Forumu ilk ziyaretiniz ise, yukarıda bulunan FAQ linkine tıklayın. Mesaj göndermeden önce KAYIT
olmanız gerekebilir. Mesaj göndermeye başlamak için, aşağıdaki seçimden ziyaret etmek istediğiniz forumu seçin.
Modern sistematiğin temeli. Aristoteles'in organizmaları düzenli bir biçimde genosve eiodes (cins ve tür) terimleriyle tanımlamış olmasına karşın, ilk biyoloji çalışmalarında tutarlı bir terimlendirme ve sınıflandırma yoktu. Başlıca bitki sınıflandırması, bitkilerin tıbbi değerlerini tanımlamakta kullanılan sınıflandırmaydı.
Son derece kullanışlı ikili adlandırma sistemini, Kari von Linne (bilimsel yapıtlarında Latince Carolus Linnaeus adını kullanıyordu) başlattı; bitki ve hayvanları yapılarına göre cinsler ve türler biçiminde sıralamanın yanı sıra, sınıf ve takım kavramlarını da ortaya attı. Jean Baptise Lamarck, özelliklerin kalıtımla geçtikleri görüşüne uygun düştüğü için, sistemini işlevler üstüne kurdu. 1817'de, Georges Baron Cuvier'yse, bütün hayvanlar âlemini, omurgalılar, yumuşakçalar, eklembacaklılar, ışınlılar, vb. alt öbeklere ayıran ilk kişi oldu. Bilimsel seferler. XVIII. ve XIX. yy'larda biyoloji çalışmalarıyla ilgili çok sayıda önemli biyoloji seferi düzenlendi. Bunlardan İngilizlerin düzenlediği üç seferin, biyolojiye son derece önemli katkıları oldu. Sir Joseph Banks, Kaptan Cook'un fnceavorg emisiyle Güney denizlerine giderek, Avustralya bitki ve hayvanlarından örnekler topladı (1768-71). Banks'in öğrencisi Robert Brown, 1801-1805 arasındaki İnvestigator gemisinin seferinde, Avustralya'dan 4 OOO'i aşkın bitki örneğiyle döndü. Üçüncü ve belki de en ünlü seferde, Charles Darwin, Beagle gemisiyle dünyanın çevresini dolaştı (1831-36) ve 1835'te Galopagos adalarındaki kuşlar, sürüngenler ve çiçekli bitkiler üstündeki gözlemleriyle, sonradan evrim kuramını geliştirerek, bu kuramı daha sonra On Ithe Origin of Species (Türlerin Kökeni Üstüne, 1859) adlı yapıtında yayınladı.
Darwin,evrim kuramının büyük bir bölümünü, doğabilimci olarak katıldığı Beagle gemisinin seferinde hayvanlar üstünde yaptığı gözlemlere dayandırmıştır.
Bilim,insanların tarafsız gözlem ve deneylerle elde ettikleri düzenli bir bilgi birikimidir.Zaman içinde eskiyen görüşlerin yerinde,devamlı yenileri koyularak olgunlaştırılır.Bilimsel çalışmalarla ortaya çıkan sonuçlar kanun olmadıkları sürece,daima değişmeye açıktırlar.
Biyoloji, fizik ve kimya canlıların, doğa olaylarının ve maddenin özündeki gerçekleri keşfetmek için uğraşır.
1. Bilim evrenin düzenini kuran gerçeklere ulaşmaktır. Bu gerçeklerin insanlık yararına kullanılması da bilimin görevidir.
2.Bilimsel problemlerle ilgili hipotezler,teoriler ve kanunlar dizisidir.
3.Hipotezleri ,teorileri geliştirmek için yapılan tarafsız gözlem,deney,araştırma ve incelemelerin tümüne bilim diyoruz.
Herhangi doğa olayının nasıl ve neden olduğunu mevcut bilgilerimizle açıklayamıyorsak; bu olay bizim için bir problemdir. Bilimsel problemler gözlemler sonucunda karşılaşılan sorularla ortaya çıkarlar.
Doğa problemleri bilimsel yöntemlerle çözülür. Bir planla gözlem ve deneye dayanılarak yapılan çalışmalara bilimsel yöntem denir. Bilim adamları deney ve gözlemler yaparak problemlerle ilgili gerçekleri toplarlar. Bundan sonra topladığı gerçekler arasında olması mümkün bağıntıları belirten bir hipotez kurarlar.
Biyolojinin Önemi
Doğumdan ölüme kadar yaşamın her evresinde bilinçli ve sağlıklı yaşama , ekonomik gelişmeyi sürekli kılma , çevreyi bozulmadan tutma , üretimin kalitesini ve miktarını artırmada biyoloji bilimi önemli yer tutar.
Temel bilim olan biyoloji , canlı ve doğa ile ilgili her konuyu içine almaktadır , bu bakımdan araştıran düşünen insana sınırsız sayıda çalışma olanağı sağlar . Burada başarılı olmanın en önemli sırrı, düşünerek doğayı izlemektir . Doğanın bilinçsiz kullanılması , insan ve diğer canlıların yaşamı için tehlikeli sonuçlar ortaya çıkarır . Çevre kirlenmesi , erozyon , madde kaybı , yeşil alanların azalması , hızlı nüfûs artışı , plânsız kentleşme , biyolojik zenginliklerin ortadan kalkması bu sorunların başında gelir. Örneğin orta Anadolu'nun çölleşme tehlikesi ile karşı karşıya kalması , nehirlerin kirlenmesi , kıyı güzelliklerimizin bozulması , doğal kaynaklarımızın iyi kullanılmaması sonucunda ortaya çıkan sorunlardır .
Biyoteknoloji alanındaki çalışmalarla , atık maddelerin temel yapılarına kadar parçalayabilen mikroorganizmalar kullanılarak daha temiz bir çevrenin yaratılması sağlanacaktır .
Biyoteknolojinin amacı , bir canlının belirli özelliklerini şifreleyen genetik bilginin bir başka canlıya nakledilmesidir . Böylece nakledilen bilginin gereği , ikinci canlı tarafından yerine getirilir . DNA molekülünün yapısı üzerinde yapılan bu değişiklikle amaca yönelik üretim yapılır .
