dünyada görülen İLGİNÇ OLAYLAR ve haberler

Kapat
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Gösterim
Clear All
yeni mesajlar
  • delphin
    Senior Member
    • 27-12-2005
    • 15279

    Konu: dünyada görülen İLGİNÇ OLAYLAR ve haberler

    İLGİNÇ OLAYLAR

    -Sıcak ve kurak Afrika'da 18.02.1979 tarihinde Büyük Sahra çölüne kar yağdı.


    -Futbolda Dünya kupası Okyanusya elemelerinde Avustralya, Amerikan Samoası'nı 31-0 yenerek bir resmi milli maçtaki en farklı skorlu galibiyeti elde etti.


    -Kazakistan'da 7 yaşındaki bir erkek çocuğun karnında ikizi bulundu. Simkent şehrinde yaşayan çocuğun karnındaki şişliği fark eden
    okul doktorunun hastaneye başvurması sonucunda hemen ameliyata alınan çocuğun karnından saçları ve tırnakları uzamış bir cenin çıkarıldı.


    -İran'da, korkusunu bastırmak ve sıkıntılarından kurtulmak için madeni nesneleri yiyen genç kızın karnından ameliyatla yarım kilogram ağırlığında metal parçalar çıkarıldı. 17 yaşındaki genç kızın karnından çıkarılan madeni nesnelerin arasında jilet ve çiviler de bulundu.


    -Amerika'nın Arkansas Eyaleti'nde 19 yıldır komada yatan Terry Wallis 13 haziran 2003 de hayata döndü.
    -Kars'ta "canı sıkıldığı" için saçlarını yiyen bir kadının midesinde biriken 1.5 kilogram ağırlığında saç kılı, ameliyatla çıkarıldı.

    -Kars'ta 'canı sıkıldığı' için saçlarını yiyen bir kadının midesinde biriken 1.5 kilogram ağırlığında saç kılı, ameliyatla çıkarıldı.
    -İsviçreli Cece Leclere, tıp adamlarınca "megavizyon" diye adlandırılan çok üstün bir görme yeteneğine sahipti. Kumaşların,kalın astarlı zarfların, perdelerin, hatta bazen tuğla duvarların arkasını bile görebiliyordu. Ancak insanlar kendisini hasta ediyordu,çünkü insanların iç organlarını görmek onu tiksindiriyordu.

    -İspanya'da İnnece Fernandece isimli bir kadın 11.000 geceyi uykusuz geçirmiştir. Hiç uyuyamayan kadın sadece bir defa tıbbi operasyon sırasında 2 kat anestezi etkisiyle uyutulabilmiştir.

    -En uzun kalp durması 4 saattir. Bir Norveçli, Aralık 1987'de denize düşmüş, kalbi durmuş, vücut ısısının düşüklüğü nedeniyle yeniden yaşatılmıştır.

    -1898'de gazeteci-yazar Morgan Robinson "Titan" isimli bir kitap yazdı. Kitapta büyük bir yolcu gemisinin okyanusta buzdağına çarpması anlatılıyordu. 14 yıl sonra "Titanic" deniz faciası meydana geldi.

    Yorum

    • delphin
      Senior Member
      • 27-12-2005
      • 15279

      Konu: dünyada görülen İLGİNÇ OLAYLAR ve haberler

      Dünyanın en büyük hacker'i Kevin Mitnick

      Biraz uzun ama zaman ayırmaya değer ben okudum çok etkilendim.insan oğlu neler yapabiliyor analar neler doğuruyor bee...
      Kevin Mitnick. 38 yaşında. Gelmiş geçmiş en büyük hacker olarak kabul ediliyor. 5 yıl hapiste kaldıktan sonra geçtiğimiz yıl koşullu olarak serbest bırakıldı. Koşullardan birisi telefona ve bilgisayara dokunmamak. Bu koşulun başlıca nedeni daha önce de hapse giren Kevin’in intikam olarak kendisini mahkum eden yargıca, kendisini suçlayan savcıya vb. oyunlar oynaması. Örneğin, bir seferinde telefon numarası öğrenme hattını (bizdeki 118 hizmeti) bir yargıcın telefonuna yönlendirmiş. Bir başkasında sevmediği birisinin telefonunu aylarca arızalı olarak göstermiş. Bir başkasının telefonuna binlerce dolarlık faturalar gönderilmesini sağlamış. Telefon ve bilgisayar sistemlerini avucunun içi kadar iyi bildiği tartışılmaz.

      Kevin Mitnick sorunlu bir aileden geliyor. Kevin üç yaşındayken anne ve babası ayrılmışlar. Amcası bir madde bağımlısı. Bir seferinde cinayetle suçlanmış. Üvey kardeşi Adam aşırı doz uyuşturucu kullanmaktan ölmüş.

      Annesi Shelly lokantalarda garsonluk yaparak hayatını kazanıyor ve sık sık erkek arkadaş değiştiriyordu. Kevin annesinin arkadaşlarından birisine yakınlık duymaya başladığı zaman annesinin hayatına başka birisi giriyordu. Kevin’in gerçek babası ile ilişkisi çok azdı. Sık sık yer değiştiriyorlardı, düzenli bir hayatları yoktu. Kevin’in sürekli değişen arkadaş çevresine karşı telefon iletişiminden başka bir seçeneği yoktu. Bu yüzden telefon sistemlerini iyi öğrenmesi gerekiyordu. Öğrendi de.

      1978’de Kevin Mitnick amatör radyoculukla uğraşıyordu. Bir yandan da telefon sistemleriyle ilgileniyordu. İnsan ilişkileri kötüydü, hemen herkesle takışıyor ve kavga ettiği herkese kin besleyip zarar vermeye çalışıyordu. Örneğin, telefon hatlarının kesilmesini sağlıyordu. Kin tutma ve sevmediği insanlara teknolojik zararlar verme huyu hep devam etti.

      Kevin 1978 yılında amatör radyo sistemleriyle uğraşırken Roscoe ile tanıştı. Kevin’in Roscoe ile ilişkisi hep sürecekti. 1995 yılında yakalandığında ilk aradığı kişi Roscoe olmuştu. Roscoe daha kolay kız arkadaş bulmak için o zamanlar ABD’de yaygın olan telefon konferans sistemlerinden birisini işletiyordu. Roscoe teknolojinin bu yönünü seviyordu: Kız arkadaş bulmasına yardımcı olmasını. İlerde bu sayede tanıştığı ve yattığı kızların sayısını anımsamadığını söyleyecekti. Roscoe bu bilgilerini yazıya dökecek ve “Ev Bilgisayarınızı Kullanarak Kadınları Baştan Çıkarma Kılavuzu” adlı bir kitapçık da yazacaktı. Roscoe’nun kız arkadaşı Susan ise gündüzleri santral operatörlüğü geceleri fahişelikle para kazanıyordu. Susan da sevgilisi Roscoe sayesinde telefon sistemlerine ve daha sonra da bilgisayar sistemlerine girmeye başladı. Bu garip üçlüye katılan bir başkası Steven da telefon sistemleri konusunda bilgili birisiydi. Dördü çok uyumlu olmasa da iyi bir gurup oluşturdular. İçlerinde teknik olarak en iyileri Kevin’ken, gurubu bir arada tutan kişi ve gurubun beyni Roscoe idi. Kevin ve Susan birbirlerinden nefret ediyorlar ama ortak arkadaşları (ve Susan’ın sevgilisi) Roscoe yüzünden birbirlerine katlanıyorlardı.

      Bu guruptakiler telefon sistemini telefon firmalarının çalışanlarından daha iyi biliyorlardı. Gizli bilgileri ve kişisel bilgileri elde etmeleri çoğunlukla sosyal mühendisliğe dayanıyordu: Sızmak istedikleri sistemdeki birilerini arayıp, onların bir şeylere kızmış üstleri gibi konuşup, onlardan bilgi alıyorlardı. Roscoe bu işi bilime dönüştürmüştü. Bir deftere çalışanların kişiliğine ait bir çok bilgi giriyordu: Üstü kim, altında kimler çalışıyor, yardımcı olmaya çalışan birisi mi yoksa soğuk birisi mi, çaylak mı, deneyimli mi. Hatta onların hobileri, çocuklarının adları vb. bile defterinde bulunuyordu.

      Elde ettikleri bilgileri para için kullanmıyorlardı. Sistemlere girebilmek, onları tanımayan birisine ilişkin en ayrıntılı bilgileri elde etmek vb onlara yetiyordu. Bir seferinde bu dörtlü telefon numarası öğrenme servisini kendilerine yönlendirdiler ve telefon numarası soranlara “Beyaz mısınız zenci mi? Telefon kataloglarımızı ayrı ayrı da” gibi sorular yönelttiler. Bu tür şeylerle çok eğleniyorlardı.

      Daha sonra uzmanlık alanlarını telefon sistemlerinden bilgisayarlara kaydırdılar. Roscoe üniversitelerin bilgisayar sistemlerinde dolaşırken Susan askeri bilgisayarlara giriyordu.

      Kevin Mitnick’in fotoğrafik bir belleği vardı. Bir çok parolayı içeren bir listeye biraz baktıktan sonra listeyi saatler sonra bile bir bire tekrarlayabiliyordu.

      Bir süre sonra Kevin ile Roscoe özellikle Susan’ı dışlayacak şekilde vakit geçirmeye başladılar. Susan bu durumdan memnun değildi. Üstüne bir de Roscoe’nun başka bir kızla nişanlanması eklenince memnuniyetsizliği arttı. Memnuniyetsiz ve bilgili herhangi bir kadının yapabileceği şekilde intikam almaya karar verdi.

      1980 yılının Aralık ayında US Leasing adında, elektronik cihazları kiralama konusunda uzman bir firmanın bilgisayarlarına girildi. Kendisini Digital Equipments firmasının teknisyeni olarak tanıtan birisi US Leasing’i arayıp sistemdeki bir arızayı çözmek için geçerli bir kullanıcı adı, parolası ve bağlantı için telefon numarası sordu. Bu bilgileri şüphelenmeden karşı tarafa veren firma çalışanı ertesi gün Digital firmasını aradığında böyle bir kimsenin olmadığını, firmalarının onlar tarafından aranmadığını öğrendi. Aynı gece boyunca firmanın yazıcıları sürekli olarak “Sistem kırıcısı döndü. Sistem A üzerindeki disklerinizi ve yedeklerinizi uçurmaya az kaldı. Sistem B’yi zaten uçurmuştum. Bunları geri yüklerken eğleneceğini umuyorum, seni .öt deliği”, “Öc alma zamanı”, “FUCK YOU, FUCK YOU, FUCK YOU” vb ifadeleri basıyordu. Bütün zemin kağıtla kaplanmıştı. Kağıtlarda arada bir de insan adları görünüyordu: Roscoe, Mitnick, Roscoe, Mitnick.

      US Leasing’e kimin girdiği anlaşılamadı. Roscoe ve Kevin bunu Susan’ın yaptığını iddia ederken Susan da onları suçluyordu.

      Susan’ın intikam çabaları devam etti. Roscoe’nun firmasını arayarak onun bilgisayar terminallerini izinsiz kullandığını ihbar etti. Bunun sonucunda Roscoe işten atıldı. Bu arada Roscoe ve Kevin’in telefon kayıtlarını takip ediyor ve nereleri aradıklarını ne yaptıklarını saptamaya çalışıyordu. Roscoe ve Kevin takipten kurtulmak için sık sık telefon numaralarını değiştiriyorlardı. Buna karşılık Susan da onların evlerine kadar gelip telefon hatlarına saplanıyor ve bir telefon aparatıyla bağlı bulundukları santralda özel bir numarayı arayıp (telekom çalışanlarının kullandıkları bir teknik) numarayı öğreniyordu. Sonra bu tekniği kullanamamaya başladı: Kevin daha bilgili olduğu için santralın bilgisayarına girip kendi telefonunun bu şekilde bulunmasını engellemişti. Sonra da Kevin Susan’ın telefon görüşmelerini dinleyerek karşı kanıt toplamaya başladı. Susan yeni edindiği erkek arkadaşına telefonda mesleğinin inceliklerini ve ücretlerini bir bir açıklıyordu: “sen baskınsan yarım saati 45 dolar, sen pasifsen 40 dolar ve “güreşmek” istersen 60 dolar”. Bu arada Roscoe kendisini ve ailesini tehdit ettiği iddiasıyla Susan’ı savcılığa şikayet etti. Susan zor durumda kalmıştı ama öc almak için hala bir fırsatı bulunuyordu. Savcılık ve emniyet görevlilerine Kevin ve Mitnick’in yaptıkları işleri anlattı ve bu bilgilere karşı korunma istedi.

      1981 yılında Kevin ve Roscoe ABD’nin en büyük telekom şirketlerinden birisi olan Pasific Bell şirketinin Los Angeles’daki COSMOS merkezine girmeye karar verdiler. COSMOS, telefon firmaları tarafından her türlü iş için kullanılan veritabanı programının adıydı ve Digital Equipments firmasının bilgisayarları üzerinde çalışıyordu. Ülke çapında yüzlerce CSOMOS sistemi kuruluydu. Bu sistemde 10-15 civarında komutun nasıl kullanıldığını iyi bilmek gerekiyordu. Bunu da merkezin çöp kutularını karıştırarak elde ettiler. Çöpler arasında yazıcı çıktıları, çalışanların birbirlerine gönderdikleri notlar (parolalar dahil olmak üzere) ve buna benzer bilgiler vardı. Daha fazla bilgiye gereksinimleri olduğunu anlayınca kendilerini merkezin çalışanları olarak tanıtıp içeri girdiler. Şirket çalışanlarının bilgilerinin yer aldığı bölüme bazı adları eklediler. Digital Equipments bilgisayarları kullanan yerleri bir Digital çalışanıymış gibi aradıklarında bu adları kullanıyorlardı. Eğer karşı taraf kontrol etmek için COSMOS merkezini ararsa bu adlara rastlanacak ve arayan kişinin gerçekten Digital’da çalıştığı sanılacaktı. Bir yöneticinin odasından da COSMOS’a ilişkin birçok kılavuz alıp çıktılar. Ama fazla ileri gitmişlerdi. Yaptıkları iş hacker’lık falan değil düpedüz hırsızlıktı. Ertesi sabah odasına daldıkları yönetici işyerine gelince kılavuzların eksik olduğunu farketti. Çalışan kayıtları arasında da tanımadıkları adları kolayca farkedebildiler ve şirketin güvenlik departmanına haber verdiler. Onlar da emniyet görevlilerine haber verdiler: Susan’ın bilgi verdiği emniyet görevlilerine.

      Polisin Kevin’in evini basması uzun sürmedi. Kevin evde yoktu. Polislerin buldukları şeyler arasında COSMOS merkezi ile ilgili hiçbir şey yoktu ama genel olarak telefon ve bilgisayar sistemlerine ilişkin çok şey vardı. COSMOS güvenlik görevlilerinin ifadelerine dayanarak tutuklama kararı çıkartıldı. Kevin sinagoga gitmişti. Ailece pek dindar olmasalar da Kevin sık sık part-time çalışmakta olduğu sinagoga gidiyordu. Polisleri karşısında gören Kevin kaçmak istedi ama kısa bir araba takibi sonunda yakalandı. Kevin yakalandığında dağılmıştı: Çok korktuğunu söylüyor ve ağlıyordu.

      Savcı Kevin’i ve Roscoe’yu hırsızlık ve bilgisayara izinsiz girme ile suçladı. Duruşmadan hemen önce Kevin iki konuda suçlu olduğunu kabul etti. Bu yolla Roscoe’ya ihanet ediyordu ama Islahhaneye gitmekten kurtulmayı umuyordu. Kurtuldu da. Aldığı ceza (ceza bile denilemez) 90 günlük bir inceleme ve 1 yıllık gözetim idi. Diğer arkadaşları da 3-5 ay arası cezalar aldılar. Kevin’in arkadaş gurubuyla da görüşmemesi gerekiyordu.

      Guruptaki kişiler cezalarını çekerken Susan da büyük bir aşama kat etti ve güvenlik konusunda danışman olarak çalışmaya başladı. Hatta bu sırada Washington’a gidip senatörlere ve yüksek düzey askeri personele bilgi bile verdi.

      Kevin bu sırada Lenny adında başka bir arkadaşıyla en iyi bildiği işe devam ediyordu: Bilgisayarlara ve telefon sistemlerine girmek. En çok rastladıkları bilgisayarlar Digital Equipments firmasının mini bilgisayarlarıydı. Önceleri PDP serisi bilgisayarlar daha sonra ise VAX serisi bilgisayarlar. Bu bilgisayarlar üniversitelerde ve telekom firmalarında çok yaygın olarak kullanılıyorlardı. Kevin ve arkadaşı Lenny en çok da Güney Kaliforniya Üniversitesinin bilgisayarlarına giriyorlardı. Bu da tekrar başlarının belaya girmesine neden oldu. Bir akşam üniversitenin terminallerinde "çalışırken" yakalandılar. Bu sefer Kevin kolay kurtulamadı: Bir ıslahhanede 6 ay geçirmesi gerekti. Bu arada Los Angeles polisi için de bilgisayar güvenliği konusunda bir video bant hazırladı. 1983'ün sonlarında serbest kaldı.

      Kevin bir aile dostunun yanında çalışmaya başladı. Ama çalıştığı yerdeki tek bilgisayarı bütün gün boyunca kullanması patronunun dikkatini çekti. Patronu Mitnick'in neler yaptığını pek anlamıyordu ama Kevin'in bilgisayar başında kredi kartları sorgulaması yaptığını farkediyordu ve kaygılanıyordu. Kaygılarını anlatmak için polis teşkilatına ziyaret yaptı; Kevin Mitnick'in belalısı polis detektifi ile görüştü. Detektif de o sıralar Kevin ve arkadaşı Rhoades için bir soruşturma yürütüyordu. Soruşturma konusu bir telekom firmasının kodlarını kullanarak uzak mesafe görüşmeleri yapmalarıydı. Aynı zamanda MIT'nin çalışanlarını elektronik ortamda tehdit ediyorlardı. Bu sıralarda amatör radyo yayınlarıyla yaptığı kabalıklar Kevin'in amatör radyo lisansını kaybetmesine neden olmuştu. Detektif için bütün bunlar yeterliydi ve Kevin için bir arama ve tutuklama kararı çıkarttı. Evini, işyerlerini aradılar ama Kevin'i bulamadılar. Hapishaneye girmektense kaçmayı tercih etmişti.

      1985'in yazında Kevin tekrar ortaya çıktı. Hakkındaki tutuklama kararı zaman aşımına uğramıştı. Tekrar arkadaşı Lenny ile ilişkiye geçti. Lenny çalıştığı yerlerdeki bilgisayarları Kevin'in kullanımına açıyordu. Bu sırada ABD'nin en büyük (CIA ve FBI'dan daha büyük) haber alma teşkilatı olan NSA (National Security Agency) bilgisayarlarına da girmeye başladı. Yaklaşık altı ay içinde Los Angeles bölgesi içindeki hemen tüm mini bilgisayarlara girmelerini sağlayacak kullanıcı hesaplarını elde ettiler. Bu sırada NSA'in sıkıştırmasıyla Lenny işten kovuldu (girdiği işlerin çoğundan kovuluyordu).

      Kevin 1985'in Eylül'ünde bir bilgisayar okuluna yazıldı. Başarılı bir okul dönemi geçiriyordu.

      Kevin'in kızlarla arası hiç iyi olmamıştı. Bu yüzden 1987 yılında, arkadaşlarına evleneceğini söylediğinde herkesi şaşırttı. Gelin adayı bir telefon şirketinde yönetici olarak çalışıyordu (Kevin kızın nerede çalıştığını duyduğunda gülmekten az kalsın yere yuvarlanıyordu) ve Kevin'le okulda tanışmışlardı. Kevin ve arkadaşı birlikte yaşamaya başladılar.

      Kevin, UNIX işletim sisteminin bir çeşidini üretip satan Santa Cruz Operation (SCO) firmasının bilgisayarlarına girdi. Bir sekreterin hesabını kullanıyordu. Eylemleri fark edildi. SCO yetkilileri telekom şirketiyle işbirliği yaparak bağlantının kaynağını bulmaya çalıştılar. Bu iş normalde onlar için çocuk oyuncağıydı. Ama bu sefer bir zorlukla karşılaştılar: Bağlantıyı izlemeleri engelleniyordu. Kevin saatlerce bağlı kaldığı halde hattı bulunamıyordu. Bir süre sonra Kevin firmanın programı olan XENIX'i kopyalamaya çalıştı. Artık çok olmuştu. Bir seferinde dikkatsiz bir şekilde bağlanınca nereden bağlandığı saptandı. Evi yerel polis tarafından basıldı. Evde bilgisayar, modum (polis kayıtlarında böyle görünüyordu), telefon bağlantı aparatı, 55 adet disket çeşitli kitap ve kılavuzlar ile bir adet tabanca buldular. Kevin ve arkadaşı için tutuklama kararı çıkartıldı, sonra arkadaşının bu işin içinde olmadığı anlaşılınca onun kararı kaldırıldı. Dava sürerken Kevin ve arkadaşı evlendiler. SCO davası Kevin'in suçunu kabul edip işbirliğine yanaşması ile bitti.

      1988 yılında Kevin ve arkadaşı Lenny bir başka okula girdiler. İlk yaptıkları şey okulun bilgisayarındaki bütün dosyaları manyetik bant kartuşlarına kopyalamaya çalışmak oldu ve bu iş sırasında yakalandılar. Okulun sistem sorumlusu gecikmeden polise haber verdi. Polisin elinde yeterince bilgi vardı ve Kevin'i hapishaneye tıkıp orada uzun süre tutmak için ellerinden geleni yapmaya kararlıydılar. Ama polis, üniversite, telekom şirketi ve Digital Equipments arasındaki koordinasyonsuzluk yüzünden hiçbir şey yapılamadı.
      Çalışmaları için Lenny’nin işyerindeki bilgisayarları kullanıyorlardı.
      Kevin ve Lenny'nin şimdiki amaçları Digital Equipments firmasının en değerli yazılımı olan VMS işletim sistemini elde etmekti. Bunun için Arpanet içinde gezinmeye başladılar. Arpanet içindeki bir askeri bilgisayara girmeyi başardılar ve onu çaldıkları yazılımları saklamak için kullanmaya başladılar. Bu bilgisayara girdikleri anlaşılınca başka bilgisayarlara geçtiler: Güney Kaliforniya Üniversitesinin bilgisayarlarına. Bilgisayarlara giriyorlar, onların üzerinden Arpanet'e çıkıyorlar ve bir yerlerden aldıkları VMS'in kaynak kodunu bu bilgisayarlara kopyalamaya çalışıyorlardı. Kopyaladıkları kod VMS'in alalade bir sürümü de değil 5.0 sürümüydü. Bu sürüm henüz müşterilere dağıtılmaya başlanmamıştı ve bulunabileceği tek yer Digital Equipments'ın iç ağı olan Easynet idi. Kevin ve Lenny gerçekten de bir zamandır Easynet'e giriyorlardı. Girmekle kalmayıp Easynet içinde çalışanların birbirleriyle yazışmalarını da izleyebiliyorlardı. Bu yazışmalar arasında iki kişi dikkatlerini çekti . Birincisi bir VMS güvenlik uzmanıydı. İkincisi ise sürekli olarak bu uzmanla yazışan ve İngiltere'deki bir üniversitede çalışan bir başka uzmandı. İkinci uzman sürekli olarak bulduğu güvenlik açıklarını ilkine gönderiyordu. Tabii, bunlar Kevin ile Lenny'nin eline de geçiyordu.

      VMS’in kaynak kodunun üniversitenin bir bilgisayarına aktarılması bittiğinde sıra dosyaları bir manyetik bant kartuşuna kopyalamaya gelmişti. Ellerindeki araçlarla bunu uzaktan yapmaları mümkün değildi. Bunu üniversitenin bilgisayarının başında yapmaları gerekiyordu. Bu iş için yanlarına eski arkadaşları Roscoe’yu aldılar. Kevin tanındığı için üniversiteye girmeyecek, işi Lenny ile Roscoe bitirecekti. Roscoe kendisini bir öğrenci olarak tanıtıp kopyalaması gereken dosyalar olduğunu söyledi ve kartuşun bilgisayara takılmasını sağladı. Sonra Lenny ile buluşup telefonla Kevin’e haber verdiler. Kevin bilgisayara uzaktan bağlanarak dosyaların kopyalanması için gereken komutları verdi. İşlem bitince Roscoe kartuşu aldı. Dosyalar çok büyük olduğu için bu işlemleri birkaç kez yapmaları gerekti ama sonunda VMS’in kaynak kodlarına sahip oldular. Artık bu kodu inceleyip işletim sisteminin açıklarını bulabilirlerdi.

      Bu sırada hem üniversitede hem de Digital Equipments’da sisteme birilerinin girdiği anlaşılmıştı. Kevin ve Lenny’nin de okudukları e-postalar ile yakından bildikleri gibi Digital içinde üç kişi hemen hemen tüm zamanlarını bu işi çözmeye adamışlardı. Ama Kevin ve Lenny yine bu e-postlardan Digital’ın onları bulsa bile kolay kolay suçlamayacağını öğrenmişlerdi. Firmalar kendi sistemlerine birilerinin girdiğinin öğrenilmesinden hiç de memnun kalmıyorlardı. Yine de her iki kurum da onları saptamak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Kendilerine gelen telefon bağlantılarını izlemek için telekom şirketleriyle birlikte çalışıyorlardı. Kevin telefon sistemini iyi tanıması nedeniyle aramalarını hep çağrı yönlendirme yöntemiyle yapıyor ve izleme sonunda rastgele numaralara erişmelerini sağlıyordu. Bir keresinde rastgele numara ortadoğudan göçen bir adamın numarası çıktı. Adamın evi FBI tarafından basıldı ama ajanlar televizyon seyreden bir adamdan başka bir şey bulamadılar.

      Bu arada Lenny ile Kevin arasında sorunlar baş göstermeye başladı. Lenny daha normal bir hayat sürmek istiyordu: Hacker’lık dışında faaliyetlerle ilgilenmek, kız arkadaşına daha fazla zaman ayırmak istiyordu. Kevin ise tek bir şeye saplanmıştı: Daha çok, daha çok bilgisayar sistemine girmek. Lenny’i de kendisiyle çalışmaya zorluyordu. Lennny, Kevin’in ilerde kendi aleyhinde kullanabileceği bilgileri topladığını düşünüyordu. Sık sık tartışıyorlardı. Kevin her işlerinde "bu sonuncu olacak başka bir hacking yapmayacağız" diyordu ama birisi bitince bir başka işi başlatan da yine hep o oluyordu. Kevin çalışmaları ile ilgili olarak da karısına sürekli yalanlar söylüyordu. Lenny arkadaşları Roscoe’yu arayıp durumdan yakındı. Roscoe da Kevin’in halinden memnun değildi ve ona şimdiden iyi bir avukat bulmasını önerdi. Kevin çığrından çıkmıştı: VMS işletim sisteminin kaynak kodunu kopyaladıktan sonra şimdi de yine Digital’dan Doom adında bir oyunu kopyalamak istiyordu. Lenny için bu kadarı fazlaydı. İşindeki amirleriyle konuşup durumunu anlattı. Birlikte hem Digital’ı hem de FBI’ı aradılar ve durumu anlattılar. Lenny o ana kadar elde ettikleri 36 adet kartuşu FBI’a teslim etti. Birlikte Kevin’e bir tuzak hazırladılar. Lenny’nin üstüne mikrofon ve teyp yerleştirdiler. Lenny her akşam olduğu gibi işyerinde Kevin ile buluştu. Bu sırada FBI ve Digital güvenlik elemanları da aynı binada onları izliyordu. Kevin sabah saat 3’e kadar çalışmayı sürdürdü. Ertesi sabah FBI ajanları ve Digital yetkilileri bir toplantı yaptılar. Her zamankinin aksine bu sefer Digital da geri çekilmemeye karar vermişti. O gün akşam Kevin tutuklandı. Yıl 1988 idi.

