik düştü. Düşman kuvvetleri 1814'te Paris kapılarına dayanınca görevinden ayrılmak zorunda kaldı. Elbe adasına sürgüne gönderildi.

                    Napolyon'dan sonra Fransa tahtına XVIII. Louis geçirildi. Viyana kongresine katılan bakanlar ve delegeler, 7 Mart 1815'te Napolyon'un kaçıp Paris'e dönmüş olduğunu, halk tarafından büyük sevgi ile karşılandığını öğrendiler. Hemen bir ordu toplayan Napolyon, Belçika'ya saldırdı. Kazandığı önemsiz birkaç zaferden sonra Wellington'un komutasındaki İngiliz ve Gebhard von Blücher komutasındaki Prusya kuvvetleri tarafından 18 Haziran 1815'te Waterloo'da büyük bir yenilgiye uğratıldı.

                    Napolyon, Paris'e dönünce ikinci kez tahttan indirildi. Amerika'ya kaçmak istedi, ancak bunu başaramayınca İngilizlere teslim oldu. İngilizler, onu Atlantik'teki St. Helena adasına götürdüler. Napolyon, son yıllarını bu küçük adada geçirdi ve anılarını yazdırdı. Napolyon 5 Mayıs 1821'de öldü, ancak cenazesi 1840 yılında Paris'e getirilebildi ve İnvalides'e gömüldü. Napolyon'un uşağı tarafından zehirlendiğini ileri sürenler vardır.

                    Askeri dehaya sahip bir komutan olan Napolyon, siyasi bakımdan da önemliydi. Burjuva ihtilalini kendi istediği doğrultuya yöneltmiş; ne eski rejime dönülmesine ne de bir halk hükümetinin kurulmasına yol açmıştır. Waterloo yenilgisinden sonra, Paris halkını silahlandırmaya bu yüzden cesaret edememiştir. Halk, Napolyon için silaha sarılabilirdi ama Napolyon, bu hareketten bir halk hükümetinin doğabileceğini düşünmüştü. Orta sınıfın hakim olduğu merkezi bir hükümet biçiminin yaratıcısıydı. Napolyon'un anlayışına uygun olan bu hükümet biçimini daha sonraki yıllarda başka Avrupa devletleri de benimseyerek uyguladılar. Napolyon, milliyetçilik duygularına pek önem vermezdi; ama İtalya, Polonya, Almanya ve Balkanlarda farkında olmayarak milliyetçilik tohumlarının atılmasına sebep olmuştu.

                    Yorum

                    • fuga
                      Senior Member
                      • 27-08-2004
                      • 6397

                      #55
                      Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

                      Oruç Reis
                      HAKKINDA YAZILANLAR

                      Akdeniz kartalı Oruç Baba
                      İrfan Özfatura bilgi@tg.com.tr
                      Türkiye 4 Kasım 2003

                      Oruç Reis, Ege sularını Rodoslulara dar ettiği yıllarda Hızır Reis ticaretle uğraşır ve iyi kazanır. İki kardeş yıllar sonra Cerbe’de karşılaşırlar ve Hızır Reis de tereddütsüz ağabeyine katılır. Artık Rumlar küçük gelir, İspanyol, Venedik ve Frenk hakimiyetini kırmak için Tunus sahillerini mek&#226;n tutarlar. Sultan, onlara Halk-ul-vad kalesini açar, onlar da ganimetin beşte birini getirip önüne koyarlar. K&#226;h keşiş dağı gibi barçaları, k&#226;h yağ, bal, tahıl yüklü tekneleri zaptedip Tunus’a varırlar. Bunları fakir fukaraya dağıtır, dulların, yetimlerin gönlünü yaparlar. Gariplerin evleri gülistana döner, kilerler ağzına kadar erzak dolar. Bedevi kadınları bile atlas libas kestirir, prensesler gibi dolanırlar.
                      Günün birinde Napoli’den, İspanya’ya asilzade götüren bir kalyona yapışırlar. Oruç Reis’in gemileri bunun yanında sandal gibi kalır ama peşini bırakmaz. Bu gemide yüzlerce muhafız onlarca top vardır ama Türklere dikiş tutturamazlar. İş gelip kılıca dayanınca teslim olurlar. Mahzene kapatılan komutanlar “eyvah başımıza gelene, bunlar daha çok gemi zapteder” diye ağlaşırlar. Tunuslular kalyonu görünce hayretten donakalırlar. İçinden sayısız silah, doğanlar, zağarlar çıkar. İşte Oruç Bey o günden sonra adamlarına top eğitimi verir, kurmayını yetiştirir. Artık askeri gemilere de rampa etmeye başlar, başlarına buyruk bir “donanma” olurlar.

