Biyografiler(Yaşam Öyküleri)...Sürekli Güncel

Kapat
X
 
  • Zaman
  • Gösterim
Clear All
yeni mesajlar
  • fuga
    Senior Member
    • 27-08-2004
    • 6397

    Konu: Biyografiler(Yaşam Öyküleri)...Sürekli Güncel

    Mercan Dede </B>
    Mercan Dede (nam-ı diğer DJ Arkın Allen), doğuya özgü Sufi müziğinin ilahi geleneğini çağdaş müziğin tınılarıyla incelikli bir biçimde harmanlayarak, eski ile yeniyi, Doğu ile Batı'yı birleştirdiği bir müziğe imzasını atıyor.
    Topluluğun kurucusu ve lideri Arkın Ilıcalı olarak 1966 yılında Türkiye'de dünyaya geldi. Ney, bendir, davul ve vokal sanatçısı olma yolunda müzik eğitimini geleneksel yollardan tasavvuf müzik ustalarından aldı. Öğretmenleri arasında Usta Nezih Uzel ve ney sanatçısı Ömer Erdoğdular sayılabilir. Ayrıca sanatçı, ebru sanatını öğrendiği büyük ney üstadı Niyazi Sayın'dan da fazlasıyla etkilendi.

    Ebru sanatını eğitmen olarak Concordia Üniversitesi'nin Studio Arts programında devam ettiren Mercan Dede, 1998 yılında Kanada'ya göç etti. O yıldan bu yana değişik Sufi gruplar ile Avrupa, Kanada, ABD ve Türkiye'de müzik çalışmalarına devam eden sanatçı, The University of Saskatchewan'da Profesör David Kaplan ile Dünya Müziği üzerine çalıştı.
    Mercan Dede Topluluğu, Dede'nin son on yıl içindeki kapsamlı müzik birikiminin bir sonucu olarak, 1997 yılında kuruldu. İlk albümleri "Sufi Dreams" gerek Kuzey Amerika, gerekse Avrupa'da yoğun bir ilgi gördü. Alman televizyonu Saarlandischer Rundfunk'un yapımcıları Sufi Müziği ile ilgili hazırladıkları belgeselde başrolü Mercan Dede'nin üstlenmesine karar verdiler ve belgeselin müziğinin de aynı sanatçı tarafından yapılmasını istediler. Belgesel 1999 Şubat'ında Alman televizyonunda yayınlandı ve büyük bir yankı uyandırdı.
    Sanatçının ikinci albümü "Journeys of a Dervish", 1999 yılında yayınlandı. Mercan Dede'nin bir sonraki albümü "Seyahatname", 2001 yılında yayınlandı. Albüm reji ve koreografisini Beyhan Murphy'nin gerçekleştirdiği ve Modern Dans Tiyatrosu tarafından sergilenen Seyahatname 2001 adlı gösteri için bestelenen müziklerden oluşmakta.
    Temmuz 2001'de dünyanın en önemli festivallerinden biri olarak kabul edilen Uluslararası Montreal Jazz Festivali'nin General Motors Big Event gecesinde, 'Doğu ile Batı Buluşuyor' başlıklı konserde, Burhan Öçal ve Jamaaladeen Tacuma ile Mercan Dede Trio olarak 100.000 kişiyi aşan bir izleyici karşısına çıktı. 2002'de çıkardığı "Nar" albümünde klasik Türk müziğinin önemli isimleriyle çalışan Mercan Dede, bu albümle daha önceki albümlerine göre çok daha büyük kitlelere ulaştı.

    Yorum

    • fuga
      Senior Member
      • 27-08-2004
      • 6397

      Konu: Biyografiler(Yaşam Öyküleri)...Sürekli Güncel

      Karacaoğlan
      (17. Yy.)Türk halk şairi. Etkileyici bir dil ve duygu evreni kurduğu şiirleriyle Türk halk şiiri geleneğinde çığır açmıştır. 1606' doğduğu, 1679'da ya da 1689'da öldüğü sanılmaktadır. Yaşamı üstüne kesin bilgi yoktur. Bugüne değin yapılan inceleme ve araştırmalara göre 17.yy'da yaşamıştır. Nereli olduğu üstüne değişik görüşler öne sürülmüştür. Bazıları Kozan Dağı yakınındaki Bahçe ilçesinin Varsak (Farsak) köyünde doğduğunu söylerler. Gaziantep'in Barak Türkmenleri de, Kilis'in Musabeyli bucağında yaşayan Çavuşlu Türkmenleri de onu kendi aşiretlerinden sayarlar. Bir başka söylentiye göre Kozan'a bağlı Feke ilçesinin Gökçe köyündendir. Batı Anadolu'da yaşayan Karakeçili aşireti onu kendinden sayar. Mersin'in Silifke, Mut, Gülnar ilçelerinin köylerinde, o yöreden olduğu ileri sürülür. Bir menkıbeye göre de Belgradlı olduğu söylenir. Bu kaynaklardan ve şiirlerinden edinilen bilgilerden çıkarılan, onun Çukurova'da doğup, yörenin Türkmen aşiretleri arasında yaşadığıdır. Adı bazı kaynaklarda Simayil, kendi şiirlerinden bazısında ise Halil ve Hasan olarak geçer. Akşehirli Hoca Hamdi Efendi'nin anılarına göre Karacaoğlan yetim büyüdü. Çirkin bir kızla evlendirilmek, babası gibi ömür boyu askere alınmak korkusu ve o sıralarda Çukurova'da derebeyi olan Kozanoğulları ile arasının açılması sonucu genç yaşta gurbete çıktı. İki kız kardeşini de yanında götürdüğünü, Bursa'ya, hatta İstanbul'a gittiğini belirten şiirleri vardır. Yine bu şiirlerinden anlaşıldığına göre, Bursa'da ev bark sahibi oldu, evlat acısı gördü. Anadolu'nun çeşitli illerini gezdiği, Rumeli'ye geçtiği, Mısır ve Trablus'a gittiği de sanılıyor. Yaşamının büyük bir bölümünü Çukurova, Maraş, Gaziantep yörelerinde geçirdi. Doğum yeri gibi, ölüm yeri de kesin olarak bilinmemektedir. Şiirlerinden, çok uzun yaşadığı anlaşılmaktadır. Hoca Hamdi Efendi'nin anılarına göre Maraş'taki Cezel Yaylası'nda doksan altı yaşında ölmüştür. En son bulgulara göre ise mezarının İçel'in Mut ilçesinin Çukur köyündeki Karacaoğlan Tepesi denilen yerde olduğu sanılmaktadır.

      Karacaoğlan Osmanlı Devleti'nin iktisadi bunalımlar ve iç karışıklıklar içinde bulunduğu bir çağda yaşamıştır. Şiirinin kaynağını, doğup büyüdüğü göçebe toplumunun gelenekleri ve içinde yaşadığı, yurt edindiği doğa oluşturur. Güneydoğu Anadolu, Çukurova, Toroslar ve Gavurdağları yörelerinde yaşayan Türkmen aşiretlerinin yaşayış, duyuş ve düşünüş özellikleri, onun kişiliği ile birleşerek &#226;şık edebiyatına yepyeni bir söyleyiş getirir. Anadolu halkının 17.yy'da çektiği acılar, göçebe yaşantısının yoklukları, çileleri, çaresizlikleri, şiirinde yer almaz. Şiirlerindeki insana dönüklüğünün özünde belirgin olan tema doğa ve aşktır. Ayrılık, gurbet, sıla özlemi, ölüm ise şiirinin bu bütünselliği içinde beliren başka temalardır. Duygulanışlarını gerçekçi biçimde dile getirir. Düşündüklerini açık, anlaşılır bir dille ortaya koyar. Acı, ayrılık, ölüm temalarını işlediği şiirlerinde de bu özelliği göze çarpar. Düşten çok gerçeğe yaslanır. Çıkış noktası yaşanmışlıktır. Ona göre, kişi yaşadığı sürece yaşamdan alabileceklerini almalı, gönlünü dilediğince eğlendirmelidir. Yaşama sevincinin kaynağı güzele, sevgiliye ve doğaya olan tutkunluğudur. Güzelleri, yiğitleri över, dert ortağı bildiği dağlara seslenir. Lirik söyleyişinin özünde, halkının duyuş ve düşünüş özellikleri görülür. Göçebe yaşamının vazgeçilmez bir parçası olan doğa, onun şirinin başlıca temalarından biridir. Yaşadığı, gezip gördüğü yörelerin doğasını görkemli bir biçimde dile getirir. Dost, kardeş bildiği, sevgilisiyle eş gördüğü, iç içe yaşadığı bu doğa, onun için sadece bir mekan olmaktan ötedir. Şiirinin başka önemli bir teması olan aşkın varoluşu, doğadaki benzetmelerle güzelleşir. Onunla yaşanan sevinç, onun getirdiği acı doğa ile paylaşılır. Sevgili, şiirinde doğanın ayrılmaz bir parçasıdır. Şiirlerinde yer yer sıla özlemi ve ölüm temasına da rastlanır. Sevdiğinden, ilinden, obasından ayrı düşüşü özlemle dile getirir, yakınır. Ölüm de, ayrılık ve yoksullukla eş tuttuğu bir derttir. Doğa temasının yanı sıra şirinin asıl odak noktasını oluşturan aşk/sevgili kavramını, &#226;şık şiirinin geleneksel kalıpları dışında bir söyleyişle ele alır. Onun için sevgili, düşlenen, bin bir hayal ile var edilen, ulaşılmazlığın umutsuzluğuyla adına türküler yakılan bir varlık değildir; doğa ve insan ilişkileri içindedir. Onu, yaşamdan ve bu ilişkilerden soyutlamadan verir. İlk kez onun şiirinde sevgililerin adları söylenir: Elif, Anşa, Zeynep, Hürü, Döndü, Döne, Esma, Emine, Hatice...Karacaoğlan bunların kimine bir pınar başında su doldururken, kimine helkeleri omuzunda suya giderken, kimine de yayık yayıp halı dokurken görüp vurulmuştur. Gönlü bir güzel ile eylenmez, bir kişiye bağlanmaz. Uçarılık, onun duygu dünyasının şiirsel söyleyişine yansıyan en belirgin yanıdır. Erotizm, şiirine sevmek ve sevişmek olgusuyla yansır. Kanlı-canlı sevgili, cinsellik motifleriyle daha da belirginleşir, şiirinde etkileyici bir biçimde yer eder. Onun sevgiye ve kadına bakış açısı, &#226;şık şiirine yenilik getirir ve bu gelenek içinde etkileyici bir özellik taşır. Tanrı kavramı ve din teması şiirinde önemlice bir yer tutmasa bile, bu konudaki yaklaşımıyla da kendi şiir geleneğine yine değişik bir bakış açısı getirmiş ve sonraki kuşaklar üzerinde etkileyici yönlendirici olmuştur.

      Karacaoğlan yaşadığı çağda yetişmiş başka saz şairlerinin tersine, dil ve ölçü bakımından Divan Edebiyatı'nın etkisinden uzak kalmıştır. Güneydoğu Anadolu insanının o çağdaki günlük konuşma diliyle yazmıştır. Kullandığı Arapça ve Farsça sözcüklerin sayısı azdır. Yöresel sözcükleri ise yoğun bir biçimde kullanır. Deyimler ve benzetmelerle halk şiirinde kendine özgü bir şiir evreni kurmuştur. Bu da onun şiirine ayrı bir renk katar. Bu sözcüklerin bir çoğunu halk dilinde yaşayan biçimiyle, söylenişlerini bozarak ya da anlamlarını değiştirerek kullanır. Karacaoğlan, halk şiirinin geleneksel yarım uyak düzenini ve yer yer de redifi kullanmıştır. Hece ölçüsünün 11'li (6+5) ve 8'li (4+4) kalıplarıyla yazmıştır. Bazı şiirlerinde ölçü uygunluğunu sağlamak için hece düşmelerine başvurduğu da görülür. Mecaz ve mazm&#251;nlara çokca başvurması, söyleyişini etkili kılan önemli öğelerdir. Şiirsel söyleyişinin önemli bir özelliği de, halk şiiri türü olan mani söylemeye yakın oluşudur. Koşmalar, semailer, varsağılar ve türküler şiirleri arasında önemlice yer tutar. Bunların her birinde açık, anlaşılır bir biçimde, içli ve özlü bir söyleyiş birliği kurmuştur. Pir Sultan Abdal, &#194;şık Garip, Köroğlu, Öksüz Dede, Kul Mehmet'ten etkilenmiş, şiirleriyle &#194;şık Ömer, &#194;şık Hasan, &#194;şık İsmail, Katib&#238;, Kuloğlu, Gevheri gibi çağdaşı şairleri olduğu kadar 18.yy ve şairlerinden Dadaloğlu, Gündeşlioğlu, Beyoğlu, Deliboran'ı, 19.yy şairlerinden de Bayburtlu Zihni, Dertli, Seyran&#238;, Zileli Talib&#238;, Ruhsat&#238;, Şem'&#238; ve Yeşilabdal'ı etkilemiştir. Daha sonra da gerek Meşrutiyet, gerek Cumhuriyet dönemlerinde, halk edebiyatı geleneğinden yararlanan şairlerden R.T. Bölükbaşı, F.N. Çamlıbel, K.B. Çağlar, A.K. Tecer ve C. Külebi, Karacaoğlan'dan esinlenmişlerdir. Şiirleri 1920'den beri araştırılan, derlenip yayımlanan Karacaoğlan'ın bugüne değin, yazılı kaynaklara beş yüzün üzerinde şiiri geçmiştir.

      Vara vara vardım ol kara taşa
      Hasret ettin beni kavim kardaşa
      Sebep ne gözden akan kanlı yaşa
      Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm

      Nice sultanları tahttan indirdi
      Nicesinin gül benzini soldurdu
      Nicelerin gelmez yola gönderdi
      Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm

      Karac'oğlan der ki kondum göçülmez
      Acıdır ecel şerbeti içilmez
      Üç derdim var birbirinden seçilmez
      Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm

      *************
      Üryan geldim gene üryan giderim
      Ölmemeye elde fermanım mı var
      Azrail gelmiş de can talep eyler
      Benim can vermeye dermanım mı var

      Dirilirler dirilirler gelirler
      Huzur-ı mahşerde divan dururlar
      Harami var diye korku verirler
      Benim ipek yüklü kervanım mı var

      Er isen erliğin meydana getir
      Kadir Mevl&#226m noksanımı sen yetir
      Bana derler gam yükünü sen götür
      Benim yük götürür dermanım mı var

      Karac'oğlan der ki ismim öğerler
      Ağı oldu yediğimiz şekerler
      Güzel sever diye isnad ederler
      Benim Hakk'dan özge sevdiğim mi var

      Yorum

      • fuga
        Senior Member
        • 27-08-2004
        • 6397

        Konu: Biyografiler(Yaşam Öyküleri)...Sürekli Güncel

        Abidin Dino ( 1913) </B>
        1913 yılında doğan Abidin Dino, Robert Kolej'deki öğrenimini yarıda bırakıp, ağabeyi Arif Dino'nun desteğiyle resim, karikatür ve yazı alanında kendini geliştirmeye başladı. İlk desen ve yazıları 1931 yılında Artist dergisinde yayınlandı. D grubunun kurucuları arasında yer aldı. Önce SSCB, sonra da Paris'te ressam ve dekoratör olarak film çekim çalışmalarında bulundu.