      Kevin’in tutuklanışı gazetelere manşet oldu. Haberlerde onun basit bir telefonla nükleer savaşa yol açabileceği, toplum için bir tehdit oluşturduğu işleniyordu. Kevin maksimum güvenliğin sağlandığı bir hapishaneye kondu. Digital firması Mitnick’in kendilerine verdiği zararın 160 bin dolara mal olduğunu iddia etti. Kevin mahkemede bazı suçlamaları kabul etti, yaptıklarından dolayı özür diledi ve bu tür şeyleri bir daha tekrarlamayacağına söz verdi. Mahkeme onu bir yıl hapis ve altı aylık bir tedavi ile cezalandırdı. İyi hali görüldüğünden, 1990 yılının baharında, cezasının tümünü tamamlamadan hapishaneden şartlı olarak çıktı. Hapishaneden çıktığında karısı boşanmak istedi: Bütün olan bitenden bıkmıştı.

      Kevin hapisten çıktığı zaman eski arkadaşı Susan ile görüşmeye başladı. Kevin kilo vermişti ve düzenli bir işte çalışıyordu. Susan, sonradan bu döneminde Kevin’i baştan çıkarmaya çalıştığını söyleyecekti. Onun yatakta nasıl olduğunu merak ediyordu. Ama Kevin’in bu taraklarda bezi yoktu. Susan vazgeçti. Daha sonra “isteseydim onunla yatardım” diyecekti.

      FBI hapisten çıkan Kevin'in ıslah olduğuna inanmıyordu. Justin Petersen adında bir eski hacker'ı Kevin'in peşine taktı. Justin hem Kevin, hem de Roscoe ile ilişkiye geçip onları bilgisayarlara girme konusunda cesaretlendirdi. Üçlü birlikte bir çok bilgisayara girdiler. Kevin Justin'in ajan olduğunu farkedince bir avukata danışıp onunla yaptıkları görüşmeleri teybe kaydettiler. Ama çok geçti. Şartlı salıverme kurallarını ihlal ettiği için Kevin hakkında tutuklama kararı çıkartıldı. Kevin yakalanmamak için kaçmaya başladı. Sürekli şehir değiştiriyor, alışverişini hep nakit paralarla yapıyordu. Bilgisayarlara girme huyundan vazgeçememişti. Gelişen teknoloji ile birlikte bir dizüstü bilgisayar, bir hücresel telefon ve modemle çalışmak yeterli hale gelmişti. İnternet'in yaygınlaşması da ona hizmet ediyordu. Bir yerel İnternet hizmet sağlayıcısına bağlanıyor oradan da İnternet'te yaygın olarak kullanılan Telnet programı ile istediği sisteme bağlanabiliyordu.

      Bu sırada Digital firmasına VAX sistemlerinin hatalarını rapor eden İngiliz'le arasında garip bir bağ oluştu. Kevin, İngiliz'in firmaya gönderdiği e-postaların hepsini okuyabiliyordu. Bu e-postalardan ne kadar bilgili bir kişi olduğunu anladığı İngiliz'e karşı hayranlık besliyordu. Bu hayranlığın sonunda kendisini telefonla aramaya bile başladı. Telefon görüşmeleri 2, 3 bazen 4 saat sürüyordu. İngiliz'in FBI ile bağlantılı olarak onu yakalamaya çalıştığını öğrenince büyük hayal kırıklığına uğrayıp bağlarını koparttı.

      1994'ün son aylarında Kevin Seattle kentindeydi (Microsoft'un da merkezinin bulunduğu Amerika'nın kuzeydoğusundaki bir kent) . Brian Merril adıyla bir hastanede bilgisayar teknisyeni olarak çalışıyordu. Şehrin telekom şirketinin iki detektifi telefon korsanlığını araştırırken onu buldular. Tarama cihazı ile binasına kadar ulaşıp telefon konuşmasını dinlediler. Kevin karşısındakiyle bir bilgisayar sistemine nasıl girileceğinden konuşuyordu. Ama arama emri ancak birkaç ay sonra çıkarılabildi. Arama yapıldığında da Kevin'i bulamadılar. Kevin yine kaçmayı başarmıştı. Kaçtığı yer Amerika'nın doğusundaki Raleigh kentiydi. Bu kentte son ve en uzun hapis cezasına çarptırılmasına neden olan işini yapacaktı: Japon kökenli bir Amerikalı olan Tsutomo Shimomura'nın bilgisayarına girmek.

      Tsutomo Shimomura dünyaca ünlü bir fizikçi olan Richard Feynman'dan ders alan parlak bir astrofizikçi idi. Ama astrofizik onu kesmiyordu. 19 yaşında Los Alamos Ulusal Laboratuvarında işlemci mimarisi ve hesaplama yöntemleri üzerinde çalışmaya başladı. Daha sonra San Diego Süper Bilgisayar Merkezinde çalışmaya başladı. Kendini beğenmiş birisiydi. Karşısındaki kişi onun konularından anlamıyorsa Tsutomo için değersizdi. Bilgisayarları çok seviyor ve bilgisayar güvenliği alanıyla yakından ilgileniyordu. Bu özelliği yüzünden Hava Kuvvetlerine ve NSA'e güvenlik konusunda danışmanlık yapıyordu. Bilgisayarına girildiğini farkettiğinde çok şaşırdı, çok bozuldu ve bunu kişisel bir tehdit olarak algılayıp bilgisayarına gireni takip etti. Yakalayana dek.

      Tsutomo'nun sistemine giren kişi iz bırakmamak için günlük dosyalarını (log files) silmişti. Ama Tsutomo çok önceden tedbirini almıştı: Günlük dosyalarının bir başka bilgisayara düzenli olarak gönderilmesini sağlamıştı. Bu dosyaları bir master öğrencisi düzenli olarak inceliyordu. Bu öğrenci normalde hep artması gereken günlük dosyalarının son kopyasının küçülmüş olduğunu gördüğünde yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu farketti. Durumu Tsutomo'ya haber verdiğinde Tsutomo kayak yapmaya gidiyordu. Tatilini iptal edip hemen San Diego'ya döndü.

      Tsutomo'nun bilgisayarlarına saldıran kişi IP spoofing denilen bir tekniği kullanıyordu. Chicago'daki Loyola Üniversitesinden girdiği sanılan birisi, bilgisayarının IP adresini Tsutomo'nun ağındaki bir IP adresi olarak göstermişti. Saldırgan bu yolla Tsutomo'nun birçok bilgisayarından düzinelerce dosyayı kopyalamıştı. Tsutomo bu tekniği duymuştu ama gerçekleştirilmesi çok zor olduğu için uygulandığını hiç görmemişti.

      Tsutomo bilgisayar güvenliği konusunda çalışan kişilerin çoğu gibi Kevin Mitnick'i duymuştu. Kevin'in arandığını da biliyordu. Saldırganın o olduğundan emin değildi ama araştırmaya hemen başladı. Önce saldırganın neleri çaldığını buldu: Hücresel telefon kodları, Tsutomo'nun e-postalarını ve çeşitli güvenlik araçlarını içeren özel klasörü (home directory) birçok başka dosya. Tsutomo bilgisayarlarındaki güvenlik önlemlerini arttırıp tatiline döndü. Sonraki günlerde Tsutomo Bruce Koball adında birisi tarafından arandı. Bruce San Fransisco'da yaşıyordu ve İnternet hesabına ayrılan disk alanının Tsutomo'nun dosyaları ile dolduğunu bildiriyordu. Bu alanda Tsutomo'nun yaklaşık 150MB'lık dosyası bulunuyordu. Tsutomo San Fransisco'ya uçup İnternet Hizmet Sağlayıcısının merkezine karargah kurdu. Buradan kendi sistemlerine giren kişiyi izlemeye başladılar. Onun klavyede bastığı her tuşu takip edebiliyorlardı. Saldırganın o bölgedeki başka İnternet Hizmet Sağlayıcılarına (ISP) da girdiğini ve o sistemleri de parmağının ucunda oynattığını farkettiler. Karşılarındaki kişi sıradan birisi değildi. Saldırganın aslında yine o yöredeki başka bir ISP'den girdiğini farkedince karargahlarını oraya taşıdılar. Orada saldırganın ISP'nin 26000 müşterisine ait kredi kartı bilgilerini elde etmiş olduğunu gördüler (bu kredi kartı bilgilerinin kullanılıp kullanılmadığı hiç anlaşılamadı). Saldırgan ondan fazla kişinin e-postalarını izliyordu. Bu e-postalar içinde "itni" ifadesini arıyordu. Tsutomo'nun kuşkusu kalmamıştı: Aradıkları kişi Kevin Mitnick'ti.

      Bu sırada saldırganın aramayı Raleigh'den (ABD'nin öbür tarafı) başlattığı saptandı. Aramalar bir hücresel telefon ve modemle yapılıyordu. Tsutomo tası tarağı toplayıp Raleigh'a uçtu. Orada telekom şirketi Sprint'in bir teknisyeni ile birlikte bir arabaya atlayıp telefon görüşmelerini taramaya başladılar. Otuz dakika içinde Kevin'in yeri saptandı. FBI'a haber verildi. Kevin'in kanıtları yok etmemesi için hızlı hareket etmeleri gerekiyordu. Sabahın ikisinde ajanlar kapıyı çaldılar. Kevin'in ilk sorduğu şey arama belgesiydi. Ajanlar arama belgesini gösterdiklerinde adresin yanlış yazılmış olduğu anlaşıldı. Ama bu Kevin'in içeri giren ajanlar tarafından tutuklanmasına engel olamadı. Beş yıl hapishanede kaldı. 2000 yılı içinde serbest bırakıldı. Halen gözetim altında. Telefon kullanamıyor (annesini araması dışında). Bilgisayara el süremiyor. ABD dışına çıkması yasak. Geçimini konferanslara katılarak sağlıyor. 2003 yılının gelmesini ve üzerindeki kısıtlamaların kaldırılmasını bekliyor.

      Yorum

      • delphin
        Senior Member
        • 27-12-2005
        • 15279

        Konu: dünyada görülen İLGİNÇ OLAYLAR ve haberler

        Dünyayı Sarsan 50 Gerçek!


        BBC Programcısı Jessica Williams, dünyanın röntgenini çekmiş. Tespitlerini ise "Dünyada Değişmesi Gereken 50 Gerçek" adını verdiği bir kitapta toplamış. Seyfi Öngider'in editörlüğündeki Aykırı Yayınevi'nden piyasaya yeni sürülen bu kitap, oldukça ilginç.
        "50 gerçek" olarak adlandırılan aykırılıklar, yanlışlıklar veya sorumsuzluklar, ilk bakışta birbiriyle ilintili gözükmeyebilir. Ama her biri, dünyanın çivisinin üzerine bir balyoz gibi iniyor.
        "Yokoluş"a doğru hızla sürükleniyoruz. Kendi ikbalimiz için fır dönerken, bir de dünyanın nasıl döndüğüne bakalım...

        İşte, dünyayı tersine çeviren 50 gerçek:

        1- Bir Japon kadını ortalama 84 yıl, bir Botswanalı kadın sadece 39 yıl
        yaşıyor.
        2- Dünyadaki obez nüfusun üçte biri, gelişmekte olan ülkelerde yaşıyor.
        3- ABD ve İngiltere, gelişmiş ülkeler arasında en yüksek erken hamilelik
        oranına sahip.
        4- Çin'de 44 milyon kadın kayıp.
        5- Brezilya'daki Avon kadınlarının sayısı, asker sayısından fazla.
        6- 2002'de idamların yüzde 81'i ABD, Çin ve İran'da gerçekleşti.
        7- İngiliz süpermarketleri, müşterileri hakkında hükümetten daha fazla
        bilgiye sahip.
        8- AB'deki her inek için verilen günlük 2.50 dolarlık sübvansiyon,
        Afrika'nın yüzde 75'inin günlük geçiminden daha fazla.
        9- 70'in üzerindeki ülkede aynı cinsten iki kişinin ilişkisi yasak,
        9'unda ise cezası ölüm.
        10- Dünya nüfusunun beşte biri, günlük 1 dolarında altında gelirle
        yaşıyor.
        11- Rusya'da yılda 12 binin üzerinde kadın aile içi şiddet sonucunda
        hayatını kaybediyor.
        12- 1 yılda 13.2 milyon Amerikalı, estetik ameliyat yaptırdı.
        13- Kara mayınları nedeniyle saatte bir insan ölüyor ve sakat kalıyor.
        14- Hindistan'da 44 milyon çocuk işçi var.
        15- Sanayileşmiş ülkelerde insanlar, günde 6-7 kg katkı maddesi yiyor.
        16- Dünyanın en çok kazanan sporcusu golfçu Tiger Woods, yılda 78 milyon
        dolar, yani saniyede 148 dolar kazanıyor.
        17- Amerikalı 7 milyon kadın, 1 milyon erkek yeme bozukluğu çekiyor.
        18- 15 yaşındaki İngilizlerin yarısı uyuşturucu kullanmış, dörtte biri
        sigara içiyor.
        19- Washington'daki lobi endüstrisinde 67 bin kişi, her seçilmiş kongre
        üyesi için 125 kişi çalışıyor.
        20- Motorlu araçlar dakikada 2 insanı öldürüyor.
        21- 1977'den bu yana ABD'deki kürtaj kliniklerinde 80 bin şiddet ve
        taciz vakası yaşandı.
        22- Mc Donalds'ın altın kemerini tanıyanların sayısı, Hıristiyan tacını
        tanıyanlardan fazla.
        23- Kenya'da bir ailenin gelirinin üçte biri rüşvete gidiyor.
        24- Dünyadaki yasadışı uyuşturucu pazarı 400 milyar dolar.
        25- Amerikalıların üçte biri, uzaylıların geldiğine inanıyor.
        26- 150'den fazla ülkede işkence var.
        27- Her gün dünya nüfusunun yedide biri, yani 800 milyon insan aç
        kalıyor.
        28- Amerikalı siyah erkeklerin hapse girme ihtimali, yüzde 33.
        29- Dünyanın üçte biri savaş halinde.
        30- Petrol rezervleri 2040'da tükenebilir.
        31- Sigara içenlerin yüzde 82'si gelişmekte olan ülkelerde yaşıyor.
        32- Dünya nüfusunun yüzde 70'i, bugüne dek hiç çevir sesi duymadı.
        33- Silahlı çatışmaların dörtte biri, doğal kaynakları ele geçirmek için
        yaşanıyor.
        34- Afrika'da 30 milyon kişi AIDS.
        35- Her yıl 10 dil ölüyor.
        36- İntiharla ölenlerin sayısı, çatışmalarda ölenlerden fazla.
        37- ABD'de her hafta ortalama 88 öğrenci sınıfa silah getiriyor.
        38- Dünyada en az 300 bin düşünce suçlusu var.
        40- Silahlı çatışmalarda 300 bin çocuk asker savaşıyor.
        41- İngiltere'de 2001 seçimlerinde 26 milyon kişi, Pop Idol'un ilk
        sezonunda 32 milyon kişi oy kullandı.
        42- ABD, *****grafiye yılda 10 milyar dolar harcıyor.
        43- ABD, "haydut devlet" diye ilan ettiği 7 ülkeden 33 kat daha fazla
        askeri harcama yapıyor.
        44- Dünyada 27 milyon köle var.
        45- Amerikalılar çöpe saatte 2.5 milyon plastik şişe atıyor, yani her üç
        haftada bir Ay'a ulaşmaya yetecek uzunlukta şişe birikiyor.
        46- Sıradan bir İngiliz, günde yaklaşık 300 defa kameraya yakalanıyor.
        47- Her yıl 120 bin kadın veya genç kız, Batı Avrupa'ya satılıyor.
        48- Yeni Zelanda'dan İngiltere'ye uçakla getirilen bir tane kivi,
        atmosfere kendi ağırlığının 5 katı sera gazı salıyor.
        49- ABD'nin, BM'ye 1 milyar dolardan fazla borcu var.
        50- Yoksul aile çocuklarının psikolojik sorun yaşama ihtimali, zengin
        aile çocuklarına göre 3 kat daha fazla.

        Yorum

        • delphin
          Senior Member
          • 27-12-2005
          • 15279

          Konu: dünyada görülen İLGİNÇ OLAYLAR ve haberler

          Türklerin dünyada bıraktığı imzalar


          Eyfel Kulesi'nin en üst katında, balkonu çevreleyen korkulukların
          üzerinde, "Gülü bir gün, seni her gün, gülü solana kadar, seni ölene
          kadar seveceğim" yazıyormuş.

          Notre Dame Kilisesi'ndeki kulenin en tepesinde, doğu tarafına bakan
          duvarda koca koca harflerle "T.C. EMİNE" yazısı varmış.

          Avustralya'daki ünlü Bonde Plajı'nı çevreleyen duvarın bir yerinde devasa
          harflerle, "Nuray, ara beni kuşum" yazıyormuş.

          İsviçre'nin Basel kentindeki en büyük kilisenin duvarında, "İbrahim
          Tatlıses tek tek" yazıyormuş.

          Suudi Arabistan Medine Garı'ndaki istasyonun duvarında, "Tekrar geleceğiz"
          yazıyormuş. Altında da, "Osmanlı" imzası varmış.

          Malum, Londra'nın Greenwich kentinden, 0 (sıfır) meridyeni geçer. Temsili
          olarak, duvara metalden bir çizgi çekilidir. Tam o çizginin yanında,
          duvarda, "Burayı da gördüm ya, artık ölsem de gam yemem!" yazıyormuş.

          Meksika'daki Maya Tapınakları'nda, en büyük piramitin bir odasının
          duvarına, "Ne mutlu Türküm diyene!" yazısı kazınmış

          Yorum

          • delphin
            Senior Member
            • 27-12-2005
            • 15279

            Konu: dünyada görülen İLGİNÇ OLAYLAR ve haberler

            51. bölge


            5 Mayıs 1995 Cuma günü, İngiliz Tv yapımcısı Ray Santili Londra Müzesi'nde bir basın toplantısı düzenledi. Dramatik ama kısa bir girişin ardından, elinde 16 mm. lik 14 bobinden oluşan, ABD Askeri İstihbaratı'na ait bir filmin bulunduğunu açıkladı, filmin bulunduğunu açıkladı, film ordu deyimiyle kaza geçirip düşen bir UFO'yu ele geçirme operasyonu olarak sınıflandırmıştı, kaza sonrasıyla ilgili görüntüleri ve bazı dünyadışı ya da insan olmayan canlılara yapılan otopsi sahnelerini içeriyordu. Santili, filmi 82 yaşındaki ordu fotoğrafçısı Jack Barnett'ten almıştı, film Barnett'in özel arşivine aitti. Temmuz 1947'deki Roswell Ufo kazası sırasında çekilmişti ve Barnett bir kopyasını kendisine saklamıştı. Santili ile ortak çalışan işadamı Cristopher Cory ise, aynı fikirde değildi, Barnett olayında uyumsuzluklar vardı ve filmin gizli servisler tarafından özellikle dışarıya sızdırıldığını düşünüyordu. Kaza ve otopsi ile ilgili bazı olaylar gerçekten düşündürücüdür ve Cory'nin iddiasını desteklemektedir. Önce, Santili'nin açıklamasının ardından Londraya gelen ve Haziran 1995'te filmi izleyen Taiwanlı bir ufo araştırma grubu, iki yıl önce 1993'te bir Çin UFO filminde kullanılmak üzere CIA'den satın alındığı ileri sürdü. İkinci ilginç olay, Hava Kuvvetleri eski istihbarat subayı Çavuş Dick Doty'nin iddiasıdır; Çavuş Doty, Roswell filminin daha öncelerde New Mexico'da, Los Alamos Ulusal Labratuvarı'nda gösterildiğini söylüyordu. Bu iddianın ardından 28 Haziran 1995'te, 19 senatör ve kongre üyesi (aralarında Steven Schiff'de bulunuyordu) otopsi filmini özellikle görmek istediler ve seyrettiler. Bir ay sonra, 28 Ağustos 1995'ten başlayarak özel olarak hazırlanan ' Alien Autopsy: Fact or Fiction? ' adlı video-film dünya televizyonlarında gösterilmeye başlandı. Asıl şok o anda yaşandı, tv filminde altı parmaklı, 60-70 cm, boyunda dünyadışı canlılar görülüyordu, oysa Santili'nin filmindeki yaratıklar dört parmaklıydılar ve boyları 40 cm'i aşmıyordu, bu farklılığın nedeni neydi? Farklılık, bu kadar da değildi, her iki filmin arasında tarihleme farkları da vardı; benzer olaylar farklı tarihlerde veriliyordu. Sanki iki ayrı UFO kazası anlatılıyordu.




            Uyuşmazlıklar, yapaylıların göstergesi olabilirler; yanı sıra da kasıtlı olarak hatalı bilgilendirme yoluna gidildiği düşünülebilir, hatta negatif bir kampanyanın varlığı varsayabilir. 1947'deki kazadan sonra, Roswell' le ilgili olarak mantar gibi yayaılan kuşkulara bir nokta koyulması için Santili'nin filmi uygun görülmüş olabilir. Yani ortaya ikinci ama yapay ve de tanımlanmamış bir film çıkarılacak, böylece Santili'nin filmi arada kalacak ve lekelenecektir. Alternatif olarak, bunun tersinide düşünebiliriz; yani Santili'nin filmi sahtedir gerçeği özellikle gösterilirek tepkiler izlenmiş ve farklılıklarrın algı düzeyi araştırılmış veya sınanmıştır. İki filmin de sahte olması olasılığı ise, en çarpıcı olanıdır ve çok usta bir stratejinin de işaretidir; böylece genel bir kuşku yaratılacak, inanmayanlar kuşkulanıp korkacaklar ama Roswell'de bir şeyin yaşanmadığı da düşünülürken (çünkü çelişkiler çok fazladır) ötekiler yani inananlar ise uyumsuzlukları ve hataları araştırıken kuşkuların içinde boğulup gideceklerdir. 20 dakikalık filmde, grenli görüntüler halinde (net olmayan tanecikli görüntüler) , otopsi mahalinin çok iyi aydınlatılmış bir yer olduğu görülmektedir. Bu bölümde, üç otopsinin ikinci kez yapıldığı izlenimi vardır; üç insan görevli hastane ortamı bir yerdedirler, ikisi beyaz renkli radyosyon giysileri (biyolojik risk izolasyonu) giymiştir, üçüncüsü ise cam bir bölmenin ardından bakmaktadır. İzole giysiler içindeki iki görevli, siyah bir döşemenin üzerinde yatan yaratıkların bedenleri üzerinde çalışmaktadırlar. Yaratık, 60-80 cm. boyundadır, başı büyük ve bir insanın başına göre çok farklıdır, özellikle başın arka kısmı çok gelişmiştir. Yaratığın veya yaratıkların iri, siyah gözleri vardır. Şişkin veya şişirilmiş göbekleri veya mideleri vardır, şişkinlik ölüm sonrası sendromu olabilir, altışar el ve ayak parmakları vardır. Birisinin bacağında bir yara dikkat çekmektedir, bunun kaza sonucunda olduğu varsayılabilir. Kafatasında veya diğer yerlerde saç ve kıl yoktur. Ayrıca kaburga kemiklerinin olmadığı da dikkat çekicidir, kulaklar ve burun küçüktür ve eğer bir insanla karşılaştırılırsa bu organların gelişmemiş olduğu varsayılabilir, diş yoktur dudaklar belirsizdir, kulakların çene kemiğinin altında olamsı ilginçtir, ayrıca göbek deliğide görülmemektedir. Göbeğin altında bir yarıkta kadın cinsel organına benzer bir organ vardı ama yaratıkta meme yoktur. Bazı yorumlara göre bu ölü yaratık hibrid (ikicinsiyetli) olabilir yani insan/uzaylı çünkü jenital olarak yaratık değildir. Diğer filmde otopsi yapılan yaratığın, BUFARO mensubu Philip Mantle'ın anlatımına göre boyu 20cm daha kısadır, dört parmağı vardır ve beşincisi olması gerktiği yerde bir uzuv çıkıntısı görülmektedir. Farklılıklar daha artırılıp, sayılabilir fakat Kodak Film Şirketi'nin açıklaması tartışmaları kesip atmakta ve çaresiz bırakmaktadır. Çünkü filminin 1947 yapımı olduğunu resmen açıklamıştır. Hangi filmin mi ikisininde...


            27/29 Mayıs'da Washington'da, Sheraton otel'de üç günlük bir uluslararası toplantı yapıldı, saygın isimlerin katıldığı toplantının konusu dünyadışı bir yerden gelecek olan ziyaretçilere veya kültüre verilecek en uygun yanıtın araştırılmasıydı. ' Kozmik Kültürler Buluşunca ' adlı konferansa bilim adamları, akademisyenler, hükümet görevlkileri, profesyonel araştırmacılar, askeri yetkililer, gazeteciler ve dinsel konuşmacılar katıldı. Dünya çapındaki konferansta görüldü ki, politik, akademik, bilimsel ve medyatik çevrelerde net ve geniş bir kabul vardı, dünyadışı ilişkiye hazır olma gerçeğine ulaşmışlardı ve bir dizi zorlayıcı önlemin alınmasını hatta bir devrimin gereğini düşünüyorlardı. Arlington Ensitüsü'nden Ululsal Güvenlik Uzmanı John L. Petersen ' karşılaşmanın ' sonucunda geçerli değişim için toplumsal ve kültürel düzeydeki karışımın dramatik nedenler oluşturacağını, özellikle de enerji kaynaklarında sorunlar çıkacağını belirtiyor ve dünya dışı ilişkinin ve teknolojinin ortaçağdan bu yana yani Aydınlanma'ya kadara zaten değişime neden olduğunu ekliyordu. Antropolog ve gazeteci Michael Heseman ise, ' İlişki ' yi ikinci bir kopernik devrimine benzetiyor; Sovyet UFO dosyalarının artık kamuoyuna açıldığını, kesin ve çarpıcı olayların yaşandığını ve 1989'da yaşanan olayı ise çok önemli bir örnek olarak gösteriyordu; o yıl Sovyet nükleer sileh depolarının üzerine gelen bir UFO, iki saat boyunca dolanıp durmuş, ancak mig savaş uçağının gelmesiyle uzaklaşmıştı. Havard'lı psikiyatr Dr. John Mack, konferansta yasaklanmış özel bir video filmi sundu; filmde Güney Afrika'da bir okulun dördüncü sınıf öğrencilerinin tanıklarını görüntülenmişti; çocuklar teneffüs sırasında, okulun bahçesinin üstüne kadar alçalan bir UFO' yu tanımlıyor ve anlatıyorlardı. Bir kız öğrenci UFO'nun altında çok uzun boylu 2-3 m. bir yaratığın belirdiğini ve kaybolduğunu anlatırken, diğerleri onu onaylıyordu. Washington Post'dan gazeteci Ruth Montgomery, bugüne kadar eline geçen sayısız ve karmaşık gözlem raporlarından söz ederken; '... ama en önemlisi birçok askerin ve subayın bu konuda benimle konuşmak istemeleridir. ' diyordu. Mexico'daki ' sixty minutes ' adlı tv programının yapımcısı olan Jamie Maussan, konferans katılımcılarına Meksika'da nüfusun yoğun olduğu merkezlerde gözlemlenen Ufoları görüntüleyen filmleri gösterdi.Bantlarda araçların yapıları, UFO filoları, şeffaf bir alan (plazma mı) içinde dikey uçan Ufo'lar açık açık görülüyordu. Ama içlerinde bir tanesi çok çarpıcıydı; ilk görüntüde gece karanlığında neredeyse yere inmiş gibi duran bir Ufo vardı, ardından peygamber devesine benzer bir yaratık ortaya çıkıyor ve kameraya dönerek sanki çekimi engeller gibi davranıyordu. Toplantıda söz alan bir diğer araştırmacı Sümer Kültür uzmanı Zecharia Sitchin'dı, ünlü araştırmacı antik Sümer tabletlerinden örnekler göstererek, dünyadışı canlıların modern insanın atalarıyla ilişkilerini anlattı. Kozmik Kültür Konferansı'nın orgazizatörü Dr. Scott Jones, konferansı video - bantlar haline getirerek Kongre üyelerine ve Beyaz Saray'a sundu; sunusunda akademik, profesyonel ve medyatik ortamlarda doğru ve düzeyli bilgilenmenin önemi ve dünyadışı yaşam gerçeğinin kabulü kesin çizgilerle vurgulanıyordu.