                      Önce kolunu verir
                      Bu arada Avrupalılar toplantı üstüne toplantı yapar, amirallerini peşpeşe deryaya salarlar. Nitekim Cezayir sularında 11 dev gemi bunları sıkıştırır. Oruç Baba leventlerine “Ey yoldaşlar” der, “ne kadar çok olsa da ördek ve kaz. Yeter onlara bir şahin-i baz” Önce demir alıp, yelken kürek kaçmaya başlar, sonra aniden dönüp ikisini zapteder, birini batırırlar. Diğerleri büyük bir korkuya kapılır, Becaye Hisarı’na sığınırlar.
                      Oruç Reis hızını alamaz, yanına kırk elli adam katıp kaleyi basmaya kalkar. Hızır Reis “etme ağam, yapma ağam” dese de “olacak olur sen kalbini geniş tut” deyip karaya çıkar. Altmış kafiri öldürür ama durmaz, cenk arzusu ile surlara yürüyünce müthiş bir top kurşun yağmuruna tutulurlar. Oruç Reis koluna isabet eden bir misketle yaralanır, cerrahlar, parçalanan dirseği tereddüt etmeden koparırlar.
                      O günlerde İspanyollar, Endülüs Müslümanlarına akla gelmedik eziyetler yaparlar. Mescidlerini yıkar, evlerini yakar, kızlarına sataşırlar. Oruç Reis bunları yanlarına koymaz, İspanya sahillerinin tozunu atar. Sayısız gemi batırır, hesapsız ganimet kaldırır. Kurtarabildikleri kadar garibi Cezayir’e taşırlar.
                      Bu arada Avrupalılar Akdeniz’i karış karış dolanır, onları ararlar. Nitekim Korsika önlerinde üzerlerine gelen donanmadan kaçar ama arayı açan kaptan gemisini göz açıp kapayıncaya kadar zaptedip bayrağımızı asarlar.
                      Bir gün ellerinden kaçan avı kovalarken akşam olur. Kandilleri yakar kararan sularda kör ebe oynarlar. Sabah ne görseler beğenirsiniz, yanlarında ışıklarına sokulmuş 4 kafir gemisi yüzmüyor mu? Hem de ağızlarına kadar çuha dolu. Onlara sadece el koymak kalır, adamlar şaşkınlıklarına yanar, saçlarını başlarını yolarlar.
                      Öyle ki sadece o ay 21 gemi ele geçirir, 3800 esir toplarlar. Ganimetleri yüklenip Tunus’a gelirler, fukara yine bayram yapar.