        Türkiye'ye dönüşünde çeşitli dergilerde çizgi ve yazılarıyla halktan yana, gerçekçi bir sanat görüşünü savundu. Çizgi ve desenlerin ön plana çıktığı resimlerinde işçi ve köylü tiplerini özgün bir üslupla işledi. Başlangıçta Picasso'nun etkisinde kalan sanatçı, daha sonraları yapıtlarında özgün ve yerel bir senteze ulaşmıştır.

        HAKKINDA YAZILANLAR

        A'dan Z'ye Abidin Dino Derleme Yapı Kredi Yayınları

        “...Geçmiş günlerden bahsetmek zor iş zaten. İnsanoğlu acayip bir nesne. Yani ben hesapça kendimden bahsediyorum, ama hangi kendimden yani? Hesapça kendim denilen o sınırdan söz ederken sanki başka birini anlatıyormuşum gibi bir duygu geliyor. Yani kim? Kim o çocuk? Yani içimde kalmış birşeyler... Genç, delikanlı... Ve hep de bir zorlanma oldu. Bir tek kişi olmaya razı değildim. Belki resimlerime de yansıdı bir ölçüde bu. Hep aynı kişi olmama illeti. Hani ikide bir başka döneme giriyorum ya ... Belki hep başka kişi olma gayreti var içimde.”

        Yorum

        • fuga
          Senior Member
          • 27-08-2004
          • 6397

          Konu: Biyografiler(Yaşam Öyküleri)...Sürekli Güncel

          Adolf Hitler ( 20.04.1889)- (1945)


          20 Nisan 1889 yılında Branau kasabasında doğdu. İlk tahsilini doğduğu kasabada gördü. Orta tahsilini Viyana civarındaki Lintz şehrinin realschule'sinde yaptı. On üç yaşında babasını, on altı yaşında annesini kaybetti. Orta öğrenimini bitirince Viyana sanayi mektebine yazıldı. Kendi kendini eğitti. Viyana'da bir mimarın, sonra da nakkaşın yanında çalıştı. 1912'de Viyana'dan Münih'e geldi. 1914'de Cihan Harbi çıkınca Hitler Bavyerada Alman ordusuna gönüllü olarak girdi. Alman mağlubiyetinden sonra Hitler, arkadaşı mühendis Feder ve altı kişi tarafından kurulmuş olan Alman İşçi Partisi isimli gizli bir fırkaya katıldı ve kısa sürede bu fırkanın reisi oldu. Fırkanın adını Milli Sosyalist Alman İşçi Fırkası olarak değiştirdi ve nüfuzunu arttırdı. Gazetede fırkasının fikirlerini açıklayan makaleler yayınladı.

          1924'de hükümeti devirmek için teşebbüslerde bulundu fakat başarılı olamadı. Bunun üzerine 10 ay hapse mahkum edildi ve bu zaman içinde Mücadelem isimli hatıralarını yazdı. Aynı zamanda fırkanın yeni teşebbüslerini hazırladı.

          Onun kurduğu Nasyonal Sosyalist Parti’ye halk "Nazi" ler dedi. Kendisine de, taraftarları, rehber anlamına gelen "Führer" lakabını verdiler. Parti 25 maddelik bir program hazırladı. Bu programın ilk maddesi Almanya'yı Versay'ın zilletinden kurtarmak idi. Alman vatandaşlığının yalnız Alman kanını taşıyanlara hasredilmesin lazım geleceği programın esaslı maddelerindendi. Aynı zamanda büyük sermayeyi devleştirmek de yine programın esaslarından birini teşkil eder.Seçimle işbaşına gelen Adolf Hitler kısa zamanda Almanya’yı süper güç haline getirdi.Batı Avrupa ülkelerini ve Rusya’yı karşısına aldı.Bu cephe genişliği II.Dünya Savaşı’nın sonucunu belirleyen en önemli etken oldu.Savaş sonucunda Almanya’nın yenilgisini gören Adolf Hitler intihar ederek hayatına son verdi(1945).

          HAKKINDA YAZILANLAR

          1.Yabancıların Gözüyle Hitler
          Hitler'in Dünyaya Bakışı
          Osman Öndeş
          Boğaziçi Yayınları

          2.Nazi Kadınları
          Anna Maria Sigmund
          Doğan Kitapçılık / Dünya Tartışıyor Dizisi

          Adolf Hitler'in kadınları cezbeden ve zaman zaman büyük mitinglerde kitle histerisine yol açan bir gücü vardı. Toplumun kalburüstü tabakasına mensup kadınlar, hayranlık duydukları Hitler'e iktidara giden yolu açtılar. Hanna Reitsch, Leni Riefenstahl ve Winifred Wagner gibi gözde kadınlar, ününü artırdılar. Yeğeni Geli Raubal Hitler yüzünden intihar etti, Eva Braun beraber ölüme gitti. Tabii ki Hitler'in yardımcılarının yanlarında da kadınlar yer alıyordu, günümüzde az tanınıyor olsalar da. Bu kadınlar nasıl bir yaşam sürdüler? Sahne gerisinde resmi olarak hangi rolleri üstlendiler? Magda Goebbels, 1945 yılında altı çocuğunu birden öldürme kararını nasıl verdi? Carin ile Emmy, Göring'in morfin bağımlılığı konusunda ne düşünüyordu? Henriette von Schirach, kocası 60 000 Viyanalı Yahudi'yi toplama kamplarında yolladığında neler hissetti? Unity Mitford ve nasyonal sosyalizmin diğer seçkin kadınları, propagandası yapılan "Erkek halka, kadın aileye sahip çıkar" idealine uydular mı? Anna Maria Sigmund bütün bu sorulara cevap arıyor. Sonuç, Nazi Almanyası'nda kadınların durumuyla ilgili büyüleyici bir kitap.

          Yorum

          • fuga
            Senior Member
            • 27-08-2004
            • 6397

            Konu: Biyografiler(Yaşam Öyküleri)...Sürekli Güncel

            Ahmet Altan ( 1950)
            1950 yılında doğdu. Orta ve lise öğrenimini çeşitli okullarda dolaşarak tamamladıktan sonra Orta Doğu Teknik Üniversitesine devam etti, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesini bitirdi. Yirmi dört yaşında gazeteciliğe başladı. Gece muhabirliğinden, genel yayın müdürlüğüne kadar gazeteciliğin hemen hemen bütün kademelerinde çalıştı. 1987 yılında köşe yazarı oldu. 1990'da genel yayın müdürüyken gazeteciliğe ara verdi. Çeşitli televizyon programları hazırladı.Birçok yazısından dolayı yargılandı ve 1995 yılında bir buçuk yıla mahk&#251;m edildi.

            ESERLERİ: * Dört Mevsim Sonbahar (roman) 1982 yılında yayınlandı. * Sudaki İz (roman) 1985 yılında yayınlandı, toplatıldı ve müstehcenlikten yargılanarak mahkeme kararıyla toplatıldı. * Yalnızlığın Özel Tarihi (roman) 1991'de basıldı. * Tehlikeli Masallar (roman) 1996 Ekim'inde yayımlandı ve rekor sayılacak baskı sayısına ulaştı. * Karanlıkta Sabah Kuşları (deneme) Kasım 1997'de yayınlandı.

            HAKKINDA YAZILANLAR

            Kriz günlerinde aşk!
            Handan AKDEMİR
            Aktüel 14 Mayıs 2001

            AHMET ALTAN, "İSYAN GÜNLERİNDE AŞK"TA 31 MART VAKASI ORTAMINDA GELİŞEN AŞKLARI, KORKULARI, İSYANLARI VE O GÜNÜN TARİHİNİ ANLATIYOR.. "ASKERLER İKTİDARA GELDİĞİ İÇİN İTTİHATÇILAR'LA BERABER KENDİLERİNE RAKİP OLARAK GÖRDÜKLERİ DİNDARLARI HEMEN YOBAZLIĞA VE GERİCİLİĞE İNDİRGEDİ. DİNİN BİR RAKİP OLARAK KENDİ KARŞILARINA ÇIKMASINI ENGELLEDİLER.."


            Ahmet Altan, "Kılıç Yarası Gibi"yle akmaya başlayan "nehir"in ikinci kitabında, "İsyan Günlerinde Aşk"ta 31 Mart Vakası ortamında gelişen aşkları, korkuları, isyanları ölülerin öykülerinden kurgulanmış olarak anlatıyor. Kadınların gizemli, korkutucu sırları, aşkları ve "sık sık yırtılıp yeniden yazılan bir tarih."
            * İktidar askerlikten daha heyecan verici olabilir mi? Romanınızda 31 Mart vakasını anlatırken Mustafa Kemal ve arkadaşları "Asker askerlik yapmalı siyaset yapmamalı" diyerek geliyor ama bir başka kahraman "Asker iktidarın tadını bir kez aldı mı bırakamaz" diyor.
            - Doğrusu ben subayların bu kitabı okumasını çok isterim. Burada değişik asker ve subay tipleri var. O dönemde askerliği çok seven subaylar da vardı, siyaseti çok seven subaylar da. Tabii aralarında da ciddi bir mücadele. Bugün bu mücadele çok eksik Türkiye'de. Askerliği sadece askerlik için seven de vardır ama biz onları çok görmüyoruz. Daha çok siyaseti seven asker tipi toplumun önüne çıkıyor. İsmet İnönü "Asker derhal siyaseti bırakıp kendi mesleğine dönmeli" diye bildiri bile yayınlamıştı ama askerler dinlememişti. Bugün mesel&#226; böyle bir tartışma yok. Askerliğe birçok açıdan bakılabileceğini görmek için subayların bu kitabı okumasını isterim gerçekten. Gerçek askerin subaylığı ve askerliği nasıl algıladığını görmek için.

            * Osmanlı'nın birleştirici faktörü padişah mıydı? "Doktor başka bir yere gitse de doktordur ama bir padişah başka bir yere gittiğinde padişah değildir" diyorsunuz ama padişah gider gitmez askerler, İttihatçılar ve mollalar arasında savaş başlıyor...
            - Çünkü iktidara talip olan birçok kurum padişahın varlığı nedeniyle kendi aralarında bir iktidar kavgası sürdüremiyor; en azından açıktan açığa. Padişah çekildiğinde ortada teslim alınacak bir iktidar kalıyor ve her grup bu iktidarı almak istiyor ve bunun için de kavga başlıyor. Türkiye problemlerinin hiçbirini halledemediği için yüzyıl önceki iktidar kavgası aynen devam ediyor. Yine askerler ve dinciler kavga ediyor.

            * 23 Nisan marşlarının "Padişah kovuldu, düzen kuruldu" söylemi doğru olamaz herhalde?
            - Kavga bitmedi ama. Türkiye'de iktidar aslında hiç kimse tarafından tam olarak sahiplenilemedi. Çünkü burada halka ait bir şey değil iktidar. Onun için halkın dışındaki güçler dövüşüp duruyor. İktidarı halka yayamadık; halk iktidarın bir parçası, sahibi olamadı. Ortada sadece iktidarın sahibi olmak isteyen gruplar kaldı. Bu grupların en güçlüsü de askerler ve dinciler.

            * Aşk ve kölelik, tabiyet ve teslimiyet, inanç ve kulluk... Kitapta hem aşk hem de isyanda tekrarlanan temalar bunlar. Teba olmak neden huzur veren bir şey olmasın?
            - Padişah huzurdan ziyade alışkanlık sağlıyordu. Teba oldukları zaman o kadar rahatsız olmuyorlardı çünkü tanrısal bir rolü vardı; ayrıca adam halife yani dini bir sıfatı da var. Onun için ona biat etmek, boyun eğmek onlara zor gelmiyor. Ama ortada padişah olmadığında birilerine boyun eğmek zor geldi. Bir kul bir kula nasıl boyun eğecek. Kaos bu yüzden çıkıyor. Teslimiyette bir huzur tabii ki var ama huzursuzluk da var. Ayrıca dönemin padişahı Abdülhamid çok kuvvetli bir karakterdi. Çok kuşkucu, vesveseli, hafiye teşkilatları kuran, insanların hayatını mahveden, bencil, paranoyaktı belki ama, yanısıra romana, müziğe, tıbba, nişancılığa, hayvanlara, hisse senetlerine meraklıydı. Kimse Pasteur'ü tanımazken onu davet etmişti. Herkes için kanlı bir adamdı, doğru ama, bu gerçek tek başına söylendiğinde artık gerçek değildir. Çünkü gerçek, birçok minik parçadan oluşmuş bir tablodur. Bu parçaların sadece bir tanesini gösterdiğinde yalan söylemiş olursun.

            * Tarihi roman yazmak günümüzde geçen bir roman yazmaktan daha mı kolay? Romantik atmosferi garantileyen bir şey sağlamıyor mu?
            - Hayır tam tersi, kıyaslanamayacak kadar zor. Bugünde geçen bir romanda bir şeyleri araştırmak zorunda değilsin; kahramanları kafanda yaratır, ilişkilerini biçimlendirir ve oturup yazmaya başlarsın. Ama tarihi romanda birçok araştırma yapmak, kitaplar okumak ,en zoru o karşına çıkan malzemeden en doğru kısımları seçmek zorundasın. Bir romanın kendi özel dünyasını kurarken tarihten aldığın gerçekliği onun içine yerleştirmek gerekir. Ama doğru, romantik olabilir çünkü dekor etkileyici bir sahne, bir isyan, bir ayaklanma.

            * Kadınlar kendilerini anlamak, görmek için isyan bölümlerinin bitmesini beklemek zorunda. Bu bekletme istedikleri şeyi vermeden önce onları heyecanlandırmak gibi erotik bir işlev görmüyor mu?
            - Hiç böyle düşünmemiştim. Kitabımı okuyan birkaç kadın normalde bu bölümleri atlayacağını, ama zevkle okuduğunu söyledi. Ama benim yazarken böyle bir düşüncem olmadı.