            13 Nisan 1995'te, Dr. Jesse Marcel Jr, Montana Eyaletin'de Helena'da bir açıklamada bulundu. Dr. Marcel, Hava Kuvvetlerinden bir haberalma subayının oğlunun 1947 Roswell Ufo kazasıyla ilgili açıklamalarda bulunduğunu iddia ediyordu. 1991 yılında Dr. Marcel Washington'a bir davet almıştı, daveti yapan Senatör Robert Byrd adına çalışan Ulusal Güvenlik Görevlisi Dick D'Amato'duydu, Senetör Byrd aynı zamanda da Ulusal Güvenlik Konseyi'nin üyesiydi. Dick D'Amato, Dr. Marcel ' le özel bir güvenlik odasında buluşmakta ısrar etmişti, Dr. Marcel buna karşı çıkmış ve 1 bir şey söylememe ve konuşmama ' sözü vermişti ama D'Amto ısrarını sürdüyor ve güvenlikle ilgili konuların tartışılmayacağını söylüyordu. Buna rağmen buluşma gerçekleşti; D'Amato ilk olarak, Dr. Marcel'i Roswell Kazsı ile ilgii olarak bilgilendirdi. Dr. Marcel, yaşamında ilk kez Hükümetin UFO kalıntısının şu anda nerede olduğunu sordu ama ajan; ' Bunu biz bilmiyoruz ' cevabını verdi. D'Amato'nun sonraki sözleri ise çizgi dışıydı, Ufo gerçeği ile bilgiler serbest bırakılabilirdi fakat inanılmaz bir güç vardı; bu gücün adı ' Kara El ' 'di ve Hükümet'e bağlıydı; sır kesinlikle saklanıyor ve çok büyük paralar harcanarak yasadışı işler yapılıuyor hatta insanlar susturuluyordu. D'Amato, Dr. Marcel'e ulusal güvenlik konseyinin bu insanları bulmaya çalıştığını ve hala neden gizliliğin sürdürüldüğünü anlamaya çalıştıklarını belirtiyordu. Dr Marcel'in açıklamasından sonra, Dick D'Amato ile buluşan Ufo araştırmacısı Stanton Friedman tüm bu iddiaları onayladı. Bir diğer Ufo belge araştırmacısı olan Timothy Good hemen harekete geçerek, Dick D'Amato ile Washington'da ve Londra'da birer görüşme yaptı. Good da iddiaları onaylıyor ve yakında yayınlanacak olan kitabında bu görüşmeye özel yer vereceğini söylüyordu. 2 Temmuz 1995'te Londra'nın önemli gazetelerinden olan The Mail'de Britanya Savunma Bakanlığı Havacılık Bürosu Özel Araştırma ve raporlar esli Sekreteri Nick Pope ile yapılan bir söyleyişi yayınlandı. Pope, bir ufo inanıcısı olduğunu belirtiyor ve Ufo'ların resmen açıklanmasından vazgeçildiğini, kendisinin de bu yüzden işinden istifa ettiğini ve Savunma Bakanlığı'nda üzerinde çalışan sayısız resmi Ufo raporu gördüğünü söylüyordu.


            Ufo gerçeği'nin ifşa edilmesini engelleyen baskıcı ve zorlayıcı çeşitli etkiler karşısında ve ABD Başkanı'nın seçim yılı nedeniyle görülen luzüm üzerine, Kongre üyesi Phil Graham ve Senatör Bob Dole, iyi bir hazırlık yaparak Demokratik Parti'ye karşı rastlanmamış bir tür ' Ekim sürpirizi ' oluşturdular. Ama bu bir düşünceden öteye geçemedi, aslında iki partinin amacı da Ufo gerçeği'nin politik malzeme haline getirmekti. Buna karşın, bir diğer Ufo uzmanı olan Dan Smith, Dole ve Graham'ın seçim ekibiyle ilişkiye girerek, Dole ve Graham'a iletilen Ufo bilgilerinin minimize edildiğini, bir Başkan adayının önceden kör edildiğini uyutulduğunu belirtiyordu.Güvenilir kaynaklara göre, gerek Cumhuriyetçi, gerekse de Demeokratik Partiye bağlı komisyonlar, ne olursa olsun Ufo'lar üzerinde gizlilik perdesini aralamak amacındaydılar; kısmen de olsa elde edecekleri her tür gizli Ufo bilgisi, politik kulvarlarında çok önemli yararlar ve sonuçlar getirecekti. Sırf bu iş için Cumhuriyetçi Parti'den Hailee Barbour görevlendirildi ve yanında çalışan görevliler birçok astronotla görüşerek, onların Ufo'lar hakkında ne bildiklerini öğrenmek istediler. Demokratik Parti ise ülke çapında bir Ufo araştırmasını özel bir komite aracılığı ile başlatarak, toplumun ilgi ve düzeyini ölçmeyi amaçladı; sonuçlar seçim için malzeme olacaktı. Aslında her iki partinin dışında, üçüncü bir aday da Ufo konusunu izliyordu; bu aday Ross Perot'du; 1992 yılı boyunca süren seçim kampanyasında bir çok kez geri dönüşler yaparak, Ufo soruşturmalarını gündeme getirdi. 17 Eylül 1995'te Ufo kampanyası resmen başladı ve başlangıç noktasında iki ulusal isim kullanıldı; eski Başkan Jimmy Carter'a Ufo'lar sorulduğunda, Carter'in cevabı şasırtıcıydı; eski Başkan bu konunun CIA ile ilgili olduğunu söylüyor ve gizli bir Amerikan uçağının söz konusu olduğunu belirtiyordu. İşte örtü buydu, tüm gizli servisler bunu yapıyorlar ve en son noktada bu yönteme ya da gizlilik nedenine sığınıyorlardı. Aynı hafta Başkan adayı Bob Dole, Başkan Clinton'un ekonomik politikasını eleştiriken; Bu, Hava Kuvvetleri'nin Ufo'larn imkansız olduğunu söylemelerine benziyor diyordu.

            Amerika'nın yerlileri olan Kızılderililerin ruhsal liderleri, ancak şimdilerde beyazlara açıkladıkları yüzyıllar öncesinden kalma antik Kızıderili söylenceleri dünyadışı ziyaretlerle ilgilidir. Bu ziyaretlerde, Kızılderililere yararlı bilgiler öğretilmiş ve hastalıklara karşı önlemler gösterilmiştir. İlk kez Haziran 1996'da bir araya gelen Kuzey, Orta ve Güney Amerika Kızılderili ırklarından ruhsal liderler veya şamanlar, bazı dünyadışı yaşam araştırmacılarını davet ederek, kollektif bilgi çemberi hakkında bilgi verdiler. Dünyadışı varlıklar dört element sistemine dayanan bir tür yöntemi göstermişlerdi; yöntemin amacı onların varlıklarının açıklanmasıydı. Bu aslında karmaşık bir konu, daha doğrusu bir başka yazının konusu. sonraya bırakarak günümüze dönelim. 1995 yılı Ufo/Uzaylı gözlemlerinin artış gösterdiği bir yıldır. 9 Temmuz'da Missouri'de Versilles'da iki hava kuvvetleri görevlisi ve yanı sıra da bir düzine tanık çok büyük üçgen şeklinde cisim ve dört disk gördüler, her birisi hemen hemen bir futbol sahası büyüklüğündeydi, yerde 20 veya 25 dünyadışı canlı görülmüştü, tanımlar üç ayrı türü gösteriyordu. Koca kulaklı,eflatun renkli kısa boylu olanlar, şekil belirsiz ışık veya enerji varlıklar ve insanımsı, tuluma benzer giysileri olan yaratıklar, 6 Ağustosta Bakersfield, California'da birçok insan neredeyse Ufo bulutlarına tanık oldular, olay Bakersfield gazetelerinde yayınlandı. 7 Eylül'de öğleden sonrasında gümüş renginde, sigar biçiminde küçük bir uçak büyüklüğünde bir ufo ortaya çıktı. Ufo inatla, o bölgede (Seattle) yer altında bulunan FEMA ' Federal Acil Durum Ajansı ' merkezinin üzerinde bir saate yakın süre dolaştı ve birkaç kez yere iniş yapar gibi davranışlarda bulundu. 20 Eylül'de Blackshear, Georgia'da iki polis memuru 911 no'lu acil yardım telefonunu arayarak 6 veya 8 farklı tipte Ufo'yu haber verdiler. Bir polis, aracına atlamış Ufo'yu izlemeye kalkmıştı; bu arada 911'in görevlileri bürolarının dışına çıktıklarında, gökte farklı şekillerde ışıklı Ufo'lar görmüşlerdi; ışıklar yere alçaldıklarında kırmızıdan yeşile dönüşüyordu; o kadar yakın ve belirgindilerki, tam ortalarındaki kuşak benzeri çizgi veya şekil dahi görülüyordu. 21 Eylül'de Salina, Kansas'ta yine iki polis memuru ufo'larla karşılaştılar ve video'ya kaydettiler. 22 Eylül'de Redmond, Seattle'da kırsal alanda birisi profesyonel astronom olan iki kadın gökte büyük bir cisim ile karşılaştılar, cisim nabız gibi atan kızıl ışıklar saçıyordu. Kasım ayı başlarında, gündüz saatlerinde Salida, Colarado'da çok büyük sigar biçimindeki Ufo'lar profesyonel tv kameramanları tarafından görüntülendi. 11 Haziran 1995'te Washington, Langley'deki CIA merkezi üzerinde bir ufo görüldü, olay Virginia'daki The Washington Post gazetesinde yayınlandı, Ufo merkezin üzerine doğru çok parlak bir ışık yansıtmış ve sonrada kuzeye Great Falls,Virginia ya doğru gitmişti. O anda, CIA'in ufo masası sorumlusu Ron Pandolphi,evindeydi. Acaba Ufo'nun amacı neydi? Yoksa CIA'e zamanı geldi mesajınımı veriyordu?


            Çeşitli denenmiş güvenilir kaynaklar beklenti içideler, gerek hükümet tarafından, gerek sede sivil uzmanlar tarafından yapılacak olan resmi bir açıklama artık beklentininde ötesinde, Ufo gerçeğinin gelecek beş ay içersine resmi düzeyde, kanıtlarla birlikte açıklanması Ufo olayını her konunun ötesinde görebilen uygar ülkelerin en büyük beklentisi..... Söz konusu kaynaklar, insanlarla, dünyadışı canlılar arasındaki resmi ilişkinin 1996'da başladığını belirtiyorlar, içinde bulunduğumuz yıldaki ve 1998'deki olaylar görülen açıklamaların alt yapısının oluşturulması doğrultusunda gelişecek gibi görülüyor; yapılacak ilk açıklama, dünyadışı canlıların resmen kamuoyuna sunulması şeklinde olacak ve kaynaklara göre bu açıklama 1998'de de yapılamayacak. Yani biraz daha zaman gerek; anlaşılan inkarcı güçleri ve Kara El'i susturmak için daha epey çaba gerekiyor.

            Yorum

            • delphin
              Senior Member
              • 27-12-2005
              • 15279

              Konu: dünyada görülen İLGİNÇ OLAYLAR ve haberler

              Kabirden gelen ses!..

              Kurtuluş Seyyid Şahin Mezarlığı önceki gün akşam ilginç bir olaya sahne oldu. İki gün önce defnedilen Hasan Zade'nin mezarından ses gelmesi üzerine, mezar Savcılık tarafından açtırıldı.

              1 hafta önce oynanan Konyaspor maçında beyin kanaması geçiren 39 yaşındaki Hasan Zade, hastanede hayatını kaybetmesi üzerine Çarşamba günü Kurtuluş Mahallesi Seyyid Şahin Mezarlığı'nda toprağa verildi. Hasan Zade'den bir gün sonra vefat eden 32 yaşındaki Halil Eroğlu ise aynı mezarlıkta, Zade'nin mezarının yanına defnedildi. Yeni defnedilen Eroğlu'nun mezarına dua etmek için gelen yakınları ve arkadaşları, dua ettikleri sırada bitişikteki mezardan bir takım ses duymaları üzerine paniğe kapılarak mezarlıktan kaçtılar.

              Seyyid Şahin (Kurtuluş) Mezarlığı haftasonu akşam ilginç bir olaya sahne oldu. Geçtiğimiz Çarşamba günü hayatını kaybederek mezarlığa defnedilen Hasan Zade isimli vatandaşın mezarından ses geldiği ihbarı gelmesi üzerine olaya emniyet güçleri el koydu. Ve mezar Cumhuriyet Savcısı'nın talimatı üzerine yeniden açıldı.
              İLGİNÇ OLAY NASIL MEYDANA GELDİ?
              Emniyet güçlerini bile büyük bir telaşa sevkeden olay Cuma günü akşam saat 20.30 sıralarında ortaya çıktı. Bir hafta önce Konyaspor maçını izlemeye giden 4 çocuk babası 39 yaşındaki Hasan Zade, maç esnasında birden fenalaştı. Hastaneye kaldırılan Hasan Zade'nin beyin kanaması geçirdiği anlaşıldı ve yoğun bakımda tedavi altına alındı. Ancak doktorların tüm müdahalesine rağmen Hasan Zade kurtarılamadı ve 15 Nisan Salı günü gece hayatını kaybetti. Vefat ettikten bir gün sonra yakınları tarafından alınan Zade'nin cenazesi, Kurtuluş Mahallesi Seyyid Şahin Mezarlığı'nda toprağa verildi.
              BİR CENAZE DAHA DEFNEDİLDİ
              Hasan Zade'nin vefat edip mezarlığa defnedilmesinden bir gün sonra Hasan Zade'nin mezarının yanına bu kez Bağırsak Kanseri nedeniyle hayatını kaybeden 32 yaşındaki Halil Eroğlu'nun cenazesi yakınları tarafından toprağa verildi. İkindi üzeri toprağa verilen Halil Eroğlu'nun yakınları mezarlıktan ayrıldıktan kısa bir süre sonra Halil Eroğlu'nun arkadaşları olan Erol Çiğeş ile Uğur Markoç, Eroğlu'nun mezarına dua etmek için geldi. Mezarın ayak ucuna oturarak dua eden iki genç bir anda arkadaşlarının mezarının yanındaki kabirden bir takım sesler ve gürültüler duymaya başladı. Dua etmeyi bırakarak bir anda paniğe kapılan Erol Çiğeş ile Uğur Markoç korku içinde mezarlıktan kaçtı.
              OLAYIN ŞOKUNU ÜZERLERİNDEN ATAMADI
              İşyerlerine gelen Çiğeş ile Markoç, bir süre sonra kendilerine geldi ve yeniden mezarlığa döndüler. Durumu mezarlık bekçisine haber veren iki arkadaş daha sonra polise de haber verdi. Akşam saat 20.30 sıralarında olay yerine gelen polisler olayı Cumhuriyet Savcılığı'na haber vererek mezarın açılması için gerekli izni aldılar. Yetkililer ve Hasan Zade'nin yakınları tarafından mezar açıldı ve Zade'nin cenazesi 112 Acil Yardım Kurtarma ekibinde görevli doktor ve Cumhuriyet Savcısı tarafından incelendi. Görevli doktor cenazenin soğuk olduğunu ve ölü morluklarının oluştuğunu ifade etmesi üzerine mezar, savcının talimatı üzerine yeniden kapatıldı.
              İFADELERİ BİLE TÜYLER ÜRPERTİCİ
              Olayın aydınlığa kavuşmasının ardından Cumhuriyet Savcısı'na ifade veren Erol Çiğeş ile Uğur Markoç, "Biz Hasan Zade isimli şahısı tanımıyoruz. Hasan Zade'nin mezarının yanına tesadüfen defnedilen arkadaşımız Halil Eroğlu'nun kabrini ziyaret etmek ve dua etmek için gelmiştik. Duyduğumuz ses gerçekten çok belli ve güçlü idi. Bir anda burada yatan insanın canlı olabileceğini düşündük ve durumu polise haber verdik. Şayet durumu polise haber vermeyip saklasa idik yıllarca bir vicdan azabı içinde olacaktık. Acaba sağ olabilir mi ki, duygusu ile bu şekilde davrandık. Mezarın yeniden açılması tabiki hoş bir olay değil. Ancak vicdanen rahat olduk" dedi.

              Yorum

              • delphin
                Senior Member
                • 27-12-2005
                • 15279

                Konu: dünyada görülen İLGİNÇ OLAYLAR ve haberler

                Çiftler boşandı, olan biriketlere oldu

                MERSİN - Mersin'de ayrılıkla sonuçlanan bir evlilik, iki dünürü karşı karşıya getirdi. Ramazan Türkan ve Feride Eroğlu çiftinin bir süre önce boşanmasının ardından, oğlan tarafına ait brikethanenin kız tarafınca 5 kez saldırıya uğradığı ileri sürüldü.
                İlginç olay, Çay Mahallesi'ndeki Türkan Brikethanesi'nde yaşandı. 1 yıl önce severek evlenen Ramazan Türkan (22) ve Feride Eroğlu (20) çiftinin evlilikleri uzun sürmedi. Anlaşmazlığa düşen çift, aile büyüklerinin de araya girmesiyle boşandı. Çiftin ayrılmasından kısa süre sonra Türkan ailesine ait brikethane 2 kez üst üste saldırıya uğradı. İş yeri sahibi Mehmet Sait Türkan (48), önce olayı kimseye duyurmadı, ancak saldırıların arkası kesilmeyince durumun tehlikeli boyuta ulaşacağını hissedip oğlu Ramazan Türkan'ı İstanbul'a gönderdi.
                Mehmet Sait Türkan, iş yerine düzenlenen son saldırı sırasında ise eski gelininin ailesinin evlerine bir not göndererek, 500 milyon lira para istediğini belirtti. 20 gün içerisinde iş yerinin 5 kez saldırıya uğradığını, binlerce briketin kırılıp 5-6 milyar lira zarara uğratıldığını söyleyen Türkan, saldırının sorumlusu olduğunu ileri sürdüğü eski dünürü ve yakınları hakkında şikayetçi olduğunu belirtti.
                Saldırganların briketleri kırmakla kalmayıp, diğer malzemelere de zarar verdiğini söyleyen Türkan, "Gençler birbirlerini sevdiler, biz de evlendirdik. Fakat bir müddet sonra analaşamadıklarını söylediler. Çok uğraştık ama olmadı, ayrıldılar. Arkamızdan beddua etmesinler diye gelinimize ne aldıysak her şeyi onlara verdik. Çocuklarımızın ayrılmasının ardından 20 gün içerisinde bu beşinci saldırı. Bir gece biz bunları briketleri kırarlarken de yakaladık. Bıktık artık. Konunun daha fazla büyümesinden korkuyoruz. Bu yapılanları insan insana yapmaz. Bu işyerinden 4 aile geçimini sağlıyor. Yetkililerin konuya müdahale etmesini istiyoruz. Yoksa istenmeyen olaylar yaşanabilir" dedi.

                Yorum

                • delphin
                  Senior Member
                  • 27-12-2005
                  • 15279

                  Konu: dünyada görülen İLGİNÇ OLAYLAR ve haberler

                  Türkiye’ye giden Amerikalı Tümgeneral Peter Sutton, Ankara'da kendisini korumak için havalimanında bulunan askerlerden birinin ateş alan silahıyla ayağından vuruldu.


                  İlginç olay, dün akşam saatlerinde Esenboğa Havalimanı’nda gerçekleşti. ABD’den gelen General Sutton, Dış Hatlar’dan çıkış yaparken, karşılamaya gelen eskort ekibi çevre güvenliğini aldı. Merkez Komutanlığı tarafından gönderilen asker korumalardan bir tanesinin otomatik tüfeği bu arada bilinmeyen bir nedenle patladı. 4-5 el seri şekilde ateş eden silahtan çıkan kurşunlardan bir tanesi yerden sekerek generalin sol ayağını yaraladı. Bir anda panik havası yaşanan havalimanında güvenlik görevlileri ve Amerikalılar silahlarını askere çevirerek, generalin etrafını sardılar.

                  Büyük şans eseri diğer korumalar silahlarını ateşlemezken generali yaralayan kurşunun ayağını sıyırdığı, yarasının çok hafif olduğu öğrenildi. General ve beraberindekiler diğer korumalarla derhal Ankara’ya hareket ederken, silahı kullanan asker bir süre güvenlik görevlilerince gözaltında tutuldu. Daha sonra Merkez Komutanlığından gelen ekibe teslim edildi.

                  Yorum

                  • delphin
                    Senior Member
                    • 27-12-2005
                    • 15279

                    Konu: dünyada görülen İLGİNÇ OLAYLAR ve haberler

                    Oliver Wendell Holmes ... İlginç Yaşam Öyküleri

                    Çamur. Askerlerin özellikle de piyadelerin başının belası. Bazen dünya sanki çamurdanmış gibi gelirdi. Belki de silahını ve aletlerini temizledikten sonra böyle düşünmüştü genç asker.

                    Güneş, 1863 Mayısının güzel bir bahar sabahı, Virginia kırlarının üzerine doğmuştu. Işınlan Massachusetts 20. Piyade Alayı askerlerinin kemiklerini ısıtıyordu. Uzun bir günün yorucu yürüyüşünden sonra değişiklik bütün askerlerin hoşuna gitmişti. Yorgun kemikleriyle yere çökmüş, birkaç dakikalık paydos için sabırsızlanıyorlardı. Kıdemliler de çaylaklar da kurak toprağa aldırış etmiyordu.

                    "Bugün süvari olmak vardı" diye bağırdı içlerinden biri.

                    Genç asker, beraberindekilerin mola vermek için durduğu dere yatağına göz atmak için yapmakta olduğu işlere ara verdi. Bir askerin korkmadan etrafını inceleyecek zamanı bulması ya da yaratması çok sık rastlanır bir şey değil, diye düşündü. Güneşten gelen ışık, açık yeşil yapraklara çarpıp dere yatağının zemininde açık koyu gölgeler oluşturuyordu.

                    Askerlerin gürültüleri ile dolmadan önce gayet pastoral bir görüntüsü olan mekana bir manolya ağacı renk katıyordu. Askerler sessizleşmeye başladıklarında yakınlarda çağlayan bir derenin sesi de duyulmaya başlamıştı.

                    Asker, burasının kız arkadaşını pikniğe getirmek için hoş bir yer olabileceğini düşündü. Boston dışında bulunan evinin yakınında gittiği piknikleri hatırladı; şimdi çok uzaklarda görünen, tembel ve kaygısızca geçen, eğlence dolu günleri. Yemek yer, yüzer sonra tekrar yemek yerlerdi. Hatta şansı varsa, bazen günün sonunda bir öpücük kazanırdı.

                    Henüz 22 yaşındaydı ama kendini yaşlı bir adam gibi hissediyordu. Daha şimdiden yılların kazandırdığı akılla olgunlaşmış bir adam gibi, savaş insanı böyle yapıyor, diye düşündü. Sanki 20 yıllık yaşamı son iki yılda yaşadıklarının karanlığına gömülmüştü. Arkadaşlıklar kurulmuş ve sona ermişti. Anlamlı çabalarının meyvelerini toplayamadan hayatlar sönüp gitmişti. Günlük görevlerin dünyasında anlayışa yer yoktu. Askerlerin bütün bildiği yürümek, çamur, toz, anlamsız emirler, ölüm, korku, çamur, sonuçsuz, bitmeyen çarpışmalar ve yine çamurdu.

                    Söylentiler. Her zaman ortalıkta dolanan söylentiler. "İsyancılar Washington'ı ele geçirdiler. Lincoln öldü." "Kuzeyliler Richmond'ı ele geçirdiler." "Kuzey'in yeni bir generali var." "Grant denilen adam da kim?"

                    Massachusettsli genç adam, yürüyüş ve beraberinde getireceği telaş başlamadan birkaç dakika için huzurlu bir uykuya dalabileceğini umarak kafasını sırt çantasına yasladı. Ama bir türlü uyuyamıyordu. Savaşın durumunu değerlendirdi.

                    Savaşın iki yıldan fazla zamandır sürmesi inanılır gibi değildi. Boston'a Fort Sumter'ın haberlerinin gelmesi dün gibiydi. Arkadaşları Kuzey'in birkaç ayda savaşı kazanacağına o kadar inanıyorlardı ki, hepsi Kuzeyli üniformalarına bürünmüştü.

                    Temmuz 1861'deki Bull Run çatışması onları durdurmuş, 1862 Martında ise McClellan'ın Richmond'dan geri çekilişi hızlı ve kolay bir zafer elde etme umutlarını suya düşürmüştü. Aklına başka çatışmalar da geliyordu: İkinci Manassas diye de anılan İkinci Bull Run, Antietam, Fredericksburg. Bu çatışmaları, babasının ara sıra onu savaş alanında bulan mektuplarından öğrenmişti. Çatışmaların detaylarını ise bilmiyordu. Tek bildiği bu çatışmaların hiçbirinin kati sonuç getirmediğiydi, aksi takdirde hala savaşıyor olmazlardı.

                    Sonra bir de Generaller vardı. Kaç taneydiler? McClellan, Pope. Burnside ve şimdi de Hooker. Bakalım o ne kadar dayanabilecekti. "Şu Grant denen adamdan faydalanabiliriz. Hani isyancıları Shiloh'da alt eden adamdan. Eğer şu an o da bizimle Virginia'da olsaydı içim çok daha rahat ederdi" diye sesli düşündü genç asker.

                    Ortada dolaşan son söylenti ise 20. Alayın Frederickburg'a taarruza hazırlanmakta olduğuydu. Ders çıkartabilecek miyiz acaba, diye düşündü. Dedikoduya göre, geçen aralıkta Fredericksburg'u ele geçirmeye çalışırken, Burnside çok ağır bir yenilgiye uğramıştı.

                    Askerin düşünceleri hizaya gir emriyle bölündü. Ortada Fredericksburg'a doğru yola çıkacakları lafı dolaşıyordu. Kuzey kuvvetleri 100 bine yakın askeriyle harekete geçmiş ve Rappahannock Nehri'ne doğru bir yılan gibi kıvrılarak ilerlemeye başlamıştı.

                    Genç askerin Hooker'in planlan konusunda hiçbir bilgisi yoktu. Karnında yine o eski korkuyu hissetti. Artık o duyguya alışmıştı. Tecrübeli olanlar haklıydı: "Savaşmaya başladığın zaman korkacak zamanın bile kalmaz. Gürültü, duman, karışıklık, ancak bunları yaşarsın. Ve ancak bunlarla başa çıkabilirsin."