                      Sonra canını...
                      Oruç Reis, koluna mal olan Becaye kalesini unutamaz. Bu hisarın iki burcu vardır. Zor da olsa birini zapeder ama sıra diğerine geldiğinde barutları kalmaz. Gelgelelim Tunus Sultanı bu dar anda barut takviyesi yapmaz. Oruç Reis bunu bir kenara yazar ama hiç yoktan zaferden olurlar. Afrika sahillerinden İspanyolları kazıma hayalini bir başka bahara bırakırlar. Anlaşılan o ki Berberilerin cihad şuuruna erebilmeleri için biraz daha ekmek yemeleri l&#226;zımdır. Eğer Müslümanlar Akdeniz’de kalmak istiyorlarsa önce eyyamcı sultanlardan kurtulmalıdırlar. Hoş, o günlerde Cezayirliler Oruç Reis’e gelir, küffardan çektiklerini anlatırlar. Onu yalvara yakara şehirlerine çağırırlar. Oruç Reis Cezayir’den İspanyolları kovar, şehri kendine merkez yapar.
                      Haçlılar, Cicel, Becaye ve Cezayir’deki gelişmeleri dehşetle izler ve gecikmeden saldırırlar. Halk-ul-vad’da Hızır Reis’i kuşatır ama perişan olurlar. Küffar bu sefer kırk kadırga, 140 barça ve onbinlerce askerle Cezayir’e gelir, Oruç Reis’i sıkıştırırlar. Oruç öyle bir çıkış yapar ki gemilerine binene kadar onbeşbin İspanyolu kırar. Avrupa’da yas tutulur, günlerce matem çanları çalar.
                      Ancak Haçlılar fesat kaynatmakta ustadırlar. İspanya kralı, kızını, Tlemsen beyinin yeğeniyle nişanlar. Bu saf oğlanın gözünü saltanat hırsıyla döndürüp Oruç Reis’in üstüne salar. Adi dönek, Müslüman beldelerine baskınlar verir, halka ezaya başlar. Gözyaşları ayyuka çıkınca Oruç Bey fitne yuvasını dağıtmaya kalkar. Ansızın Tlemsen üzerine varınca, haylaz yeğen Fas’a kaçar. Vahran kafirlerinin altınları ile bedevileri toplar ve 30 bin kişiyle gelip Oruç Babayı sarar. İspanyollar da bir o kadar asker getirip komutayı devralırlar. Kuşatma 6 ayı aşar, kalede açlık başlar. Doğrusu iki taraf da yorgunluktan bitap olurlar. Oruç Reis İspanyollardan “silahlarınızı ve mallarınızı alıp çıkabilirsiniz” gibi bir teklif alınca evl&#226;tçıklarını kurtarmaya bakar. L&#226;kin Haçlılar sözlerinde durmaz kaleden çıkan leventlere saldırırlar. Büyük bir cenk olur, onlar kırmaktan yorulur, düşman kırılmaktan bıkmaz. T&#226;k&#226;tsız kalıncaya kadar vuruşur ve Oruç Babalarıyla birlikte cennet bahçelerine uçarlar.

                      Yorum

                      • fuga
                        Senior Member
                        • 27-08-2004
                        • 6397

                        #56
                        Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

                        Ömer Muhtar

                        HAKKINDA YAZILANLAR

                        Çöl Aslanı Ömer Muhtar
                        İrfan Özfatura
                        Türkiye 7 Ocak 2004

                        Ömer Muhtar, Batnan adlı şirin bir çöl beldesinde doğar (1862). Babası hac yolunda vefat edince ona Seyyid El Giryani adlı bir aile dostu sahip çıkar. Adamcağız, Ömer’i kendi çocuklarından ayırmaz, en seçme okullarda okutup, Cağbub’taki İsl&#226;mi Bilimler Akademisi’ne yollar. Ömer Muhtar her işten anlayan bir sanatkar olmasına rağmen liderlik vasfı ile öne çıkar. Yaşlıları arar, dulları kollar, aşiretler arasında hakemlik yapar. Bir taraftan Kasur ve Ayn Kalak zaviyesi şeyhliğini yürütür, diğer yandan işgalcilere karşı koyar.
                        O günlerde İtalyanlar yerli halkı insandan saymaz, kural kaide tanımazlar. Sadece direnenleri değil, kendi halinde otlayan hayvanları bile kurşunlar, asırlık zeytinlikleri, canım hurmalıkları, güzelim bağları çatır çatır yakarlar.
                        Ömer Muhtar, kararg&#226;hını Cebel-i Ahdar (Yeşildağ) adlı bir kuytuya kurar, l&#226;kin Senusi dervişleri kılıktan kılığa girer, İtalyan garnizonlarındaki en ufak kıpırtıyı merkeze duyururlar. Nitekim Vali Teruzzi, “Senusiler karşısındaki asker&#238; üstünlüğümüz var ama para etmiyor. Çünkü bunlar düzenli ordu değil, aramakla bulunmuyorlar. Hedef olmaktan bıktık, bize sadece savunmak kalıyor. 10 bin askerle yaptığımız operasyonlardan bile netice alamadık, bugün burayı basıyor, yarın 100 km ötede çıkıyorlar. Düşünebiliyor musunuz bu insanlar başka bir bayrak altında yaşamayı ‘zulüm’ sayıyor ve ölmekten çok hoşlanıyorlar” şeklinde bir rapor yazar.