Biyoloji ; uygulama alanların olan tıp , tarım , hayvancılık , ormancılık , endüstri ve diğer alanlardaki çalışmalar sayesinde , insanların geleceğe daha umutla bakmalarını sağlayan geniş bir bilim dalı olmuştur .
Biyoloji ile ilgili bilgilerin eksikliği , ne yazık ki başta çevrenin bozulması , önlenmesi mümkün olmayan sağlık sorunlarının ortaya çıkması , doğal kaynakların sürekli ve verimli olarak kullanılmaması , biyolojik zenginliklerden yeterince yararlanılamama gibi sorunlar doğmuştur .
Biyoloji ile bireyin kendisini ve çevresini tanıması , çevresini koruma bilincini kazanması hedeflenmiştir . Biyoloji bilgisine sahip olmanın bireyin yaşamına getireceği yararlar çevresini tanıma , sağlığını koruma biyolojik zenginlikleri tanıma ve onlardan yararlanma , canlıların temel yapısını öğrenme olabilir . Çevrenin bozulması ve kirlenmesine ilişkin bilgi ve bilinci geliştirme , araştırma duygusunu ve kişiliğini geliştirme , son gelişmeleri tanıma ve 21. yüzyıla hazırlanma biyolojinin sağlayacağı diğer yararlarındandır .
Biyoloji bilimine yeterli önemin verilmemesi sonucunda ortaya çıkan sorunlar şunlardır :
• Çevrenin bozulması ile ilgili sorunlar :
Erozyon , sulak alanların kurutulması , denizlerin ve göllerin kirlenmesi , ormanların ve meraların tahrip edilmesi ,
Birçok canlı türünün ortadan kalkmasıyla biyolojik çeşitliliğin azalması ve doğa dengesinin bozulması ,
Canlıların aşırı ve yanlış tüketiminden dolayı , doğal kaynakların tahrip edilmesi , gibi sorunlar çevrenin bozulmasına sebep olurlar .
• Sağlıkla ilgili sorunlar :
Yanlış beslenmeye bağlı birçok hastalık ,
Akraba evliliğine bağlı anomalilerin artması ,
Kalıtsal bozuklukların zamanında tanımlanamamasına bağlı olarak sağlıksız soyların ortaya çıkması ve bunlar gibi birçok sorunlar .
• Ekonomiyle ilgili sorunlar
Dünyanın en önemli kültür bitkilerini ve hayvanlarını barındıran ülkemizde , ıslah çalışmalarının yapılmaması ve üretimin gereken şekilde artırılmaması , ekonomik sorunlardandır .
• Sosyal yapıyla ilgili sorunlar :
Çevre bozulmasına yada yaşlanabilir bir çevre oluşturulmamasına bağlı olarak göçe sürüklenme ,
Sağlıklı ve güzel ortamlarda çocukların yetiştirilmemesine bağlı olarak , bedensel ve ruhsal yetersizlikler , sosyal yapıyla ilgili sorunlardır .
Biyolojinin Geleceği
Dünyamızın kaynakları , sürekli çoğalan ve tüketimi gittikçe artan ,nsan topluluklarına yeterli olmayacak duruma gelmiştir . Denizler , iç sular ve atmosfer kirlenmiş , toprak yapısı yer yer yenilenemeyecek kadar bozulmuştur . Tüm dünya yaşam tehlikesine doğru sürüklenmektedir . Çözüm yolu , bazı yöntemlerle birlikte biyoloji bilimine dayanmaktadır. Önümüzdeki yüzyılın başında şu gelişmelerin olması beklenmektedir .
• İnsan topluluklarında kalıtsal hastalıklara neden olan genler , döllenme sırasında sağlamlarıyla değiştirilecek kanser , düşük ve yüksek tansiyon, şeker hastalığı , cücelik v.b. hastalıklar önlenebilecekler .
• Canlıların ömür uzunluğunu kalıtsal olarak denetleyen genler kontrol altına alınarak yada değiştirilerek , uzun bir yaşam sağlanabilecektir . 1996 yılından bu yana ana karnındaki bir fetusun ne kadar yaşayacağı artık tahmin edilebilmektedir .
• Bir canlıda özelliği bir özelliği ortaya çıkaran gen yada genler , diğer canlıların kalıtsal yapısına eklenerek bazı eksikler bu yolla giderilebildiği gibi fazladan bazı özelliklerinde kazanılmasıda sağlanacaktır . Örneğin ; C vitamini karaciğerde sentezlettirileceği için vitamin olmaktan çıkacaktır .
• Bitki ve hayvanların ıslahında olağanüstü atılımlar gerçekleşecek , verim artırılacak bir çok maddenin sentezi özellikle büyük miktarda mikroorganizmalarda yaptırılabilecektir .
• Genlerdeki değişiklikler sonucu yeni hayvan ve bitki türlerinin ortaya çıkması sağlanacaktır .
• Yenilenme mekanizması aydınlatılacağından kısmi doku ve organ yitirilmeleri yerine konulabilecektir . Bugüne kadar doku ve organ nakli tekniğinde , doku uyuşmazlığı nedeniyle başarısızlıklar olmuştur , ancak bu sorun doku ve organ nakli tekniğindeki gelişmelerle aşılmaktadır . Bunun için şimdiden organ bankalarında çeşitli organlar gerektiğinde kullanılmak üzere korunmaktadır . Şu anda genellikle sperm , kemik , deri ve bazı özel dokular saklanabilmektedir . Yakın gelecekte ise çeşitli doku ve organlar , bir bütün olarak yapıları bozulmadan saklanabilceklerdir .
• Canlılardaki genlerin bütünü kataloglanabilecek , bunlarla ilgili bankalar kurulacak . İlaç sanayii biyoteknolojik yöntemleri geniş oranda kullanılacağı için birçok ilacın etkili ve ucuza üretilmesi sağlanacaktır .
Bütün bunların yanında tehlikeli olabilecek mikroorganizmaları üretmek , doğal yaşam görüntüsünü kısmen de olsa bozma gibi biyolojik gelişmelerin doğurabileceği sakıncalarıda vardır .