                    Süvari taburu, uzun piyade hattının hizasında, tozu dumana katarak 20. Massachusetts Alayı'nın bedduaları arasında eşkin gitmeye başlamıştı. "İnşallah taarruzun en ön safında olurlar" diye bağırdı biri.

                    "Piç kurulan" diye tükürdü bir diğeri ağzındaki tozu gıcırdatarak.

                    Savaştan önce çiftçilik yapan başka biri de "Atlar nehrin kokusunu aldı" dedi bu konudaki bilgisini konuşturarak.

                    Gururla atının üzerinde ilerleyen bir subay ise yürüyüş hattı üzerinde tırıs giderek askerlere ileri emri veriyordu.

                    "Haydi, ileri, Güneylilere bugünü unutamayacakları bir ders verelim" diye haykırdı.

                    "Canı cehenneme" diye mırıldandı askerin biri. "Bahse girerim, bir iki saat içinde çizmeleri iyice kirlenmiş olacak."

                    Bu son söz, duyanlar arasında gülüşmelere yol açmıştı. Askerler hem yürüyüp hem de sohbet etmeye devam ediyorlardı.

                    İnsanın savaşa başlamadan önce cesaretini toplaması ne garip bir duygu. Hiç şüphesiz kalabalıkla gelen güvenle ilgili, diye düşündü asker. Yanında yürüyen askere dönerek nükteli konuşmalara katıldı.

                    "Bu sefer Lee'yi kendi topraklarında bozguna uğratacağız. Bahse girerim ona kurşunu isabet ettirecek kişi ben olacağım" diye dalga geçti.

                    Yanındaki adam mırıltı halinde kahkaha attı. Askeri birliğin bir parçası olmak hoşuna gidiyordu. 20. Massachusetts kendi kendine yeten bir alaydı. Askerlerin birbirlerine karşı çok özel bir sadakat ve bağlılıkları vardı. Genç asker bu duyguyu ilk kez çaylak olarak birliğe girdiğinde hissetmişti. Ona bir takım numaralar yapmışlardı ancak bunlar çok yumuşak ve zararsızdı. O da bu oyunları nezaketle karşılayıp arkadaşlarının güvenini kazanmıştı.

                    20. Mass., Rappahannock'u engelle karşılaşmadan rahatlıkla geçebilmiş ve Fredericksburg'un içinden kasabanın dışına, Road Nehri boyunca Chancellorsville'e doğru ilerliyordu.

                    Birdenbire bir bağırtı duyuldu.Topçu taburuna yol vermeleri emrediliyordu. Askerler kah düşerek kah kenardaki toprak sete tırmanmaya çalışarak yolun kenarına sığışmaya çalışıyorlardı. Atlar, askerler ve cephanelikler dar yoldan toz bulutları arasında fırtına gibi geçerlerken gürültü artmaya başlamıştı. Bağrışmalar, çığlıklar ve sövüp saymalar, düşmanın karşısına çıkmadan önceki son tepeyi aşmakta olan topçu birliği ile arkalarında bıraktıkları toz ve pisliği yutan piyadeler arasında eşit olarak bölünmüştü.

                    Son cephanelik de askerlerin arasından geçip giderken tekerlekleri yerinden oynamış bir taşa takıldı. Binicisi, silahı ve atıyla sanki topla fırlatılmış gibi havaya uçtu. Adam tüm şiddetiyle yol kenarındaki ağaca çarptı ve kafası sanki ok yemiş domates gibi parçalandı. Beyni, ağacın altında duran bazı askerlerin üstüne sıçradıysa da onlar pek aldırış etmediler. Top yan yatarak askerlerin arasından kollarını ve bacaklarını kopararak geçmişti. Topçu birliği, arkadan gelenlerin uğradığı zararın farkında olmadan ilerlemeye devam etti.

                    Askerlerin sövüp saymaları hem şaşkınlıktan hem de ölüleri gömmek zorunda olmalarından dolayı azalmaya başlamıştı. Birlik hemen düzenine geri döndü ve olaya yakın olan askerler artık alışkanlıktan hızlı bir şekilde gömme işini üstlendiler.

                    Genç asker şanslıydı. Bu sefer ölen bahtsız kurbanları tanımıyordu. Her zaman bu kadar şanslı olmazdı. General Lee'yi öldürebileceğini söylediği zamanki cesaretine rağmen kahraman olmak gibi bir niyeti yoktu. Şimdi önünde yeni bir çatışma vardı, hayatta kalabilmek için başka bir sınav daha.

                    Askeri birlik, genç asker ve yanındaki arkadaşının dar yolda Chancellorsville'e doğru attığı her adımla sesi yükselen ve temposu artan, uzaktan duyulan silahların sesine uyarak ilerlemeye devam ediyordu.

                    Yürüyüşün ritmi, subayların hızlı yürüyüş emirleriyle birlikte artmaya başlamıştı. Herkes çatışmanın doruk noktasına ulaştığını fark ediyordu. Askerler, avını izleyen ve onun kaçmasına hiçbir şekilde izin vermeyen bir aslan gibi soluyorlardı.

                    Tabur çarpışmalara uzak bir noktada durunca askerlerin arasında kargaşa belirtileri başladı. Askerler saldırının ertelenmesi nedeniyle söylenmeye, öldürmek ve ertesi gün de hayatta kalmak zorunda olduklarından tasalanmaya başlamışlardı. Hiçbir açıklama yapmadan bir erteleme olduğu söylentisi yayılmıştı. Erler, her savaşta olduğu gibi bir kez daha kör talihleriyle yüz yüze gelmişlerdi.

                    Dedikodu kazanı hemen kaynamaya başladı.

                    "Lee saldırıya geçmiş. Stuart'ın süvarileri saflarımıza iyice yaklaşmıştır herhalde" diye söylendi piyadelerden biri.

                    Askerlerden bazıları pipolarını çıkarıp beklerken içmeye başladı. Bazıları da silahlarını ve malzemelerini kontrol ediyordu. Bir tanesi çoraplarını değiştirip son mola yerindeki derede yıkamış olduğu diğer çiftini giydi. Islak olan çoraplar yürüyüşün hararetiyle kurumuştu.

                    Hattın sonundaki teğmenlerden biri, "Yerlerinize! Herkes yerine geçsin! Sıraya geçin, çabuk. Sollu, sağlı sıra olun. Ağaçların arasından zafere doğru ilerleyeceğiz!" diye bağırırken terli atını, önce Marge Tepeleri'ndeki Konfederasyon kuvvetlerinden, ardından Birlik topçularından gelen ve gittikçe yükselen silah seslerine doğru dizginledi.

                    Genç asker, grubundaki diğer askerlerle birlikte ormana doğru ilerlemek için yerini aldı. İki kere düştü ve çam ağacının dikenleri arasında duran taşa çenesini sürttü. Bütün aklı ve bedeniyle tetikte, sağına ve soluna dikkatle bakmıyordu. Önüne çıkan bütün ağaçları, çalılıkları ve fundalıkları iyice kontrol ediyordu. Bu, saklanmaya elverişli yerlerin herhangi birisi bu dünyadaki kısacık hayatına son vermeye hazır düşmanı barındırıyor olabilirdi.

                    Ağaçların arasından sızan güneş ışıkları ve ısıyı dayanılmaz derecelere çıkartan barut ve top atışı kokusu her yanı kaplamıştı. Gerginlikleri artıkça sanki askerlerin çantaları da ağırlaşıyordu. İçlerinden bazıları bacaklarının arasından sızan sidiğin farkında olmadan yürümeye devam ediyordu. Bazıları da ishal yüzünden düşmeye başlamıştı. Sayıları gittikçe azalan askerler fırsat buldukça birbirlerine daha çok yaklaşıyorlardı.

                    Bir noktada asker iki yanındakileri algılayamaz olmuştu. Şaşırarak silahını ateşe hazır duruma getirdi. Ağaçların arkasından, sol önünden birdenbire bir karaltı çıktı. Bu, derenin civarındaki köprüler havaya uçurulduğu için beklemeleri mesajını getiren çavuştu.

                    Herkes yerine geçmiş ve o öldüren bekleyiş başlamıştı. Bu, savaşın onu en çok korkutan anıydı. Eğer kendini bırakır, reflekslerinin körelmesine izin verirse beyni de durur, böylece çarpışmada yara almaya uygun duruma gelirdi. Her şeyden önemlisi ise uyumamalıydı. Çarpışmanın en yoğun anında uyuyakalan askerler görmüştü. Uyandıracak kimse olmadığından hayatta kalma şansları da azalmış oluyordu tabii.

                    Tekrar harekete geçme emri gelene kadar geçen sürede sanki sonsuza kadar beklemişlerdi. Asker sorunun ne olduğunun farkına vardı. Topçu ateşi kesilmişti.

                    Ağaçlar azalmaya başlamıştı. Asker önünde açık bir alan gördü. Uzun süredir ilk defa, haftalardır gördüğünden daha fazla askeri bir arada görmüştü. Alay ağaçların arasından geçerken, sağında ve solunda tek sıra halinde boş alana uzanan mavi üniformalı askerler gördü.

                    Tam adım atacakken sanki dünya gürültü içinde bir yaratıcının gücüyle patlıyormuş gibi oldu. Mermi kovanları uzun mavi hattın önünde, arasında ve arkasında havada uçuşuyordu. Duman bulutlan savaş alanını kaplamış, askerin görüşünü engelliyor, gözlerine, burnuna, kulaklarına, ağzına giriyordu.

                    Karışıklık ve dövüş arasında askerlerin çığlıkları duyuluyordu. Havada, sanki mermi gibi, et parçalan uçuşuyor, kemikler çarptı mı öldürücü oluyordu. 20. Massachusettsli asker bir anda karanlığa gömüldü. En son hatırladığı, düşerken topuğunda hissettiği keskin bir acıydı.

                    Kendine geldiğinde savaş alanı yakınında bir çadırdaydı. Durumu daha ağır olanlara yer açmak için yattığı bez karyoladan kaldırılıyordu. Koltuk değnekleri ile sendeleyerek bir ağaca gidip dayandığında, birliğinin Marge Tepeleri'nden ateş eden Güneylilerin ateş alanına girdiği zaman çok duraksadığını öğrendi.

                    Asker hafifçe ağacın dibine çöktü ve sırtını ağaca dayayarak giysisinden bir kurşun kalem ve kağıt parçası çıkarttı. Yıllar sonra bu kağıt parçasını tekrar tekrar okuyacaktı.

                    "Sevgili Baba" diye yazdı. "D-d silahının sizin şirketle bir alakası olmasına sevindim. İlk ateşle puff, ikinci puff duyuldu (mermi patlarken) ve üçüncü sesle kurşun ayakkabımı delip topuğuma saplandı. Güneyliler ben bu mektubu yazarken bile hala ateş ediyorlar."

                    Yıllar sonra, tarihçi Woodward şöyle yazacaktır: "Amerikan bayrağı altındaki bir ordunun yaşadığı en büyük yenilgi Chancellorsville'de meydana gelmiştir. Hooker'ın, Lee'nin 59 bin askerine karşı 97 bin askeri vardı. Karanlığın bastırması sayesinde Hooker'ın ordusu sefil bir bozgundan kurtuldu ama üç gün süren çarpışma sonucunda 16 bin adamını kaybetmişti. Hooker gerçekten de rezil bir komutandı. Fazla kendini öven, ahlaksız ve tembel bir adamdı. Gece kulübü sahiplerinin alışkanlıklarına sahip olduğu söylenirdi."

                    Bu genç askerin adı Oliver Wendell Holmes'du. Holmes, en az onun kadar ün yapmış, aynı adı taşıyan doktor ve en çok da nükteli şiirleri ve makaleleri ile tanınan yazar bir babanın oğlu ve Amerika'nın en önemli hukukçularından biriydi.

                    Oğul Holmes, meslek olarak askerliği seçmemişti. Çağının bir ürünüydü. Amerikan İç Savaşı'nın girdabına yakalanmıştı. New England'da doğmuş ve büyümüştü. Davasına inanıyordu. Zamanın yazarları ile kölelik karşıtı olan birçok kişi kendi rızaları ile onunla çalışmışlardı.

                    Uzun süren hayatında, savaşın ekonomik ve ulusal gerçeklerini kabul etmiş ancak insanlığa getirdiği acılardan da nefret etmişti. Bu acılara şahit olmuş hatta kendisi de yaralanmıştı. İnsanların parçalandığını görmüştü. Hayatların bir daha hiç düzelmeyecek şekilde harap olmasına tanıklık etmişti. Arkadaşlarını kaybetmişti. Ailelerin parçalanmasına, birbirinden ayrı düşmesine birçok tanık olmuştu. Akıl almaz fikir ayrılıklarının yaşandığı zamanları hatırlayacak kadar uzun yaşayan az sayıda insandan biriydi ve sonuç olarak hatırladıklarını sosyal hayattaki eylemlerine yansıtan tek kişi o oldu.

                    Savaştan sonra Harvard'a dönüp çok ünlü bir yazar ve hoca oldu. Massachusetts Baş Yargıçlığı'na yükseldikten sonra ABD Anayasa Mahkemesi yedek hakimi oldu.

                    ABD hukuk tarihinde, görevinde en uzun süre kalan kişidir. İnsanların sorunlarıyla uğraşmaktan bıkıp usanmadığı için "Büyük Tartışmacı" diye anılacaktı. Amerika'yı Amerika yapan değerlerin kaybolmaması için bıkmadan savaştı.

                    Roosevelt başkan olduğunda, Holmes'a karşı kişisel sevgi ve saygı beslediği halde, Holmes'un mahkemedeki görevinde yarar sağlayacağı zamandan fazla kaldığını düşündü. 1930'ların ortalarında, Başkan Roosevelt mahkemelerle ilgili politikasında başarısız olmuştur. Mahkemenin "dokuz yaşlı adam" olarak bilinen üyelerine karşı saldırıya geçmiş, döneme daha uygun düşeceğini düşündüğü genç insanları mahkemelere atamıştır.

                    Holmes 1935 yılında, arkasında bugün hala birçok davada atıfta bulunulan görüşlerini miras bırakarak 94 yaşında öldü. Belki de gözlerini kaparken 20. Massachusetts Alayı'ndaki askerleri düşünüyordu.

                    Yorum

                    • delphin
                      Senior Member
                      • 27-12-2005
                      • 15279

                      Konu: dünyada görülen İLGİNÇ OLAYLAR ve haberler

                      İlginç Yaşam Öyküleri

                      Harry S. Truman

                      Siyah araba, terk edilmiş caddelerde sanki içindekilerin sessiz ama hararetli bir tartışma yaptıklarını anlamış gibi yavaşça, neredeyse hiç ses çıkarmadan ilerliyordu.

                      Arka koltukta koyu takım elbiseli iki adam karşılıklı olarak oturmuşlardı. Kahverengi takım elbiseli adam son iki dakika içinde ikinci kez kaşlarını çattı. Hiddetli bir şekilde "Ama sizi yine öldürmekle tehdit ettiler" diye bağırdı.

                      "Bunu bir dakika önce de söylemiştin" diye sessizce cevapladı gri takımlı adam.

                      "Ama, Sayın Yargıç!"

                      "Sam, kararım kesin" diye belirtti yargıç kesin bir dille, "Son dakikada fikrimi değiştirmeyeceğimi bilirsin. Bu işe başlayacağız ve ben de dilediğimi söyleyeceğim."

                      Yargıç yerine iyice yerleşti ve akşam karanlığının çöküşüne baktı. Arabanın penceresinde sadece kendi yansımasını görüyordu.

                      "Sam, Klan hakkında ne kadar bilgin var?"

                      "Tehlikeli, acımasız ve ülkenin bu bölümünde korkunç gücü olan bir örgüt olduğunu biliyorum, Sayın Yargıç. Aynı zamanda bu katillere alenen kata tuttuğunuzda sadece hayatınızı ve mesleğinizi değil, ailenizin hayatını da tehlikeye attığınızı biliyorum."

                      "Bunu düşünmediğimi mi sanıyorsun? Siyasi hayata adım attığımda hiçbir özel topluluğun hayatımı ve düşüncelerimi etkilemesine izin vermeyeceğime yemin ettim. Bütün hususları gözden geçirdikten sonra kesin kararımı verdim. Bir karar verince de fikrimi değiştirmem. Kötülük ve namussuzluğu kökünden söküp atmak için savaşacağım. Karım da kararıma katılıyor. Karamsar olduğu noktalar olsa da beni destekliyor. Artık bir bebeğimiz var. Bu da doğru olan için savaşmamızı daha da gerekli kılıyor."

                      Yargıç duraksadı, derin bir nefes aldı. "Şimdi, senin Klan'la ilgili bilgi edinmen konusuna dönersek. İç Savaş'ın ardından 1886 yılında. Birleşik Devletler'in güneyinde bir grup oluştu. Onların az kuzeyinde, henüz kanun çıkarıp uygulayacak herhangi bir yönetim oluşmadan önce zorla düzen sağlamaya çalışanların yaptığı gibi.

                      "Güney savaşı kaybetmişti, ama dağılan ordulardan ayrılanlar eyalet yönetimlerine gelmeye başladılar, yönetim, suçluların ve cahil insanların eline geçti.

                      "İlk zamanlarda örgüte katılanlar, sadece eğitimsiz ve batıl inançları olan zencileri korkutmak niyetinde olduklarından bembeyaz çarşaflara bürünüp hayalete benzemeye çalışıyorlardı. Kimse tanımasın diye de maske takıyorlardı. Büyük ahşap haçları ateşe veriyorlardı. Bu ateşlerle çevrili haç sembolleri oldu.

                      "Klu Klux Klan'ın örgüt merkezi Tennessee, Nashville'deydi. Liderleri ise Kuzey ile Güney'in İç Savaşında ya da kendi deyimleriyle "Eyaletler arası Savaş"ta, süvarilerin başında olan General Nathan Bedford Forrest'tı. "İmparatorluğun Yüce Sihirbazı" diye anılıyordu. Klan'ı krallıklara ayırmışlardı. Her krallığın başında "Yüce Ejderha" adı verilen biri bulunuyordu. Diğer önemli konumlardakilere "Cinler", "Mezar Kazıcılar" ve "Yüce Tepegözler" gibi adlar verilmişti. Güney'de düzen sağlandığında Klan da dağıtıldı.

                      "Bizim şimdi karşı karşıya kaldığımız ise 1915'te kurulan ve İkinci Klu Klux Klan adı ile anılan örgüt. Birincisinin aksine bu örgüt kuzey eyaletlerine de yayılmış ve çok güçlenmiş. Amacı, ABD'de doğan beyaz Protestanları içine alarak ilerlemek.

                      "İşte bu benim nefret ettiğim ve senin de nefret ettiğini bildiğim Klan. Ben beyazım, Protestanım ve Amerika'da doğmuş olmaktan gurur duyuyorum. Ancak Klan, bugüne kadar bana öğretilmiş olan bütün değerlerin tam karşıtı. Hiçbir zaman onlara teslim olmayacağım ve son nefesime kadar da onlarla savaşacağım, Sam. Sanırım bu akşamlık bu kadar vaaz yeter, en azından bu düşüncelerimi onların yüzlerine söyleyebileceğim."

                      "Sayın Yargıç, duygularınızı paylaşıyorum. Ancak aynı zamanda yargıçlık görevinde elde ettiğiniz başarıların, ülkeye yaptığınız katkıların sona ermesinden endişe duyuyorum. Bu ülkedeki birçok insan son iki sene içinde gösterdiğimiz ilerlemeye yüreklerini koydular. Hem ülkenin borçlarını azalttınız hem de yollarımızın geliştirilmesini sağladınız. Hatta o sabit fikirli ve inatçı Cumhuriyetçi gazete bile geçen hafta sizin başarınıza yer verdi."

                      "Teşekkür ederim. Sam. Gerçekten teşekkürler."

                      Gidecekleri yere yaklaşırken yavaşlayan ve son birkaç dönüşü yapan arabanın içindeki iki adam kendi düşüncelerine daldılar.

                      Yargıç en sert ifadesini takınmıştı. Dişlerini sıkmış, çenesi rakibini yanlış hareket yapmaya iterek alt edecek bir boksörün çenesi gibi köşeli hal almıştı.

                      Hayatında kendini hiç bu kadar iyi hissetmemişti. İnandığı bir davası olması ve bunun için savaşması kanının sanki bir senfoni ritminde akmasını sağlıyordu. Vücudunun her parçası hazırdı. Kafası sürekli bu mesele ile meşguldü. Adımları canlı ve neşeliydi. Kendini yenilenmiş ve canlanmış hissediyordu. Hayat doluydu.

                      "Toplantı binası sokağın aşağısında. Önünde iki meşale dışında bir şey göremiyorum. Ateşe verilmiş haç nerede acaba? Anlamıyorum, Sayın Yargıç" diye bağırdı Sam.

                      "Bu gece beyaz çarşaflılardan göremeyeceksin, Sam. Korkmuş, kızgın ve kafası karışmış, kendilerinden emin olamayan, içlerindeki kötülüğü ya da başkalarının içindeki iyiliği göremeyen yurttaşlar olacak orada. Kendilerine 'Bağımsız Demokratlar' adını veren yurttaşlarımızla tanışacağına eminim."

                      Araba binanın önündeki boş alana, kaldırıma gömülü duran ve ışıkları binanın duvarlarına yansıyıp garip şekiller oluşturan iki meşalenin arasına park edildi.

                      İki adam vücutlarını sert bir şekilde eğerek arabadan indiler. Yargıç omuzlarını dikleştirdi, başını havaya kaldırdı ve şoföre dönerek. "Burada bekle. Kısa ve hoş bir konuşma olacak. Senin gelmene de gerek yok, Sam" dedi.

                      "Sizi duyamıyorum, Sayın Yargıç."

                      "Salonun arkasında bir yerde bekle. Dışarı beraber çıkarız. Zaten bağırmakla çok meşgul olacaklarından fark etmeyeceklerdir."

                      "Umarım gerçekten dediğiniz gibi olur."

                      Yargıç, onu arkadan izleyen Sam'le birlikte, girişte duran yarım düzine iri yarı ve sert görünüşlü adama aldırış etmeden binanın merdivenlerini çıktı. Adamlardan ikisi tehditkâr bir tavırla ikiliye yaklaştılar. Bir başkası öne çıkarak onları engelledi.

                      "Durun çocuklar. Yargıç bu. Bırakın geçsin."

                      İki adam isteksizce geri çekilirken içeri girenleri süzüyorlardı. Kapıya ulaştılar. İçerideki konuşmacı fikrini beyan ederken boğuk bağrışmalar uç noktasına tırmanmıştı. Salonu kaplayan gürültü mendireğe vuran dalgaların sesi gibi duvarlarda yankılanıyor, kapıları ve pencereleri titretiyordu.

                      Kapıdan içeri girdiklerinde, çok sıcak olan kalabalık salondaki terli adamların pis kokusu, Libya çölünden esen Siroko yeli gibi çarptı yüzlerine. Tütünün bayatımsı mayhoş kokusu burun deliklerine ve giysilerine yerleşti. İki adam ellerinde olmadan geri çekildiler.

                      Salondaki tek aydınlatma, girişten 20 metre kadar uzaklıkta bulunan küçük sahnenin üzerine uzun tellerle sarkıtılmış üç adet çıplak ampulle sağlanmıştı. Sahnede, üçü bir kumar masasında oturan dört adam vardı. Dördüncü adam ayakta, kendisini onaylayan kalabalığa bağırarak konuşuyordu. Dört adam da, dinleyiciler de kısa kollu gömlek giymişlerdi.

                      Yargıç, sonradan dikkatini çeken bir ayrıntıyı hatırlayacaktı. Bu ayrıntı, konuşmacının soğan köküne benzer burnunun ucundaki kocaman bir bendi. Gözleri bene takılı, neşe içinde, bilinçli olarak salondaki geçitten yürüdüğünü anlatacaktı.

                      Konuşmacı, söylevinin en ateşli yerinde kendini kaptırmış konuşurken kendisine yaklaşmakta olan ufak tefek adamı henüz fark etmemişti. Daha sonra, onun farkına vardığı ilk anı anlatırken, dinleyicilerin bazılarının dikkatinin dağıldığını ve yavaşça sessizleşmeye başladıklarını söyleyecekti.

                      "Ve size şunu belirtmek istiyorum ki" diye devam etti adam, "son altı ayda buraya hiç görmediğimiz kadar çok zenci taşındı. Bu kan emiciler çiftliklerimize, şehirlerimize gelip buraları kalabalıklaştıracaklar. Hepimiz tehlikedeyiz. Irkımız korkunç bir tehdit altında. Kız çocuklarımızı odalarına kilitlemek durumunda kalacağız. Benim üç kızım var ve onlar için çok endişeleniyorum. Tek çaremiz bunlara günlerini gösterebilmek için silahlı direnişe geçmek."

                      Dinleyici kalabalığı kükreyerek onayladı. Bağrışlar, çağırışlar, ıslıklar ve tepinmeler eski binanın temellerini zorluyordu.

                      "Göster onlara gününü, Jed" ve "Hepsini yakalım" haykırışları içinde konuşmacının cümlesinin devamı yok oluverdi.

                      Birdenbire bağrışlar, çağırışlar hafifledi ve yüksek sesle mırıldanmaya çevrildi. Başlangıçta konuşmacı temponun ve seslerin değiştiğini fark edememişti. Yüzünden ter damlıyor, terinin tuzu gözlerini yakıyordu. Yüzünü silerken kalabalığın tavrını neyin değiştirdiğini görebilmek için gözlerini kısarak baktı.

                      Yargıç kürsünün merdivenlerine vardığında, sahnedeki diğer üç adam gelen yabancıyı tanıyarak yerlerinden kalktılar.

                      "Yargıç geldi" dedi bir tanesi.

                      "Evet o. Yargıç" dedi diğeri.

                      "Ne halt etmek istiyorsunuz?" diye sordu üçüncüsü.

                      "İçimde size söylemek istediğim şeyler var. İsteseniz de istemeseniz de dinleyeceksiniz."

                      "Ne cüretle toplantımızı bölersiniz?" diye bağırdı biri.

                      "Belki ışığı görmüştür, Bart" dedi diğeri.

                      "Bırakın ne söyleyecekse söylesin, sonra da dışarı atın" dedi daha yaşlıca olan biri.

                      Dinleyicilerden gelen sövüp saymalar ve bağrışlar dalga dalga yükseliyordu. Sonuçta, sahnede oturan üç adam telaşla aralarında konuştular ve çabucak bir karara vardılar. Dimdik ayakta duruyor ve ellerini önlerinde duran azgın kalabalığa, sanki gürültüyle geçen yük trenine sallıyorlarmışçasına sinir içinde sallıyorlardı. Zamanla bağrışma azaldı ve kalabalık kuşku içinde liderlerinin yalvarmalarım dinledi.

                      "Şimdi, yargıcın bize anlatmak için geldiği şeyleri dinlemek istemediğimizi düşünmesini istemeyiz. Belki de komşumuz olan diğer kasabadaki linçi kaçırmışızdır. Doğru mu. Yargıç?"

                      Cevap alamadığını görünce, "Tamam, Sayın Yargıç sahneyi size bırakıyorum."

                      Daha önceden söylev veren konuşmacı, yeni gelen tarafından bir kenara itilmiş olmanın verdiği sıkıntıyla kürsünün kenarındaki duvara yaslanmış konuşma sırasının gelmesini bekliyordu.

                      Yargıç durdu, kalabalığa göz gezdirdi ve ellerini havada sallayarak "Uzun bir söylev verecek ya da herhangi bir tartışmaya girecek değilim. Savunduğunuz her şeyin karşısındayım ve sizlerin Amerikan ideal ve prensiplerine uymayan şarlatanlar olduğunuzu düşünüyorum. Oylarınıza da istemiyorum" dedi.