                        Ev, araba, bol para...
                        Bir ara Ömer Muhtar Mısır’da destek çalışmaları yapar. İtalyanlar onu Kahire’de bulur ve cazip tekliflerde bulunurlar. Bingazi’de nefis bir köşk, ömür boyu bitiremiyeceği kadar para, atlar, arabalar, uşaklar...
                        Ömer Muhtar “ya kazanırız, ya ölürüz. Bilin ki cellatlarımızdan daha uzun yaşayacağız. Bizi bitiremezsiniz” der, işine bakar. İşgalciler dönüş yolunda pusu üstüne pusu atar ama başarılı olamazlar.
                        İtalyanlar ellerinde sadece “çakaralmaz” tüfekleri olan mücahidleri tayyareler ve zırhlı araçlarla sıkıştırmaya çalışır ama dişe dokunur bir başarı sağlayamazlar. Sadece Sirte çatışmasında 13 subay ve 300 askerlerini toprağa bırakırlar. Henüz bu yarayı saramadan 50 araçla pusuya düşer, bir anda 350 askerlerinden olurlar. O yıl pek çok düşman uçağı düşürülür, çok sayıda üst rütbeli subay öldürülür. Mücahidler ele geçirdikleri cephane ile güç kazanırlar.
                        Küfür cephesi mücahitlere karşı dikiş tutturamayınca hıncını halktan çıkarır, zemini al kana boyar. Senusilerin sığınabileceği her yeri özellikle ormanları yakar, görülmemiş bir çevre katliamı yaparlar. Dile kolay 142 bin küçük ve büyük baş hayvanı ve (kendi verilerine göre) 4329 direnişçiyi öldürür ama mukavemeti kıramazlar. Hal böyle olunca beş yılda beş vali değiştirmek zorunda kalırlar (Bongiovanni, Mombelli, Teruzzi, Sciliani ve Graziani...)

                        İşin çivisi çıkar...
                        General Mezetti artık “bizden iyi savaşıyorlar” demekten çekinmez ve cepheyi içten çökertmenin yollarını arar. Bıkıp usanmadan “gelin barışalım” sakızı çiğnemeye başlar. Yer yer muhatap da bulur çünkü savaş çok uzamış, katliam ve kıtlık dayanılmaz olmuştur. Ömer Muhtar bütün kabile reislerini Kasr el Mecahir’de toplar, herkes reyini ortaya koyar. Hava gerilince Çöl Aslanı “ne Mısır’a gitmek isteyenlere gitmeyin derim, ne de teslim olanlara mani olurum ama ben şehadete ermeden bu dağları terk etmeyeceğim” der ve noktayı koyar. Onun kararlılığı karşısında hepsi özür dilerler ve toplantıdan “mücadele” kararı çıkar.
                        General Mezzetti bir halk hareketi ile karşı karşıya kaldığının farkındadır. Senusi mukavemetinin kaynağını kurutmak üzere halkı esir kamplarında toplar, sahrada kuş uçurtmazlar. Tayyareler gün boyu dolanır, zırhlılar kontak kapamadan tur atarlar. Özellikle Eritre’den topladıkları çapulcular çadır, deve, kadın, çocuk tanımaz, kıpırdayan her gölgeye mermi sıkarlar. Sağ kalanları önlerine katar, davar gibi toplama kamplarına kapatırlar.
                        Buna rağmen mukavemet durmaz. 1929’da Valiliğe atanan Badoglio, “genel af” ilan eder ve en ufak direnişi zulümle bastıracağını duyurur. Bunu yapabileceğini Berka’da gösterir ve “Berka Kasabı” namıyla anılmaya başlar. Lakin direniş inadına sertleşir, gerilla saldırıları daha da artar. Ömer Muhtar vakit kazanmak için vali yardımcısı Sciliani ve Badoglio ile görüşmeler yapar. Tabiatıyla anlaşamaz ve tekrar silaha sarılırlar. 8 Kasım’da Mücahidler Bingazi’deki İtalyanları tamamen imha eder, karargahı havaya uçururlar. Sömürgeciler bu büyük hezimet karşısında tutulur kalırlar. İtalyan Genelkurmayı “çekilelim” kelimesini telaffuz etmeye başlamıştır ki, Mussolini duruma bizzat el koyar ve harek&#226;tın başına insafsız bir faşisti “General Rodolfo Graziani”yi atar. (Ocak 1930)

                        Yorum

                        • fuga
                          Senior Member
                          • 27-08-2004
                          • 6397

                          #57
                          Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

                          Şamil Basayev ( 1965) </B>

                          1965'de Çeçenistan'ın Vedeno Bölgesi'nin Vedeno köyünde doğdu. 1987 yılında Moskova'da mühendislik eğitimine başladı. Öğrencilik yıllarında devrimci kişiliği ile ön plana çıkmıştı. Moskova'da odasının duvarında Che Guevera'nın posterinin asılı olduğunu verdiği bir demeçte dile getirdi.