BİYOLOJİDEKİ GELİŞMELERİN İNSANLIÐA KATKILARI
Bireylerin ve gelecek kuşaklarının sağlıklı yaşaması biyoloji konusundaki bilinçlenme ile sağlanacaktır .
Araştırmacılar bitki ve hayvanları islah etmiş , daha iyi meyve , daha fazla yumurta , daha çok et ve süt , elde etmek için onların soylarını , kültürel yöntemler kullanarak iyileştirmeye çalışmışlardır . Bu çalışmalarda da büyük ölçüde başarılı olmuşlardır .
Günümüzde birçok ülke seralarda tozlaşma görevini bombus adı verilen arılarla yapıyorlar . Bombus özellikle sebzelicilikte yüksek verim elde etmek amacıyla hormon kullanan üreticilere bir çıkış , hatta kurtarıcı oldu . Arının taşıdığı çiçek tozları etrafa yayılarak , seradaki domates ve çileklerdeki verimi artırdı .
Günümüzde birçok tıbbi bitki ve hayvanın üretimi , antibiyotik , arşı , inferferon , çeşitli pestisitlerin üretimleri , insandaki zararlı genlerin ayıklanması işi gibi alanlarda biyoteknolojiden yararlanılmaktadır .
Tıpta uygulanan aşılama yönteminde vücuda virüs verilerek vücudun virüsü tanıması ve ona karşı antikor üretmesi sağlanır oysa gen teknolojisinin sağladığı olanaklarla vücuda virüs verilmeden de antikor üretmek mümkün olmuştur . Böylece vücut virüsün yan etkilerinden korunabilmektedir . Tıpta ; pıhtılaşma bozuklukları , lösemi gibi hastalıkların teşhis ve tedavisinde enzimlerden yararlanılmaktadır . Bu enzimlerin elde edilmesi biyoteknolojinin sayesinde olmuştur .
Biyoteknolojinin katkıları arasında insülin'ni de sayabiliriz . İnsülin insanlarda şeker metabolizmasını düzenleyen bir hormon olup , pankreas hücreleri tarafından üretilir , dolaşıma katılır . Eksikliğinde ise şeker diabet hastalığı ortaya çıkar . Bugün bakteri DNA'sı yardımıyla insülin hormonu bol miktarda ve ucuza üretilebilmektedir . Yine cücelik tedavisinde kullanılan insan büyüme hormonuda bu yolla üretilmektedir .
Büyüme hormonu , eskiden sadece kadavraların hipofiz bezinden çok büyük zorluk ve masraflarla elde ediliyordu . Atık biyoteknolojik yöntemlerle çok miktarda ve ucuza elde edilebilmektedir .
Biyoteknolojik buluşlar ve onlara dayalı uygulamalar , insanoğluna biyolojik savaşta yararlanabileceği organizmaları elde etme olanağı sağlamıştır gittikçe önem kazanan "biyolojik savaş" konusunda yapılan çalışmalar ülkemizde yeterli düzeyde değildir . Oysa biyolojik savaşta kullanılabilecek birçok organizma yurdumuzda bulunmaktadır . Ancak biyolojik savaşta yokedilmeye çalışılan zararlı canlılarla , bunları yok etmek için kullanılan canlıların biyolojik yapılarının iyi bilinmemesi ülkemizdeki bazı çalışmalarında başarısızlığına neden olmaktadır . Oysa , tarımda biyolojik savaş daha ucuz ve kolay olacak , çevre kirliliğinde önemli ölçüde azalacaktır . Bu amaçla bazı bakteri türleri kullanılarak böceklere karşı dirençli domates , tütün , pamuk gibi bitkiler elde edilmektedir .
Alg , bakteri , maya ve küflerin büyük miktarda üretilmesinden ve bu canlı hücrelerin kurutulması sonucu oluşan biyolojik kütleye tek hücre proteini denilmektedir .
Ayrıca aroma kaynağı , vitamin kaynağı ve emülatör destekleyicisi olarak da kullanılır . Tek hücre proteininin uygulama alanı gün geçtikçe yaygınlaşmaktadır . Belkide tek hücre proteini gelecekte besin kaynağımızın önemli bir bölümünü oluşturmaktadır . Dünyada nüfus artışının bugünkü hızıyla devam etmesi durumunda besin kıtlığının yaşanabileceği bilimadamlarınca kâbul edilmektedir . Buna çözüm olarak bilim adamları tarımda biyoteknolojik uygulamaları önermektedir . Avustralya'lı araştırmacılar , yonca bitkisini amino asit sentezine yardımcı olan bir gen aktararak bitkinin protein değerini yükseltme değerini yükseltmektedir. Böylece yem bitkisi olan yonca proteince zenginleştirilmiştir .
1997 Şubat ayında biyoloji alanında yeni bir gelişme kaydedilmiştir Bir araştırmacı memeli bir hayvanın (koyun ) kopyası yapmayı başarmıştır . Bir koyundan alınan bir vücut hücresinin çekirdeği başka bir koyuna ait çekirdeği alınmış bir yumurtaya yerleştirilerek yeni bir koyuna yaşam verilmiştir . Dolly adı verilen kuzu orjinal DNA sahibi koyunun kopyasıdır . Bu iki koyun aynı fiziksel özellikleri taşımalarına rağmen aynı biyolojik özellikleri taşıyıp taşımadıkları belirli değildir . Kalıtsal hastalıkların kökenini anlamamız ve tedavi edebilmemiz ancak insan genomunu tam olarak çözebilmemizle mümkün olacaktır .
Genetik mühendisliği bu konuda ilk adımı atmıştır 1990 yılında ABD ve Avrupa ülkelerininde katıldığı "insan genomu projesi" adı altında büyük bir çalışma başlatılmıştır bu proje insandaki yaklaşık 100.000 genin diziliminin saptanmasını hedefliyor . Örneğin bilim adamları genetik bozulma nedeniyle kontrolsüzce çoğaldıklarını anladıkları hücrelerle "hücre dilinde konuşarak " , "çoğalma !" yada "öl!" konutları verebilecek , böylece şimdiye kadar etkin tedavi yöntemi geliştirilemeyen kanser gibi hastalıklar projenin sağladığı bilgiler ışığında tarihe karışabilecektir . Ayrıca kalıtsal hastalıkların ve daha bilemediğimiz birçok özelliğin yada kusurun nedenlerini çözümlerini bulmamıza ışık tutacaktır.