            * "Tarihin sık sık yırtılıp yeniden yazıldığı bir diyar" tanımı sadece bizim coğrafyamıza özgü bir şey mi?
            - Tüm coğrafyalarda tarih biraz yalandır. Ama bizdeki yalan ölçüsü neredeyse bütününü kapsar hale geldiği için tuhaflaşıyor. 31 Mart olayının gerçeği ile bize anlatılan hali arasında büyük fark var. Sokaktaki insanları çevirin; kaç kişi bunun askeri bir ayaklanma olduğunu, o zamanki din alimlerden çoğunun bu ayaklanmaya karşı çıktığını bilir. Bize bir yalan olarak öğretildi. Biz sanıyoruz ki toplumdaki dincilerin hepsi bir anda 31 Mart'ta ayaklandı. Hayır öyle değil. Sadece İstanbul'da birkaç tabur asker ayaklandı, bunları kışkırtan mollalar vardı ama onların kim olduğu h&#226;l&#226; bilinmiyor. Ayrıca askerin kendi içinde de bir ayaklanma ve çözülme yaşanıyordu. Subaylar "alaylılar" ve "mektepliler" olarak ikiye bölünmüştü ve birbirlerinden nefret ediyorlardı. Bütün bir yüzyıl boyunca, cumhuriyet tarihi boyunca din tehlikesine referans olarak gösterilen 31 Mart ayaklanmasının aslında ne olduğunu günümüzün okumuş yazmışları bile bilmiyorsa o zaman biraz bu tarihin yalan olduğundan söz etme hakkına sahip olmuyor muyuz? Ve şunu sorma hakkına: Niye bize bunun doğrusunu anlatmadınız? Bu yüzden biz tarihe her baktığımızda dehşete uğruyoruz. Çünkü baştan aşağı yalan. Zucker isimli bir Hollandalı tarihçi "Mustafa Kemal hakkında Mustafa Kemal'den başka hiçbir kaynak yok" diyor. Her meydana heykelini diktiğimiz bir kişi ve hakkındaki tek bilgi kaynağı kendisi. Tarihi bütün çıplaklığıyla gördüğümüzde bugünkü iktidarı da bütün çıplaklığıyla görürsünüz, çünkü bugünkü ilişkiler tarihteki ilişkilerin aynı.Onun içindir ki tarih bu ülkede başka herhangi bir ülkede olduğundan çok daha tehlikeli bir iştir.

            * Kimin işine yaradı bu yalan tarih?
            - Askerler iktidara geldiği için İttihatçılar'la beraber kendilerine rakip olarak gördükleri dindarları hemen yobazlığa ve gericiliğe indirgedi. Dinin bir rakip olarak kendi karşılarına çıkmasını engellediler. Dini sadece yobazlıkla özdeşleştirip aydınları biraz yarım aydın, biraz hacivat, biraz züppe gibi göstermeyi halkın gözünden düşürmek için kullandılar. Türkiye'de sadece bir tek tip dindar varmış gibi çizildi hep. 31 Mart ayaklanmasına karşı çıkan gerçek dindarlar vardı. Günah işlemekten korkarlardı ama cezalandırılma değil, tanrının sevgisini kaybetme korkusuyla.
            ......

            28 Şubat'ın atası 31 Mart

            Böyle olmadığını söyleyen tarihçi varsa çıksın

            GÜNDEM GÜNDEM GÜNDEM

            Doğan HIZLAN
            Hürriyet 10 Haziran 2001

            Göztepe'deki Hasan Paşa Apartmanı'nın 13. katına çıkınca, gördüm ki, Ahmet Altan çok satan bir romancının edeb&#238; rehavetini yaşıyor. Gazetelerde, dergilerde röportajları yayınlanmış, bilboard'larda yüzünü göstermişti. Bir çok kimsenin hayal edemediği bir rakama ulaşmıştı kitabın satışı; 50.000'e. Sorularımla biraz da bunun sırrını öğrenmek istiyordum. Bir bölümünü öğrendim, diğer bölümünü bulmak da eleştirmenlere kaldı. Benim gibi zor ağırlanır bir misafir için harekete geçti, çünkü beni tanıyordu, beş çayında ikram beklediğimi biliyordu. İsyan Günlerinde Aşk, şimdi her edebiyat severin okuma gündeminde. Onunla dostluğumuzun tarihi eskidir. Hürriyet dış haberlerdeki çalışmalarından, Bir Günün Hik&#225;yesi’ne kadar uzayan bir iş arkadaşlığının pekiştirdiği dostluk. Önce anılar sohbeti başladı, arkasından sorular sökün etti. Elbette biraz birbirimize iğneli göndermeler yaptık. İnce alayın lezzetini birlikte çıkardık. 31 Mart İsyanı gibi herkesin bildiği ya da bildiğini sandığı bir konuyu romanlaştırdı. Aşklarıyla, siyasal ortamıyla, gerçek ve roman kişileriyle. Yeni romanında tarihten söz etmeyecekmiş. Öyledir yazarlar, başka konuları yazarak dinlenirler. Kitaplar, CD'ler, DVD'ler arasında gerçekleştirdik bu konuşmayı. Sanırım bu konuşmadan sonra, okuyanlar bazı sayfalara yeniden dönecekler, okumayanlar da epey ipucu bulacaklar.


            Romanınızda 31 Mart vakasını dönem olarak anlatıyor ve hep söylenenin, okullarda öğretilenin aksine bunun bir gerici ayaklanması değil, asker ayaklanması olduğunu söylüyorsunuz. Çok daha yakın bir tarihte 28 Şubat'ı yaşadık. Bu ikisi bazı yanlardan benzerlik gösteriyor mu?


            -Bizim yakın tarihimiz ne yazık ki karanlık bir tarih. Özellikle karanlık tutulmuş bir tarih. Tüm önemli noktaları saklanmış. Bütün devletlerde kan ve yalan vardır. Ama bizim tarihimizdeki yalan oranının çok yüksek olduğunu düşünüyorum. Çünkü bence bugünü biz geçmişteki bir yalanın üzerine inşa ediyoruz. Türkiye'deki iktidar yapısı geçmişteki yalanların üzerine inşa edildiği için bizde tarih çok ciddi bir tabudur. Ve onun için tarihçiler burda gerçekleri açıklamaktan korkarlar. Gerçekleri söyleyen bir tarihçinin başı büyük ihtimalle derde girer ve bunun çok örnekleri vardır.


            FARK ENTELEKTÜELLERDEDİR


            Resmi ve gayrı resmi tarih ayrımı nasıl olur?


            -Resmi tarih, bir ülkede okullarda okutulan tarih demektir. Bütün devletlerin çocuklarına okuttukları tarihlerinde çarpıtmalar, kendilerini yüceltmeye yönelik yaklaşımlar vardır. Bir de gerçek tarih vardır. Ülkeleri birbirinden farklı kılan entelektüelleridir. Devletler kendi geçmişleri ile ilgili yalan söyleyebilirler. Ama o devletlerin entelektüelleri bu yalanları açığa çıkartır.


            TARİH BİZDEN SAKLANIYOR


            Bizde eksik olan bu mu?


            -Bence maalesef fevkalade eksik. Mesela 31 Mart'ı ele alalım. Biz 31 Mart'ı bir irtica ayaklanması olarak biliyoruz. Bize öyle bir öğretildi ki, bir mürteci takımı silahlandı ve sokağa döküldü. Ama gerçek bu değil. 31 Mart bir askeri ayaklanma. Evet, dini motiflerle ayaklanmışlar, ama ayaklananlar asker. Ama tarih bunu bizden saklıyor. Çünkü, Türkiye'nin siyasi yapısına bakarsanız, ordu siyasetin içindedir. Ve bir ülkede ordunun siyasetin içinde olabilmesi için meşru bir nedene ihtiyacı vardır. Meşru bir neden de, bir iç düşman olmasıdır. 31 Mart, orduyu siyasetin içinde tutacak bir neden olarak günümüze kadar yaşadı.


            Bu çizgiyi 28 Şubat'a kadar çekebilir misiniz?


            - 28 Şubat da bence aynı şey. Mürteci ayaklanması olacak diye asker hoş bir deyimle postmodern darbe yaptı ve iktidardaki gücünü daha da pekiştirdi. Ama bence Türkiye'de hiçbir zaman bir mürteci ayaklanması ihtimali yoktu, 28 Şubat'ta da yoktu. Ülkenin istihbarat şefi de bir açıklama yaptı, bu ülkede bir irtica ayaklanması tehdidi yoktur diye.


            28 Şubat'ta 31 Mart'tan farklı olarak kamuoyu desteği var mıydı? Yoksa bu destek oluşturuldu mu?


            -Bence ikisi de doğru. Şunu yapabilirim. Bana iki televizyonla iki gazete verin, Türkiye'de katiller ordusunun her gün insanları sokaklarda öldürdüğüne bütün bu halkı inandırayım. Bir gün içinde adi cinayetleri arka arkaya haberlerde vereyim, o gün on tane adam öldürüldüyse bir katliam gibi çıkar. Ve onları bastırmak için bir askeri harekatın gerekli olduğuna halkı inandırırım. 31 Mart'ta bir din motifi vardı. Bu gerçek. Ama mürteciler ayaklanmadı, bu gerçeğin saptırılmış biçimde yansıtılmasıdır. 28 Şubat'ta evet, şekil olarak hükümette mürteci görüntüsü veren bir parti vardı. Ama bir mürteci ayaklanma ihtimali yoktu. Gerçek bir başkasının işine yarayacak biçimde sunuldu.


            31MART’IN KORKU BİRİKİMİ


            Bütün bunların ardında toplumsal ve siyasal nedenler mi yatıyor?


            - 31 Mart'la başlayan bir korku birikimi var toplumun içinde. Mürteciler gelecek ve bizi kesecek diye. Onun için 31 Mart'ta söylenmiş yalan çok önemli. 31 Mart askeri bir ayaklanma olarak bilinirse, bunun ordu içindeki bir disiplin sorunu olduğu da anlaşılır. Benim sorunum şu, neden biz çocuklarımıza bunu öğretmedik. Tarihçiler bu konuda kitaplar yazdı. Tek tek kitaplardan söz etmiyorum. Tarihçilikde bir müessessedir. Neden bu gerçeği toplumun ruhuna nüfuz edecek biçimde tarihçi müessesesi bize gerçeği anlatmadı.


            31 Mart Vakası'nı anlatırken belli bir tarih tezinden yararlandın mı?


            -Ben tarihi en iyi anılardan öğrenebileceğimize inanıyorum. En azından edebiyat için iyi malzemenin anılarda ve tarih kitaplarının dip notlarında saklı olduğunu düşünüyorum. 31 Mart'ı yazarken o günleri yaşamış insanların gün be gün tutukları notlardan, anılardan, haberlerden yararlandım. Ben bir tarihçi değilim, böyle bir tezle ortaya çıkamam. Zaten romanın bir teze sahip olmasını yadırgarım. Sadece 31 Mart'ı anlatırken bir yalanla karşılaştım, bize okullarda öğretilenle gerçek arasında çok büyük fark var. Ve bu farkı tarihçiler biliyor. Bunu bilmeyen biziz. Resmi ideoloji, resmi tarih dediğimiz şey bir tür rutubet gibi bu yalanın içimize sızmasına yol açmış. Bunu bir tez olarak değil bilgi olarak söylüyorum. Askerler ayaklanmış. Bunun böyle olmadığını söyleyen bir tarihçi varsa çıkıp söylesin. O zaman şu soru geliyor. Bunu bütün tarihçiler biliyor da biz neden bu kadar geç öğrendik?


            HİÇBİR ŞEY DEMEDİLER


            Tarihçileri gerçekleri söylememekle suçluyorsunuz. Hiç tepki almadınız mı?


            - Hayır almadım. Normalde bir şey söylemeleri gerekiyordu ama hala söylemediler. Ya bu adam uyduruyor diyecekler ya da biz evet biraz gerçekleri anlatmakta geride kaldık diyecekler.


            İYİ BİR EDEBİ MALZEMEDİR KADIN


            Kadını anlatmanın bir yazar için ciddi bir meydan okuma olduğuna inanıyorum. Ayrıca iyi bir edebi malzemedir kadın. Çok karmaşık, çok değişken ve derinliğine doğru ardı ardına duygu birikimleri saklayabilen bir yapısı var. Ve ben şuna inanırım, kadını iyi anlatan yazar iyi bir yazardır.



            Mesela sokulmak kelimesi erkeksi bir kelime değildir. Kadın sokulur. Halbuki erkek aşık. olduğu zaman sokulmak ister. Bence bu kadınsı yan, erkek aşık olduğunda ortaya çıkar ve ancak kadınsı yanlar ortaya çıktığında da aşık olabilir. Aşık olduğu zaman dilimleri dışında erkekte sevilme isteği çok yoğun değildir.



            Türkiye kadınsız bir toplum. Türkiye'nin aslında tartıştığı bütün sorunlar kadın sorunudur. Türkiye'de din sorunu yoktur, kadın sorunu vardır. Yapılan bütün tartışmaları dinleyin, o tartışma beşinci dakikadan sonra bir kadın tartışmasına döner. Kadın kapanacak mı açılacak mı?



            ORHAN PAMUK'LA YARIŞMIYORUZ


            Satış bakımından Orhan Pamuk'la yarıştığınız görüşü egemen. Böyle bir yarış var mı gerçekten?


            - Edebiyat bir satış yarışması değildir. Ayrıca Orhan benim edebiyat dünyasındaki en iyi dostum diyebileceğim bir adam. Bence yazarlığın kendisine çok yakıştığı birisi. Bir yazarı tarif etmek istesem Orhan gibi birisini tarif ederim. Ama edebiyat anlayışlarımız tamamen farklı. O anlamda birbirimize rakip olduğumuzu düşünmüyorum. Sadece ikimiz aynı işi yapıyoruz, bunun dışında bir ortaklığımız yok. Çok farklı kanallardan çok birbirine benzemez biçimlerde yazıyoruz. Böyle bir yarışma bende yok, Orhan'da da yoktur.



            PARMAK İZİ GİBİ BABA OĞUL İMZASI


            Bir parmak izi gibi baba oğul imzası olduğuna inanırım. Babamla çok benzemezliğimize rağmen çok da ortak noktalarımız olduğuna inanırım. Bir kere mesleklerimiz aynı. Yani sadece babam değil, aynı zamanda ustam. Ki bu ilişkiyi çok daha yoğun bir hale getiriyor.