                          1991 Ağustosu'nda Moskova'daki hükümet darbesi sırasında Yeltsin taraftarları arasında yer aldı. Adını ilk defa Çeçenistan'da yaşananları dünyaya duyurmak için bir Rus uçağını kaçırarak Ankara'ya indirdiğinde duyurdu.
                          1992 yılında Cahar Dudayev'in emri ile Abhazya'ya gönderilen Çeçen birliklerin komutanı iken, Abhazya'nın Gürcü işgalinden kurtulmasında birinci dereceden etkili olan Kafkas Halkları Konfederasyonu (KHK) birliklerinin komutanlığına getirildi. Abhazya'nın ardından Çeçenistan'a dönerek Dudayev'e karşı muhalefete geçen Rus yanlısı silahlı birliklerin dağıtılmasında etkili oldu. 1994 yılı aralık ayında Ruslar'ın Çeçenistan'ı işgal etmesiyle Çeçen komutanların en önemlilerinden biri haline geldi. 1995 yılı başında Rus savaş uçakları Şamil'in Vedeno'daki evini bombalayarak ailesinden 11 kişiyi şehid ettiler.
                          Rus güçlerin sivillere karşı giriştikleri katliamların en üst seviyelere ulaştığı Haziran 1995'de, yaşananları dünya kamuoyuna duyurabilmek için 150 savaşçının Budennovsk kentine düzenlediği eylemi yönetti.

                          1996 yılı Nisan ayında Çeçen Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetleri Komutanlığı'na getirildi. Ve Rus güçleri Çeçenistan'ı boşaltmaya mecbur eden Cahar-Kale(Grozni) operasyonunu komuta etti. 1998 de Cahar-Kale'de yapılan Çeçen-Dağıstan Halkları Kongresi'nde başkan seçildi. Kongrenin ikinci toplantısında alınan kararla 1 Ağustos 1999'da kurulan İslam Ş&#251;r&#226;sı'nın başkanlığına getirildi.

                          1999'da Rusya'nın Çeçenistan'ı yeniden işgali üzerine Çeçenistan'a dönerek doğu cephesi komutanlığı görevini sürdürmeye başladı. İkinci savaş sırasında da başkent Grozni'yi savunan Basayev, kentten çekilirken yaralanmış, bir bacağının bir kısmı kopmuştu. Basayev, Devlet Başkanı Aslan Mashadov'un emrinde Çeçenistan Silahlı Kuvvetleri Komutanlığı görevini sürdürmekteydi

                          Yorum

                          • fuga
                            Senior Member
                            • 27-08-2004
                            • 6397

                            #58
                            Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

                            Şeyh Şamil ( 1797)- (04.02.1871)



                            Kuzey Kafkasya'nın efsanevi lideri ve "devletleşme" çabalarının en kayda değer ismi İmam Şamil, 1797 yılında Dağıstan'da Gimri (Genu) köyünde dünyaya geldi. Babası bölgenin yerli halklarından Avarlara mensup Dengau Muhammed'dir. Annesi Aşiltalı Bahu Mesedo, Avar beyi olan Pir Budah'ın kızıdır. Genç yaşında, Rus yayılmacılığına karşı Kuzey Kafkasya'da halkı "gazavat"a çağıran Nakşibendi tarikatına dahil oldu. İlk eğitimini Said Harekani'den aldı. Daha sonra kayınpederi olan Nakşibendi Şeyhi Cemaleddin Gazi Kumuki Efendi'den ders aldı. İmam Hamzat'ın 19 Eylül 1834 Cuma günü Hunzah Camii'nde şehadetinden sonra, 2 Ekim 1834'de Aşilta'da yapılan toplantıda oy birliği ile imamlığa getirildi.