                      Bunları söyledikten sonra kayıtsızca kürsüden aşağıya inip koridora doğru yürümeye başladı. Cümlesini bitirdiğinde tam bir sessizlik olmuştu. Salondaki kalabalık baka kalmış, sanki söylediklerini anlamaya, sindirmeye çalışıyordu. Ağızları şaşkınlıktan açık, salonu terk etmeye çalışan ufak tefek adamı korku ve saygı ile izliyorlardı.

                      Birdenbire biri "Gebertin şu piçi" diye bağırdı. Başka biri daha iğrenç laflar ederken, bir diğeri "Zenci aşığı" diye laf attı. Diğerleri de sırayla ellerini havaya kaldırıp tehditkâr hareketlerle sallamaya, koltuklarını tekmelemeye başladılar. Tek tek bağrışmalar salonun çeşitli noktalarında itişmelere dönüştü. Liderler kalabalığı susturmak için tokmaklarını masalara vuruyorlardı ama bir işe yaramıyordu. Şaşkınlık içinde ve onları sinirlendirenin dışarı çıkmış olduğunu unutarak kızgınlıklarını birbirlerine yöneltmişlerdi. Kalabalığın sakinleşmesi yarım saati bulacaktı. Liderler programı kaldıkları yerde bıraktılar ve toplantıyı ertelediler.

                      Sam yargıcı kapıda yakaladı ve hızla merdivenlere doğru götürüp arabaya bindirdi. Çalışır durumda olan araba hemen hareket edip gürültüyle caddelerde ilerledi.

                      "Sanırım seçimi kaybettiniz, efendim" dedi Sam.

                      "Üç hafta içinde göreceğiz" diye cevapladı yargıç.

                      Sonraki birkaç halta Klu Klux Klan yerel gazetelere tam sayfa ilanlar verip yargıcı teşhir etti ve yeniden seçilmesine karşı olduklarını belirtti. Seçim ilçedeki herkesin düşündüğünden de yakındı. Yargıç 877 oyla kaybetti. Klan'ın gücünü gösterdiği şüphesizdi. Bu güç, İkinci Dünya Savaşı'nın ardından geçmişe sıkı sıkıya bağlı olmayan, kendi cehennemlerini Büyük Kriz'le ve Nazi dehşetiyle yaşamış yeni bir kuşağın oluşmasıyla azalmaya başlayacaktı.

                      Yargıca gelince, bu olayı hatırladığında "Siyasi hayatımdaki en eğlenceli akşamlardan biriydi" diyecektir.

                      Yargıç, Harry S. Truman, bundan sonraki siyasi hayatında hiçbir seçimi kaybetmedi.

                      Gücünün doruğundayken, 1920'lerde Missouri'de Klu Klux Klan'a karşı çıktığı için "Savaşçı Harry" ya da "Göster Günlerini Harry" diye anılarak Amerikan tarihinde unutulmaz bir yer edindi.

                      Birçok tarihçi, Harry S. Truman'ın sonradan meşhur olan iflası üzerinde durdu. Truman, 1920-21 dönemindeki iktisadi durgunluk sırasında, Eddie Jacobson'la bir erkek giyim mağazasına ortakken iflas etmişti. Daha doğrusu iflası kabul etmemiş ve sonraki 15 yılda borcu olan 12 bin doları ödemeye çalışmıştı. Bu ticaret deneyiminde toplam 28 bin dolar zarar etmişti.

                      Dürüst biri olarak bilindiğinden, Prendergast Makine Şirketi'yle olan ortaklığından dolayı hiçbir zaman lekelenmedi. 1926'da yargıçlığa geri döndü ve 1934'te Missouri'den senatör seçildi. Tanınmış bir aileye mensup olması ve partisine karşı sadakati Demokrat Parti içinde yükselmesini, önem kazanmasını ve saygı görmesini sağladı.

                      İkinci Dünya Savaşı sırasında Milli Savunma Programı'nı soruşturan Senato Komitesi'ni yönetti. Vergi ödeyen vatandaşın milyonlarca dolarını kurtararak güvenilirlik kazandı ve ulusal dikkati üzerine topladı.

                      1944'te adayların belirlendiği kongre sonrasında F.D. Roosevelt'in Truman'ı kendi partisinden aday olması için önermesi sıkıntı yarattı. Roosevelt'in seçim kampanyasını yürüten Bob Hannegan'ın, birinci sırada olan Anayasa Mahkemesi Yargıcı William O. Douglas'ın yerine Truman'ı yazdığı söylenir.

                      Roosevelt'in ölümünden sonra Truman, İtilaf güçlerine karşı kazanılan zafer sırasında liderlik yapmış ve Amerika'yı savaş sonrası döneme taşımıştır.

                      1990'larda Amerika'da güçlü lider eksikliğinden dolayı geçmişe özlem duyulmaya başlandı. Truman'lı yıllar şimdi kararlı yönetimin olduğu günler olarak kabul edilmektedir. Beyaz Saray'daki görevi sırasında yaşadığı pek çok acı ve yarattığı sıkıntılar artık pek hatırlanmamaktadır.

                      Savaşı sona erdiren atom bombasını atma kararı, tam o sıralarda Japon ekonomisinin neredeyse çökmek üzere olduğu söylenerek şimdilerde tartışılıyor.

                      Truman, Japonya'ya atom bombası atma kararından altı yıl sonra da Kore Savaşı'nda General Douglas MacArthur'u görevinden almış olmaktan pişmanlık duymadı.

                      Douglas MacArthur Amerika'nın yetiştirdiği belki de en ünlü generaldi. Ama Truman, askeri işlerin siviller tarafından yönetilmesi gerektiği ilkesini savunuyordu. Clemenceau'nun da dediği gibi "Savaş, generallere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir." Klu Klux Klan'la savaşırken, Prendergast için çalışırken ya da bir halkın zorlu kararlarının yükünü omuzlarken ve dünyayı etkileyen bir liderken Truman kişiliğini kanıtlamıştır.

                      Yorum

                      • delphin
                        Senior Member
                        • 27-12-2005
                        • 15279

                        Konu: dünyada görülen İLGİNÇ OLAYLAR ve haberler

                        İlginç Yaşam Öyküleri

                        John Sirica

                        Miami temmuzda sıcak olur. Hem de çok sıcak. Genç adam caddede ilerlerken ortalıkta sadece birkaç turistten başka kimse yoktu. Sadece bir tek amacı vardı. En kısa zamanda tanınmış bir boksör olma arzusu ile yanıp tutuşuyordu. İstemeyerek de olsa. eğitimin önemine inanan ailesinin zoruyla üniversiteyi bitirmişti. Onlara teşekkür elti ve kendisiyle ilgili hayallerine saygı duyduğunu söyledi ama kalbi başka bir yerdeydi. Kahramanı Jack Dempsey'di. Kendi adının da Jack olmasıyla dalga geçerdi.

                        Gitmek istediği yere vardığını anlayınca birden durdu. Kapıdaki tabelada "Spor Merkezi" yazıyordu. İşte gelmişti. Durdu, kararını bir kez daha değerlendirmeye çalıştı. Georgetown'dan ayrılırken, Connecticutlı kuzeni Fonsy'nin dediklerini hatırladı: "Jack, hata yapıyorsun. Çıkart aklından bu düşünceyi."

                        Geniş omuzlarını dikleştirip, kafasını kaldırarak spor merkezinin kapısını itip içeri girdi. Hemen o an kendini evine gelmiş gibi hissetti. Tanıdık kokular burun deliklerini titretti. Yarım ağız gülümsedi. "Bunu sevdiğim için delirmiş olmalıyım" diye düşündü. Koku artık bütün salona yayılmıştı. Terleyen adamların, derinin, dezenfektanın kokusu, zaman zaman hela kokusunu andıran bir koku. Ama insan zamanla alışıyordu. Bir süre sonra hissetmiyordu bile. Aklı başka şeylere yoğunlaşıyordu. İlk önce ona boksörlük yapması için fırsat vermelerini ve maç ayarlamalarım isteyecekti.

                        Kısa boylu ve tıknaz, elinde üstü yazısız bir levha taşıyan bir adam, memnun olmadığını belli eden bir yüz ifadesiyle ona doğru yaklaşıyordu.

                        "Buraya yabancıları almıyoruz. Ayrıca bedava aş da dağıtmıyoruz. Ne istiyorsun?"

                        "Boksörüm. Dövüş işi arıyorum" diye kendini tanıttı.

                        "Adım Judge Folger. Buranın müdürüyüm. Sadece eğitimlileri alıyoruz. Bana pek profesyonelmişsin gibi gelmedi, evlat."

                        "Üniversiteye giderken New York City ve Washington'da dövüştüm, başka yerlerde de."

                        "Okullu ha, biraz eğlenmek mi istiyorsun? Buna pek ihtiyacımız yok. Hangi üniversiteye gittin?"

                        "Columbia ve Georgetown Üniversitesine" diye yanıtladı Jack.

                        "Akıllı çocuğa benziyorsun. Boks hakkında neler biliyorsun bakalım?"

                        "Tarihini biliyorum."

                        "Öyle mi, anlat bakalım."

                        "200 yıl kadar önce İngiltere'de bir grup adanı bir araya gelip belli miktarda parayı bir 'çanta'ya koyuyorlar ya da ortaya bir ödül koyuyorlardı ve iki dövüşçü bu para veya ödül için yarışıyordu. Bu boksörlere 'ödül dövüşçüleri' denilirdi. Bu sporla ilgilenenlerin sayısı artmaya başlayınca bir takım kurallar koyma zorunluluğu ortaya çıktı. Jack Broughron adında bir boksör bir takım kurallar kaleme aldı ve daha sonra bu kurallar bir grup görevli tarafından "Londra Ödül Dövüşü Kuralları" adı ile kabul edildi. Bu kurallar bugün de kullanımda olan bazı maddeleri şampiyonun vücuduna birkaç yumruğu art arda indirdi. Zil çaldığında sağ kroşe vuruyordu. Eğer isabet ettirebilseydi rakibi kendini yerde bulacaktı.

                        Jack sandalyesine otururken Folger'a bir bakış attı ama adamın pek de etkilenmemiş olduğunu fark etti. İkinci zilin çalışıyla Jack ringin ortasına fırlayıp hemen saldırıya geçti. Böyle vahşice bir saldırıyı beklemeyen rakibinin vücuduna ve böbreklerine indirdiği darbelerle sersemletmeyi başarmıştı. Sert bir sağ yumruk eski şampiyonun çenesine indi ve Britton şaşkınlık içinde yere serildi.

                        Ayağa kalkmaya çalışan Britton'un yüzüne, boksa yeni başlayan bu okullu çocuğa karşı saygı dolu bir ifade yerleşmişti. Birbirine sarılan iki adam ringde yarı güreşmeye başlamıştı ve Britton kendini toparlamaya çalışırken ikinci raundun bitiş zili çaldı.

                        Genç boksör bu sefer Folger'ın yüzüne baktığında purosunu çiğnemekte olan adamda belirsiz de olsa bir takdir ifadesi görebilmişti.

                        Üçüncü raunt gayet yavaş başladı. Boksörler birbirlerinin etrafında dönerek değerlendirmelerini ve oyun planlarını yapmaya çalışıyorlardı. İlk hareket Britton'dan geldi. Jack kafasını sıyırıp geçen bir sağ direkle sendeleyip iplere yaslanmıştı. Avantajını kullanmak isteyen Britton da onun yanma gitti.

                        Boksörler yine birbirlerine sarıldılar. Jack kendisinden yaşlı olan rakibinin böbreklerine darbeler indirerek adamı iyice sarstı.

                        Raundun geri kalan bölümünde etkili olmaya çalıştılar ama iki boksör de yorulmaya başlamıştı. Jack bu yorgunluğun farkına vararak etkileyici bir puan daha alabilmek için doğru zamanı bekliyordu. Son zilden hemen önce Britton'un kafasının sağına doğru sıkı bir yumruk indirdi. Bu son yumruk Britton'u hem yaralamış hem de sendeletmişti.

                        Jack ve Britton el sıkışırlarken Britton hafiften gülümsedi. Genç boksör duş yapmaya giderken Britton'la çalışmaya kabul edilebilmek için dua ediyordu.

                        Soyunma odasından çıktığında Folger ve Britton'u hararetli bir şekilde konuşur buldu. Folger takdir dolu bir ifadeyle "Seni Britton'la çalışman için aramıza almayı istiyoruz evlat. Ancak daha çok öğrenmen gereken şey var, çalışman ve zayıflaman gerek. Düzenli çalışırsan bunu kolayca yapabileceğini düşünüyorum. Ne dersin, bakalım?"

                        "Teşekkür ederim Mr. Folger. Pişman olmayacaksınız" diye cevapladı.

                        Genç boksör Jack, sonraki haftaları koşarak, ip atlayarak ve kum torbasıyla çalışıp şekle girmeye çalışarak geçirdi. 66 kiloya inmiş ve Jack Britton'la her dövüşünden 100 ile 150 dolar arası para ve çok değerli deneyimler kazanmaya başlamıştı.

                        Bir ay içinde Tommy Thompson adında bir boksörle 10 raunt dövüşüp fazladan 100 dolar kazanma şansını yakaladı. Thompson, Jack'ten daha uzun boyluydu ve günlerdir tıraş olmamış bir şekilde ringe çıkmıştı. Yumruklarının çok güçlü olduğu ama iyi bir boksör olmadığı söyleniyordu.

                        Jack, Thompson'dan hoşlanmadı. Thompson da ondan. Thompson, Jack'in onunla aynı ringde dövüşebilmek için yeterli deneyime sahip olmadığını düşünüyordu. Jack ise Thompson'un bir boğa gibi olduğunu ve seyircilere kaliteli bir boks maçı seyrettiremeyeceklerini düşünüyordu.

                        Boksörler ilk rauntta eldivenlerini değdirerek selamlaştıkları anda, Thompson çetin ceviz olarak kabul edilse de, Jack'in izleyicilerin duygusal açıdan favorisi olduğu anlaşılmıştı.

                        Jack'i ne kadar küçümsediğini sanki göstermek istercesine Thompson kendisinden kısa boylu olan rakibini güreşerek iplere doğru iteklemişti. Daha sonra rakibine vurmaya devam etti ve önce bir sol direk, sonra da bir sağ kroşe ile Jack'in kafasını hedef aldı. Bu yumruklardan biri Jack'e isabet etseydi dövüş ilk rauntta bitebilirdi.

                        Jack gençliğin verdiği çeviklikle oradan oraya zıplayarak rakibinin elinden kaçabilmişti.

                        Sonraki dört rauntta da Jack'in ayak hakimiyeti, hareketleri ağırlaşmış olan rakibinden çok daha yüksekti. Rakibinin ön cephesine yaptığı hızlı hareketlerle puan topluyor ve boks yeteneğini gözler önüne seriyordu.

                        Altıncı raunda girildiğinde Jack maçı kazanabilmek için daha fazla saldırgan olması gerektiğini anlamıştı. Rakibini hırpalıyordu ama bu maçı almasına yetmiyordu. Kazanmak için daha çok çabalamalıydı. Thompson'un onu bir nakavt vuruşuyla yere sermesini engellemeliydi. Thompson'un girdiği dövüşlerde elde ettiği nakavtlarla aldığı "nakavtçı" lakabını da biliyordu.

                        Altıncı raundun son dakikasından hemen önce Jack, Tommy'nin sağ gözüne bir sol vuruş indirdi ve kaşını patlattı. Genç boksör bunun üstüne bir de aşağıdan yukarıya doğru yumruğunu rakibine indirirken Tommy gözünü korumaya çalışıyordu. Thompson yere düştü, sekize kadar sayıldı ve raunt sona erdi.

                        Yedinci raunttan itibaren Jack, kendinden yaşlı olan rakibinin kıskançlık dolu takdirlerini sezebiliyordu. Genç boksör hem saldırıya geçmiş hem de maçın kontrolünü eline geçirmişti. Düşüncelerini Washington'da öğrendiği boks tekniği üzerinde yoğunlaştırmıştı. Her ne kadar Thompson dokuzuncu rauntta Jack'i yere düşürdüyse de, buna Jack'in ayağının kayması sebep olmuştu. Jack puan toplamaya devam etti ve dövüşün sonunda da galip ilan edildi.

                        Sonraki gün Jack, o güne kadar pek yapmadığı bir şekilde kendi arzuları içinde kaybolmuş bir halde öğlene kadar uyudu. Kalktı, duşunu aldı ve keyfini çıkararak bir şeyler yedi. Salondan uzun süre ayrı kalamıyordu. Öğleden sonra saat 3 gibi diğer çocukların ne yaptığına bakmak için spor salonuna gitti. Britton'la yapacağı maça birkaç gün kalmıştı.

                        "Hey, Jack" diye seslendi Folger, daha önce Jack'e karşı hiç kullanmadığı kadar dostça bir tonda konuşuyordu: "Odamda seni görmek isteyen biri var. Connecticut'taki kuzenin olduğunu söylüyor. Adı Fonsy'miş."

                        Genç boksör koşarak odaya gitti ve kuzenini sevgiyle kucakladı. Yaşça daha büyük olan kuzeni her zamanki tavrıyla karşılık vermeyince Jack'in yüzü endişeli bir hal aldı.

                        "Sorun nedir Fonsy? Annem iyi, değil mi?"

                        "Senin için hem iyi hem de kötü haberlerim var Jack. Her şeyden önce annenle baban iyiler, en azından fiziksel olarak. Ama Miami'ye geldin ve dövüşlere giriyorsun diye sana çok kızıyorlar. Ne kadar para kazandığın ya da bu işte ne kadar iyi olduğun beni hiç ilgilendirmiyor. Bu sen değilsin Jack. Bu işe yeteneğin olması da önemli değil. Aldığın onca eğitimi çöpe atamazsın. Senin hayatın, biliyorum Jack ama onları üzüyorsun. Hem de çok derin bir üzüntü içindeler Jack. Çok derin bir üzüntü."

                        "Fonsy bunları duyduğuma üzüldüğümü biliyorsun ama aynı konu üstünde defalarca tartıştık. Bu benim gerçekten yetenekli olduğumu ve sevdiğim sporu ve mesleği yaparak alnımın teriyle para kazanabileceğimi kanıtlamak için son fırsatımdı" diye cevapladı dürüstçe.

                        "Meslek mi? Ne zamandan beri boks yapmak bir meslek sayılıyor?" diye söylendi Fonsy.

                        "Jack Dempsey gibi adamların sayesinde" diye sitem ederek cevapladı Jack.

                        "Sen de Dempsey gibi mi olacaksın?" diye alay ederek sordu Fonsey.

                        "Denemezsem Öğrenemeyeceğim. Bu arada sözünü ettiğin iyi haber neydi?"

                        "İlgilenir misin emin değilim ama avukatlık sınavını geçmişsin, şampiyon" dedi Fonsey ve tepkisini anlayabilmek için yüzünü inceledi. "Telgraf evinize gelmiş."

                        Genç boksör bir dakika boyunca kuzeninin yüzüne baktı ve Folger'ın masasının yanındaki ahşap sıraya oturdu.

                        "Başarabileceğimi zannetmiyordum, sen de biliyorsun."

                        "Basardın evlat. Şimdi hem kendine hem de başkalarına karşı dürüst olup neden tekrar düşünmüyorsun? Ailen heyecanla telefonumu bekliyor."

                        "Dünkü dövüşü kazandım, biliyor musun"

                        "Evet, patronun Folger anlattı. Seni çok takdir ediyormuş gibi gözüküyor."

                        Jack ayağa kalktı ve hiçbir şey söylemeden salona gitti. Ayakta öylece durup çalışanlara baktı. Bir sürü adam kum torbası ile çalışıyordu. Kum torbasını yumruklarken çıkarttıkları trampet sesini andıran ritmik ses genç boksörün kulaklarını doldurdu. Ringe ve iki yeni yetmenin birbirlerini yumruklamasını seyreden Folger'a baktı. Raundu tamamlayıncaya kadar onların dövüşünü seyretti.

                        Yavaşça döndü ve müdürün odasına gitti.

                        "Ne zaman başlayabilirim Fonsy?"

                        İki adam eskisi gibi içtenlikle birbirlerine sarıldılar.

                        Genç boksör, John J. Sirica, Washington'da ABD Bölge Hukuk Mahkemesi Baş Yargıcı olacak ve sansasyon yaratan birçok siyasi rüşvet ve ağır ceza davalarına başkanlık ederek tüm bu davaların altından başarı ile kalkacaktı. Yargıç Sirica.

                        Eski Anayasa Mahkemesi Yargıcı Felix Frankfurter'in "Federal yargıçlar, boks hakemleri değil, adaletin işlemesi için uğraşan görevliler olmalıdırlar" sözünü hatırladığında kendisiyle gurur duyacaktı.

                        "Watergate" adı verilen ve bütünüyle sefil olan bir olay tek kelimeyle özetlenebilir: Kişilik. Kişiliğin tanımlarından biri şöyledir: Sahip olduğunuzda bilirsiniz, bu özellik sizde varsa karşılaştığınızda tanırsınız.

                        John Sirica'nın güçlü bir kişiliği vardı. Çocukluğundan itibaren böyle yetiştirilmişti. Göçmen olan anne ve babası çalışkanlık, başarısızlığa rağmen pes etmeme gibi konularda ona örnek olmuşlardı. Çocuklarının iyi bir eğitim alması için çok uğraşmışlardı. John'a daha büyük amaçlara ulaşabilecekken azla yetinmemesini öğretmişlerdi.

                        John Sirica mesleğini sürdürürken bile boksa olan ilgisini hiçbir zaman yitirmedi. 1934 yılındaki kahramanlarından biri olan Jack Dempsey ile tanıştı ve hayatının sonuna kadar dostlukları devam etti.

                        Goldie Ahern'le beraber bir boks kulübü kurdu ve Dempsey'i asıl maçta hakemlik yapmaya ikna etti. Fakat bu çabaları başarısızlıkla sonuçlandı.

                        Sık sık Dempsey'in çalıştığı Cole Kardeşler Sirki'ne uğrardı. 1952 yılında evlendiğinde Dempsey sağdıcı oldu.

                        Yargıç Sirica mesleği sayesinde milyonlar kazanmayı amaçlamadı. Ülkesine yaptığı hizmetler dolarlarla ölçülemeyecek kadar büyüktü.

                        John Sirica'nın Nixon'ın günah çıkartması sırasındaki öfkesi Jerry Ford'a karşı değildi. Yeteneklerini korkunç bir şekilde kötüye kullanan Nixon'a karşı Hıristiyan inançları doğrultusunda sempati hissetmediğini de söyleyemeyiz. Öfkesinin nedeni, bu olayın ülkenin gençliğinin üzerinde yaratacağı olumsuz ahlaki etkisinin on yıllarca sürecek olmasıydı.

                        Bu inanılmaz dönemi yaşayanlardan kim Gordon Strachan'ın gençliğe yönelttiği, onlara politikadan ve hükümet işlerinden uzak kalmalarım salık veren sözlerini unutabilir ki!

                        Tarih hiçbir zaman, Watergate davasına Sirica'dan başkası başkanlık etseydi ne olabilirdi sorusunun cevabını veremeyecek. Ancak tarih bizlere ve özellikle Gordon Strachan'a şunu söyleyebilir: Gençlerin sahip olabildiği en önemli şey eğitimdir.

                        Yorum

                        • delphin
                          Senior Member
                          • 27-12-2005
                          • 15279

                          Konu: dünyada görülen İLGİNÇ OLAYLAR ve haberler

                          İlginç Yaşam Öyküleri


                          Ulyses S. Grant

                          Yük arabası tozlu yolun kıvrımlarında ilerliyordu. Missouri'nin çok sık meydana gelen kuraklığı toprağı yine kavruk bırakmıştı. Araba yük taşımadığı halde yine de gıcırdayarak ve zorlanarak gidiyordu.

                          Sürücü tünemiş bir şekilde oturuyor, arabadan çıkan seslerin hiçbirini duymuyordu. Oturuyor olmasına rağmen adamın kısa boylu olduğu anlaşılıyordu. Paltosu şişman gösteriyordu. Kambur duruşlu, sakallı ve çamura bulanmış adam olduğundan da yaşlı görünüyordu. Sert mizaçlı birine benziyordu, delici bakan mavi gözleri ve açık kumral saçları vardı.

                          Çiftçilik yapan adam kestiği odunları satmak için gittiği St. Louis'den dönmekteydi. Pazarlık etmeyi sevmediği için kazancı da düşük olmuştu. Karısını ve üç çocuğunu görebilmek için sabırsızlanıyordu.

                          Ruhu da düşünceleri de ufukta görünen ve yaklaşmakta olan fırtına kadar kapkaraydı. Kendi seçimi olmayan, ağır ve sıkıcı işlerle dolu hayatına dönüyordu. Seçtiği ve yapmak istediği meslekte başarılı olamamıştı. Şimdi kayınpederinden kalan topraklarda çiftçilik yaparak bu başarısızlığının bedelini ödüyordu.

                          35 dönümlük bir arazi başlangıç için hiç de fena sayılmazdı ama bunun yarısından fazlası kereste ile kaplıydı. Ekmek için araziyi temizlemek hayli yorucu olmuştu. Keşke oğulları yeterince büyük olsalardı da ona yardım edebilselerdi.

                          İlk yıl ancak bir-iki dönümü temizleyebilmişti, sonra komşuları da yardım etmeye başlamıştı. Öncelikli olarak 25 dönümü temizlemek istiyordu ki ekeceği ürünleri mısır ve saman olarak bu alana bölüştürsün. Özellikle son iki yılda yaşanan felaketlerden sonra, yardım alsa bile bu durumda yıllarca bu yorucu işi yapmak zorunda kalacaktı.

                          İlk günleri hatırladı. İlk önce tırpanla yabani otları temizlemişti. Ağaçların dibindeki binlerce yaprağı ilk gördüğünde ne kadar da şaşırmıştı. Meşe ve ceviz ağaçlarının çok yaprak döktüklerini unutmuştu. Babasının çiftliğinde arazi hep tertemiz olurdu.

                          Baltayla ağaçları kesip kabuklarını temizlemiş, kütüklerin altını kazdıktan sonra katırlarının yardımıyla yerlerinden güçlükle çıkartabilmişti. Sonra da kestiği bu ağaçları şehre götürmek için arabasına yüklemişti. İnşaatlarda kullanmaya uygun genişlikte tahtalar kesebilmişti ki, bunlar daha dar olanlardan çok daha fazla para getiriyordu.

                          İlk yıl komşuları kendine bir ev yapmasına yardım etmişlerdi. Güzel, dayanıklı ve çatısı sağlam bir kulübe yapmıştı. İki aileyle birlikte inşa etmişlerdi: Jesseler ve Jaredlar. Ayrıca onların toplam 11 oğlu da yardım etmişti. Onlar olmasaydı ne yapardı bilmiyordu. İnşaat sürerken Tom Jared, onu, Julia'yı ve çocukları evine almıştı. İlk ürünü olan mısırı ekerken ve toprağı işlerken de yine hepsi yardım etmişti. Ellerinin nasıl açıldığını, kanadığını, Julia'nın gece yaralarına sardığı bandajları hatırladı. Hatta ellerinin nasırlaşmasıyla hafiften gurur duymaya bile başlamıştı.

                          Dizginleri çekip arabayı yolun yamacına doğru sürerken "Vay be" diye bağırdı. Kasketini çıkardı ve alnını elindeki kırmızı fularla sildi. Arka cebinden matarasını çıkartıp hızla kapağını açtı. Neredeyse mataranın yansını bir dikişte içti. Ilık alkol sıcaktan kavrulmuş boğazını yakmıştı ama yine de ağzından aşağıya inerken vücudunu hoş bir tatmin duygusu kapladı. Julia ve çocukların hatırı için fazla içmediğinden bu bir yudum kendisini daha iyi hissetmesi için yetmişti.