            BEŞERİ ZAAFIM OKUNMAYI İSTEMEK



            Ben edebiyata, yazıya sığınıyorum. Herkesin hayatla temasta çektiği sıkıntılardan sığınacağı bir yer vardır. Tanrı ve tarih, tabii ki ikisi de çok görkemli ve insana önemsizliğini göstererek çektiği acının da aslında çok önemli olmadığını hatırlatır ve bir tür teselli sağlar. Edebiyat bana güçsüzlüğümü değil, gücümü göstererek beni kurtarıyor.



            Edebiyatın iki parçası vardır. Bir, yazarın yazısını yazdığı yer. Orda yazar hiç bir beşeri zaafa sahip değildir. Gerçekten bir Tanrı gibidir. Ama yazı, kitap bittikten sonra da edebiyatın ikinci yeri çıkar ortaya. Orası edebiyatın saflığının bozulmuş bölümüdür. Evet çok okunmak isterim. Bu benim beşeri zaaflarımın ortaya çıktığı yerdir. Bütün yazarlarda da olduğu kanaatindeyim.

            Ben yazı yazarken yeryüzünde benden başka birisinin yaşadığını bile unuturum. Eğer aklıma gelirse korkarım. Ancak başka insanları unutursan yazı yazabilirsin. Başka insanlar aklındaysa çok zorlanırsın çünkü onlara göre yazı yazmaya çalışırsın. Bu da edebiyatı bozar. Mekanikleştirir.
            Xxxxxxx


            Ahmet Altan'a sürpriz tanık!
            03 Ekim 2002

            Ahmet Altan'ın Almanya'nın Offenbach kentinde yaptığı konuşmayı Fransız Ahmet başlığıyla duyuran Milliyet gazetesinin haberiyle ilgili tartışmalar sürüyor.

            "Konuşmayı yalnızca biz izledik" diyen Milliyet'in bu haberine karşın, Hessen Radyosu Muhabiri Muharrem Özsöz "Ben de oradaydım ve Ahmet Altan konuşmasının hiçbir yerinde 'Türk erkekleri ağızları kebap, üzerleri yağ kokuyor, Türk erkekleri her şeye maydonoz oluyor, Türk erkekleri ahmak' gibi cümleler kullanmadı" diye konuştu. Özsöz, bandın çözümünü de "bianet.org" ve "gazetem.net" sitelerine gönderdi.

            Avrupa Parlamentosu Milletvekili Ozan Ceyhun da, Milliyet'in Altan hakkında yaptığı yayında kendisini ahlak ve yasadışı yollarla kaynak gösterdiğini söyledi. Hukuki yollara başvuracağını belirten Ceyhun "Hiç alışık olmadığım bir sahtek&#226;rlıkla karşılaştım. Ve bunu çok sevip saydığım Milliyet gazetesiyle yaşadığım için üzgünüm" dedi..

            Ahmet Altan da yaptığı açıklamada "Bu cümlelerin bana ait olmadığını, konuşmamda böyle sözler söylemediğimi açıkladım ve Milliyet yönetiminden konuşmanın bandının yayınlamasını istedim" dedi.

            Altan, bizzat Milliyet Genel Yayın Müdürü'ne gönderdiği açıklamanın yayınlanmadığını da belirterek, şöyle konuştu:

            "Mehmet Yılmaz bu açıklamayı yayınlamadı. Bunun yerine, Almanya'daki toplantıya katılanlara 'tuzak sorular' sordurarak 'yalancı şahit' yaratmayı seçti.

            Almanya'da Hessen Radyosu'ndan Muharrem Özsöz, elindeki bandı telefondan Milliyet yöneticilerine dinletti.

            Mehmet Yılmaz, bandı dinlemesine ve konuşmama ekledikleri cümlelerin bana ait olmadığını görmesine rağmen, dürüstlüğe ve ahlaka asla uymayan bir biçimde, 'benim sözlerimi inkar ettiğimi' yazdı.

            Bana iftira atarken, Milliyet gazetesine de ihanet etti. Kendi koltuğunu kurtarmak için gazetesinin güvenilirliğini tehlikeye attı.

            Almanya'daki konuşmamın tam metni, 'gazetem.net' sitesinde yayınlandı ve bütün gazete yöneticileriyle, köşe yazarlarına gönderildi.

            Konuşmamı ve Milliyet gazetesinin yazdıklarını yanyana okuyan herkes, nasıl ısrarlı bir şekilde iftira atılabildiğine şahit olacak.

            Şimdi sormak istiyorum, 'istifa' müessesi sadece politikacılar için mi geçerlidir? Gazeteciler istifa etmeyi bilmez mi? Gazetesini kendi yalanlarına alet eden, grubunun yayın ilkelerini hayasızca çiğneyen bir genel yayın yönetmeni görevinde kalabilir mi? Yalan söylediği, iftira attığı açıkça kanıtlanan birini genel yayın müdürlüğünde tutanlar, onun suç ortağı olmayı kabullenmiş olmaz mı?

            Eğer Türk medyasının bazı üyelerinin iftira atması bu kadar kolaysa, iftira böylesine doğal karşılanıyorsa, iftira atanlar kendi meslektaşları tarafından cezalandırılmıyorsa, bu ülkenin halkını bu ülkenin medyasından kim koruyacak?

            İsmet Paşa'nın sözünü değiştirerek sorarsak, Türk halkını Türk medyasından korumak için dışardan medya mı getirelim?".

            Yorum

            • fuga
              Senior Member
              • 27-08-2004
              • 6397

              Konu: Biyografiler(Yaşam Öyküleri)...Sürekli Güncel

              Agatha Chiristine </B>
              Agatha Christine 1926'da altınca romanı olan Roger Ackroyd Öldürüldü yayınlanana kadar tanınmış bir isim olmadı-bu roman yalnız onun degişisik tipi Hercule Pairt'yu ortaya cıkarmakla kalmadı, tamamen farklı cinayet ağıyla dedektif romanlarında bir devrim yarattı. İngiltere'nin kırsal kesimlerinden Torquay'da dogan ve bu bölgenin özelliklerini romanlarında kullanan Christie bütün yaşamı boyunca, en fazla Orta Doğu'ya olmak özere bir çok yolculuk yaptı, bu da romanlarının bir kısmında kendini gösterir. Poirot'nun yanı sıra Miss Jane Marple'ı da yarıttı, bu kişilik Mrs McGillcuddy Ne Gördü gibi bazı romanlarında cinayetleri çözdü. Christie romanlarının yanında Fare Kapanı ve Davanın Tanığı gibi oyunlar da yazdı.

              Yorum

              • fuga
                Senior Member
                • 27-08-2004
                • 6397

                Konu: Biyografiler(Yaşam Öyküleri)...Sürekli Güncel

                Ahmet Kutsi Tecer ( 04.09.1901)- (23.07.1967)
                4 Eylül 1901'de Kudüs'te doğdu. 1929'da İstanbul Darülfünunu Felsefe Bölümü'nü bitirdi. Bir süre edebiyat öğretmenliği yaptıktan ve Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Dairesi üyeliğinde bulunduktan sonra 1942-1946 döneminde milletvekili seçildi. 1949-1951 arasında öğrenci müfettişi olarak Fransa'da bulundu. 1950'de Unesco Merkez Yönetim Kurulu üyeliğine getirildi. Türkiye'ye döndükten sonra, emekli olduğu 1966 yılına kadar İstanbul'da öğretmenlik yaptı.Tecer edebiyata şiirle başladı.

                Şiirleri 1921'den sonra Derg&#226;h ve Milli Mecmua gibi dergilerde çıktı. Daha sonra Varlık, Oluş, Yücel ve Ankara Halkevi'nin çıkardığı, kısa bir süre de kendisinin yönettiği Ülkü gibi dergilerde şiirlerini yayınladı.Şiirlerini 1932'de Şiirler adlı kitabında topladı.Bu kitabın yayınından sonra yazdıkları yalnızca dergilerde kaldı.Şiirlerini hece ölçüsüyle yazdı.Daha sonra başladığı oyun yazarlığında da milli değerlere önem vermiştir. İlk ve en önemli oyunu Köşebaşı'nda Batı'ya özenenleri eleştirir. 1961'de sahnelenen son oyunu Satılık Ev yayımlanmamıştır. Çoğunluğu dergilerde olmak üzere Halk edebiyatı ve folklor konularında çeşitli incelemeleri de vardır. 23 Temmuz 1967'de İstanbul'da öldü.

                ESERLERİ Şiir: Şiirler, 1932. İnceleme: Köylü Temsilleri, 1940.

                Oyun: Yazılan Bozulmaz, 1947; Köşebaşı, 1948; Köroğlu, 1949; Bir Pazar Günü, 1959; Satılık Ev, 1961.

                Yorum

                • fuga
                  Senior Member
                  • 27-08-2004
                  • 6397

                  Konu: Biyografiler(Yaşam Öyküleri)...Sürekli Güncel

                  Ahmet Taner Kışlalı ( 10.07.1939)- (21.10.1999)
                  10 Temmuz 1939'da doğdu Tokat`ın Zile ilçesinde. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi`ni bitirdikten sonra 1962-63 yılları arasında Yenigün Gazetesi'nde yazı işleri müdürlüğü yaptı. 1968-72 yılları arasında öğretim görevlisi olan Ahmet Taner Kışlalı, 1967 Paris Hukuk Fakültesi'nde doktorasını yaptı. 1988 yılında da profesör olan Ahmet Taner Kışlalı, 1977'de Cumhuriyet Halk Partisi`nden 5. Dönem İzmir Milletvekili seçildi. Kışlalı, Bülent Ecevit tarafından kurulan 42. Hükümet`te 1978-79 yıllarında Kültür Bakanı olarak görev yaptı.

                  12 Eylül sonrasında üniversiteye dönen Kışlalı, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi`nde siyaset bilimi dersleri verdi. Ahmet Taner Kışlalı, aynı zamanda Cumhuriyet Gazetesi`nde ''Haftaya Bakış'' başlığıyla köşe yazıları yazıyordu.Kışlalı, 21 Ekim 1999 Perşembe günü, Ankara'da evinin önünde uğradığı bombalı saldırı sonucu vefat etti.

                  HAKKINDA YAZILANLAR

                  İki Türk’ün Ölümü
                  Nilgün-Ahmet Taner Kışlalı’nın yaşamöyküsü
                  Sıtkı Uluç
                  Ümit Y. İstanbul 2001

                  İki "insanı"ın yaşamöyküsü....
                  Nilgün Kışlalı "Türk" dedi...
                  Ahmet Taner Kışlalı "Atatürk" dedi.
                  Bir Türk'ün ölümü...
                  İki Türk'ün ölümü...
                  Türklerin ölümü....
                  Ölüyorlar, öldürüyorlar, "Türk" dedikçe, "Atatürk" dedikçe...
                  Ve "Ölen ölür, kalan sağlar bizdendir" diyenler ürüyor...
                  Olsun...
                  Bu kitap, Kışlalı'ların geride bıraktıkları sevginin, doğallığın, insanlığın ve umudun izlerini yansıtıyor.

                  Yorum

                  • fuga
                    Senior Member
                    • 27-08-2004
                    • 6397

                    Konu: Biyografiler(Yaşam Öyküleri)...Sürekli Güncel

                    Andrew Mango </B>
                    İstanbul’da doğdu. Dil öğrenimini, Londra’daki School of Oriental Studies’de Farsça ve Arapça öğrenerek geliştirdi. Büyük ıskender olayının İslamiyet içinde yer alan biçimleri üzerine yaptığı araştırmayla doktorasını verdi. 1947’de öğrenciyken katıldığı BBC’de on dört yıl boyunca Türkçe Yayınlar bölümünün yöneticiliğinde bulundu. Burada Güney Avrupa ve Fransızca Yayınlar Müdürüyken 1986’da emekliye ayrıldı. O günden bu yana, bütün çalışmalarını Türkiye’yle ilgili konularda araştırmalara ayırıyor. Sık sık Türkiye’yi ziyaret eden Andrew Mango Londra’da oturuyor. Mango’nun, Türkiye’yle ilgili ilk yazısı 1957 yılında Political Quarterly adlı dergide yayınlandı. Turkey ve Discovering Turkey adlı tanıtıcı çalışmalarını Turkey: The Challenge of a New Role (1994) adlı kitabı izledi. Türkçe’de Atatürk (Modern Türkiye’nin Kurucusu) 2000 yılında yayımlandı.

                    ESERLERİ

                    Ataturk
                    Atatürk
                    Turks Today
                    Türkiye ve Türkler (1938'den Günümüze)

                    Yorum

                    • fuga
                      Senior Member
                      • 27-08-2004
                      • 6397

                      Konu: Biyografiler(Yaşam Öyküleri)...Sürekli Güncel

                      Aristo a ( 02.02.383)- (18.01.321)
                      Aristoteles (İ.Ö. 384-322), antik Yunan felsefesinin en önemli adlarındandır. Akılcı yaklaşımı ve bilimsel görüşleriyle felsefede gerçekçiliğin “baba”sı ve mantığın öncüsü kabul edilir. Aristoteles, yirmi yıl boyunca Platon’la onun Atina’daki Akademia’sında diyaloglarda bulundu, sonra Assos’ta (bugün Çanakkale ilinde Behramkale) bir Akademia kurdu. Büyük İskender’in öğretmenliğini yaptıktan sonra Atina’ya dönüşünde Akademia’nın başına getirilmeyince, kent dışında kendi okulu Lykeion’u (“lise” adı buradan gelir) kurdu. İ.Ö. 323’te, Büyük İskender’in ölümünden sonra, eski bir şiirinden dolayı dinsizlikle yargılandı; Sokrates’in akıbetine uğramamak için Khalkis’e gitti ve orada öldü.
                      Aristoteles, felsefe tarihine en özgün katkısı olan metafizik için protophilosophia (“ilk felsefe”) adını kullanıyordu. Lykeion’un son yöneticisi Rodoslu Andronikos, İ.Ö. 60 yıllarında Aristoteles’in yapıtlarını derlerken, “varlık” konusundaki görüşlerini Physike’den (Fizik) sonraki kitaba koyarak ta meta physike (“fizikten sonra gelen”) adını verdi ve “metafizik” sözcüğünün isim babası oldu.
                      Türkçeye çevrilen başlıca yapıtları: Fizik, Metafizik, Poetika, Retorik (İngilizceden çeviren Mehmet H. Doğan, YKY, 1995), Nikomakhos’a Etik, Organon (altı kitaplık bu yapıtın bir bölümü Türkçeleştirilmiştir).
                      Aristoteles, felsefe tarihine en özgün katkısı olan metafizik için protophilosophia (“ilk felsefe”) adını kullanıyordu. Lykeion’un son yöneticisi Rodoslu Andronikos, İ.Ö. 60 yıllarında Aristoteles’in yapıtlarını derlerken, “varlık” konusundaki görüşlerini Physike’den (Fizik) sonraki kitaba koyarak ta meta physike (“fizikten sonra gelen”) adını verdi ve “metafizik” sözcüğünün isim babası oldu.