                            25 Ağustos 1859'da, Gunip kuşatmasında silah bırakıncaya kadar aralıksız mücadeleyi sürdürdü. 1869'a dek Kaluga'da ikamet etti. 1870'te İstanbul üzerinden Hicaz'a geçti.
                            İmam Şamil, muhtelif zamanlarda beş defa evlendi. Fatimat, Cevheret, Zahidet, Emine ve Şovanat ismindeki zevcelerinden Ahmed Cemaleddin (küçük yaşta öldü), Muhammed Gazi, Muhammed Said, Muhammed Şefi, Cemaleddin ve Muhammed Kamil isimli altı oğlu ile Fatimat, Nafisat, Necabat, Bahu-Mesedu ve Safiyat isimli beş kızı oldu. Yaygın olarak bilinenin aksine, Şamil asla bir "şeyh" değildi; "siyasi otorite" yi temsil eden "imamet" makamında bulunuyordu. Şamil'in ruh ikliminde Molla Cemaleddin'in yeri büyüktü. Hocasının yanında Şamil, baştan beri büyük bir disiplin ile çalışmış, Arap edebiyatını öğrenmiş, mukayeseli ilim dalları üzerinde çalışmıştı. Büyük yerleşim birimlerinde halkı teşkilatlandırıp, aydınlatmaya çalışan Şamil, Aşilta köyüne yerleşti.Ruslar 1837 Hunzah, Gimri ve diğer önemli yerleşim birimlerini zaptedip kaleler yapmışlardı.

                            Sık sık yer değiştirmek zorunda kalan Şamil, düşmanın uzanmayacağı bir yerde yerleşmeyi önerenlere sağlam bir yere çekilelim, kendi yurdumuzda düşmanla çarpışalım" dedi. Bunun üzerine çok güç zaptedilir bir yer olan Ahulgoh'a yerleştiler. Henüz daha bir yıl olmuştu ki; Ruslar bütün kuvvetleriyle 1838'de Ahulgoh'u ablukaya aldılar. Cesaretin mükemmel örneğini Gimri müdafaasında gösteren Şamil, imamlığının ilk büyük imtihanını ve kumanda üstünlüğünü Ahulgoh ve Surbay savaşlarında da ispat etmişti. Ahulgoh'ta günlerce mücadele eden İmam, buradan kuşatmayı gizlice aşarak Ruslara esir düşmeden Çeçenistan'a gitmeyi başardı. Ruslar bu kuşatmada İmam'ın bir avuç askeri karşısında 3 bin kayıp vermişti. Başına ödül konmuş olan İmam'ın Rus Çarı'na meydan okuyan mektupları ünlüdür.

                            Muhammed Tahir'in vesikaları Şamil'in hayatına ilişkin aydınlatıcı bilgiler vermektedir. Tahir, Şamil'in vefakar bir maiyeti ve sekreteriydi. Şamil, esaret yıllarında hayatına ilişkin bilgileri dikte ettirmişti. Bu tarihi vesikalar Arapça yazılmıştır. Tahir'in 1882'de ölümünden sonra, oğlu Habibullah eserin yazım işini sürdürdü.

                            Şamil daha genç yaşlarında iken ciddi çalışmaları, spor aktiviteleri ve kahramanlıkları ile adından sözettirdi. Şamil sadece asker kişiliği ile tanınan biri değildi. Uyguladığı başarılı harp taktiklerinin yanısıra adli, idari ve sivil bir devlet mekanizması geliştirdi. Medreselerdeki tedrisata ehemmiyet verdi, fikir ve san'at sahasında büyük adımlar attı. Tarihteki en büyük gerilla lideri sayılan Şamil 4 Şubat 1871'de yetmiş dört yaşında Medine'de vefat etti. Cennet-ül Baki mezarlığına defnedildi.

                            HAKKINDA YAZILANLAR
                            1.İmam Şamil
                            Kafkasyanın Büyük Harp ve İhtilal Kahramanı
                            Tarık Mümtaz Göztepe
                            İnkilap Kitabevi / Türk Yazarlardan Roman Hikaye Fıkralar Dizisi

                            "Tarık Mümtaz Göztepe" nin çok heyecanlı ve sürükleyici bir üslubla kaleme aldığı bu tarihi büyü harb ve kahramanhk menkıbeleri en muazzam Çar ordularına ve meşhur Rus generallerine Dağıstan ve Çeçenistanı tam 35 yıl dar getiren "İmam Şarnil" in en büyük zaferlerine sahne olan savaşları tamamlayan bu tarihi eser, Milli Kütüphanemizin derin bir boşluğunu doldurmaktadır.