                          Daha doğrusu, çiftlikte gün boyu çalışırken içmeye pek vakti olmuyordu. Zaten işinden çıkartılmasına da içki sebep olmuştu. Şu an babasının izinden gidip çiftçi olmasının sebebi de içkiydi. Başka planlan vardı hayatıyla ilgili ama hepsi uçup gitmişti işte.

                          Dizginleri sallayıp, evine doğru atını biraz daha hızlandırdı. İçki etkisini göstermiş ve çiftlikteki korkunç ilk yılını hatırlamıştı.

                          Odunların ve kerestelerin bulunduğu bir bölüm araziyi temizledikten sonra toprağı işlemiş ve mısır ekmişti. Her gün güneş doğmadan kalkıp işe koyuluyor, ölesiye çalışıyordu. Julia da onunla kalkıyor, sıcak ekmek, lapa ve kahveden oluşan yemeğini hazırlıyordu. Yorgun vücudunu tarlaya sürükler, işi bitirinceye kadar eve dönmezdi. Tarladaki işlerini tamamlayınca kiralamış olduğu korudaki işlere geçerdi. Hiçbir zorluğa boyun eğmeyen bir inat ve kararlılıkla çalışırdı. Atların ve katırların ahırlarını temizler, çitleri onarır, hayvanlarım besler, bakar ve koşum takımlarını hazırlardı.

                          Birinci yılında, günlük işlerle uğraşırken yağmurun yağmadığını fark edemiyordu. Günler haftalara, haftalar da aya dönüştü. Gündüz hava sıcaklığı 40 dereceye çıkıyor, akşamları ise 30 dereceye düşüyordu. Nem oranı bunaltıcıydı. Havanın sanki kendine has ağır bir kokusu olurdu. En kolay işleri yaparken bile nefes almakta zorlanırdı.

                          İlk ektiği bitkiler bozulmuştu. Renkleri kahverengi olmuş, kurumuşlardı. Mısır püskülleri de kahverengileşmişti. Yakında bulunan ve diğer çiftçilerle ortaklaşa kullandıkları dereden su taşımalarına rağmen mısırların büyümesi durmuştu. Derenin suyu azalmış, çiftçi başarısız olmuştu.

                          Hemen hemen her öğleden sonra ve akşamları fırtına oluyordu. Gök gürültüsü ve şimşekten geçilmezdi ama bir damla bile yağmur yağmıyordu. Bol ışıklı ve elektrikli fırtınaları seyretmekten hoşlananlar, doğanın bu havai fişekleriyle göz ziyafeti çekerlerdi. Keskin zikzaklar çizen yıldırımlar gökyüzünü kaplardı. Tıpkı denizdeki gelgit gibi biri diğerine benzemezdi. Çeşitli renkler ve ışıklar gökyüzünü aydınlatır, söner, sonra tekrar ışıltılar saçardı.

                          Bu olanlardan sonra, çiftçi mısırdan vazgeçmek zorunda kalmıştı. İlk yıl kazancı az olmuştu. Masraflarını karşılayacak kadar bile kazanamamıştı. Kendini ve Julia'yı besleyebilmek, sayısı azalan hayvanlarına bakabilmek için çabalıyordu. Bir at. iki katır, tavuklar ve Julia'nın gururu olan bir tane de inekleri kalmıştı.

                          Daldığı düşüncelerden sıyrılıp matarasına uzandı ve kalan içkiyi kafaya dikti. Tekrar atını dürterek yola koyuldu, artık eve varmak için iyice sabırsızlanmaya başlamıştı.

                          Şimdi de çiftlikte geçirdiği ikinci yıl aklına gelmişti. O zaman da sel basmıştı. Kabus üstüne kabus yaşıyorlardı.

                          Ekinleri ektikten sonra hafif yağışlar başlamıştı. Bir önceki yılın kuraklığını düşünen çiftçiyi yağışlar sevindirmişti. Komşuları kuraklığın geçtiğini söyleyip içini rahatlatıyorlardı. Birkaç gün boyunca yağmur hafif hafif ama hiç durmadan yağmaya devam etmişti. Bir haftanın sonunda su bendi parçalanmıştı. Gökyüzü sanki ortadan ikiye yarılmış, tropik tufanlar gibi sular seller tarlaları ve her yeri kaplamıştı. Yollar ilk günden yok olmuştu. Yağmur hiç kesilmeden beş gün boyunca yağdı.

                          Çiftçi ve ailesi, topu topu birkaç parça eşyalarını üst üste koymuş ve çatılarına çarpan yağmurun gürültüsüne rağmen uyumaya çalışmışlardı. Mucizevi bir şekilde o kadar şiddetli yağan yağmur çatıyı etkilememişti. Bir kaç dilim ekmek ve bir sürahi su ile hayatta kalabilmişlerdi.

                          En sonunda güneş kendini gösterdiğinde, aile çiftliklerinin enkazına bakakaldı. Bütün hayvanlarını kaybetmişlerdi. Tohumlar ve mahsuller bir kez daha yok olmuştu. Kulübelerinin zeminine diz boyu çamur birikmişti.

                          Çiftçi ve karısı en çok çocuklarının sağlığı için endişeleniyorlardı. Yapmaları gereken en önemli şey içecekleri suyu kaynatmak ve sonra da kulübelerini temizlemekti. Bir de bulabildikleri hayvan ölülerini gömmeleri gerekiyordu. Son olarak komşularına ulaşmaları, yiyeceklerini birleştirmeleri ve kasabaya gidebilmek için en azından yollardan birini açmaları gerekiyordu.

                          Güneş sonraki haftalarda vadiyi ısıtmaya devam etti. Çaresiz kalan çiftçilere evlerini ve çiftliklerini kurutup temizlemeleri ve hayatlarını düzene sokabilmeleri için yardım elini uzatmıştı. Yıllarca toprağa bağlı yaşayan insanlar bir felaketle karşılaştıklarında, üstesinden çok çabuk gelip eski hallerine dönebilme yeteneğini edinmişlerdi. Sadece hayatta kalmayı başarma güçleri değil dirençleri de çok gelişmişti. Julia ve kocası, yaşadıklarından sonra borçlarına yeni borç ekleyecek olsalar da son bir yıl daha denemeye karar vermişlerdi.

                          Üçüncü yıl her şey iyi gidiyor gibi görünüyordu. Güneş ve yağmur dengeli bir birliktelik kurmuştu. Çiftçi yeni hayvanlar almış, ekinleri zamanında ekmişti. Araziyi temizlemeye devam etmiş ve ekilecek alanı genişletmişti. Yalnızca son on gün normalden biraz fazla kurak geçiyordu. Sıcaklık ve nem artmaya başlamıştı.

                          Birdenbire atı ürkmüş ve garip sesler çıkartmaya başlamıştı. Çiftçi kafasını havaya kaldırıp dizginleri sıkılaştırırken çiftliği yönünde gökyüzüne yükselen kırmızı pembe alevleri gördü. O an burnu duman kokusunu almıştı. Yangın! Atını ürküten yangın olmalıydı. Atı tehlikeye doğru meydan okurcasına sürmeye başladı.

                          "Julia!" diye bağırdı. "Fred! Buck! Nellie!" diye çocuklarının isimlerini de haykırıyordu.

                          Kırbacını daha sıkı kavrayıp, atını daha hızlı ileri sürdü. Az önce kendine acıma ve pişmanlık dolu düşünceleri yerlerini sevdikleri için duyduğu endişeye ve korkuya bırakmıştı. Çiftlik, ekin ve borçlarla ilgili tüm düşünceleri çıkartıvermişti kafasından.

                          Korku ve heyecan içinde kişneyen at, dar yolda hızla ilerliyor ve sahibini bilinmeze doğru götürüyordu.

                          Arabayı, atın toynaklarının gürültüsü ve arabanın çatırdamaları arasında evin yanındaki boşluğa çekti.

                          "Julia" diye bağırdı. "Fred, Buck neredesiniz?"

                          Cevap yoktu. Giderek yaklaşan yangın birkaç kilometre batıda, derenin karşısındaki Jared Çiftliği'nde çıkmış olmalıydı. Kadın, erkek, çoluk, çocuk herkes yangını söndürmeye ve yayılmasını önlemeye çalışıyor olmalı diye düşündü. Kimileri de bebeklere ve küçük çocuklara göz kulak oluyordur herhalde diye içinden geçirdi.

                          Duman büyüyüp yoğunlaşmaya, çiftliğine doğru rüzgarla yayılmaya başlamıştı. Atını yangın yerine götürebilmek için kuyuya koşup bir battaniye ıslattı.

                          Ürkmüş hayvanın iplerini çabucak çözdü ve kafasını ıslak battaniye ile örttü. Çıplak sırtına atladı ve hayvanı Jared Çiftliği'ne doğru yönlendirdi. Hayvan korkup kaçmadan, en azından koşarak ulaşabileceği mesafeye kadar gidebilmeyi umuyordu.

                          At binmedeki becerisi şimdi çok gerekli olduğu anda yardımına koşmuştu. Ulusal yarışlarda koşan bir jokey gibi biniyordu ata. Bacakları ile atı koştururken kollarını da hayvanın kafasını yol doğrultusunda tutabilmek ve ıslak battaniyenin hayvanın gözlerinden kaymasını önlemek için kullanıyordu. Aynı zamanda atın kulaklarına bildiği tüm cesaretlendirici sözcükleri bağırıyordu.

                          Çiftçi kısa sürede yangın yerine ulaştı. Atın yola çarpan toynak sesleri arasında yangını söndürmeye çabalayan adamların bağrışları duyuluyordu. Yangının sesi sanki gece ilerleyen yük treninin sesi gibi gürültülüydü. Attan aşağı atlarken neredeyse düşüyordu. Çok sayıda adam atı engellemeye çalıştıysa da at olay yerinden evine doğru koşarak kaçmaya başlamıştı.

                          İnsanlar bağırarak emirler veriyor, bilinçsiz bir şekilde etrafta koşuşturuyorlardı, düzensiz ve dağınıktılar. Yaşlı Jared'ı gören çiftçi ona doğru koştu.

                          "Nasıl yardım edebilirim?" diye sordu.

                          "Derenin bu tarafındaki ilk sıra ağaçları ortadan kaldırmak için yeteri kadar patlayıcımız var. Kasabadan gelecek su pompasıyla ikinci sıra ağaçları alevler ulaşmadan sulamayı düşünüyoruz. Ayrıca belki derenin genişliği yangının bu tarafa sıçramasına da engel olabilir. Bu da hem senin hem de benim çiftliğimi kurtarabilir.

                          "Baruttan biraz anlarım. Bir de şarjörleri kontrol edeyim."

                          "Tamamdır. Hadi başlayalım."

                          İki adam, bir süre sonra ateşten duvara dönüşecek noktaya doğru koşup barut şarjörlerini kontrol etmeye başladılar. Ellerindeki barutun hepsini tüketebilmek için şarjörlerin sayısını artırmaları gerekiyordu. Başka bir grup gönüllü ise belirlenen hat boyunca koşturup şarjörleri fitilliyordu. İri ağaçlar derenin içine düşmeye başladıkça, yangını söndürüp yayılmasını engelleyebileceklerine olan inançları ve cesaretleri de artıyordu. Ancak su pompasının hortumlarının ikinci sıra ağaçların yanına kadar uzanmadığım fark ettiler. Bu yüzden de hortumu ağaç sırasının sonuna kadar getirip oradan ulaşabilecekleri ağaçları suladılar.

                          İş bittiğinde erkekler oturdu, kısa bir an için yorgunluklarını hissedebilmelerine izin verdiler ve ardından dumandan uzaklaşarak, öksürükler içinde uzaktaki meydana ulaştılar. O sırada başlayan gök gürültüsü yüreklerini ferahlatmıştı.

                          Erkekler çiftliklerine gidebilmek için arabalarına bindiler. Şimşek ve yıldırımın az, yağmurunsa ormanı ıslatacak ve korları söndürecek kadar çok yağmasını diliyorlardı.

                          Çiftçiler, yağmur onlara destek çıktığı ve yangın yayılmadığı için mutluydular. İçlerinden birinin kayıp olduğunu çok sonradan fark ettiler. Jared'ın büyük oğlu Peter ortalıkta görünmüyordu. Çocuğu ertesi gün öğle vakti buldular. Yangının uzak ucunda kalmış, diğerlerinin gittiğini fark etmemişti. Dumanın etkisiyle baygınlık geçirmiş ve yüzüstü dereye düşmüştü. Geceleyin derenin suyu yükselince de boğularak ölmüştü.

                          İlçenin her yerinden Jared ailesine taziyelerini sunmak için birçok kişi gelmişti. Cenaze basit ama etkileyiciydi. Cenazeye katılanlar daha sonra Jared çiftliğine dönüp hayatta kalan diğer dört kardeşin sunduğu yemekleri yediler.

                          Çiftçi o gece kulübesine döndükten sonra uyuyamadı. Sabaha kadar düşünüp bu çiftçilik meselesine bir son vermeye karar verdi. Son olarak babasının verdiği 2000 doları da kaybetmişti. Çiftlikteki hayvanları ve mallarını açık artırma ile satacaktı. Otuz altı yaşındaydı ve sayısı gittikçe artan ailesi ile bir başarısızlık timsaliydi. Tüm çabalarının karşılığında geride sadece nasırlaşmış eller ve ağır işten kamburlaşmış bir beden kalmıştı.

                          Esas mesleğinden uzaklaştırılmış bu çiftçi, Kuzeyi en büyük tehlikeden kurtaran ve 18. Amerikan Başkanı olan General Ulysses Simpson Grant'tan başkası değildi.

                          General Grant'in hayatı 20. yüzyılın pembe dizileri gibi geçmişti. West Point Akademisi'ndeki notlan disiplin ve akademik başarı yoksunluğunu gösteriyordu. Buna rağmen binicilikte ve eskrimde çok başarılıydı. Askerleri idare etmede de belirli bir yeteneği vardı.

                          İçki ile olan ilişkisi efsane haline gelmişti. Meksika seferinde başarılı olduysa da içki yüzünden ordudan uzaklaştırılmış ve böylece çiftçilik macerası başlamıştı. Hayatının geri kalan kısmında da zaman zaman içkiyle mücadele içinde olacaktı.

                          Kuzey ordusu, Illinois'den gelen gönüllülere komutanlık yapmak üzere albaylık rütbesiyle Grant'i geri aldı. Kısa bir süre içinde Lincoln, Grant'i tuğgeneralliğe yükseltecekti.

                          "Kayıtsız Şartsız Teslimiyet" istediği için ülke çapında bir ilginin odak noktalarından olan General Grant, Belmont, Maryland, Fort Henry, Fort Donelson ve Tennessee'deki çarpışmalarda çeşitli zaferler kazandı. Shiloh çatışmasında büyüsünü biraz yitirdi. Galip gelmiş olsa da yaşamış olduğu kararsızlık yeniden ordudan uzaklaştırılmasını isteyenlerin sayısını artırdı. Ama Lincoln generaline sahip çıktı ve o ünlü savunmasını yaptı: "Katıldığı savaşları kazanıyor."

                          Grant girdiği çarpışmalardan zaferle ayrılmaya devam etti. Bunların en önemlileri Chattanooga ve Vicksburg'tu. Kuzey ordularının başkomutanlığına yükseldi. Lee'nin teslim olduğu savaştaki etkileyici zaferinden sonra Amerika'nın en sevilen kişilerinden biri oldu. Ölümüne yakın zamanlara kadar da bir daha bu kadar popüler olamayacaktı.

                          Lincoln öldüğünde politikacıların Grant'e yönelmeleri şaşırtıcı değildi. Yeniden yapılanmanın ve Johnson davasının karmaşasında Grant başkanlığa adaylığını koydu.

                          Suçlandığı gibi tanıdıklarını kayırmamıştır ama 8 yıllık görevi boyunca Amerika'nın gördüğü en beceriksiz başkanlardan biri olmuştur. Grant yönetiminin skandallarını ancak 100 yıl sonra yaşanacak Watergate skandali geride bırakabilmiştir.

                          Ulysses S. Grant bu skandalların hiçbirinde kişisel olarak yer almamıştı. Başkanlığını "kocaman bir zafer" olarak değerlendiriyordu ve yapılan eleştirilerin nedenini kıskançlığa ve hasetliğe bağlıyordu. Kabinesine yaptığı atamalar felaketle sonuçlanmıştı. Başkan yardımcısı bile onu utandıracak derecede kötüydü. Savaşta insanları çok iyi değerlendirebildiği halde aynı yeteneği politikada gösterememişti.

                          Bu adam, Amerikan İç Savaşı'nı içgüdüsel olarak geliştirdiği strateji ile kazanan adamdı. Biyografi yazarı Woodward şöyle diyecekti; "Savaşı bütünüyle, geniş ve basit yönleriyle kavrayabilme yeteneğine sahipti. Bu özellikleri sayesinde Güney kuvvetlerini mağlup etmiş ve Konfederasyonun eyaletlerini birbirinden ayrı ve özerk parçalara ayırmıştı. Grant çok iyi biliyordu ki, Güney kuvvetleri varolduğu sürece, yani düşmanın iletişimini ve ordusunun ihtiyaçlarını karşılamasını engelleyemezlerse kasabaları ve arazileri işgal etmenin fazla anlamı olamazdı. Onun için savaş, alan değil hareket çatışmasıydı."

                          Başkanlığı sırasında yaşanan bütün muhalefet ve zorluklara rağmen, partisi Grant'i üçüncü dönemde de aday gösterdi. Bu da Franklin D. Roosevelt'e kadar Amerikan tarihinde rastlanmayacak bir durumdu. Seçim kampanyasından önce Grant, o güne ve hatta günümüze kadar hiçbir Amerikan başkanının yapmadığı bir dünya turuna çıkıp İngiltere, İrlanda, İskoçya, Fransa, İsviçre, Norveç, İsveç, İspanya, Portekiz, İtalya, Almanya, Yunanistan, Türkiye, Mısır, Hindistan, Çin, Japonya ve sonradan Meksika ve Küba'yı ziyaret etti. Toplam 19 ülkeye gitti.

                          Grant, hayatı boyunca zengin insanlara hayranlık duydu ve iş hayatında başarı kazanan insanların gölgesinde kaldı. İnanılmaz saflığı içinde birlikte çalıştığı insanların birçoğunun dürüst olmadıklarını algılayamamıştı. Beyaz Saray'dan ayrıldıktan sonra kalkıştığı işlerde yanlış değerlendirmeler yapmasının dışında bir suçu yoktu.

                          Başkanlıktan ayrıldıktan sonra yaşamaya karar verdiği New York'taki vicdansız bankacıların karşısında düştüğü iflas durumundan dolayı utanç duyacaktı. Mark Twain, Grant'in savaş anılarım yayınlayarak onu kurtarmak istediyse de Grant bu işten para kazanamadan vefat etti.

                          Gırtlak kanseriydi ama ölüme meydan okuyordu. Ölüme gün be gün yaklaşırken görevini tamamlamış ve anılarını bitirmişti.

                          İnanılmaz akıllı bir politikacı olan Lincoln, Grant'i değerli kılan özellikleri çabuk kavramıştı: İşini sonuçlandırmadaki kararlılığı, Kuzey'in varlığına kendini adaması, liderlik özelliklerinin adamlarım etkilemesi ve savaş alanındaki yetenekleri.

                          Ulysses S. Grant. başarısızlığının son durağı olan New York'ta büyük bir mozoleye gömüldü. Mozolenin girişine şu sözleri yazıldı: Bırakın barış içinde yaşayalım

                          Yorum

                          • delphin
                            Senior Member
                            • 27-12-2005
                            • 15279

                            Konu: dünyada görülen İLGİNÇ OLAYLAR ve haberler

                            İlginç Yaşam Öyküleri

                            Georges Clemenceau

                            Canı sıkılmıştı. Babası tarafından tıp okuması için aşıklar şehrine gönderilen genç öğrencinin keyfi kaçmıştı.

                            Geniş bulvarlarda etrafını saran neşe ve eğlenceyi fark etmeden avare avare dolaşıyordu. Paris'teydi ve mevsim bahardı.

                            Kestane ağaçlarının yaprakları yeşillenmiş, tazeliklerini sergiliyorlardı. Meyve ağaçları da çeşitlilikleri ile etraflarına renk katıyorlardı. Ağaçlara okşarcasına davranan yardımsever güneş, ortalıkta koşuşturan kalabalığın ruhlarını da uyarıyordu.

                            Kimi zaman, sessiz mırıltılar, atlar, arabalar, gezintiye çıkmış insanlar, bisikletler, koşuşan çocuklar ve birbirlerinde kaybolmuş sevgililer, hepsi birden kocaman bir gösteriye dönüşürdü.

                            Genç öğrenci yürürken bunların hiçbirine dikkat etmiyordu. Düşüncelere dalmış, etrafındaki neşeye aldırmadan yürüyordu. Düşünceleri devrim üzerineydi. Kaliteli atlara binmiş parlak üniformalı askerleri görünce sinirlendi. "İmparatorluk", "Kraliyet", "imtiyaz" sinirini tepesine çıkartan kelimelerdi. Kraliyet taraftarı değildi. Bu görevi topçu subaylarına bırakmıştı. Askere tepki olarak doğan Vie de Boheme akımına da katılmayacaktı.

                            Cep saatine baktı. Daha hızlı yürümeye başladı. Rue de l'Estrapade'daki mahallesinden yola çıkalı beri çok oyalandığını fark etmişti.

                            Düşünceleri Delestre'nin stüdyosundaki buluşmaya kaydı. Bir amacı vardı ve hazırlık yapması gerekiyordu. Ciddi ve genç bir oluşuma katılmıştı. Keşiş değildi ama kahvelere de gitmiyordu.

                            Stüdyoya girerken, bugün manifestoyu yazmayı bitireceğim, diye düşündü.

                            İçeri girdiğinde ona selam veren arkadaşlarının renkli giysileri ile kıyaslandığında genç öğrencinin giysileri iç sıkıcı ve kasvetli görünüyordu. Sıska vücuduna hiçbir süsü olmayan koyu kahverengi bir takım giymişti. Buna rağmen tavırları etkileyiciydi, parlak siyah saçları kafasında taç etkisi yaratıyordu.

                            Grubundaki diğer gençler, üzerinde büyük ekoseler olan bol pantolonlar giymişlerdi. Birkaçı kiraz ağacından yapılma pipolarını tüttürüyor, hayatla ilgili derin düşüncelere ciddiyetle eğiliyor gibi gözüküyorlardı. Tıp, felsefe ya da siyaset bilimi öğrenimi gören bu çocuklar Paris'in en önemli öğrenci grubunu oluşturmuşlardı. Diğer bütün gençler gibi onların da amacı otoriteye başkaldırmaktı.

                            O içeri girerken, "Ah, que la Re'publique etait belle sous L'Empire!" diye şarkı söylemeye başlamışlardı. İmparatorluk değil cumhuriyet istiyorlardı. Alışılmış bir muhalefet tavrı değildi, kraliyete karşıydılar.

                            Arkadaşlarının selamlarına karşılık vererek odanın arkasındaki en sevdiği masaya doğru ilerledi. Oraya oturup etrafında toplanan diğer gençleri etkisi altına alırdı. Fikirleri ne kadar aşırı olursa olsun, tavırlarındaki otorite ve görüşlerini ifade etmekteki gücü sayesinde birçok yandaş toplamıştı.

                            İlk siyasi manifestosunu yazmaya başlamıştı. Ancak içinde hiç esprili anlatım olmadığı halde yazdıklarını çok komik bulmuştu. "Prensipte karşı çıktıklarına uygulamada da karşı çıkmalarını", "doğumda, evlilikte ve ölümde papazın hazır bulunmasına karşı çıkmaları gerekliliğini" savunuyordu. Böylece "düşündüğün gibi davran cemiyeti"ni kurmuşlardı. (1970'lerde ortaya çıkan herkes kendi işine baksın akımına benzemiyor mu?)

                            Genç öğrenci tıp eğitimini sürdürürken, radikal eylemlerine ve yandaşlarının sayısını artırmaya da devam ediyordu. Hükümetin de dikkatini çekmişti. Gizli polis peşinde dolaşmaya başlamıştı. Eleştirilerini yapmaya devam ederken bazı fırsatları da değerlendiriyordu.

                            Zamanla daha da cesurlaştı ve Le Travail adını verdiği gazeteyi kurdu. Yazılarında Devrim'in şiddet içeren kelimelerini ve savaş terminolojisini kullandı. Devrim günlerine tanıklık eden babasının da üzerindeki etkisi büyüktü. Polis baskısı yüzünden yazılarını tarih, sanat, edebiyat veya bilim üzerine kurup siyasi saldırılarını bu konuların üzerinden, dolambaçlı yollarla ifade ediyordu.

                            İmalı anlatımlara ve uygulanan sansüre rağmen, genç öğrenci artık kraliyet rejiminin kalkması ve yerini cumhuriyete bırakması gerekliliğini içeren mesajlarını aktarmayı başarıyordu. O günlerde gazetede çıkan en önemli yazılarından biri de Michelet'nin Fransa Tarihi adlı kitabı için yazdığı eleştiriydi. Bu yazıda Thiers ve Guizot'nun, tarihin, kendi doğasında varolan felaketlerden oluştuğuna ve insanlığın eylem ve iradesiyle hiçbir bağı olmadığına dair teorilerini eleştiriyordu.

                            En sonunda fazla ileri gidecekti. Pek zeki olmadığı bilinen bir oyun yazarı, Gaetana adında bir oyun yazmıştı. Yazar Edmond About, siyasi eğilimleri olan bir kişi olmasa da, kraliyet taraftarlarının önde gidenlerinden olan ve sarayda huzura çıkarken kısa pantolon giyip "tiran"ın önünde eğilen Francisque Sarcey'nin elini sıkma hatasında bulunmuştu. Le Travail'ın genç başyazarı için bu kadarı yeterliydi. Ekibi ile birlikte "kısa pantolon" kelimesini bir bayrak gibi her yerde kullanmaya başladılar. Her gün oyunu ve rejimi yeren yazılar yazdılar.

                            Sekiz hafta süren tacizlerden sonra gazete hükümet tarafından kapatıldı ve başyazarı da hapse atıldı.

                            Tıp öğrencisi hapishaneye götürülürken şöyle seslendi:

                            "Düşüncelerimizi ifade etmemizi engelleyebilirler ama onları yok edemezler. Bizi susturabilirler ama yalan söyletemezler. Devam edersek başımıza kötü şeylerin geleceğini söyleyebilirler. Ben de onlara bütün engelleri aşacağımızı söylüyorum. Savaşacağız. Ayaklanacağımızı söylediğimiz zaman kollarımızı kavuşturup duracağız demedik. Güçlüyüz çünkü idealimiz uğruna savaş veriyoruz."

                            Mazas Hapishanesi'ne götürülmüştü. Rejime meydan okuyan etkin bir siyasi suçlu olduğu için hapishanede ona nasıl davranacaklarını kestiremiyordu. Ancak yumuşak karşılanmak onu şaşırtmıştı.

                            Radikal eğilimli öğrenci hücresine götürüldüğünde, içerde hücredeki küvetten çıkmakta olan hırsızlık suçundan tutuklanmış hücre arkadaşı ile karşılaştı.

                            "Buyurun Mösyö" dedi gardiyan küveti göstererek.

                            "Nereye buyurayım?" diye sordu gardiyanın neyi gösterdiğini anlamayan genç öğrenci.