                      Yorum

                      • fuga
                        Senior Member
                        • 27-08-2004
                        • 6397

                        Konu: Biyografiler(Yaşam Öyküleri)...Sürekli Güncel

                        Aşık Paşa ( 06.09.1271)- (18.07.1311) </B>
                        &#194;ŞIK PAŞA
                        Aşık Paşa, Türk dilinin gelişmesi ve yayılmasında büyük hizmetleri bulunan, bu uğurda ölümsüz eserler yazan ilk Türkçeci şairlerimizdendir.1272 yılında Kırşehir'de doğan &#194;şık Paşa, tanınmış mutasavvıf Baba İlyas'ın torunudur. Baba İlyas, XIII. yüzyılın başlarında, birçok Türk bilgini gibi, Orta Asya'daki Horasan Türk bölgesinden Anadolu'ya göçmüş, Kırşehir ve çevresindeki Türkmen oymaklarının şeyhi olmuş, onlarla birlikte Selçuklu Sultanı II. Keyhüsrev'e karşı yapılan Baba&#238; ayaklanmasına katılmıştır. Oğlu Muhlis Paşa, Osman Gazi'nin güvendiği ve saydığı adamları arasındadır. Kırşehir'de yerleşen Muhlis Paşa'nın üç oğlundan en büyüğü Al&#226;eddin Ali'dir. Bu yüzden Al&#226;eddin Ali, baş ağa, yani en büyük kardeş olarak tanınmıştır. Baş Ağa adı zamanla Beşe, sonra da Paşa olarak söylenmiş, şiirlerinde (&#194;şık) mahlasım kullandığı için de, asıl adı unutularak (Aşık Paşa) adı, her tarafta ün yapmıştır.

                        &#194;şık Paşa, din ve tasavvuf bilgilerini Kırşehir'li Şeyh Süleyman'dan öğrenmişti. Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında babası ile birlikte Osman Gazi'nin yanında hizmet görmüştü. Sultan Orhan'ın Osmanlı Beyliğinin başına geçtiği yıllarda, Kırşehir'e gelerek baba ocağına yerleşmiştir.&#194;şık Paşa, Kırşehir'de, Ahilik örgütünün büyük bir saygıyla bağlandığı “Mürşid”i olmuş, çevresinde toplanan Oğuz Boylarına, dostluk ve kardeşlik ilkelerini aşılamış, onlara Türkçe seslenmiş, eserlerini katıksız öz Türkçe ile yazmıştır.&#194;şık Paşa, çevresinde yalnız Türkçe ile konuşup, eserlerini Türkçe yazmamış, aynı zamanda, o güne dek moda olan Arapça ve Farsça’ya karşı Türk dilinin güçlü bir savunucusu olmuştur.

                        Bilindiği gibi, Anadolu Selçuklu sultanları, özbeöz Türk oldukları, Türk Oğuz Boylarıyla Anadolu'da ilk Türk Devletini kurdukları halde, İsl&#226;miyetin etkisiyle Arapça'ya, İran kültürünün etkisiyle Farsça'ya resm&#238; dil gözüyle bakmışlar, Türkçe'yi savsaklar duruma gelmişlerdi. Buna karşı ilk tepki, Anadolu Oğuz Boylarından gelmiş, hatta, 1277 yılı Mayıs ayında, Karamanoğlu Mehmet Bey, Selçuklu başkenti Konya'yı basarak, Türk dilinin devlet dili olduğunu duyurmuş ve bu konuda bir ferman çıkarmıştır.Bu fermandan sonra, Türkçe yazan ve söyleyen şairlerin sayısı artmış, Mevl&#226;na'nın oğlu Sultan Veled, Şeyyad Hamza, Yunus Emre gibi şairlerimiz Türkçe'ye hakkını vermişler, vermeye devam etmişlerdir.

                        &#194;şık Paşa'da Türkçeci bu şairler arasındadır, hatta bu konuda yüreği çok daha yanık, çok titizdir. Garibn&#226;me adlı eserinde devrin aydınlarından, Türk diline gereken önemi vermemelerinden dolayı sitem dolu ifadelerle bahseder. &#194;şık Paşa, Türklük bilincine varmış, Türkçe şiirlerinde Türk'ün Tanrı ve yurt sevgisini, barışçı dünya görüşünü, dostluk ve kardeşliği, tasavvuf&#238; bir anlatımla dile getirmiştir.

                        &#194;şık Paşa'nın en tanınmış eseri, 12.000 beyitlik Türkçe Garibn&#226;me’sidir. Mesnev&#238; biçiminde yazılan bu eser, on bölüm içinde, din&#238; ve tasavvuf&#238; öğütler veren bir ahl&#226;k kitabıdır. Yıllar sonra, Mevlid sahibi Süleyman Çelebi, Garibn&#226;me'yi görecek ve bu eserden esinlenecektir.&#194;şık Paşa'nın &#226;ruz ve hece ölçüsüyle yazılmış şiirleri, gazelleri, il&#226;hileri de vardır. &#194;şık Paşa, 3 Kasım 1333 tarihinde, Kırşehir'de hayata gözlerini kapamış, ölümünden sonra, mezarı üzerine, işlemeli, süt beyaz mermerlerle kaplı bir türbe yaptırılmıştır. Bugün, Kırşehir'in yüksek bir yamacında bir sanat abidesi olarak gözleri ve gönülleri doyuran &#194;şık Paşa Türbesini ziyaret edenler, okudukları F&#226;tiha ile birlikte, büyük Şaire Türk dili adına şükran duygularını da dile getirmelidirler.

                        Yorum

                        • fuga
                          Senior Member
                          • 27-08-2004
                          • 6397

                          Konu: Biyografiler(Yaşam Öyküleri)...Sürekli Güncel

                          Atilla Dorsay
                          İzmir doğumludur. Galatasaray Lisesi ve Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (şimdiki M.S.Ü.) Yüksek Mimarlık bölümünden mezun oldu (1964). 1966 yılından itibaren Cumhuriyet gazetesinde sinema üzerine yazmaya başladı ve sonra bunu asıl meslek olarak seçti. Cumhuriyet’te 27 yıl sürekli yazdıktan sonra Milliyet ve Yeni Yüzyıl’da yazdı. şimdilerde Sabah’ta yazıyor. Çoğu sinemayla ilgili olmak üzere bugüne dek 29 kitap yayınladı. Türk sineması eleştirilerini, yemek kültürü, şehircilik ve yaşam kültürü üzerine yazılarını ayrı kitaplarda topladı. TRT 2’de, açıldığı 1985 yılından beri film programları yapıyor. Sinema 100 Yaşında kuşağında önemli klasikler sundu. şimdi, Sinema Büyüsü kuşağını hazırlayıp sunuyor. 1986-1995 arasında TRT Radyo 3’te müzik programları yaptı. Sayısız yerli-yabancı dergide yazıları yayınlandı. Birçok festivalde jüri üyeliği yaptı. Ayrıca başlangıcından (1982) bugüne dek ıstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Uluslararası ıstanbul Film Festivali’nin yürütme kurulundadır. FIPRESCI-Uluslararası Sinema Yazarları Federasyonu’nun Türkiye temsilcisidir. Dorsay’ın, Legion d’Honneur-Palmes Academiwues Nişanı, TDK Basın Ödülü, ıstanbul, ızmir ve Antalya festivalleri Emek Ödülü gibi birçok ödülü bulunuyor.

                          ESERLERİ

                          100 Yılın 100 Filmi
                          100 Yılın 100 Yönetmeni
                          100 Yılın 150 Oyuncusu
                          Düşen Yapraklar Geçen Yıllar
                          Hayatımızı Değiştiren Filmler
                          Ne şurup-şeker şarkılarda Onlar...
                          Sinema ve Çağımız
                          Sinema ve Kadın
                          Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları
                          Sümbül Sokağın Tutsak Kadını
                          Yaşam ve Ölüm Kentleri

                          Yorum

                          • fuga
                            Senior Member
                            • 27-08-2004
                            • 6397

                            Konu: Biyografiler(Yaşam Öyküleri)...Sürekli Güncel

                            Aydın Bolak ( 13.08.1925)
                            Adı Soyadı : Ahmet Aydın Bolak
                            Doğum tarihi : 13.08.1925
                            Doğum yeri : Balıkesir
                            Mesleği : Hukukçu - İşadamı
                            Mezun olduğu okul : İst. Ünv. Hukuk Fakültesi
                            E-Mail : ahmet@aydinbolak.com
                            internet adresi: www.aydinbolak.com
                            Eşinin adı : Ayşe Selma
                            Çocukları ve doğum tarihleri : Halil Doğan 1961


                            13 Ağustos 1925 yılında Balıkesir'de doğdu. Istanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olduktan sonra Balıkesir'e maiyyet memurluğu, kaymakam vekilliği, kaymakamlık ve avukatlık yaptı. Hürriyet Partisi kurucuları arasında yer aldı ve CHP Balıkesir milletvekili olarak 1961-1965 yılları arasında parlamentoda bulundu.Vakıfların yeniden kurulmasını sağlayan 903 sayılı kanunu o teklif etti. Uzun süre Türk Petrol Holding Yönetim Kurulu Başkanlığı yaptı bilahare ayrıldı.Hayırsever ve medeniyet görüşü olan bir insan.

                            Türk Eğitim Vakfı, Türkpetrol Vakfı, Göğüs Cerr&#226;hisi Vakfı, TÜSEV-Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı, TEMA Vakfı, İstanbul Trafik Vakfı, Türk M&#251;sık&#238;si Vakfı gibi çok sayıda vakfın kurucu ve yöneticileri arasında bulunmaktadır.
                            1965'den sonra tic&#226;r&#238; ve sın&#226;&#238; alanlara girmiş ve başta petrol, turizm, gemi inş&#226;, nebat&#238; yağlar ve gıda gibi konular olmak üzere çok sayıda şirkete kurucu, hissed&#226;r ve yönetici olmuştur.Ahmet Aydın Bolak evlidir, bir oğul, iki torun sahibidir.

                            ESERLERİ
                            Hayatın Öğrettikleri, Hayatın İçin, Yüz Yılın Yetmişbeş Yılı


                            Aydın Bolak'tan Bir Televizyon Sohbeti

                            KAYBEDİLMEMESİ GEREKEN DEĞERLER

                            İnsan hayatında, kaybedilinceye kadar kıymeti anlaşılmayan değerler var. Bu değerleri kaybettiğimiz zaman “eyvah!” diyoruz ama, geri getirmek mümkün olmuyor. Bunlardan biri sağlık, biri servet, biri sevgi ve bir diğeri de hürriyet...
                            İnsanlar sağlıklı doğup sağlıklı yaşamaya devam ederlerken, sağlıklarının hiç bitmeyeceğini sanarak onu diledikleri gibi harcar, yasak olan herşeyi yaparlar. Mesel&#226;, "terliyken soğuk su içmeyin” dersiniz, içerler!.. "Hastaların yanında dikkat ediniz, mikrop almayınız” dersiniz, "bana birşey olmaz!” derler. "Keyif verici zehirlerden, alkolden, tütünden uzak durunuz" dersiniz, "bunlar sizin hayatınız için zararlıdır, hayatınızı kısaltır” dersiniz, "adam sen de, bak 80 yaşına gelmiş h&#226;l&#226; sigara içiyor!.." derler ve kendilerine uygun mis&#226;ller bulup sizi cevaplarlar.

                            Ama insanların çoğu, bu suistimallerinin sonunda hayatlarının en güçlü değeri olan “sağlık”larını kaybederler. İş işten geçmiştir.. Artık “eyvah”lar sağlığı yerine getirmez. Ne kadar yansanız-yakılsanız, sağlık kaybedilmiştir. Artık insan ted&#226;viye ve başkalarının bakımına muhtaç h&#226;le gelmiştir.

                            Bilhassa son zamanlarda tahrib&#226;tını geniş ölçüde duyduğumuz kokain, eroin, esrar veya birtakım haplar, insan hayatının en önemli sağlık merkezi olan “beyin” üzerine tesir ederek insanı insanlıktan çıkaran ve zel&#238;l, kep&#226;ze h&#226;le düşüren nesnelerdir. Ama biliyorum ki Türk Gençliği bu pis alışkanlıklardan uzak duracaktır.

                            Yüce Kan&#251;n&#238;’nin, hepinizin bildiği bir beytiyle devam edelim:

                            Halk içinde m&#251;teber bir nesne yok devlet gibi,
                            Olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi!”.

                            Diyor ki; halk katında sorsanız, en büyük varlık, en büyük nesne devlete sahip olmaktır. Halbuki cihanda asıl saadet, sağlıklı bir nefes alabilmektir. Onun değerini ancak, hasta olup o nefese muhtaç kaldığı zaman anlar insan.
                            Sevgili Seyirciler.. Sağlığın değerini kaybetmeden anlamak gerekir. Dikkatli insanlar, herkesin imrendiği bir hayatı yaşayarak hayatlarının sonuna ulaşırlar. Ama sağlıklarına dikkat etmeyerek onu suistimal edenler genellikle dostlarını üzerler, düşmanlarını sevindirirler ve hastalıkların pençesinde uğraşırlar.
                            ***
                            İnsanın kaybettiği zaman yandığı bir başka değeri de servet ’dir. Kendi kazanmayıp ailesinden intikal eden servet sahibi insanların çoğu, alınterleriyle, emekleriyle biriktirmedikleri için, servetlerinin bitmeyeceğini zannederler. Onun için de har vurup harman savurur, israf içinde yaşarlar. Mak&#251;l hiçbir harcamaları yoktur. Onlar için hayat “o gün mes’ut olmak”dır. O bir gün mes’ut olmanın pahası ne olursa olsun onu harcamaya hazırdırlar. Bunlar, servetlerini kaybetmeye namzet insanlardır.