BİYOLOJİYE GİRİŞ
Bilim, Bilimsel Çalışma Yöntemi
" Uzun yaşamımda öğrendiğim bir şey var: Gerçeklikle ölçüştürüldüğünde tüm bilimimiz ilkel ve çocukça kalmaktadır- ama gene de sahip olduğumuz en değerli şeydir, bilim!"
Albert Einstein
Bilim , tarafsız yapılan gözlem ve deneyler sonucu elde edilen bilgidir.
Bilim , gercekleri bulma yolunda yapılan gözlem, dusunme ve arastirma yöntemidir.
Bilim ,özünde bir arayıştır; gerçeği bulmaya , olgusal dünyayı açıklamaya yönelik bilişsel bir arayış!
Bilimsel gelişme karmaşık bir süreçtir : ne salt bireysel atılımlara ya da kendi iç dinamizmine , ne de salt sosyal ya da ekonomik koşulların etkisine indirgenebilir.Bilimsel gelişmeyi tek boyutlu açıklayamayız. Tüm kültürel etkinlikler gibi bilim de üstün yetenekli kişilerin gerçeğe yönelik arayışlarına elveren bir ortamın ürünüdür
Bilim ile uğraşan kişilere bilim adamı denir.Bilim adamında olması gereken başlıca özellikler şunlardır :
* Amacı insanlığa faydalı olmaktır.
* Akılcı , gerçekçi ve yeniliğe açık olmalıdır.
* Objektif olmalıdır.
* Meraklı, Sabırlı, Azimli ve Hırslı olmalıdır.
* Şüpheci olmalıdır.
* Diğer bilim adamları ve diğer bilim dalları ile ilişki içinde olmalıdır.
* Bilgilerini paylaşmalıdır.
Bilim adamı çalışmalarını belli bir yönteme bağlı kalarak yapmaktadır, bu yönteme bilimsel çalışma yöntemi denir.
Bilimsel Çalışma Yönteminin Basamakları:
1- Problemin Belirlenmesi
Öncelikle problemin iyi anlaşılması gerekiyor. "Problemi anlamak, problemi yarı-yarıya çözmek demektir."
2- Gözlem
Nitel ve Nicel olmak üzere iki çeşit gözlem vardır.
Nitel Gözlem : Beş duyumuzu kullanarak yaptığımız gözlemlerdir.Örneğin "çaydanlıktaki su sıcaktır".Buradaki gözlem nitel bir gözlemdir.Bunu, suya dokunarak veya sudan çıkan buharı gözlemleyerek karar veririz.
Nicel Gözlem : Ölçü aletleri kullanılarak yapılan gözlemlerdir. Örneğin "çaydanlıktaki su 80ºC dir".Buradaki gözlem nicel bir gözlemdir.Burada termometre aleti kullanılarak bir gözlem yapılmıştır.
Yukarıdaki örneklerden de anlaşıldığı gibi nitel gözlemler kişiler arasında farklılık gösterebilirken , nicel gözlemler daha objektifdir. Bu yüzden bilimsel bir çalışma sırasında nicel gözlemlere daha fazla ağırlık verilir.
3- Verilerin Toplanması
Veriler problem ile ilgili gerçekleri içerir. Gözlemler sonucu elde edilen veriler toplanıp, düzenlenir.
4- Hipotezin Kurulması
Hipotez , probleme geçici bir çözümdür.Bu çözüm yapılan gözlemler ve toplanan veriler ışığında kurulmuştur.İyi bir hipotez;
- probleme iyi bir çözüm önermeli,
- deney ve gözlemlere açık olmalı,
- toplanan tüm verilere uygun olmalıdır.
5- Tahminlerde Bulunma
Kurulan hipotezler doğrultusunda mantıklı sonuçların çıkartılmasıdır ve bu sonuçlar ile hipotezler test edilir.Tahminler, "Eğer.................... ise ................. dır" şeklindeki cümlelerle ifade edilir.Tahminler genellikle "Tümdengelim" ve "Tümevarım" yöntemleri ile gerçekleştirilir.
Tümdengelim yönteminde bir ön bilgi kullanılarak genelleme yapılır. Örnek : Eğer bütün canlılar hücrelerden meydana gelmiş ise ,insanda hücrelerden meydana gelmiştir.
Tümevarım yönteminde ise özel gözlemler yapılarak bir sonuca varılır.Örnek : Eğer insanlar, hayvanlar, bitkiler hücrelerden meydana gelmiş ise bütün canlıların yapı birimi hücredir.
6- Kontrollü Deney
Yapılan tahminlerin geçerli olup olmadığı kontrollü deneyler sonucu tespit edilir.Kontrollü deneylerde iki deney grubu vardır: Birine kontrol grubu , diğerine ise deney grubu denir.Her iki grupta da aynı deney aynı şartlar altında yapılır iken sadece araştırılan faktör gruplar arasında farklı tutulur.
Deney sonuçları tahminleri doğrular ise hipotez geçerlilik kazanır.Aksi durumda ise eldeki verilerle yeni hipotezler kurularak bilimsel çalışmaya devam edilir.
7- Gerçek
Deneyler ile kanıtlanmış bilimsel doğrulardır.
8- Teori
Tekrarlanan deneylerle doğruluğu tam olarak değil, ama büyük ölçüde kabul edilmiş hipotezlerdir.Teorilerin çürütülme ihtimalleri vardır.
9- Kanun
Bir teori veya hipotez , doğruluğu bütün bilimlerce kabul edilmiş ise kanun halini alır.Örnek : Yerçekimi kanunu, Mendel Kanunları
ÖRNEK BİR BİLİMSEL ÇALIŞMA YÖNTEMİ
Problem : Orta Anadolu Bölgesinde yetişen bitkilerdeki çinko eksikliğinin nedeni nedir?