                            2.Şeyh Şamil
                            Çarlara Başeğmeyen Dağlı
                            Samih Nafiz Tansu
                            İnkilap Kitabevi / Türk Yazarlardan Roman Hikaye Fıkralar Dizisi

                            3.Sovyet Tarihçiliğinde Şamil
                            (Shamil in Soviet Historiography)
                            Moşe Gammer
                            Şamil Eğitim ve Kültür Vakfı

                            Dr. Moşe Gammer, Tel Aviv Üniversitesi Ortadoğu ve Afrika Tarihi fakültesi'nde deneyimli (senior) okutmandır. Doktora çalışmasını "London School of Economics" and "Political Science"da yapmıştır. Şamil ile Kafkasya'nın tarihi ve güncel olayları üzerine yayınlanmış bir çok makalesi ve ayrıca "Çar'a karşı Müslüman Direnişi: Şamil ve Çeçenya ile Dağıstan'ın Fethi" (Londra, 1994) adlı bir kitabı vardır. Dr. Gammer Batı'da Kuzey Kafkasya üzerine en üst düzeydeki uzmanlardan biri olarak kabul edilmektedir.
                            -Gökhan Menteş-

                            Yorum

                            • fuga
                              Senior Member
                              • 27-08-2004
                              • 6397

                              #59
                              Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

                              Tiryaki Hasan Paşa - (27.11.1610) </B>

                              Tiryaki Hasan Paşa, Kanije Kalesi savunmasının efsanev&#238; kahramanıdır. O, dört bin Türk askeri ile kırk bin kişilik bir düşman ordusuna yetmiş gün dayandıktan sonra onları perişan etti. Bu olay dünya tarihinin şanlı bir sayfasıdır.

                              Tiryaki Hasan Paşa, Ender&#251;n’da (Saray okulu) yetişmişti. 1574’te bir süre sarayda Sultan III. Murad’ın yanında çalıştı. Sonra yirmi yıl kadar Zigetvar Beyi ve Beylerbeyi oldu. Tiryaki Hasan Paşa, bir savaşta tek başına çarpışmayı göze alan cesur bir komutandı. Bir süre de Bosna ve Kanije Beylerbeyi oldu. Hasan Paşa, Kanije kumandanı iken bir gün, Romalı, İspanyol, Fransız ve Macarlardan oluşan kırk bin kişi kadar bir düşman ordusu tarafından kalesinin kuşatılmış olduğunu gördü.

                              Bu on misli üstün güç karşısında Tiryaki Hasan Paşanın cesareti kırılmadı. O, yılmadı ve yetmiş gün düşman kuşatmasına dayandı. Bu arada bir çok askerlik oyunları ve hileleri ile düşmanı darmadağın etti ve birçok silahı ganimet olarak ele geçirdi.

                              Bu eşsiz zafer, Hasan Paşanın ismini yükseltti ve şöhretini arttırdı. Kendisine vezirlik rütbesi elmaslı bir kılıç ve üç at gönderilerek tebrik edildi.

                              Tiryaki Hasan Paşa uzun süre Bosna ve sonra Rumeli genel valiliği yaptı. Bu sırada bir çok eşkıyayı sindirerek memleketin &#226;s&#226;yişini korudu.

                              Tiryaki Hasan Paşa 1611 yılında öldü.

                              Yorum

                              • fuga
                                Senior Member
                                • 27-08-2004
                                • 6397

                                #60
                                Konu: Biyografiler...Sürekli Güncel

                                Ulubatlı Hasan - (23.01.1453) </B>

                                Ulubatlı Hasan, İstanbul'un fethi sırasında surların üzerine çıkan ilk Türk askeridir. Osmanlı ordusu Fatih Sultan Mehmed kumandasında 6 Nisan 1453 Cuma günü İstanbul'u kuşattı. 29 Mayıs 1453 Salı günü sabaha karşı son saldırı yapılıyordu. Yeniçeriler arasında iri yarı Ulubatlı Hasan adlı bir asker surlara tırmanmaya başladı. Bir elinde palası, öteki eli ile kalkanını başının üstünde tutarak surların üstüne çıktı. Onunla birlikte otuz kadar yeniçeri de surlara tırmandı. Ulubatlı Hasan yaralanmasına rağmen, arkadaşlarının surlara çıkmasına yardım etti. Ayağı taşa takılarak surlardan aşağı düştü. Yukarıdan atılan oklarla şehid edildi. Ancak yeniçeriler, açılan gediklerden içeri girerek şehri ele geçirdiler.

                                Yorum

                                İşlem Yapılıyor
                                X