                            Akıllı insanlar servetlerini korurlar ve onu, kendileri yemek için değil, diğer insanların hayrına kullanmak için biriktirirler. Bu kişiler insanlığın hayırlı unsurlarıdır. Y&#226;ni, “En hayırlı insan diğer insanlara hizmet eden insandır” kaidesine uyan kimselerdir. Hergün baklava yemesi mümkün olan kişinin üstelik sağlığı da bozulur! Halbuki onu ölçülü yediği gibi servetini de ölçülü harcarsa, kalan serveti birçok aç insanı doyurabilir, birçok fukar&#226;nın iş kurmasını sağlayabilir, birçok genç kızın çeyizini temin edebilir.. Böylece, etrafında sevgi h&#226;lesi yaratarak, servetini Allah’ın emrettiği gibi hayır yolunda kullanır ve ömrünü tamamlayıp huzur içinde dünyaya ved&#226; eder. Diğerleriyse, serveti eritmenin zilleti içinde, cemiyette itibarlarını kaybetmiş olarak yaşarlar.
                            ***
                            Kaybedildiğinde bedbaht olunan bir başka şey, hürriyet ’dir. Amerikan İstikl&#226;l Beyannamesi ve Anayasası’nda şöyle der:
                            "Allah, insanlara doğduğu andan itibaren, vazgeçilmez, terkedilmez, devredilmez birtakım haklar bahşetmiştir. Bunlar yaşama, düşünme, serbest hareket etme ve birbirlerinin haklarına riayet ederek toplulukla yaşama gibi haklardır..”
                            Bu hürriyetler insanlar için hayatın bir parçasıdır. İnsan’ı hürriyetsiz tasavvur etmek mümkün değildir. Hürriyet, insan aklının mahsulüdür.

                            Hürriyet nasıl kaybedilir. Bir insanın hürriyetini kaybetmesi için, o insanın evvel&#226; topluma karşı vazifelerini yapmamakta direnmesi gelir. Hürriyet böyle kaybolmaya başlar. Kişinin, toplumun inançlarının aksine toplumu zorlaması da, önce kendi hürriyetini kaybetme sebebidir. Çünkü bu hürriyetin içinde düşünce hürriyeti vardır, yaşama hürriyeti vardır, teşebbüs hürriyeti vardır ve bu hürriyetin içinde, bir toplumda itibarla gezip dolaşma, yazma, konuşma hürriyeti vardır.. İnsanlar bu hürriyetlerini, tiranların, despotların zulmüne hareketsiz ve sessiz kalmakla kaybederler!..

                            Hürriyetin kaybedildiği en klasik h&#226;l hapish&#226;ne veya akıl hast&#226;nesidir. Kişi buralarda kendisini diğer insanlardan ayrılmış, itibarını kaybetmiş, zillete düşmüş ve insan olmakdan uzaklaşmış hisseder. Böylece kaybolan kişiliğin geri gelmesi de ne yazık ki güçtür.
                            Kaybolan hürriyetin yeniden elde edilmesi, büyük mücadelelere, sabırlı çalışmalara ve insanın kaybettiklerini telafi etme kaabiliyetini son noktasına kadar kullanmasına bağlıdır. Hürriyetini tekrar kazanamayanlar insanlık camiasından silinip giderler. Onlar artık “köle” dir ve köle muamelesi görürler.
                            ***
                            Kaybedildiğinde ıztırab duyulan bir başka değer, sevgi ’dir. İnsan, yaratılmışları sevdiği ölçüde sevilen, etrafına sevgi saçtığı ölçüde sevilen ve cemiyete faydalı olan bir varlık olarak yaratılmıştır. Hiç kimseyi sevmeyen, kendi kendisiyle kavgalı, öfkeli bir insan topluluğu düşününüz.. Burada sevginin yeri yoktur! Ancak öfkeler, kavgalar, devamlı mücadeleler vardır.

                            Bir "kapalı rejim” düşününüz ki, insanların birbirlerine karşı sevgilerini söylemesi dahi tehlike teşkil etsin!.. Kapalı rejimde insanlar yavaş yavaş makineleşirler, düşünme kaabiliyetlerini, hissetme kaabiliyetlerini ve sevme kaabiliyetlerini kaybederler. O kadar ki; kadınla erkek arasında Cenab-ı Hakk’ın yarattığı o sevgi unsuru bile o toplumda artık maddeleşmiştir. Müşterek hayat, otelde geçirilen hayat gibidir.. Ailenin müşterek sevgi mevz&#251;u olan bir “çocuk” yoktur! Çünkü çocuk, istedikleri an birbirlerinden geri dönebilme kapısını kendilerine açık bırakmak isteyen insanların ayakbağı olarak görünür. O sebeple, evlerinde, bir otel odasında buluşmuş gibi bir yaşarlar ve sonra birgün birbirlerini bırakıp giderler!.. Sevgiyle, saygıyla ve birbirlerinin h&#226;tıralarıyla hiçbir irtibatları olmayan, &#226;det&#226; “ot gibi” yaşayan insanlardır…

                            Toplum içinde yaşayıp da toplumunu sevmeyen, devletini sevmeyen, aile içinde sevgisini izhar edemeyen, sevgi bağını kuramayan kişi ya da kişiler, doğuşlarında Allah’ın onlara verdiği sevgi kaabiliyetini kaybettikleri zamanki bedbahtlıklarını dahi idrak edemezler. Neyi kaybettiklerini bilemezler..

                            İki ayrı kişi düşününüz: Birisi sevgi dolu, herkese gülücüklerle sel&#226;m verip, sel&#226;m almaktadır.. Diğeriyse sevgiden habersiz, çevreye nefretle bakan abus çehreli, nobran mı nobran!.. Bu kişinin arkasında kimseyi göremezsiniz. Sevgi dolu insanı ise etrafında birçok sevenle birlikte görürsünüz. İyi gününde de kötü gününde de sevenleri onun yanındadır. O da, iyi veya kötü günlerinde bütün insanların yanında sevgiyle vardır. Yunus Emre ne diyor:

                            Aşksızlara verme öğüt,
                            Öğüdünden alır değil.
                            Aşksız &#226;dem hayvan olur,
                            Hayvan öğüt bilir değil!

                            Yunus, olma c&#226;hillerden,
                            Irak olma ehillerden,
                            C&#226;hil ne var, mümin ise
                            C&#226;hillikden kalır değil!

                            Bu sözleri biraz açarsak: Bir kimsede aşk unsuru, sevgi unsuru yoksa, ona öğüt vermeye gayret etme çünkü öğüdünü alamaz, boşuna uğraşma. Çünkü, sevmesini bilmeyen, insan değildir, o bir hayvana benzer. Sevgi hayvanla insanı ayıran bir unsurdur. “Akıl” gibi. Onun için aşksız &#226;dem hayvan olur, hayvan da öğüt bilmez! Onun gibi, sevgisiz insana nasihat etmenin bir m&#226;n&#226;sı yoktur… Yunus, c&#226;hillerden olma. Bilenlerden de uzak durma, onlarla beraber ol, beraber düşün.Çünkü c&#226;hil, mümin de olsa, onun ceh&#226;leti sevgiyi önleyecektir. Onun &#238;manı dahi c&#226;hillikten kurtulup sevgiye dönmesini sağlayamaz…

                            Aziz Seyirciler!
                            Bunlara daha birtakım değerlerimizi il&#226;ve edebiliriz. Ben, kaybettiğimiz zaman ıztır&#226;bını yaşayacağımız başlıca dört değeri anlatmaya çalıştım. Eğer insanların tamamı bu dört değere sahip olmasını biliyorlarsa toplum ancak o zaman mutlu olur ve ayakta kalabilir.
                            Mutlu toplumun yarattığı devlet ve politikacılar da, sevmesini, saymasını, sağlığın değerini ve kendi sağlığını kullanmada iyi örnek olmasını bilir. Bir esrarkeş politikacı ya da öğretmen düşününüz.. Ve sonra onu “örnek adam” olarak göstermeye çalışınız!..
                            Herkesin ve özellikle çocuklarımızın, sağlıklarını, servetlerini, sevgilerini, hürriyetlerini gayet kıskançlıkla korumalarını diliyorum. Böylelikle Türkiye daha mesut insanların yaşadığı bir ülke olacaktır. Çünkü; sağlığını-servetini-sevgisini-hürriyetini iyi kullanan insanların kurduğu devlet güçlü olur.

                            24/06/1997

                            xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx xxxxxxxxxxxx

                            Aydın Bolak dualarla uğurlandı
                            Zaman 30.07.2004

                            İşadamı, hukukçu ve birçok vakfın kuruculuğunu yapan Ahmet Aydın Bolak, son yolculuğuna tekbirlerle uğurlandı.
                            Salı günü hayatını kaybeden Bolak'ın cenaze namazı dün Teşvikiye Camii'nde ikindi namazının ardından kılındı. Cenaze törenine eşi Ayşe Selma Bolak, oğlu Halil Doğan Bolak ve üvey oğlu Varol Dereli’nin yanı sıra iş ve siyaset dünyasından çok sayıda tanınmış isim katıldı.

                            Eşi ve çocukları cami bahçesinde taziyeleri kabul etti. Çok uzun taziye kuyrukları oluştu. İkindi namazı kalabalık bir cemaatle kılındı. Camide yer kalmayınca birçok kişi dışarıda saf tuttu. Namazın ardından imam, Aydın Bolak'ın yaptığı hizmetleri anlattı. Bolak'ın bayrağa sarılı tabutu tekbirlerle cenaze arabasına kondu.

                            Osmanlı tarihi uzmanı ve Hollanda Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Gaziantep'te lise son sınıfta okurken, bir tanıdığının referansıyla Bolak'ın, eğitimini sürdürmesine yardım ettiğini söyledi. Akgündüz, hukuk ve ilahiyat fakültesini okumasında ve Amerika'da bir yıl misafir öğretim görevlisi olarak görev yapmasında merhum işadamının büyük katkısı olduğunu belirtti. Akgündüz, Bolak'ın CHP milletvekilliği yaptığı dönemde Medeni Kanun içerisindeki Vakıflar Kanunu'nun çıkarılmasını sağlayarak Osmanlı mirası vakıfların ilk avukatlığını yaptığına dikkat çekti.

                            Aydın Bolak'ın en dikkat çeken özelliklerinden biri de tesbih koleksiyonu yapmasıydı. Kapalıçarşı'da kendi el işi tesbih satan Mustafa Ünal, işadamını 25 senedir tanıdığını ve kendisinden orijinal ve güzel tesbihleri aldığını söyledi.

                            Devlet eski bakanlarından Hüsamettin Özkan, Bolak'ın yeri doldurulamayacak, çok değerli bir insan olduğunu söylerken, Türk Petrol Vakfı Genel Müdürü Uğur Derman, “Aydın Bey maddiyatı ayağının altına aldı. Paylaşmayı çok seviyordu.” şeklinde konuştu. Marmara Grubu Vakfı Başkanı Akkan Süver, Türkiye'de vakıf üniversitelerinin ayakta kalmasına Aydın Bolak'ın büyük emeğinin bulunduğunu ifade etti. TEMA Vakfı Başkanı Nihat Gökyiğit de Türk insanının değerlerini ve hedeflerini çok iyi bilen Bolak'ın bu güzellikleri içinde barındıran vakıfların kurulmasında görev aldığını söyledi. İstanbul Kültür İşleri Daire Başkanı ve yazar İskender Pala, Bolak için, “Bütün ömrümün şekillenmesinde önemli görevler üstlenmiştir. Bizim neslin yetişmesinde bir ışık ve aydınlık olarak önümüzde durdu. Alperen kelimesini yontsak heykel olarak Aydın Bolak çıkardı.” değerlendirmesinde bulundu. Bolak'ın binlerce genci yetiştiren milli manevi değerlere sahip kişi olduğunu vurgulayan yazar Mustafa Miyasoğlu da “Alperen sıfatını taşıyan günümüzün Horasan dervişleriydi.” dedi.

                            İş ve siyaset dünyası cenazedeydi

                            Aydın Bolak'ın cenazesinde bir araya gelen iş ve siyaset dünyasından tanınmış simalardan bazıları şöyle: İşadamları Asım Kocabıyık, Faruk Süren, Türk Petrol Vakfı Genel Müdürü Uğur Derman, eski bakanlardan Hüsamettin Özkan, Aydın Güven Gürkan, TEMA Vakfı Başkanı Nihat Gökyiğit, TEMA Vakfı kurucularından Hayrettin Karaca, Sabancı Holding üst düzey yönetecisi Celal Metin, Yılmaz Ulusoy, İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu. Cenazede taziyeleri kabul eden merhum işadamının eşi Selma Bolak'ın üzgün olduğu gözlendi (küçük resim).

                            Yorum

                            • fuga
                              Senior Member
                              • 27-08-2004
                              • 6397

                              Konu: Biyografiler(Yaşam Öyküleri)...Sürekli Güncel

                              Ayşe Kulin </B>
                              Arnavutköy Amerikan Kız Koleji Edebiyat bölümünü bitirdi. Çeşitli gazete ve dergilerde editör ve muhabir olarak çalıştı. Uzun yıllar televizyon, reklam ve sinema filmlerinde sahne yapımcısı, sanat yönetmeni ve senarist olarak görev yaptı. Öykülerden oluşan ilk kitabı Güneşe Dön Yüzünü 184 yılında yayınlandı. Bu kitaptaki Gülizar adlı öyküyü, Kırık Bebek adı ile senaryolaştırdı ve bu sinema filmi 1986 yılının Kültür Bakanlığı Ödülü’nü kazandı. 1986’da sahne yapımcılığını ve sanat yönetmenliğini üstlendiği Ayaşlı ve Kiracıları adlı dizideki çalışmasıyla Tiyatro Yazarları Derneği’nin En ıyi Sanat Yönetmeni Ödülü’nü kazandı. 1996 yılında Münir Nureddin Selçuk’un yaşamöyküsünün anlatıldığı Bir Tatlı Huzur adlı kitabı yayınlandı. Aynı yıl, Foto Sabah Resimleri adlı öyküsü Haldun Taner Öykü Ödülü’nü, bir yıl sonra aynı adı taşıyan kitabı Sait Faik Hik&#226;ye Armağanı’nı kazandı. 1997’de yayınlanan Adı: Aylin adlı biyografik romanı ile, ıstanbul Üniversitesi ıletişim Fakültesi tarafından yılın yazarı seçildi. 1998 yılında Geniş Zamanlar adlı öykü kitabı, 1999’da ıletişim Fakültesi tarafından yılın romanı seçilmiş olan Sevdalinka ve 2000’de yine bir biyografik roman olan Füreya, 2001’de Köprü, 2002’de Nefes Nefese ve ıçimde Kızıl Bir Gül Gibi, 2004’te Kardelenler ve Gece Sesleri yayınlandı.