Gözlem ve Verilerin toplanması :
- Bu bölgedeki topraklarda toplam çinko miktarının zengin olduğu gözlemlenmiştir
- Bu bölgedeki toprakların kireç içeriği fazla ve pH değeri yüksek.
- Bu bölgedeki topraklar kil minerali bakımından zengin.
- Bu bölgedeki topraklar organik maddeler bakımından fakir.
- Bu bölgedeki toprakların nem oranı az.
- Bu bölgedeki topraklara her yıl yüksek dozlarda fosfor ve fosfor içerikli gübreler verilmektedir.
- Bu bölgedeki topraklarda yetişen bitkiler kısa boylu kalmaktadır.
Hipotez :
1- Bitkideki çinko eksikliğinin sebebi, topraktaki fazla kireç ve yüksek pH dır.
2- Bitkideki çinko eksikliğinin sebebi, topraktaki kil miktarının fazla olmasıdır.
3- Bitkideki çinko eksikliğinin sebebi, topraktaki organik maddenin az olmasıdır.
4- Bitkideki çinko eksikliğinin sebebi, yağışların az olmasıdır.
5- Bitkideki çinko eksikliğinin sebebi, topraktaki fazla fosfordur.
Tahmin :
1- Eğer 1. hipotezim doğru ise , fazla kireç ve yüksek pH 'lı topraklarda yetişen bitkilerde çinko eksikliği görülmelidir.
2- Eğer 2. hipotezim doğru ise , kil miktarının fazla olduğu topraklarda yetişen bitkilerde çinko eksikliği görülmelidir.
3- Eğer 3. hipotezim doğru ise , organik maddenin az olduğu topraklarda yetişen bitkilerde çinko eksikliği görülmelidir.
4- Eğer 4. hipotezim doğru ise , kurak bölgelerde yaşayan bitkilerde çinko eksikliği görülmelidir.
5- Eğer 5. hipotezim doğru ise , fosfor içerikli gübrelerin verildiği topraklarda yetişen bitkilerde çinko eksikliği görülmelidir.
Kontrollü Deney :
Aynı tür buğday bitkileri ile çalışmalar yapılır.Her tahmin için bir deney grubu bir de kontrol grubu oluşturulur.
1- Yapılan çalışmalarda toprak pH'sının 6'dan 7'ye yükseltilmesiyle bitkilerin topraktan çinko alımının 100-150 kez bir azalma gösterdiği bulunmuştur.
2- Kilin , toprağın çinkoyu kuvvetlice bağlayarak tutmasını sağladığı bulunmuştur.
3- Organik maddelerin , toprakta çinkonun kolaylıkla hareket etmesine ve çözünür formda kalmasını sağladığı ortaya çıkmıştır.
4- Toprak neminin , çinkonun bitki köklerine taşınmasında ve dolayısı ile köklerce alımında belirleyici bir rol oynadığı saptanmıştır.
5- Yüksek dozlarda uygulanan fosfor , bitkilerin köklenme etkinliğini azaltarak bitkinin toprakla yeterince bağlantı kurmasını ve dolayısı ile bitkinin toprağın çinkosundan yararlanmasının sınırlandığı ortaya çıkmıştır.Ayrıca, yüksek dozdaki fosfor , bitki köklerinde ortak yaşayan ve bitkilerin topraktan çinko alımında büyük rol oynayan mikoriza mantarının etkinliğinin azalmasına neden olduğu saptanmıştır.
Gerçek :
Bitkilerdeki çinko eksikliğinin , topraktaki çinko miktarıyla direkt bağlantılı olmadığı, toprağın sahip olduğu birtakım fiziksel ve kimyasal özelliklerden kaynaklandığı bulunmuştur.Bu özelliklerden başlıcaları : Toprağın pH'sı, topraktaki kil, organik madde ve fosfor miktarı ve toprağın nemi.
Biyolojinin Konusu ve Bölümleri
Biyoloji; kelime anlamı canlı bilimidir (bio= canlı, loji= bilim), yani kısaca canlıları inceleyen bir bilim dalıdır.Canlıların yapılarını, özelliklerini, davranışlarını, birbirleri ile olan ilişkilerini, çevreleri ile olan ilişkilerini, çeşitliliğini ve yapılarında gerçekleşen temel yaşamsal olayları inceler.Canlıları anlamak şüphesiz ki yaşamı kolaylaştırır ve zevkli hale getirir.
Canlıların çeşitliliği ve sahip oldukları birçok özelliği düşünülürse , canlıları tek biyoloji başlığı altında incelemek bir hayli zor, hatta imkansızdır.Bu yüzden biyoloji bilimi kendi içersinde bir çok alt bilim dallarına ayrılmıştır. Bunlardan " Zooloji ve Botanik" Biyolojinin ana dallarını oluşturur:
Zooloji : Hayvanları inceleyen bilim dalıdır.
Botanik : Bitkileri inceleyen bilim dalıdır.
Sitoloji : Hücre bilimidir.Hücrelerin yapısını ve metabolizmasını inceler.
Histoloji : Doku bilmidir.Dokuların yapısını , görevlerini inceler.
Fizyoloji : Doku , organ ve sistemlerin çalışmasını ve görevlerini inceler.Histoloji ile Anatomi bilimlerinin bir bileşkesi denilebilir.
Anatomi : İç organların yapsını, görevlerini ve birbirleri ile olan ilişkilerini inceler.
Morfoloji : Canlıların dış yapılarını inceler.
Embriyoloji : Canlıları zigottan yeni bir fert oluncaya kadar geçirdiği evreleri inceler.
Genetik : Canlıların kalıtsal özelliklerini ata canlıdan oğul döllere nasıl aktarıldığını inceler.Ayrıca genlerin çalışma mekanizmasını inceler.
Taksonomi : Canlıların sınıflandırılmalarını inceler.
Biyokimya : Canlıların kimyasal yapısını inceler.
Moleküler Biyoloji : Canlıların yapısını moleküler seviyede inceler.Ör: protein sentezi.