                            "Küvete. Başka nereye olabilir ki" diye cevapladı gardiyan.

                            "Ama su daha önceden kullanılmış ve şu an çok kirli."

                            "Kurallar böyle, mösyö. Ben bir şey yapamam."

                            Gardiyan nazik davranıyordu ama sinirlenmeye başladığını da belli ediyordu.

                            "Kabul etmiyorum" dedi genç öğrenci ve kollarım göğsünde kavuşturarak gözlerini gardiyana dikti.

                            "Peki öyleyse. O zaman sizi zorla kafanızdan ve ayaklarınızdan tutup suya sokmak zorunda kalacağım" diyen gardiyan tehditkâr bir şekilde öğrenciye doğru yürüdü.

                            "Dur! Seninle bir anlaşma yapalım. Sadece ayaklarımı yıkayacağım ve böylece kurallara uymuş olacağım" diye çaresizlik içinde bağırdı genç öğrenci.

                            Gardiyan duraksadı ve çavuşa danışmak için birkaç adım geriledi. Birkaç dakika süren hararetli tartışmanın sonunda geri geldi.

                            "Pekala. Sana bu ayrıcalığı tanıyacağız ama daha fazla bir şey bekleme. Burası bir hapishane, otel değil."

                            Genç öğrenci hayatının İleriki dönemlerinde Mazas Hapishanesi'ndeki günlerini hatırladığında şöyle diyecektir:

                            "Mazas'ta sadece yetmiş üç gün kalmıştım ama sanki yetmiş üç yılmış gibi sıkılmıştım. Başlangıçta, başından sonuna her cümlesini kendim yazmış olmama rağmen bildirinin benim tarafımdan yazıldığını inkar etmiştim. Üç günün sonunda yönelttikleri bütün suçlan üstlenecek hale gelmiştim. Hakimin karşısına çıkartmadan önce beni bir ay beklettiler. Mahkemeye giderken hapishane arabasında, arkadaşını öldürmüş genç bir kasabın dizlerinin üstünde oturmuştum. Daha sorgulama başlamadan yargıca her şeyi anlatmıştım."

                            Hapishanede bir süre kaldıktan sonra kütüphaneyi kullanmasına izin vermişlerdi. Okumalarının çoğu düşüncelerine çok yabancı olan dini konulan içeriyordu.

                            Bir keresinde okuması için on iki kıtadan oluşan bir şiir verilmişti (Amerikan Devrimi sırasında Washington'la çarpışırken öldürülen bir Fransız subayı olan M. de Jumonville hakkında yazılmıştı). İçinde bir tek şiir olan sadece bu kitap vardı elinde ve günlerce neredeyse şuurunu yitirircesine bu şiiri anlamaya çalışmıştı. Sonraları, "Kendimi kurtarılmış gibi hissediyordum. O günden sonra Washington'a karşı bir kızgınlık duymaktan alamadım kendimi" diyecekti.

                            Hapishaneden çıktıktan sonra genç radikal dava arkadaşlarıyla hemen temasa geçti ve kraliyet yönetimini devirmek üzere devrimci eylemlerine devam etti. Ancak Paris'e gelmesinin asıl sebebi olan tıp eğitimini tamamlayabilmek için eylemlere aktif katılımdan vazgeçmek zorunda kalmıştı.

                            Nihayet artık bir öğrenci değildi. Diplomasını almıştı ve Montmartre'da görev yapıyordu ama aynı zamanda o bölgenin seçim çalışmalarını da yürütüyordu. İnsanlara başka yollarla yardım etmeyi ve yol göstermeyi seçmişti.

                            Daha sonra Hapishane Denetleme Komisyonu'nun üyesi olduğunda hayatından biraz olsun keyif aldı. Ancak diğer üyelerin cehaleti onu o kadar tiksindirmişti ki komisyondan ayrıldı.

                            Bu sırada genç doktor stajını tamamlamış ve artık mesleğe adım atmaya hazır durumdayken babasının karşı çıkmasına rağmen birdenbire ülkeyi terk etti. İlk önce İngiltere'ye, ardından da Amerika'ya gitti.

                            Amerika'ya İç Savaş'ın son çatışmaları sırasında gitmişti. General Grant şehri ele geçirmeden hemen önce Virginia'da Richmond'u ziyaret edebilmişti". Orada gördüklerinden çok etkilenmiş olmalı ki "Amerika kölelerini vatandaş ve özgür kılmayı amaçlıyor (hommes libres)" diye yazmıştı. Daha sonra kuracağı ve Almanya'ya muhalefet yapacağı gazetenin adı da L'Homme Libre idi.

                            Doktor kesin olarak Amerika'da kalmaya karar vermişti. Babasından para göndermesini istedi ama kabaca geri çevrildi. Connecticut'ta genç kızlara eğitim veren bir yüksekokulda Fransız tarihi ve edebiyatı dersleri vererek para kazanmaya çalıştı. Bu arada siyasi kişiliği ve bir zamanlar siyasi mahkum olmasının da yarattığı ilgiyle bir genç kızın kalbini çaldı.

                            Daha önceki söylemlerinde belirttiği evlilik töreninde dini görevli bulunmaması fikri kendi nikahında karşısına çıkmıştı. Düşünceleri New England püritanizmiyle hiç bağdaşmıyordu. Ancak her şeye rağmen aşk üstün geldi ve evlendiler.

                            Olaylar hızla gelişti. Genç çift Sedan düştüğü sırada Fransa'ya döndü. Doktor hayallerinden ilkine kavuşmak üzereydi, sonrasında ise çok daha büyük olanıyla yüz yüze gelecekti.

                            Alsace ve Lorraine eyaletleri zaferin bir ödülü olarak Almanya'ya verilmişti. Genç doktor, 48 yıl sonra Place de la Concorde'da bulunan Alsace'ın antik sütun başı olan Strasbourg heykelinden yas kefenini kaldıranlardan biri olacaktı.

                            Yazdığı başyazılardan dolayı Kaplan lakabı takılmış doktor, Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransa Başbakanı olan Georges Clemenceau idi.

                            Clemenceau, siyasi bir kişilik ve deneyimli bir devlet adamı olmanın ötesinde değerlere sahipti. Günümüzde, Birinci Dünya Savaşı sırasındaki bombardımanda Paris'in yaşadığı zor günlerde Fransız halkının en büyük yol göstericisi olarak hatırlanmaktadır.

                            Kaplan ayrıca Almanların en fanatik düşmanı ve eleştirenlerin "Kartaca Barışı" adını verdiği ve korkunç çelişkiler ve sorunlar yaratacak olan Versay Anlaşması'nın en kışkırtıcı karakteri olarak anılmaktadır. Fransa'da ise mağlup düşmüş Almanya karşısında yeterince sert olmamakla suçlanmıştır. Hatta Fransa Mareşali Ferdinand Foch bile onu Rhineland uzlaşmasına ihanet etmekle suçlamıştır.

                            Clemenceau ise "Savaş generallere bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir" demiştir. Zaferin ödülü olarak Fransa, Alsace-Lorraine'i tekrar sınırlarına katmıştır. Bu olay Kaplan'ı çok mutlu etmişti çünkü III. Napoleon'un 1870'teki Sedan yenilgisinden beri o günü beklemişti ve 1792 yılında Fransız Milli Marşı olan "La Marseillais"in yazıldığı şehir olan Strasbourg'un düzelmeye başlaması onu gururlandırıyordu. Marseillaise dünya milli marşları arasında en güzeli ve en kolay söylenebilir olanı olarak kabul edilmektedir.

                            Sanki Maryland eyaleti, "Star Spangled Banner"ın, Amerika Birleşik Devletleri Milli Marşı'nın yazıldığı Baltimore şehri de dahil, elli yıl boyunca yabancı güçler tarafından işgal edilmiş gibiydi.

                            Ancak Clemenceau gençliğin hayal kırıklıklarını onarmaya çalışan yaşlı ve acılı bir adamdan çok daha özel bir konumdaydı. En sert insanları bile yazdıklarıyla ağlatacak ve eylemlere sürükleyecek kadar iyi bir yazar ve filozoftu.

                            Genç bir tıp öğrencisiyken De la Generation des Elementes Anatomiques adını verdiği tezini yazdı. Tezinde, yaşamın kökenlerine dair bazı bilgilere sahip olabilsek dahi "ana kaynak hiçbir zaman keşfedilemeyecektir. Nedeni çok basittir çünkü ana kaynak yoktur" savını öne sürdü.

                            Gazetecilik mesleğine La Justice adlı gazeteyle başladığında "kavgacı" dilini bir silah gibi kullandığı söylenecekti. 1889'da "Beyaz Atlı Adam" General Boulanger henüz kırılgan olan cumhuriyeti tehdit ettiğinde, ülkenin yaşadığı bu en büyük tehdidin üstesinden gelerek Fransa'yı monarşiden uzak tutma konusunda etkili olmuştur.

                            Bazı kuşkular ve Emile Zola'nın olaya el koyması üzerine, 1894 yılında Yahudi bir Fransız subayının casuslukla suçlandığı Alfred Dreyfus Davası'nın yeniden açılmasını sağlayarak başarısının doruğuna ulaştı. J'accuse! Zola'nın yazısının "Suçluyorum" başlığını bulan Clemenceau idi.

                            Amerikalıların Dreyfuss davasını anlayabilmeleri için Sacco-Vanzetti davasının, Rosenberg duruşmasının, Hiss-Chambers duruşmasının ve Watergate duruşmasının hepsini bir araya koyup sekiz yıl boyunca sürdüğünü düşünürlerse bu davanın Fransa'yı nasıl etkilediğini anlayabilirler. Ailevi ve siyasi kan davaları bir ömür boyunca sürebilir. Ancak Clemenceau bir karar verdiği zaman bu kararından asla dönmezdi. Onun öne sürdüğü nokta, suçlanan kişinin kendisine karşı getirilen delilleri hiçbir zaman görmemiş olmasıydı. Clemenceau'nun düşmanları güçlü de olsa söylediklerinin doğruluğunu ispatlayacaktı.

                            Yazılarını bir araya getirerek oldukça kapsamlı bir eser oluşturdu. La Melee Sociale'de toplumun yoksul kesimlerinin hayatı üzerine yazmış ve çeşitli önerilerde bulunmuştu.

                            Daha sonra Le Grand Pan'ı yazdı ve insanlığın zihinsel varoluşunu inceledi. Au Fils des Jours'da köylülere seslendi ve Aux Embuscades de la Vie'de insanın inanç ve tutkuları ile sosyal yaşamı arasındaki çatışmasını anlattı.

                            Clemenceau'yu insan ve yazar olarak daha iyi tanımak için Fransız edebiyatının önde gelen kişilerine Drovant's lokantasında yaptığı konuşmasından bir bölümü aktarmalıyız:

                            "Köylü toprağı işler, demirci demiri döver, bilim adamı hesap yapar ve filozof hayal eder; insanlar yaşam, hırs, zenginlik ya da şöhret için savaşır dururlar. Ancak onların kaderlerini yazıları ve eylemleriyle belirleyen sadece düşünürdür. İçlerinde sosyal gerçekliği yaratan düşünceleri uyandıran odur. Israrla uğraşarak eyleme o geçirir ve yanlışların yerine doğrulan ve adaleti yerleştirir. Gençliğin umuduyla insanlığı o büyüler ve hayata onları o neşeyle yönlendirir. O huzur verir, o onarır ve yaralarını sararak dünü alt eden yarının zaferine o götürür. Yüreklere bakar, hayatların içine sızar, insanı insana açar ve hatta kendi iradesi ve vicdanıyla insanı yaratır: BÖYLESİ BİR GÖREVDE BİR GÜN, BİR SAAT BİLE ÇALIŞMAK BİR YAŞAM BOYU YETECEK KADAR ONUR VE ŞEREF VERİR.

                            Yorum

                            • delphin
                              Senior Member
                              • 27-12-2005
                              • 15279

                              Konu: dünyada görülen İLGİNÇ OLAYLAR ve haberler

                              İlginç Yaşam Öyküleri

                              James McNeill Whistler

                              Bir Amerikalı'ya "West Point deyince yaşına bağlı olarak birçok renkli yanıt alacağınıza emin olabilirsiniz. Hudson Vadisi'nin yükseklerinde yer alan sarp kayalıkların muhteşem manzarasını hatırlayacaktır kimileri. Bazıları uzun gri hat imajını düşünecektir. Bir kısmı ise Lee, Grant, Eisenhower, MacArthur ve Patton'ı hatırlayacaktır.

                              Yaşı daha büyükçe olan kimileri ise Doc Blanchard ve Glenn Davis'i hatırlayacaklardır. Birkaç kişi de MacArthur'un öğrencilere yaptığı konuşmanın "Görev, Şeref, Ülke" bölümünü tekrarlayacaktır. Sonuç olarak diyebiliriz ki, akademi, 1960 ve 1970'li yıllarda West Point'i lanetleyen az sayıda insan dışında, çoğunluk için saygı ve korkuyla karışık duygularla önemli bir yer edinmiştir.

                              West Point Akademisi'ne güzel bir bahar günü başlayan birinci sınıf öğrencisi diğer öğrencilere pek benzemiyor, akademi standartlarının biraz altında kalıyordu. 1.65 metrelik boyuyla kıl payı kabul edilmişti.

                              Akademiye giriş öncesi yapılması gereken işlerle uğraşırken genç öğrenci korkunç bir şok yaşadı; berberle karşı karşıya geldi. Bütün çabalarına rağmen West Point'in berberini akademinin kuralları dışında bir saç kesimine ikna edemedi. Uzun, kıvırcık, siyah saçlarına akademide kalacağı süre için veda etmek zorunda kaldı. Buna rağmen geriye kalan saçları hala koyu ve lüleliydi. Bu da ona askeriyenin dışında yabancı biri havası veriyordu. Bu özelliğine bir de miyop olması eklenince pek kolay arkadaş edineceğe benzemiyordu.

                              Akademiye on yedinci yaşına basmadan on gün önce, 4 hafta süren bir hastalığın bitiminde başlamıştı. Zayıf düşmüş olmasına rağmen oldukça iyimser ve karşı karşıya kalacağı disiplin zorunlulukları açısından da korkusuzdu. Bu yaşına kadar katlanmak zorunda kaldığı annesinin katı kurallarından daha kötü olamazdı ya. Annesinin evi akademiye yakın olsa da elinden geldiğince az ev izni alacaktı.

                              Annesinin otoritesinden kurtulmuş olan gencin akademide başını belaya sokması uzun zaman almadı. Başını alıp okulun bulunduğu topraklardan uzaklaşıyor, akademinin zorunlu sınırlarının dışına çıkıyordu. "Disipline karşı üstünde çalışılmış küstahlık içeren bir tavrı olduğu ama buna rağmen bir cazibesi olduğu" söylenirdi.

                              Bir keresinde iskambil kağıtlarıyla yakalandı. İskambil kağıdı "bulundurmaktan" ceza almıştı ama o, cezası daha ağır olan kullanma suçunu işlediğinde diretti. Bu, sadece kendisinin değil, oda arkadaşlarının da izinsiz kalmasına yol açacaktı.

                              Okula geldikten kısa bir süre sonra daha sonraki yıllarda da anlatılacak bir disiplin olayı yaşandı. Birinci sınıf öğrencileri için üniforma kurallarında ayakkabı giyilmesi zorunluydu, bot giymek ise yasaklanmıştı. Ancak hayatta güzel şeylerin keyfini çıkartmayı bilmeyenlerin yıldıramayacağı genç öğrenci kendine bir çift siyah binici çizmesi edinmişti.

                              Bunları göze çarpacak bir şekilde diğer ayakkabılarının yanında, dolabında tutmakta ısrar ediyordu. Bu çizmeleri bulundurmaktan, uygunsuzca sergilemekten ve gerektiği gibi boyayıp parlatmamış olmaktan ihtar aldı. Bunun üzerine genç öğrenci büyük bir cüretle komutanına bir yazı yazıp aldığı ihtarı eleştirdi, üstelik bunu oldukça sert ve aşağılayıcı bir üslupla yaptı.

                              Genç öğrenci birinci sınıf öğrencilerinin, daha önce yemekhanede yerlerine oturan üst sınıfların önünden geçip en dipteki masalara yerleşmeleri ve bunu yaparken de üst sınıfların onlarla dalga geçerek tempo tutmalarından oluşan akşam yemeği ve benzeri durumlara alışmakta fazla zorlanmamıştı.

                              Akşam yemekleri oldukça sıkıcı ve sıradandı. Sabahları kahvaltıda soğuk ya da füme edilmiş, dilimlenmiş dana eti, akşamlan ise haşlanmış ya da fırında dana eti yiyorlardı. Dana etinin yanında ayrıca et suyuna çorba, haşlanmış patates, puding, haşlanmış balık, bayat ekmek ve kahve oluyordu.

                              Genç öğrencinin okul arazisinden sıvışıp 3 km. ötedeki Buttermilk Falls denilen yerde bulunan Benny Haven adlı tavernaya gitmesi pek de şaşırtıcı olmasa gerek. Burada alkolleşmiş elma suyu, siyah bira içer ve birada çırpılmış yumurta yerdi. Akademiden birkaç öğrenciye de rastlardı ama daha çok günlük yaşantısının sıkıcılığından uzaklaştıracak yöre sakinleriyle arkadaşlık ederdi.

                              Tavernadaki adamların çoğu dedikodu yapan ya da ortak problemlerini paylaşan o bölgenin çiftçileriydi. Çoğunluğu sütçülükle uğraşıyordu. Tavernayı sadece bir yabancının farkına varabileceği inek kokusu kaplamıştı.

                              Benny Haven'a giden öğrenciler kokuya aldırmazlardı. Lezzetli ev yemeği yiyebilecekleri bir yer olduğu için gidiyorlardı. Kuzu eti ya da fırında domuz yemek, kalkıştıkları zorlu yolculuğa değiyordu. Birkaçı da yediklerini sindirmek için üstüne birkaç bardak siyah bira içerdi.

                              Genç öğrenci, Benny'nin yerinde rastladığı okul arkadaşlarını genelde görmezlikten gelir, doğuştan gelen ketumluğunu kırıp az da olsa çiftçilerle sohbet etmeyi tercih ederdi. Çiftçilerin onu fark etmeleri ise ancak birkaç seferden sonra mümkün olmuştu.

                              Benny'nin yerine üçüncü gidişinde barda yanında duran kendi yaşlarında, genç bir çiftçiyle konuşmaya kalkıştı. Çiftçi belli ki uzun süredir oradaydı, bardağındaki köpükten sakalı ıslanmıştı.

                              "İneklerin ne durumda?" diye başladı konuşmaya genç öğrenci.

                              Cevap olarak genç çiftçi uzun uzun yüzüne baktı.

                              "Demek istediğim sütçülük bugünlerde ne durumda?" diye kekeledi öğrenci.

                              Çiftçi omzunu silkti, daha iyi olabileceğine benzer bir şeyler mırıldandı.

                              "Adım James ama bana Jim diyebilirsin" diye atıldı genç öğrenci.

                              "Andy. Tam adım Andrew Blake. Ben senin gibi kuzeyli değilim. Alabama'lıyım" diye gururlu bir edayla cevapladı çiftçi.

                              Genç öğrenci, "Bana Kuzeyli deme çünkü ben de Kuzey Carolina'danım" diye ikna edici bir şekilde yalan attı.

                              "Şiven Kuzey Carolina'ya pek benzemiyor anladığım kadarıyla."

                              "Orada doğdum ama uzun süre Avrupa'da yaşadım. Alabamalı'ysan neden New York'ta inek sağıyorsun?"

                              "Babamı kaybettim, sonra da pamuk ektiğimiz arazilerimizi kaybettik. Lanet olası banka el koydu. Tek çocuktum ve buraya süthanesi olan kuzenlerimin yanına geldim. Benim önemli biri olmadığımı düşünüyorsundur ama şunu bil ki ben okuma yazma biliyorum" diye ateşli ve neredeyse tartışmaya hazır bir şekilde cevapladı genç çiftçi.

                              "Ben aslında Güney eyaletleri dışında bir yerde yaşamazdım. En kısa sürede Atlanta'ya gidip orada bir iş bulacağım. Birkaç ay içinde yaşım tutuyor olacak."

                              "Sana inanıyorum ve kararlılığını takdir ediyorum. Ortak çok yönümüz var. Ben de Güney'i seviyorum ve davasına inanıyorum. Bence eyaletlerin vatandaşlarının ne tür bir hayat sürdüreceğine karar vermeye yetkileri olması gerekir. Kölelik ekonomileri için gerekli. O kadar pamuğu yoksa nasıl yetiştireceksiniz?"

                              "Peki ya savaş çıkarsa? Güney için çarpışır mısın?' diye sordu çiftçi alaycı bir edayla.

                              "Ne tarafa sadakat beslediğimden hiç şüphem yok. Demek istediğin buysa eğer" yanıtını verdi öğrenci hiç duraksamadan.

                              "Ama ben..."

                              "Şey mi demek istiyorsun..."

                              "Tabii. Harp okulu öğrencisini bir kilometre öteden anlarım. Biz sizleri daha kapıda görünce ne olduğunuzu anlarız."

                              "Şu an harp okulunda öğrenci olmam orada kalacağım ya da fikrimi değiştirmeyeceğim anlamına gelmez. Doğrusu şu ki hayatımla ilgili farklı şeyler planlıyorum. Ama doğrusu ne olacağını tam olarak da bilmiyorum, nasıl bilebilirsin ki. Zaten Missouri Uzlaşması sonucunda..."

                              "Maine'le Missouri arasındaki anlaşmadan mı söz ediyorsun? Bak gördün mü? Okuma yazma bildiğimi söylemiştim."

                              "Ben de sana inandığımı söylemiştim. Bir bira daha ister misin?"

                              İki genç adam bardaklarını yeni arkadaşlıklarına kaldırdılar. Tam o sırada öfkeli konuşma sesleri duydular. Sandalyelerin oradan oraya itilmesi ve gürültüler düşüncelerini yarıda kesmişti. Bir çiftçi ile bir öğrenci arasında kavga çıkmıştı.

                              Genç öğrenci okul arkadaşlarının yanına giderek öfkeli arkadaşlarını yatıştırmaya, onları geri çekmeye çalıştı. Çiftçiler de kendi arkadaşları için aynı şeyi yapıyorlardı. Kimse, hele okuldaki sıkıcı yemeklerden buraya kaçan ve bir bardak birayla rahatlamak isteyen öğrencilerle kavga çıksın istemiyordu.

                              Harp okulu öğrencileri hemen kalkıp West Point'e dönmeye hazırlandılar. Çıkmadan önce öğrenci yeni arkadaşı ile vedalaştı. Bir dahaki sefere karşılaştıklarında onun kara kalem resmini yapmak için söz aldı. Hobisi olan resim yapmaktan söz etmişti. Benny Haven'a önceki gelişlerinde de bir şeyler çizmişti.

                              Andy isteyerek bu teklifi kabul ettiyse de bir daha karşılaşmadılar. Genç öğrenci kendini taslaklar karalamaya adamıştı. Sonraki yıllarda Andy'nin çok sevdiği Güney için savaşıp savaşmadığını ve büyük çatışma sırasında hayatta kalıp kalmadığını hep merak etti.

                              Akademideki ordu yetkilileri, kısa bir zaman içinde çok yol kat edecek olan fotoğraf bilimini sonunda ciddiye almaya başladılar. Savaş alanlarının doğru dürüst yapılmış haritalarına ve ayrıntılı çizimlerine ihtiyaçları olduğundan, akademide ders vermek için tanınmış bir ressamı işe aldılar.

                              Profesör, Lee'ye de Grant'e de çizim sanatı dersleri vermişti. Genç öğrenci bu profesörün derslerine daha önce hiçbir derse göstermediği bir ilgiyle giriyordu. Ayrıca bu ders onun akademik ortalamasını yükseltmek için de bir fırsat olmuştu.

                              Genç öğrenciyi savaş alanı çizimleri ve haritalarının hazırlanması işi büyülemişti. Yaptığı topografik çalışma, gölgeleme, karalama gibi farklılıkların çizime aktarılmasına da yardım ediyordu. Miyop olmasına rağmen hızla ilerlemişti. Ayrıca bulabildiği zamanlarda figüratif çizimler de yapıyordu.

                              Çalışmaları profesörün beğenisini kazandığı için ona çizimlerini yapacağı özel bir oda verdiler. Avrupa'da görmüş olduğu profesyonel stüdyolar gibiydi. Yüksek tavanlı, ışığı bol alan, geniş pencereli büyük bir odaydı. Odada ayrıca daha önceden profesörün kullandığı resim sehpası ve gerekli boyalarla vernik de vardı.

                              Genç öğrenci kendini hiç hissetmediği kadar mutlu ve zinde hissediyordu. Spor faaliyetlerindeki beceriksizliği ve diğer derslerdeki ilgisizlik yerini resme verdiği ilgi ve bu alandaki gelişime bırakmıştı. West Point civarında gördüğü her şeyi çizmeye başlamıştı. Nöbet bekleyen, işini yaparken uyuyakalan öğrencileri ve subayları resmediyordu. Hudson Vadisi'ni de. Çizim yapmak için eline geçen her şeyi, çadır bezini, kağıt parçalarını, defter sayfalarını, ders kitaplarını ve bulabildiği zamanlarda da tuvali kullanıyordu.

                              Çizim ve taslaklar içinde kendini kaybettiğinden sınıf derecesi gittikçe düşmeye başlamıştı. Cebir, İngilizce ve diğer derslerde neredeyse sınıf sonuncusuydu. Sırasında otururken diğer arkadaşlarından daha uzunca olan saçlarını elleriyle tarayıp öğretmenlerini sinir ederdi. Öğretmeni ile tartıştığı için kimyadan da kalmıştı.

                              Derslerdeki durumunun dışında aldığı ihtarların sayısı Grant'inkini bile geçmişti. Yer ölçümü dersinden kaçıp uyumaya gitmişti. Yoklamalarda eğitmenlerinin bilgisi ya da izni olmadan ortadan kayboluyor, "yok" rapor ediliyordu. Derslerde küstah davranıyordu.

                              Sonuç olarak ihtar sayısı 218'e çıkmıştı. Bu da üst sınırın 18 fazlasıydı ve okuldan atılmaya gerekçe oluşturuyordu. Atılgan ve cüretli karakterine uygun düşecek şekilde hemen Washington D.C.'ye, Savaş Bakanı olan Jefferson Davis'le okula geri alınmasını sağlamak için görüşmeye gitti. Ayrıca Denizcilik Bakanı'na da Annapolis'teki Denizcilik Akademisi'ne kabul edilmesi için başvuruda bulundu.

                              Kurallara aykırı olduğu için ve de yaş sınırı yüzünden Annapolis'e kabul edilmeyince askeri kariyerini noktaladı. Garip olan şu ki, hayatının geri kalanında West Point'teki günlerinden söz ederken hep mezun olmuş gibi konuşması, kovulmuş olduğunu hiçbir zaman ifade etmemesidir.

                              1850'lerde West Point'in kendisine çok yabancı olan dünyasına düşen genç öğrenci, Amerika'nın en ünlü, en önemli ressamlarından biri olan James Abbott McNeill Whistler'dı.

                              Whistler hayatının geri kalanını Amerika'nın dışında geçirecekti. Hayatının uzun bir bölümünü İngiltere'de geçirdiği halde İngilizlerden nefret ederdi. Ülkelerinde kısa sürelerle kalabildiği halde Fransızları severdi.