                              ESERLERİ
                              Adı: Aylin, Babama, Bir Gün, Foto Sabah Resimleri, Füreya, Gece Sesleri, Geniş Zamanlar, Güneşe Dön Yüzünü, İçimde Kızıl Bir Gül Gibi, Kardelenler, Köprü, Nefes Nefese, Sevdalinka


                              HAKKINDA YAZILANLAR

                              Adı Ayşe
                              Cemal Kalyoncu
                              Aksiyon Sayı: 487 - 05.04.2004


                              Baba tarafı, Boşnakları bir bayrak altına toplayan Kulin Ban’dan gelen Ayşe Kulin, Çerkez asıllı annesi tarafından da Osmanlı’nın son Maliye Nazırı Reşat Bey’in torununun kızıdır. Kulin, hayatı ‘Adı: Aylin’ kitabıyla tümden değişmiş birisidir.

                              Orhan Pamuk, sanki Ayşe Kulin'i düşünerek tarihe not düşmüş o ünlü 'Bir kitap okudum hayatım değişti' sözünü. Gelki burada bir fark var. Ayşe Kulin'in hayatı, okuduğu değil, yazdığı kitaptan dolayı değişmiş; ama olsun!..

                              Her şey, başında bulunduğu 1 Numara Yayıncılık çatısı altındaki dergiler için Ercan Arıklı'nın Ayşe Kulin'den ilginç ve gerçek hayat hikayeleri yazmasını istemesiyle başlar. Kulin, bu talep üzerine, her ikisinin de Amerikan Koleji'nden arkadaşları olan Aylin'in isminin de bulunduğu 5-6 kişilik bir liste tespit edip Arıklı'ya verir. Arıklı'nın isteği, önceliğin Aylin'in hayat hikayesine verilmesi yönündedir.

                              Ayşe Kulin, okul arkadaşı Aylin'le irtibata geçer. Onun cevabı da olumludur. Amerikan ordusunda görev yapan bir Türk kadını olan Aylin, hemen Başkan Bush dahil olmak üzere çeşitli ünlülerle çekilmiş fotoğraflarını gönderir İstanbul'daki arkadaşına. Tam bu sırada Amerika'ya gitmesi söz konusu olunca Kulin, 'Nasılsa oraya gideceğim, karşılıklı konuşarak yaparım bu görüşmeyi diyerek' projeyi biraz bekletir: "Ben martta gidecektim. Aylin şubatta öldü." Aylin ölünce proje bir süre beklemek durumunda kalır. Fakat aradan bir zaman geçtikten sonra Kulin, bu sefer Aylin portresini, başında Okay Gönensin'in bulunduğu Yeni Yüzyıl'a yazar: "Okay beni aradı. 'Herkes telefon ediyor. Annem bile böyle şeyleri okumaz, fakat kafamın etini yiyor. Kimdir bu?' dedi. Ailesinden de tabii Nilüfer (Gülek) filan arayıp, teşekkür ettiler." Aylin'in, Türkiye'den başlayıp dünyanın çeşitli ülkelerinde devam eden öyküsü gerçekten çok ilginç bir öyküdür.

                              Gazetede çıkan bu gerçek hayat hikayesinin gördüğü ilgi üzerine Kulin, Aylin'in kitabını yazmaya karar verir. Aylin'in ailesi de buna taraftardır. Projeyi önce Afa Yayınları'nın sahibi Atıl Ant'a götürür Kulin: 'Atıl bayıldı projeye. 'Ben basacağım' dedi. Ben de 'Madem basacaksınız, bana bir avans verir misiniz?' dedim. 'Yok' dedi, 'Sen getir, hiç bir yazara verilmez ama yüzde 12 veririm' diye de ekledi. Ama bir bölüm okumak için de örnek istedi. Yazdım, gönderdim. Bir ay boyunca telefona çıkmıyor Atıl. Sabah arıyorum, öğle arıyorum, yok. En sonunda 'Olmuyor' dedim, bıraktım." Bu aradaki boşlukta Kulin, bir teklif üzerine hazırladığı Münir Nurettin Selçuk biyografisini bitirir. Ve bir gün, bazı yayınevi isimleri tespit ederek telefonun başında oturur, numaraları çevirmeye başlar: "İletişim, Metis, Remzi. Teker teker arıyorum. Birinci meşgul çıktı, ikinci meşgul çıktı. Remzi de hep meşgul çıkardı, o an açıldı. 'Randevu istiyorum' dedim. Verdiler." Böylece 80'i aşan baskı yapan 'Adı: Aylin' kitabıyla Ayşe Kulin, hem anı/hatırat yazımı konusunda ateşleyici bir rol oynar, hem de bir kitap yazarak hayatınının tümden değişmesine yol açar.

                              'Hikayeleriniz ilklerin de gerisinde' diyen yayınevi

                              Ayşe Kulin, kalıplar ve ideolojilerle örülmüş bir edebiyat bloğunun içine giremese de çok satan bir yazar olarak okur nezdindeki yerini alır böylece. Aslını sorarsanız edebiyat dünyasına paraşütle inmiş de değildir. Yıllardır yazı ile hayatını kazanan birisi olarak, 1984 yılında bastırdığı Güneşe Dön Yüzünü öykü kitabıyla edebiyat dünyasının kapısını -içeri alınmasa da- 'tıklatır.' Bunun öyküsü de buraya not düşecek kadar hazindir. Kulin, ilk yazarlık denemesini yaptığı öykülerini gönderdiği, fakat bugün ismini vermediği yayınevinden şöyle bir cevap almıştır o yıllarda: "Bir dosya kağıdına kıyamamış, ikiye bölüp yarısına yazmış: Sayın Kulin, son hikayeleriniz ilklerin de gerisinde. Sizin için üzgünüz. İmza..." Fakat basılmaya değer bulunmayan çalışmasıyla Kulin, 1995'te Haldun Taner Öykü Ödülü birinciliğini alır; bunlara sekiz yeni öykü ilave yaparak genişlettiği Foto Sabah Resimleri kitabıyla da Sait Faik Hikaye Armağanı ile ödüllendirilir (1996).

                              - Siz o cevabı veren yayınevi hangisi idi?

                              "Onu söylemeyeyim. Önemli bir yayınevi. Kendileri herhalde çok üzgündür. Onları bir kere daha üzmeye gerek yok!"

                              Ayşe Kulin artık çok satan yazarlar arasında ilk sıralardadır artık. 1997 yılında çıkardığı Adı Aylin ile 80 baskıyı geride bırakan Kulin, Sevdalinka ile de 60'a yakın baskı yapar, rahmetli vali Recep Yazıcıoğlu'nun hayatını anlattığı Köprü 40 baskıya ulaşır nerede ise. Kulin'in kitapları arasında Füreya ve Nefes Nefese de diğerlerinden geride kalmaz.

                              Ayşe Kulin, kitaplarında gerçek hikayeleri ele almayı benimsemiştir. Hatta bazı kitaplarında ailesinden kahramanlara yer verir. Peki Ayşe Kulin'in kendi hikayesi nasıldır?

                              Boşnakların ilk kralının soyundan

                              Ayşe Kulin, köklü geçmişi olan bir aileden gelmektedir. Baba tarafı Bosnalı olan Ayşe Kulin, son edindiği bilgilere göre de muhtemelen Macar topraklarından Bosna'ya idari bir yetkili olarak atanmış Kulin Ban'ın ailesine mensuptur. Kulin Ban, 11. yüzyılda Boşnakları ilk defa bir bayrak altında toplayıp kendi kilisesini kurmuştur. Ayşe Kulin'in anlattıklarına göre Boşnaklar, Ortodoks Sırp ve Katolik Hırvatlar'dan ayrı olarak üçlü teslis inancına ananmayanların oluşturduğu Bogomil mezhebine mensup, bir tek Allah'a inanan bir topluluktur. Bundan dolayı Sırp ve Hırvatlar'ın işkencelerine maruz kalmışlardır yıllarca. İşte bu dönem sonunda kendi kilisesini kurarak Boşnaklar'ın ilk kralı olan Kulin Ban, Ayşe Kulin'in de soyunun dayandığı koldur. Ayşe Hanım, bunu çok eskilerden beri kullanageldikleri Kulin soyadına dayandırmaktadır. Çünkü yüzyıllardır ailenin kullandığı soyad Kulin'dir: "O aileden gelen bir ailem olduğu kesin. Ama belki Kulin Ban'dan değil de kardeşinden, yeğeninden inmiştir." Ayşe Kulin, ailenin Macarsitan'dan gelen kolundan şecereyi bulduklarını, ama Bosna tarafındaki kayıtların 1992'deki savaşta bombalarla yok edildiğini belirmekte: "Macaristan'da bir Kulin ailesi olduğunu biliyorum. Onlar her yıl bir yerde buluşuyorlarmış, yani dünyadaki bütün Kulin'ler." Kulin Ban'ın ismi Saraybosna'nın iki önemli caddesinden birine de verilmiştir: "Kulin Ban çok müreffeh bir devir yaşatmış, çok adilane idare etmiş ve çok sevilen bir lidermiş. Bir şeyin çok eskidiğini anlatmak için Nuh Nebi'den beri deriz ya, onlar Kulin'den kalma der. Böyle bir deyimleri var. Dolayısıyla onların çok sevdiği bir lider."

                              1890'ların sonlarına kadar Bosna'da kalan aile, bir derebeyi olarak bilindikleri o topraklardan 1896 veya 1897'lerde ayrılmak zorunda kalır. Geldikleri yer önce İstanbul'daki Rami'dir: "Tito devrine kadar aileye Bosna'dan hem erzak, hem para gelirdi. Topraklardan alınan mahsulün parası."

                              Bosna'dan gelen, Ayşe Kulin'in de dedesi olan Salih Zeki Kulin'dir: "Babama sormuştum, 'Dedem ne iş yapardı?' diye. 'İşi yoktu' dedi. İşi olmamasını kafam almamıştı. Bosna'da beyler hiç çalışmazdı. Buradaki ağalar gibi. Dedem okuma olarak da bir tek beylerin kendi aralarında kullandıkları bir yazıyı bilirdi. Akrabam olduğu için çok övündüğüm, torunu olduğumuz ressam Ferruh Başağa -ki dedesi Fehim Efendi de Osmanlı Meclisi'nde ilk Bosna Mebusu idi- yüksek tahsilini Saraybosna'da yaptı. O Sırpça'yı okur, ama Boşnakça'yı okuyamaz. Tito yok etti çünkü. Sonrakiler de Boşnak sözünü yok etmeye çalıştılar."

                              Ressam Ferruh Başağa ile akraba

                              Salih Zeki Kulin'in Gül Hanım'la evliliğinden üç çocuğu gelir dünyaya: Nusret, Saadet ve Muhittin. Makine mühendisi olan Nusret Kulin, büyükelçilik yapmış Orhan Kulin'in babasıdır. (Orhan Kulin'in eşi Kadriye Hanım da uzun yıllar Aksanat'ta idarecilik yapmış birisidir.) Ayşe Kulin'in babası olan Muhittin Kulin, ağabeyinden 6 sene sonra 1903'te Rami'de doğar. Mühendis mektebine gider, Almanya'da inşaat mühendisliği okur. Devlet Su İşleri'ni (DSİ) kuran veya o kurumun başına ilk atanan kişidir Muhittin Kulin. Dolayısıyla Türkiye'de ilk baraj, önemli inşaat gibi yatırımlarda onun da hizmeti geçmiştir. Hatta Süleyman Demirel de, DSİ'de Muhittin Kulin'in memurlarından biri olmuştur zamanında.

                              Büyükdedesi Osmanlı'nın son maliye nazırı

                              Muhittin Kulin, önce CHP ile daha sonra da ondan iktidarı devralan Demokrat Parti ile takışınca istifa etmek zorunda kalır. Bazı bankaların yönetim kurullarında görev aldıktan sonra en son olarak üniversitede öğretim üyeliği yapar. Vakti zamanı gelince de (Hatice) Sitare Hanım'la birleştirir hayatını: "Babam hep devlet memurluğu istedi. Özel sektörden çok teklif almasına rağmen devlette kaldı. Ankara'da DSİ'de iken, bir ziyaret sırasında Ankara'ya giden annemle tanıştı." Sitare Hanım Çerkes'tir: "Çerkes'lerin Bijeduh kolu varmış. Çok iftihar ederler. Onlar da Kamçiliko Hasan Bey diye birinden inmeler." Ayşe Kulin'in anne tarafı da 93 Harbi'nde bugünkü Türkiye topraklarına gelmiş bir ailedir.

                              Ayşe Kulin'in annesi Sitare Hanım, son Osmanlı Meclisi'nde Maliye Nazırlığı yapmış olan Reşat Bey'in torunudur. Onun da babası mutasarrıflık yapmış birisidir: "Anneannemin anne ve babasını görme mutluluğuna erdim. Uzun yaşadılar. Dolayısıyla ben Osmanlı beyefendiliği denen o ince çizgiyi çok iyi biliyorum."

                              Reşat Bey'in Leman, Suat ve Sabahat adında üç kızı olur. Suat Hanım topoğraf Hilmi Bey'le evlenerek daha sonra Soydan adını alacaktır. Sabahat Hanım ise, bir Ermeni gencine aşık olur ve 30 yıllık bir sürenin sonunda ancak evlenebilir. Ayşe Kulin'in, Nefes Nefese adlı romanında Selva ve Rafo'nun hikayesi olarak anlattığı aslında Sabahat teyzesinin hikayesidir. Ayşe Kulin'in anneannesi Leman Hanım ise askeri doktor Mahir İhsan Bey ile dünyaevine girer.

                              Ailenin damatlarının bir özelliği, buna Ayşe Kulin'in babası da dahildir, hep içgüveysi gelmeleridir. (Unutmadan, Ayşe Kulin, Hacı Bekir Şekerlemeleri'nin damadı olan milli yüzücü Doğan Şahin ile akrabadır. Doğan Bey'in babası ile Ayşe Hanım'ın babası iki kız kardeşin çocuklarıdır. Bu arada, ölüm ilanında Ayşe Kulin'in teyzesi olarak adı yazılan; Konya Valisi Hüsnü Zadil'in kızı, Van Valisi Vezir Tahir Paşa'nın gelini Bedia Belbez ile aralarında bir akrabalık bağı da yoktur.)

                              Reşat Bey'in Beyazıt'taki konağı, Ayşe Kulin'in doğduğu 1941 senesinde satılarak aile Nişantaşı'na yerleşir. Bu taşınmanın sebeplerinden biri, dedesinin, ahbabı olan Rey kardeşlerin babası, aile dostu Ahmet Reşit Rey'le daha yakın oturmak istemesidir. İkisi de 150'likler listesine girmemek için kader birliği ederek kaçmıştır. Aralarında böyle bir bağ da vardır.