Mikrobiyoloji : Mikroorganizmaları inceler.
Mikoloji : Mantarları inceler.
Patoloji : Hastalıklı doku ve organları inceler.
Ekoloji : Canlıların birbirleri ile ve çevreleri ile olan ilişkilerini inceler.
Palentoloji : Fosil bilmi.
Entomoloji : Böcek bilmi.
İhtiyoloji : Balık bilmi.
Ornitoloji : Kuş bilmi.
Bakteriyoloji : Bakteri bilmi.,
Viroloji : Virüs bilmi.
Parazitoloji : Parazit bilmi.
Biyoteknoloji : Biyolojik sistemlere ve organizmalara uygulanan , kendilerinden yararlanılması ve istenilen biçimlere ve ürünlere dönüştürülebilmeleri amacıyla kullanılan bilimsel teknikler ve endüstriyel yöntemlerdir.
Biyoloji Laboratuvarında Kullanılan Araç-Gereçler
Biyoloji laboratuvarında kullanılan başlıca araç-gereçler şunlardır:
Biyoloji laboratuvarındaki en temel araç ise "mikroskoptur".Herhangi bir mikroskopu kullanmadaki temel amaç , incelenecek cismi büyütmek ve netleştirmektir.
İlk mikroskop 1595 yılında Zacharias ve Hans Jansesea tarafından yapılmıştır.Zacharias o zamanlarda çocuk yaştaydı ve babası Hans'ın yardımıyla uçlarında mercek bulunana üç tüpü iç içe geçirerek çok basit bir mikroskop yapmıştır.Bu mikroskop incelenecek örneği 3-10 kat büyüytebiliyordu.
Mikroskopta ilk biyolojik gözlem ise bir biyolog tarafından değil , ünlü astronom Galileo Galilei tarafından yapılmıştır.17. yüzyılın başlarında Galileo bir silindir ve iki mercekten oluşan , kendi yaptığı mikroskopta bir böcek incelemiştir.
Antony van Leeuwenhoek ise ilk gelişmiş mikroskobu yapmıştır.Mikroskop üzerine yapmış olduğu çalışmaları onu mikroskop alanında uluslararası bir otoriteye oturtmuştur ve 1680 yılında Royal Society tarafından burs verilmiştir.Yapmış olduğu mikroskop ~ 5cm uzunluğunda ve 2.5cm eninde idi: İki yassı ve metal levhayı birbirine perçinleyip, levhalar arasına dışbükey merceği yerleştirerek oluşturmuştur.Bu mikroskop incelenecek örneği 70-250 kat büyütebiliyordu.
Günümüzde farklı alanlarda kullanılan çeşitli mikroskoplar vardır. Bunlardan başlıcaları; Işık Mikroskobu ,Karanlık alan mikroskobu (ultramikroskop),faz kontrast mikroskobu, polarizasyon mikroskobu, ultraviyole mikroskobu, interferens mikroskobu, elektron mikroskobu (scanning electron mikroskobu ve transmission elektron mikroskobu....) gibi...Okuldaki Biyoloji laboratuvarlarında kullanılan en yaygın mikroskop ise "bileşik ışık mikroskobudur".Işık mikroskobunda ışığın kırılıp odaklanması için mercekler kullanılırken , elektron mikroskoplarında ise ışık ışınları yerine elektron dalgaları ve mercekler yerine , elektromıknatıslar kullanılır. Elektron mikroskobu ile 500bin - 2milyon kez büyütme sağlanabilir.
Aşağıdaki her bir görüntü Scenedesmus adlı bir yeşil algin 10mm'lik bir kesitinin farklı mikroskoplar tarafından aynı derecede büyütülmesidir.
.
a.Faz-kontrast ışık mikroskobu b. Işık mikroskobu
c. Transmission elektron mikroskobu d.Tarayıcı(scanning) elektron mikroskob
Yukarıda da görüldüğü gibi hücrenin iç yapısının en iyi görüntülendiği mikroskop transmission elektron mikroskobudur.Trarayıcı elektron mikroskobu ise üç boyutlu bir görüntü sağlıyor.
Işık Mikroskobu :
Mikroskop dört farklı kısımdan oluşur:
I. Optik kısımlar : Mercek ve aynadan oluşur.Işık mikroskobunda üç set mercek bulunur;
- Oküler : Mikroskobun üst tarafında gözle objeye bakılan kısımdır.Oküler bir veya iki tane olabilir.Okülerin üzerinde büyütme gücünü gösteren 5X, 10X, 15X gibi numaralar bulunur.Bu numaraların anlamı okülerin objeyi kaç kez büyüttüğüdür. Mikroskop oküleri genellikle 10X'dir.Yani objeyi 10 kez büyüttüğünü gösterir. Oküler çıkartılabilir niteliktedir.
-Objektifler : Döner levha ( revolving nosepiece) üzerinde bulunan merceklerdir.İki veya daha fazla bulunur.Objektiflerin üzerinde de büyütme gücünü gösteren numaralar vardır; 4X, 10X, 40X, 100X gibi.
Mikroskopta incelenen bir objenin ne kadar büyütülerek incelendiği oküler ile objektifin büyütme değerleri çarpılarak bulunur:
Oküler Objektif Büyütme değeri
10X 4X 40X
10X 10X 100X
10X 40X 400X
10X 100X 1000X
Kondansör : Tabla ortasındaki açıklığın altında yer alan tek bir mercek veya mercekler sisteminden oluşur.Görevi, geniş bir ışık konisini incelenecek örneğe yansıtmaktır.
Işık kaynağı : Tablanın altında objeyi aydınlatan bir lamba veya aynadır.Işık kaynağından objeye odaklanan ışığın miktarı tablanın altında yer alan diyafram ile sağlanır.
II.Mekanik Kısımlar: Ayar düğmeleri ve destek elemanlarından oluşur.
Ayar düğmeleri :
a) Kaba ayar düğmesi : Tablayı yukarı -aşağı indirerek odak noktasını ayarlar.Net olmayan, yaklaşık bir görüntü elde edilir.
b) İnce ayar düğmesi : Kaba ayar düğmesi ile bulunana görüntü, ince ayar düğmesi ile netlik kazanır.