                              ABD'de kısa bir süre kalmış olsa da Amerika'nın en değerli ressamlarından biriydi. Portreler de dahil olmak üzere resim sanatına katkısı çok büyük olmuştur. Yaptığı resimlerden birkaçının adını vermek haksızlık olur ancak aralarında Whistler's Mother, The White Girl, The Music Room. Nocturne in Blue and Gold, Volpraise, Arrangement in Black and White, The Young American, The Peacock Roonı'un da bulunduğu yüzlerce resmi vardır.

                              En beğenilen manzara resimlerinde Thames Nehri kıyısını yansıtmıştır. Resmettiği konuyu sevmesi ve farklı zaman ve durumlarda resmetmesi dolayısıyla Thames Nehri'nin resmini en fazla yapan ressam olarak anılmaktadır.

                              James McNeill Whistler'in hayatı üretken bir ressamın hayatından çok bir macera romanı gibidir. Londra ve Paris sosyetesinin üst tabakası arasına girmiş olması, dostlarım da düşmanlarını da artırmıştı. Erkek modasını belirleyen ve sosyete tarafından aranılan biri olduğu gibi aynı zamanda dönemin ileri gelenleriyle çatışmaya giren, dövüş ve düelloya eğilim gösteren ve hakkında birçok dava açılan biriydi.

                              Aynı enerjiyi askeri kariyerine vermiş olsaydı herhalde döneminin ve İç Savaş'ın önemli isimleriyle -tabii ki Güney'in- bir arada anılırdı. Savaş sırasında büyük bir olasılıkla öldürülürdü ama ondaki cürete sahip olanların savaşlarda ilginç ve renkli hayatlarının olduğunu da unutmamalıyız.

                              Whistler, Şili ve Peru'nun İspanya'ya karşı 1866'da açtıkları savaşa katılmasını isteyen arkadaşlarına duraksamadan olumlu cevap vermişti. Belki de tıp okulu mezunu olan kardeşi Willie'nin İç Savaş'a katılmış ve birçok cephede cesaretini göstermiş olmasından dolayı kendini kötü hissediyordu.

                              Hemen vasiyetini hazırladı ve aynı gece Southampton'a gitti. Diğer arkadaşlarının Kaliforniya'ya gittiğini düşünmelerini sağladı ama deniz yoluyla Panama'ya gitti. Oradan da Şili'ye gitmek ve eyleme katılmak için bir gemiye bindi.

                              İspanya, eski kolonilerine karşı son kalan kuvvetiyle Cape Horn civarına ulak çaplı bir donanma göndermişti. Henüz kolonisi iken binken borçlarını garantilemek için Peru'dan Chinclia Adaları'nı almıştı. Ardından Şili de Peru'ya katıldı ve böylece kendi topraklarını 31 Mart 1866'daki Valparaiso bombardımanına açmış oldu.

                              Whistler, kişiliğine uygun bir şekilde Şili'ye varır varmaz cumhurbaşkanını aradığını ve ona hizmete hazır olduğunu söylediğini iddia etmişti. Aynı günlerde, o sırada limanda olan İngiliz, Fransız, Amerikan ve Rus donanmaları hiçbir açıklama yapmaksızın sahneyi İspanyollara bırakmış, İspanyol donanması da şehri bombalamıştı.

                              Bu sırada anlattığına göre, Whistler Şili'nin başkentinin güzel tepeleri üzerinde topladığı adamlarla at biniyormuş, oysa West Point'te at binme konusunda pek çabası olmamıştı. Şehre döndüğündeyse İspanyol denizcilerinin karaya çıkarak bombardımandan dolayı kentte çıkan yangınları söndürmeye yardım ettiklerini görmüştü.

                              İşte Şili'de Whistler'in katıldığı eylemlerin, çatışmanın hepsi bu kadardı. Whistler, West Point yenilgisi ve yaralanmış Güneyli gururunun acısını hafifletmek için o kadar uzağa gitmişti.

                              Yine de eski bir harp akademisi öğrencisi olarak olmasa da bir ressam olarak kendini kabul ettirecek kadar Şili'de kalıp, birçok kara ve deniz manzarasını resmetti. "Whistler tekniği" adı verilen gölgeleme tekniğini kullandığı "The Morning After The Revolution Valparaiso" hala klasik eserlerden biri olarak anılır.

                              Eski harp akademisi öğrencisi, şiddeti azalmakta olan savaşa bir daha katılmadı. Artık gerçek mesleğine karar vermiş ve iyi bir yer edinmişti. Amerikan göçmeniydi ama Victoria dönemi İngilteresi'nin kuşkusuz en önemli ressamıydı.

                              Biyografisini yazan Stanley Weintraub'un sözlerini aktaracak olursak:

                              "Herhangi bir insani çıkarın dışında formların ve renklerin düzenlenmesinin bir estetik tatmin duygusu yaratacağını göstermiş ve resim sanatının yeni yüzyıla yenilenmiş bir şekilde girmesini sağlamıştır

                              Yorum

                              • delphin
                                Senior Member
                                • 27-12-2005
                                • 15279

                                Konu: dünyada görülen İLGİNÇ OLAYLAR ve haberler

                                İlginç Yaşam Öyküleri


                                Franklin Delano Roosevelt

                                New York, New York. Bu şehre birçok isim verilmiştir. Hudson Nehri üzerindeki Bağdat, Sodom ve Gomore ve Büyük Elma gibi. Amerika'nın en büyük şehri ve en önemli limanı. Sayısız göçmenin akın ettiği şehir. Çeşitli milletlerden insanın kaynaştığı yer. Finans, moda ve tiyatronun en son gelişmelerinin yaşandığı merkez. Kahramanlar ve zenginler yaratan şehir. Rüyaların gerçeğe dönüştüğü yer.

                                Avukat, penceresinden aşağı, Wall Street'e doğru baktı. Aşağılarda yüzlerce başka pencere ve kaldırımlarda da bir sürü insan vardı. Sayısız noktalar gibi koşuşturuyorlar, günlük işlerini tamamlamaya çalışıyorlardı. Belli bir noktadan baktığında George Washington'ın başkanlık konuşmasını yaptığı günün anısına dikilen heykeli görebiliyordu.

                                Hava da ruh hali gibi karanlıktı. İç çekerek masasına oturdu. Önündeki kağıtları karıştırdı. İçinde el yazısıyla aldığı notların ve daktilo edilmiş bir raporun olduğu parlak kırmızı kapaklı dosyayı aldı. Durdu, dosyayı açmadan boşluğa doğru baktı, yeni ortağı ile yaptığı ilk konuşmayı hatırladı.

                                "Başarılı olmalıyız" demişti ortağı.

                                "Evet" diye yanıtlamıştı avukat. Neşe içinde "Onların canlarına okumalıyız" diye de eklemişti.

                                "Ofisini sevdim. Çok geniş ama senin sıcaklığın sayesinde aynı zamanda samimi de. Üniversitedeki ufak odalarımıza bin basar" diye hatırlattı ortağı.

                                "İşte bir ortak nokta daha. Aynı üniversiteye gitmiş olmamız. Birbirimizi tamamlıyoruz. En uygun müşterileri firmamıza kazandırmalıyız, sen de öyle düşünmüyor musun?" dedi avukat samimi bir ifadeyle.

                                Günlük işlerine döndü ve önünde duran raporun sayfalarıyla oynamaya başladı. Evet, artık çok başarılıydılar. Prestijli bir semtte şık döşenmiş büroları ve gelişen bağlantıları sayesinde sayıları gittikçe artan müşterileri vardı. Ekonomide büyük sorunlar görülmedikçe iyi para kazanmaya devam etmemesi için hiçbir neden yoktu. Peki ama neden mutsuzdu? Bu sabah niye her zamanki keyfi ve neşesi yoktu?

                                Sorusuna içinden cevap verdi. Müşterileri olan şirketlere gerçek hukuk çalışmaları yoluyla pek fazla katkıda bulunmuyordu. Tanınmış olmasından dolayı müşteri çekmeyi başardığı doğruydu ama günlük hukuk işleriyle esas olarak ortağı ilgileniyordu. Vasiyetnameleri ortağı hazırlıyor, emlak sorunlarını hallediyor ve iş anlaşmalarını düzenliyordu.

                                Avukat ise sıkıcı bono işleri ile ilgileniyordu. Bu arada haftanın bir günü bir sigorta şirketinde çalışıyordu. Başkan yardımcılığı görevini üstlendiği bu sigorta şirketinin ofisi hukuk şirketinin hemen yanındaydı. Çok sık olmasa da çıkan sorunları çözebiliyordu. Sonuç olarak kötü bir düzenleme değildi. Hem özel yatırımları hem de diğer işleri takip edebiliyordu.

                                Uzun süre önce başladığı ve en sevdiği yatırımı olarak gördüğü alan balonlardı. İçindeki gizli romantikliği dışarı çıkartmasını sağlıyordu. Örneğin yelkenlileri deniz motoruna tercih ederdi. Bu konuyla gerçekten ilgilenmiş, balonun tarihçesini araştırmış, insanlığın ilk balon kullanmaya başladığı zamanlara kadar derinlemesine inceleme yapmıştı.

                                Bu konu onu heyecanlandırıyordu. 1852 yılında ilk balonu yapan Fransız Henri Gifford'ı biliyordu. Ama esas ilerleme bir Alman olan Kont Ferdinand von Zeppelin tarafından kaydedilmişti. Zeppelin puro şeklindeki hava gemisine adını vermişti. Bu yüzden günümüzde de bu balona "Zeplin" diyenler vardır.

                                Avukat masasında duran dosyaya karşı ilgisini yitirmiş, esas ilgi alanı olan konu üzerine düşünüyordu. İlk kez bir balon gördüğünde ne kadar heyecanlandığını hatırladı. Neredeyse 245 metre uzunluğunda, saatte 160 km. hıza ulaşabilen ve en az 100 yolcu taşıyabilen bir balondu.

                                Tanınmış birçok Amerikalı'yla birlikte "Genel Hava Hizmetleri" adında bir şirket kurmuştu. Alman kaşif Dr. Johann Schnette'nin modellerinin patentini almışlardı. Helyumla şişirilmiş balonla New York ile Chicago arasında düzenli sefer yapmak istiyorlardı. Ne yazık ki planlarım uygulayamadılar, çünkü halk ve yatırımcılar uçağı tercih ediyorlardı.

                                İç geçirerek masasının orta çekmecesini açtı, kendi tuttuğu özel listeyi çıkardı. Geçmiş ve gelecekteki yatırımlarla ilgili düşüncelerini buraya yazmıştı. Listeyi sadece en önemli kelimelere dikkat ederek gözden geçirdi. "Balon" kelimesinden sonra "petrol" yazmıştı. Bu "New England Petrol Şirketi" olmalıydı. Tam ana hissedar olduğu sırada petrol şirketi işlenmiş petrol fiyatı düştüğü için zor durumda kalmıştı. Daha da kötüsü olabilirdi, diye içinden geçirdi.

                                Bir sonraki kelime "ıstakoz"du. Witham Kardeşler adlı bir şirketin müdürüydü. Maine, Rockland'da ıstakoz satışından yüksek kar bekliyorlardı ama fiyatlar beklenmedik bir şekilde düşünce bu işte de zarar etti. Şirket battığında 26 bin dolar para kaybetmişti. Bu da bugüne kadarki en büyük kaybıydı.

                                Bir de Wyoming'de petrol çıkartmak için kurulan bir şirket vardı. Petrol yerine kükürt çıkmıştı. Avukat bu sonuncuyu okurken ürperdi. Hızla listenin geri kalanını gözden geçirdi.

                                * Muhtelif küçük gemi hatlarını birleştirip, bir şirket oluşturarak savaş sonrası ekonomik patlama sayesinde kar yapmaya dair bir plan. Şirkete "Acil İhtiyaçları Filosu Şirketi" adı verilecekti. Amacı Panama Kanalı yoluyla doğu ve batı sahilleri arasında kargo nakliyesini sağlamak olacaktı.

                                * Önümüzdeki 20 sene içerisinde 4000 ile 6000 dönüm arasında çam ormanı yetiştirmek. Çam yetiştirildiği süreden daha kısa sürede kesilebildiği için fiyatlar o zamana kadar yükselecektir.

                                * New York taksilerinde reklam alanı yaratmak. Kesinlikle çok başarılı olacak bir fikir.

                                * "Ulusal Tatil Yerleri Şirketi" adında bir şirket oluşturmak ve Placid Gölü, New York ve Georgia'da otel zinciri açıp işletmek.

                                "Bu kadar yeter" diye mırıldandı avukat. Listeyi çekmeceye fırlattı ve çekmeceyi hızla kapatıp kilitledi. Dahili telefondan sekreterini aradı. "Bir dakika gelir misin? Randevularımın üzerinden geçmek istiyorum" diye neşe içinde konuştu. Gizli listesini gözden geçirmenin etkisiyle, üstüne sinmiş olan umutsuzluğu ve mutsuzluğu bir anda bir kenara atıvermişti.

                                Sekreteri bir elinde not aldığı kağıtları, diğer elinde telefon mesajlarının yazılı olduğu kağıtlarla içeri girdi. Avukat, telefon mesajı kağıtlarının çokluğunu görünce hepsini geri aramak gerektiği düşüncesi onu korkutmuş gibi yaptı.

                                "Hayır, efendim. Bütün bu hoş insanlarla konuşmaktan gayet memnun kalacaksınız. Hepsinin de heyecan verici müşteri adayları olduğundan eminim" dedi sekreteri ilişkilerinin rahat ve sağlam temellere oturmuş olmasından kaynaklanan bir edayla.

                                Birlikte geçirdikleri süre içinde sekreteri onu anlık mutsuzluklar dışında hiç mutsuz ve umutsuz görmemişti. Her zaman iyimser bir yapısı vardı. Sekreteri onun için ve onunla çalışmaktan çok memnundu. Bazen işler yoğunlaşıyordu, özellikle de kafasında birçok fikir varken ya da aynı anda altı kişiye birden telefon etmek istediğinde.

                                "Peki canım, kimmiş bu büyüleyici insanlar?" diye takıldı avukat.

                                "Hepsinden önce karınız aradı. Çocuklardan biriyle ilgili bir şey varmış ama dışarı çıkması gerekiyormuş. Konu akşamı bekleyebilirmiş. Belediye Başkanı'nın sekreteri aradı. Başkanı saat 15.00'ten sonra aramanızı istiyor. Başkan da bir konuşma için dışarıdaymış. Bu sabah telefonlar için zaman harcamanıza gerek yok. Yargıç arkadaşınız aradı ama işinizi bölmek istemedi. Önümüzdeki salı öğleden sonra sizinle buluşmak istiyor. Programınıza baktım ve olur dedim. Kaçırmak istemeyeceğinizi biliyorum. Diğerleri ile de ortağınız ilgilenebilir. Bir bakın isterseniz."

                                "Sensiz ne yapardım bilmiyorum" diye samimiyetle cevapladı.

                                "Bu sabah bana telefon bağlamazsan ben de şu raporu son kez inceleyebilirim. Bugün rapor için gelecekler. Bağlanmayacak telefonlara annem de dahil. Bugün de arayacaktır. Gelecek hafta sonu onu ziyaret etmemizi istiyor. Piknik ya da öyle bir şeyler planlıyormuş. Bu sefer onu mutlu etmek için gitmemiz gerek gibi görünüyor. Aile huzuru için ne gerekiyorsa yapmak lazım."

                                Avukat masasına döndü ve önünde duran kırmızı dosyayı açtı. Sekreteri çekilince "Şimdi Herr Schmidt ve arkadaşlarım için..." diye başladı.

                                Avukatın okuduğu rapor savaş sonrası Alman ekonomisi üzerineydi. O da savaşta görevini yapmış Alman hükümetine karşı savaşmıştı. Ancak Alman halkına karşı kötü niyet barındırmıyordu. Savaş sona ermişti ve her zamanki gibi en büyük zararı yine halk görmüştü. Amerikan halkının artık savaş sona erdikten sonra Alman halkına karşı kin beslemediğini gururla düşündü. Tabii bu, savaştaki hislerinden bayağı farklıydı.

                                Şimdi Alman ulusunun dünyaya armağan ettiği kültürel değerleri düşünmek daha kolaydı. Müzik, felsefe ve bilim. Şu savaşçı politikalarını, askeri eğilimlerini kontrol altına alabilselerdi, diye düşündü.

                                Raporu okumaya devam etti. Alman vatandaşlarının yaşadığı ekonomik sıkıntıdan söz ediliyordu: Savaş sonrası yaşanan acımasız enflasyon kaybeden taraf için çok ağırdır, bazen kazanan tarafı bile zor durumda bırakır. "Ekmek almak için bir el arabası dolusu markla bakkala gittiğinizi düşünün" diye içinden geçirdi. "Amerikalılar tarihlerinde böyle bir felaket yaşamadılar. Dua edelim de hiçbir zaman yaşamasınlar" diye düşündü.

                                Raporu okurken, bazı insanların sıkıntılarının diğerleri için çıkar anlamına geldiğini kurnazca fark etti. Dünyanın hali böyleydi. Bunu ilk yapan o değildi. Onun ve diğerlerinin çıkarına uygun olan durum yatırımlarından kar sağlamalarıyla başka insanlara da destek olabilmeleriydi. Bu, onun için belirleyici bir nedendi. Her zaman kendinden daha şanssız olanları düşünürdü.

                                Raporda yazan sayılara çevirdi dikkatini. O günün döviz kuruna göre l Amerikan dolarının karşılığı 1500 Alman markı idi. Hisse senetlerinin değeri hisse başına 10000 Alman markı olarak belirlenmişti. "Evet, oldukça karlı olasılıklar içeriyor" diye düşündü.

                                Kararını vermişti. Alman ekonomisine ihtiyacı olan sermayeyi vererek duruma istikrar kazandıracak ve sanayinin gelişimine yardım etmiş olacaktı. Bu da halka iş olanağı sağlayacak ve kurulu olan endüstriyel yapıyla da devamı gelecekti. Buna karşılık Amerika da dünya pazarının güçlenmesinden faydalanacak ve Almanya ile yapılan ticaret artacaktı. Toplantıyı sabırsızlıkla beklemeye başladı.

                                Toplantıya katılacaklar ofisinden içeri girdiklerinde onları kocaman bir gülümseme ve içten bir neşeyle karşıladı.

                                "Sizi gördüğüme çok sevindim Herr Schmidt" diye eski arkadaşından sonra yaşlı Almanı selamladı.

                                "Sizleri raporunuzda ana hatlarını belirttiğiniz programa en ufak bir şüphem olmadan katıldığımı söyleyerek rahatlatayım. Amacım bu programdan iki ülke halkının da yarar sağlamasıdır" diye konuştu avukat, misafirler sandalyelerine yerleşirken.

                                "Bu, işimizi çok daha kolay yapmamızı sağlayacaktır" dedi arkadaşı, kararın verilmiş olmasından dolayı duyduğu huzuru yansıtarak.

                                "Şirkete 'Birleşik Avrupalı Yatırımcılar' adını vermeye karar verdik" diyerek Herr Schmidt sözü aldı. "Yatırım yapacağımız şirketler emlak, ipotek ve sigorta sektörlerinde olacak. Toplam 19 şirket. Raporda görmüş olduğunuz gibi aralarında Hamburg merkezli Nobel Dinamit Şirketi ve Alman Edison firması da bulunmakta."

                                "Önemli bir konu daha var" dedi arkadaşı. "Yatırımcılar sizin başkan olarak görev yapmanızı istiyorlar, eğer bu onuru bizlere lütfederseniz efendim."

                                "Çok memnun olurum" diye cevapladı avukat. "İşte anlaştığımız miktarda yazdığım çek. Yatırımımızdan sadece kar yapmayı değil, bu yatırımla Alman ve Amerikan halklarına da yardım edeceğimizi umuyorum. Bu, halklarımızın ve ülkelerimizin birbirlerini daha iyi anlama yolunda atılmış önemli bir adım olacaktır."

                                Toplantıda bulunanların hepsi gülümsediler ve avukat herkesin elini sıktıktan sonra "Artık anlaşmamızın şerefine kadeh kaldırabiliriz. Beyler martini içmeye ne dersiniz? Martini yapma konusunda çok başarılı olduğum söylenir" dedi.

                                Beyzbol hakkında konuşmaya başladılar. Herr Schmidt bu Amerikan sporunu takip ettiğini ve Yankeeler'i tuttuğunu söyledi. Uzun süre spor sohbeti yaptıktan sonra misafirler keyifleri yerinde bir halde avukatın bürosundan ayrıldılar.

                                Avukat sekreterini çağırdı ve "Tahmin et ne oldu? Beni bir yere daha başkan yaptılar" dedi.

                                "Beni şaşırtmadı. Kararınızı vermiştiniz. Notlarınızı ben daktilo etmiştim hatırlarsanız."

                                "Beni çok iyi tanıyorsun. Ben yararlı işler yapmak için varım, tabii başkalarına yardım ederken para da kazanılabilir. Yarın için bekleyen davalar neler?"

                                "Sizin 'Kuruluş Günü'nüz. Böylece birkaç kişiye daha yardım edebileceksiniz" diye cevapladı sekreteri.

                                "Kesinlikle sıkıcı vasiyet işleri ile uğraşmaktan daha iyi. İşte böyle işler hukuk mesleğini renklendiriyor ve daha zevkli hale getiriyor" diye açıklama yaptı avukat, sekreterinin ve arkadaşının elinden diğer dosyaları alırken.

                                Bir keresinde avukat arkadaşları ile giriştiği bir işten 5000 dolar kadar kar etmişti, bunun üzerine başka yatırımlar da yapacak ancak bazıları onu pişman edecekti.

                                Bunlardan en bilinenine "Camco" adı verilmişti: Birleşik Otomatik Ticaret Şirketi. Camco'nun içinde yer alan 5 şirketten biri olan "Sıhhi Posta Şirketi", pulları makine aracılığıyla dağıtan bir şirketti. Makine kullanıldığı için insan gücüne gerek olmadığından birçok kişi işsiz kalmıştı. Bazen de makinelere çok fazla jeton konuluyordu. Bu sefer içlerinden pul çıkmadığı için müşteriler makineleri bozmaya ve zarar vermeye başlamışlardı. Neyse ki avukat bu şirketin yönetimine getirilmeden istifa etmişti.

                                Avukat zamanının çoğunu geleceği düşünerek geçiriyordu. Mesleği olan hukuk çok fazla vaktini almıyordu. Hatta yatırımları ile ilgili yaptığı işler de zamanını doldurmuyordu. Sigorta şirketinin yönetimindeki görevinden de istifa etmişti. Hukuk firmasındaki günlerinin çoğunu, eyaletin ve ülkenin her köşesinden, farklı sınıflardan insanları dinleyerek, durum değerlendirmeleri yaparak geçiriyordu.

                                Günlük işlerin sıradanlığından sıkılan, kanuna başkaldıranları cezalandırmakla zaman öldüren ve hep büyük ideallerin hayallerini kuran bu avukat, Amerika Birleşik Devletleri'ne dört kez başkan seçilen Franklin Delano Roosevelt'di.

                                Düşmanı ve dostunun kısaca FDR dediği Roosevelt'in Amerika'nın üzerindeki etkisi 20. yüzyıldaki hiçbir başkanla kıyaslanamaz.

                                Kişiliği onun kadar özel olan karısı Eleanor, "İnsanlara görevler verildiğini ve bu görevlerle birlikte onları yerine getirebilmeleri için gerekli yeteneğin ve gücün de verildiğine inanırdı" demişti.

                                Franklin Roosevelt avukatlık mesleğini siyasi bağlantılar kurabilme yolunda değerlendirmiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Wilson'ın başkanlığı döneminde Denizcilik Bakanı Yardımcılığı görevini yapmıştı. 1920'de başkan yardımcılığı için adaylığını koymuş ama başarılı olamamıştı. Soyadı ondan önce de ünlüydü. Halk tarafından çok sevilen ve efsane olmuş Başkan Theodore "Teddy" Roosevelt'in uzaktan kuzeni idi. Gelecekteki amaçlan için çok okumuş ve çok çalışmıştı.

                                FDR bir avukat olarak çok hırslı değildi, çünkü bu meslek onu heyecanlandırmıyordu. Amaçlarına acı bir darbe indiren, otuzlu yaşlarının başlarında yaşadığı çocuk felcine rağmen kuvvetli bir adamdı.

                                Yaşadıkları FDR'yi Amerika'nın karşı karşıya kaldığı krizde ve İkinci Dünya Savaşı sırasında yol gösterebilmesi için daha da güçlendirmişti. Ne kadar güçlü olduğunu, hiçbir zaman karamsarlığa kapılmayarak ve teslim olmayarak ve bu arada "şehir dışında bir malikaneye çekilip zengin adam hayatı" yaşamayı öneren annesini dinlemeyerek göstermişti.

                                Al Smith'i başkanlığa aday gösterdiği "Mutlu Savaşçı" konuşmasından sonraki 4 yıl içinde Demokratik Kongre'ye kendini kanıtlamış, New York eyaletine vali seçilmişti. Bir sonraki yıl ise ülke tarihinin en büyük krizi içine sürüklenmişti.

                                FDR, güçlü bir liderliğe aç ve büyük bir şaşkınlık içinde olan ülkesi tarafından ezici bir çoğunlukla başkan seçildi. Amerika'nın ihtiyacı olan güçlü liderlik vasfı Roosevelt'in kişiliğinin temel özelliğiydi. Bugün politik çizgisinin aşırı derecede muhafazakar olarak anılması tarihin ironilerinden biridir.

                                Başkanlık konuşmasında "Korkmamız gereken tek şey korkunun kendisidir" diyerek ülkeyi heyecanlandırmayı başarmıştı. Bu sözleri ile "100 Gün" adı verilen ve Kongre'nin duraksamadan kabul ettiği yasama ve yürütme programlarını başlatmıştı.

                                "New Deal" adı verilen bu programları kısaca özetlemek olanaksız. Bu konuda sayısız kitap ve makale yazılmıştır. Ancak İngiliz iktisatçı Sir John Maynard Keynes'in teorilerinin bir düzenlemesi olduğunu söylemek yeterli olur. Cumhuriyetçilerin "vergi ve vergi, harcama ve harcama, seçme ve seçme" diye nitelendirdikleri bu sistem, Amerika'nın ve dünyanın geri kalanının bugün hala üzerinde durduğu bir sistem olmuştur.

                                FDR ve teorisyenleri Büyük Kriz'e hiçbir zaman çözüm getirememişlerdir ama Amerika'ya çok daha önemli bir şey kazandırmışlardır. FDR, en zor günlerinde bile düzeni korumuş ve böylece her şeyden önemli olarak Amerika'ya yeniden umut vermiştir.

                                Roosevelt 1936'da Amerika'nın tarihindeki en fazla oyla, 8'e karşı 523 oyla, tekrar başkan seçilmiştir. Sonra üçüncü ve dördüncü seferlerde de bu göreve seçilmiştir ki artık günümüzde bu anayasal olarak mümkün değildir.

                                FDR, Pearl Harbor'dan sonra büyük bir sınavla karşı karşıya kalmış ve hem ülkesini ve hem de müttefiklerini İkinci Dünya Savaşı'nda zafere götürmüştür. Zaferin arifesinde sağlık durumu iyice kötüleşince zaferin tadını çıkaramayacak ve savaş döneminin yerini Soğuk Savaşa bırakmasına tanıklık edemeyecekti.

                                FDR ile ilgili olarak, hele de bugün daha da ilginç olan noktalardan biri de şudur ki, basının kendi kendine uyguladığı bir oto-sansür sayesinde halk başkanın sakat olduğunu bilmiyordu. Özellikle de savaş koşulları dikkate alınarak başkanın geçirdiği çocuk felci sonrasında sakat kaldığı gizlenmişti.

                                Yorum

                                İşlem Yapılıyor
                                X