                              'Kıskançlık nedir bilmedim'

                              Ayşe Kulin, doğduğunda İkinci Dünya Savaşı'nın ikinci yılına girmesine tam 6 gün vardır. Türkiye'de de savaşa girme-girmeme üzerinde politikalar üretilmektedir. Böyle bir ortamda küçük Ayşe de, Amerikan Hastanesi'nde doğmasına ve annesi ile babası evlenir evlenmez Ankara'da oturmaya başlamalarına rağmen ancak iki ay üzerine baba ocağının yolunu tutabilir. Onun büyüme evresini geçirdiği yer, dolayısıyla Ankara'dır. Ancak yazları İstanbul'a gelebilir. Geldiğinde de ilk başlarda Burgaz Ada'daki konakta kalırlar. Ankara'dan her gelişlerinde nerede ise bir ordu tarafından karşılanırlar: "Dedem, teyzem, kuzenler karşılamaya gelirdi." Dedesinin ailesi, üç kızı, üç damadı ve torunlar hep bir arada yaşamaktadır çünkü. Küçük Ayşe'nin burada bir de bayram anıları vardır, zihninde tazeliğini koruyan: "Babannemin Sultanahmet'teki evine giderdik. Bana halamın oğlunun sünnet elbisesini giydirirlerdi..."

                              - Tek çocuk olmanın artıları, eksileri var mıydı?

                              "Kıskançlık nedir bilmememin sebebi kardeşim olmamasıdır. Çünkü kıskanacak bir şey yoktu. Bütün oyuncaklar benim. Dedeler, anneler benim... Bu kıskançlık duygusunun eksikliği çok iyi bir şey değil hayatta. Onun sıkıntılarını çektim. Mesela kocamı kıskanmadım. Kıskanmadığım için de arkadaşım kocamı ..." Ayşe Kulin, hırs duygusundan da yoksun büyür: "Hırs olmadığı için de hayata asılmadım. Yayın işlerine asılmadım. 20 yaşından beri yazıyorum. En azından 1970'li yıllardan beri elimde kitaplar var. Hırsım olmadığı için bu kadar geç kaldım. Doğru bulmuyorum bunları."

                              Ayşe Kulin, ilkokula Ankara'da başlar. Üçüncü sınıftan itibaren okulun ismi TED olur ve yabancı dille eğitime başlanır. (Ayşe Kulin, bu noktada Attila İlhan'ın eleştirilerine karşı çıkarak, yabancı dille eğitimle kimsenin milliyetçiliğinden birşey kaybetmeyeceğini söylemektedir: "Attila İlhan'a benden selam söyleyin. Karşı karşıya oturur, milliyetçiliğimi onunla tartışırım. Belki ben daha milliyetçi çıkarım.") TED Koleji'nde yazar Pınar Kür, Ankara valilerinden Kemal Aygün'ün kızı, şimdi Mehmet Ali Bayar'ın annesi olan Baysan Bayar, eski siyasilerden Hıfzı Oğuz Bekata'nın kızı Yüksel, sonra Ömer Çavuşoğlu gibi arkadaşlar da edinir burada.

                              Kulin, daha sonra aile geleneğini bozmamak üzere Arnavutköy Amerikan Kız Koleji'ne gelir. Anneannesinin kızkardeşi Sabahat Hanım, eniştesi ve annesi, yani üç kuşak burada okumuştur. Kendisiyle beraber dördüncü kuşak da Amerikan Kız Koleji'ni bitirdiğinde yıl 1961'dir. Kulin'in buradaki arkadaşları arasında ise yazar İpek Ongun, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Festival Yönetmeni Dikmen Gürün, Dünya Bankası'nda uzun süre çalışmış Alev Bilgen, Çetin Emeç'in eşi Bilge Emeç vardır. Yazar Nazlı Eray ise bir sınıf alttan arkadaşıdır.

                              1960'ta yürüyüşlere katılıyor

                              1950'de Demokrat Parti iktidara gelince Kulin ailesi de, Türkiye'deki bir çok ailede olduğu gibi hadiseyi sevinçle karşılar. Ancak zamanla bu destek, bilinen tavırlardan dolayı tersine döner. Ünlü DP'lilerden Bayındırlık Bakanı Muammer Çavuşoğlu, Süreyya Ağaoğlu gibi isimler yakın arkadaşları olmasına rağmen Ayşe Hanım'ın babası Muhittin Kulin de zamanla DP'nin aleyhinde bir tutum takınır. Bu, henüz genç bir kız olan Ayşe'nin olaylara bakışını da değiştirir. Çünkü Ankara'da büyüdüğü için, bütün Ankaralı'larda olduğu gibi, onların evinde de politika ve siyaset eksik değildir. Dolayısıyla Ayşe Kulin de politik bir kişilik kazanmıştır zamanla. Hatta Kulin, İstanbul'a geldiğinde siyaset konuşulmayan evleri yadırgayacaktır: "Birileri babamla takışıyor, babam istifa etmek zorunda kalıyor. Bütün arkadaşlarımın babaları ya müsteşar ya da bakan. Mesela Nihat Erim'in kızı Işıl, sınıf arkadaşım. Nihat Erim babamdan birşey istiyor, babam yapmayıp istifa ediyor. Ben ne yapacağım şimdi? Babama sorduğumda 'Arkadaşınla benim davamın ne ilgisi var?' demişti." İşte siyasetin içinde büyüdüğünden olacak Ayşe Kulin de 27 Mayıs 1960 İhtilali öncesindeki nümayişlere katılanlardan biri olur: "Epey yürüdüm ve tartaklandım ben de."

                              Siyasete girenin kirlendiğini düşündüğünden politikayı hiç düşünmeyen Ayşe Kulin, Abdi İpekçi, Ercan Arıklı, Çetin Emeç gibi arkadaşları olmasına rağmen gazetecilik de yapamadığını ifade etmektedir: "Ben hep gazetecilik istedim. Ama o zaman gazetelere böyle 'pat' diye girilmezdi. Mesela Abdi'ye çok yalvardım, Milliyet'te birşeyler yapayım diye. O da bana 'Atla git İngiltere'ye, İngiltere Kraliçesi'nden bir röportaj getir, seni alayım' dedi. Bazı isimler onu yapar, getirir ama ben öyle değilim. Ben kapıları çalamam, içeri girip, arsızlık edemem. Bir düğünde davetli olmadığı halde duvardan atlayıp gelmiş gazeteci vardı. Öyle yapacağıma öleyim daha iyi." Fakat Ayşe Kulin'in de bir gazetecilik dönemi olmuştur hayatının ilerleyen yıllarında.

                              'İki evlilik, dört çocuk'

                              1960 senesinde Mehmet Sarper'le bir evlilik yapan ve Mete ile Ali adını verdiği iki çocuğu olan Ayşe Kulin, bu evliliğinde, hayatının en sıkıntılı yıllarını geçirir, özellikle de boşanma aşamasında. Daha sonra Eren Kemahlı ile hayatını birleştiren (1967) Kulin, yine iki erkek çocuğu getirir dünyaya: Kerim ve Selim. Herşey iyi giderken bu evliliğini de bitirir. Sebebi ise yukarıda da bahsettiği gibi kıskanç olmamasının doğurduğu bir sonuçtur! Fakat bu evliliğinden, ilki gibi yaralar alarak çıkmamıştır. İngiltere'de yaşayan Eren Kemahlı ve onun İngiliz eşi ve çocuğuyla ilişkilerini halen düzeyli bir şekilde sürdürmektedir çünkü.

                              Evliliklerini bitirmesi Kulin'in hayatında gazetecilik sayfasını açmasına vesile olur. Gerçi 1967'de iki sene boyunca bir otomobil dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapmıştır; ama gazeteciliğe asıl girişi 1977 yılında, boşanmak üzere evini terk ettikten sonra yazı verdiği Cumhuriyet Gazetesi ile olur. Fakat ne Cumhuriyet ona para verir, ne de o Cumhuriyet'ten para istemeyi düşünür. Burada 1982'ye kadar devam eden Kulin, bir süre de Dünya Gazetesi'nde çalışır. Uzunca bir süre de Sabah Grubu'nun 1 Numara adıyla çıkardığı dergilerde bulunur. Adı Aylin romanının gördüğü ilgi üzerine Milliyet'te köşe yazan Kulin, film, televizyon ve halkla ilişkilerde de çalışmalar yapmış birisidir. Kulin, gazetecilikte neden sıyrılamadığına da şöyle bir örnek getirmektedir bugün: "Mesela Ercan (Arıklı) bana dedi ki, 'Ayşegül Nadir'in çöp kutusunu yaz.' Kadının çöp kutusu boşalacak, içinden çıkacaklara göre bir yazı... 'Aklını kaçırdın sen galiba' dedim. Aç kalırım böyle bir şey yapmam."

                              Klasik müziğin her türünü seven, yazarlar arasındaki kavgalara bir anlam veremeyen, aile fertlerinin eskileri kendisine kaldığından koleksiyon yapmaya ne yeri ne de parası olan, ancak çok parası olsa da buraya yatırım yapmayacağını düşünen Ayşe Kulin, çok satan kitaplarından Sevdalinka'nın gelirini Bosna'da tecavüz sonucu dünyaya gelen çocuklara, yeni çıkacak Kardelenler kitabının gelirini de Türkiye'de çocukların eğitimine bağışlayarak duyarlılığını ortaya koyar

                              Yorum

                              • fuga
                                Senior Member
                                • 27-08-2004
                                • 6397

                                Konu: Biyografiler(Yaşam Öyküleri)...Sürekli Güncel

                                Ayşe Arman
                                HAKKINDA YAZILANLAR

                                Teşhirci, saydam pervasız dürüst ve cesur
                                OKTAY EKŞİ
                                Hürportreler Hürriyet 2002 İlavesi

                                O'nu anlatan doğru kelime teşhircidir olmalı. Ama o olumsuz anlamlar çağrıştıracağı için saydam demek daha uygun. Ayşe
                                Arman'ı Ayşe Arman yapan pervasızlığıdır. Bu dürüstlük ve cesaret karşısında şapka çıkartılır.

                                O öyle olduğu için mi dikkati çekiyor, dikkati çekmek istediği için mi öyle, çözebilene rastlamadık. Ama kesin olan şu:

                                Ayşe Arman mutlaka dikkati çeker.

                                Yazdıklarıyla dikkati çeker, -öyle anlaşılıyor ki- arkadaş çevresinde veya kendisini hiç kimsenin tanımadığı ortamda da o dikkati çeker.

                                Ne yapar da dikkati çeker sorusuna yanıt vermek kolay değil. Gerçi o tipik bir ‘‘controversal figure’’dür. Yani her zaman tartışılır.

                                Bu zaten yeter diyebilirsiniz.

                                Ama asıl önemli olan kişiliğinin onu tartışılır yapan çizgisidir.

                                Bu satırların yazarı, Ayşe Arman'ı, aynı çatı altında çalışan ve birbiriyle günlük düzeyde hemen hiç ilişkisi olmayan iki kişinin tanıyabileceği kadar tanıdığı için Ayşe Arman'ı tartışılır yapan şeyin ne olduğunu doğru şekilde saptayıp söylemesi kolay değil.

                                Ama bu açıdan inanılmaz bir kolaylık söz konusu:

                                Ayşe Arman'ın yazılarını okuyan herhangi biri, onun hakkında çok şey öğrenir. Çünkü o özel yaşamıyla ilgili en gün görmemiş gerçekleri bile okuyucunun önüne koyar. O yüzden Ayşe Arman'ı okurken, saklısı gizlisi olmadığı izlenimi edinirsiniz.

                                Hatta bazen ‘‘birazını da kendine saklasa iyi eder’’ diyebileceğiniz kadar...

                                O'nu anlatan tek kelime nedir?

                                Doğru kelime teşhircidir olmalı. Ama o olumsuz anlamlar çağrıştırabilir. O nedenle saydamdır demek galiba daha uygun düşer.

                                Belki de onu saydam yapan aslında özgürlügüne bağlılığıdır.

                                Gerçekten kendi özgürlüğüne Ayşe Arman kadar bağlı ve saygılı bir kadın, bir yazar, bir kişi bulmak özellikle bizim toplumumuzda imkansız denecek kadar zordur.

                                Yazılarından anlaşıldığına göre Ayşe Arman'ın belki tüm bunlardan daha önemli tarafı, kendisine veya başkalarına karşı hiçbir zaman ikiyüzlülük yapmayacak kadar dürüst ve özgüven sahibi bir kişi olmasıdır.

                                Düşünün siz... Hangi kadın -veya erkek- yazarımız (üstelik halen evli olduğunu da vurgulayarak) eski yıllarda bir akşam yemeğe çıktığı erkek arkadaşı restoranın tuvaletine gidince, içinden geleni yapmak için onun ardından erkekler tuvaletine girdiğini, bir süre sonra dışarı çıkmaları gerekince kapı kilidinin dili düştüğü için birlikte içeride kalarak yardım istediklerini... Ve çıkarken fevkalade utandıklarını tüm açıklığıyla yazabilir.

                                Bunlar toplumumuzun alışmadığı kadar pervasız yazılardır. Zaten Ayşe Arman'ı Ayşe Arman yapan bu pervasızlığıdır.

                                Bu dürüstlük ve cesaret karşısında şapka çıkartılır.

                                Sadece özgür ve bağımsız kişiliği Ayşe Arman'ı anlatmaya yetmez. O'nu başkalarından çok farklı kılan özelliklerinden biri, çalışkan, verimli ve titiz bir yazar olması, ayrıca akide şekeri gibi tatlı bir üsluba sahip bulunmasıdır. O yüzden Ayşe Arman'ın yazdığını hiç okumayabilirsiniz ama okumaya başlayınca bitirmeden bırakamazsınız. Çünkü yazdıklarında kendi iç dünyasını veya günlük gerçeklerini anlatıyormuş gibi yaparken bakarsınız ki sizi de anlatıyor.

                                Zaten iyi yazar insanı iyi yazar, iyi gazeteci olayı iyi yazar. Ayşe Arman ikisini de iyi yaptığı için iyi bir ‘‘gazeteci-yazar’’dır. Bu çizgileriyle Ayşe Arman gazeteciliğimizin, hem çağımızı hem de geleceğimizi temsil eden örneklerinden biridir.

                                Yorum

                                İşlem Yapılıyor