Destak elemanları: Ayak ; mikroskobun masa üzerine oturtulduğutaban kısmıdır.Gövde ; mikroskobu tutup taşımaya yarayan kol ve incelenecek örneğin hazırlandığı preperatın konulduğu tabladan oluşur .
Canlı ve cansızların aynı kimyasal ve fiziksel yasalara bağlı olduğuna inanan felsefeye Materyalizm ya da mekanik görüş, buna karşılık canlıların farklı yasalar altında hareket ettiğini ve canlılığın mistik bir güç ile meydana geldiğini benimseyen görüşe de Vitalizm ya da kadercilik denir. Her iki görüşün de temelinde belirli kimyasal ve fiziksel ilkelerin yattığı bir gerçektir. Canlılk ile cansızlığı virüslerde birbirinden ayırmak oldukça zordur (uygun koşullarda canlı özelliği, uygun olmayan koşullarda ise kristal hale geçerek cansız özelliği gösterir). Daha ileriki kademelerde canlılık özelliği belirgin hale geçerken, o zaman da canlının bitki mi yoksa hayvan mı olduğu konusunda bazı sorunlar ortaya çıkar. Nitekim birhücreli bazı hayvan grupları bugün hem botanikçiler hem de zoologlar tarafından incelenmektedir. (Örneğin; kamçılılardan öglenanın karanlıkta hayvansal, ışıkta bitkisel davranması, evrimsel gelişimde her iki grubun bu kademede ortak bir organizasyona ve ataya sahip olduğu fikrini güçlendirmektedir.) Bu aşamadaki ortaklık, daha sonraki kademelerde “bu bir canlıdır” yargısını açıkça verdirecek ortak özellikleri beraberinde vermiş; uyuma göre bu özellikler sonradan geliştirilmiştir.
A. ÖZEL BİR KİMYASAL DİZİLİME SAHİP OLMALARI
Cansızlar, kimyasal bağların izin verdiği ölçüler içerisinde bir bileşime sahiptirler. Canlılar ise bu kimyasal bağların dizilimini özel bir şekilde saptarlar. Tüm canlılar genleri oluşturan çekirdek asitlerini –genellikle DNA (bazı virüslerde RNA)- içerirler. Gensiz bir canlılık düşünemeyiz. Çünkü genler değişik yaşam formlarının sentez ve replikasyonundan (eşlenmesinden) sorumludur. Tüm genler aynı birimlerden; fakat değişik dizilimlerden oluşmuştur. Dolayısıyla tüm canlıların yapısına giren protein, bu genlerin yapısal değişikliğine uygun olarak, her hücrede farklı amino asit dizilimine sahip olurlar. İlave olarak karbonhidrat, yağ, ve su içerirler. Tüm bu maddelerin özel karışımı protoplazmayı meydana getirir.
B. HÜCRESEL DİZİLİM
Canlıların büyük bir kısmı (kural olarak çokhücreliler) hücre olarak bilinen birimlerden yapılmıştır. Her hücre çok ince zarla (plazma zarı) çevrilmiştir. Bu zar erimiş maddelerin ve suyun hücre içerisine girip çıkmasına izin verir. Her iki yönde de geçirim bakımından çok özelleşmiş seçici bir yeteneği vardır. Hücre bir çok kimyasal değişimin yapılabilmesi için değişik enzimleri ve en önemlisi yalnız başına kendinin aynını üretebilecek yeteneğe sahiptir.
C. ORGANİZASYON
Canlıların vücut kısımlarının görev bölümüne ve belirli kurallar içerisinde canlılık etkinliğini devam ettirmelerine organizasyon denir. Bütün hayvan ve bitkilerin vücudu, yapısal ve işlevsel olarak birim kabul edilen hücrelerden yapılmış olmasına karşın homojen değildir. Farklılaşmış vücut kısımları değişik görevleri üzerine almıştır. Hatta birhücreli canlılarda, ergin evrede, boy ve şekil sabit olmakla beraber, hücrenin farklı kısımları farklı görevleri üzerine almıştır.
D. UYARILMA
Bütün canlıların çevrelerindeki fiziksel ve kimyasal koşulların değişmesine karşı tepkileri kalıtsaldır. Basit organizmalarda uyarı, genel olarak bütün vücutla algılandığı halde, yüksek organizmalarda duyu organlarının yeri merkezileşmiştir. Örneğin; ışık gözle, koku burunla, tat dille, basınç ve sıcaklık deriyle vs. Uyarının alınması ve gerekli tepkinin gösterilmesi, canlının evren içerisinde en uygun yerde ve koşullarda yaşamasını sağlamayı yaratmaktadır.
E. HAREKET
Beslenme, korunma, üreme, yayılma, en rahat edebileceği bölgeyi bulma vs. gibi yaşamın temel işlevlerini yürütebilmek için, ilkel organizmalarda ya vücudun tamamıyla protoplazmik hareket ya bir kısmıyla sil ve kamçı hareketi ya da yüksek organizmalarda görülen, yürüme, yüzme, ve uçmanın sağlanması için belirli organ oluşumları görülür. Birçok canlı tüm yaşamı süresince belirli bir yere bağlı kalmasına karşın, vücudun değişik kısımlarının çevre koşullarına göre değişimi de hareket olarak kabul edilir. Örneğin; bitkilerde ışığa (fototropizm), yerçekimine (geotropizm), neme (higrotropizm), vs. ye yönelim bir hareket kavramı içerisinde değerlendirilir.
F. ENERJİ KULLANIMI
Canlılığın en önemli öğelerinden biri büyüme, üreme, yenilenme vs. için enerjiye olan gereksinimleridir. Hücre kendi başına enerji üretemez; dışarıdan kaynak sağlamak zorundadır. Hayvanlar enerji bağları içeren molekülleri yıkmak (katabolik tepkimeler) suretiyle gerekli enerjiyi sağlarlar. (karbonhidrat, yağ ve proteinden). Küçük molekülleri büyük moleküller halinde bağlayarak (anabolik tepkimeler) yapı taşlarını ve enerji depolanmasını da yapabilirler. Bu tepkimelerin tümüne birden biyoenerjitik denir. Bir moleküldeki enerjinin büyük bir kısmını kullanma oksijen kullanmakla olur; yani tamamıyla oksitlenmelidir (aerobik solunum=oksijenli solunum). İlkel canlıların bir kısmı (bazı mikroorganizmalar, özellikle mayalar) ve bazı endoparazitler (bağırsak solucanları gibi) bu kaynak maddeleri oksijensiz yıktığı için enerjinin pek az bir kısmından yararlanabilir (anaerobik solunum=oksijensiz solunum). Pek az bir organizma grubu da bazı inorganik maddeleri yıkmak suretiyle enerji elde eder; azot, demir ve kükürt bakterileri bunlara tipik örneklerdir. Dünyada serbest oksijenin olmadığı devirlerde, canlılar enerjilerini bu yollarla sağlıyorlardı. Bitkiler ise (saprofit ve parazit olanların bir kısmı hariç) enerji kaynağı olarak güneş ışınlarını kullanır. Güneş ışınlarının kuantlarındaki enerjiyi kimyasal bağlar halinde (nişasta) tutarlar ve bu kimyasal bağlar tüm adrıbeslek (heterotrof) canlıların enerji kaynağını ve yapı maddelerini oluşturur. İlk evrelerde (bitkiler oluşmadan önce) enerji kaynağı olarak UV ışınlarının katalizlediği bazı ilkin organik moleküller kullanılmıştır. Ozon perdesi oluştuktan sonra bu kaynak büyük ölçüde kurumuştur.
G. ÇEVREYE UYUM
Canlılar kural olarak yaşadığı ortamın koşullarına uyum yapabilecek yeteneğe sahiptir. Bu durum homeostatik tepki olarak bilinir. Değişik koşulların bulunduğu ortamda en uygun yeri seçmeye çalışır; şayet tam anlamıyla uygun ortam bulamazsa, yapısal değişikliklerle (mutasyonların yardımıyla) bu uyum sağlanmaya çalışılır. Günlük uyumlardan binlercesini farkında olmadan yaparız. Örneğin gözün karanlığa ve aydınlığa uyum yapması gibi. Çevre koşullarının değişmesi canlı bünyesine en az etki bırakacak şekilde iletilmeye çalışılır (özellikle sıcakkanlılarda); örneğin çölde ve kutuplarda insan kanı her zaman aynı sıcaklıktadır. Canlı, uyum yapabildiği oranda hayatta kalma şansına sahiptir. Bu oran ise kalıtsal yapı ile saptanmıştır. Bu sınırların dışındaki uyumlar ancak mutasyonlarla sağlanabilir.
H. ÜREME
Hiçbir canlı sonsuz olarak yaşamını devam ettiremez. Herhangi bir şekilde, üremeyle, kalıtsal materyal gelecek kuşaklara aktarılır. Birhücrelilerde bölünme aynı zamanda çoğalmayı sağlamasına karşın, çokhücrelilerde üreme belirli vücut kısımlarına özgü bir yetenek olarak ortaya çıkmıştır. Bazı canlı gruplarında gen değişimi olmaksızın (eşeysiz) üreme görülmesine karşın (birhücrelilerde mitoz bölünme; çokhücrelilerde tomurcuklanma, dallanma, partenogenez çoğalma, bitkilerde çeliklenme vs.) kural olarak eşeyli üreme çok daha sıktır. Bu şekilde değişik gen kombinasyonları ortaya çıkarak daha başarılı döllerin meydana gelmesini sağlar. Bu, evrim mekanizmasının en önemli ögelerinden biridir.
İ. EVRİMSEL UYUM VE VARYASYONLARIN KALITIMI
Tüm canlılar genlere sahiptir ve genlerin tümü de mutasyonla değişebilir. Bu, aynı türün farklı bireylerinin kalıtsal olarak değişmesini sağlar. Dolayısıyla o anda faydalı olan mutasyonları taşıyan bireyler seçilir, zararlı olanlar uyum yapamadığı için ortadan kaldırılır ve evrimsel bir yönlendirme ortaya çıkar. Bu, zamanla türün değişmesine neden olur; özellikle çevre koşulları değiştiği zaman. Kalıtsal uyumlar meydana gelmeseydi, hiçbir tür yaşamını sürdüremeyecekti; çünkü çevre koşulları devamlı olarak değişmektedir.
I. BÜYÜME
Çevresindeki anorganik (ham) maddeleri kendi protoplazma yapısına çevirme, büyüme olarak bilinir. Bitkilerde (çok yıllık) kural olarak sınırsız bir büyüme görülmekle beraber, hayvanlarda her türün kendine özgü şekil ve büyüklüğe ulaşmasına kadar devam eder. Çok hücreli hayvanlarda genellikle bir büyüme evresi vardır. Bu evrede büyüme hızlıdır. Daha sonraki evre olgunluk evresidir, büyüme yoktur; fakat protoplazmanın yenilenmesi için devamlı besin yadımlaması (asimilasyonu) vardır. Protoplazma, metabolik tepkimeler sonucu sürekli olarak yıkılır, eğer yaşam devam edecekse bu protoplazmanın yenilenmesi gerekir. Birhücrelilerde büyüme, çoğalma ile sonuçlanmasına karşın; çokhücrelilerde vücudun gelişmesini ve irileşmesini sağlar.
Yaşlılık evresinde protoplazmanın yenilenmesi gittikçe azalır; hücre yavaş yavaş işlevini; ilerlemiş ve yaygınlaşmış durumlarda da yaşamını yitirir. Bu bozulma herhangi bir yaşta, yeterince besin alınmadığında veya nitelik bakımından doyurucu olmadığında da ortaya çıkabilir. Yenilenmenin kusursuz olması protoplazmanın içerdiği maddelerin eksiksiz olmasıyla sağlanabilir. Büyüme her türde kalıtsal yapıyla sınırlandırılmıştır. Bunun alt ve üst sınırları çevre koşullarıyla belirlenmiştir.
Canlıların Sınıflandırılması : Canlıların belirli Özellikleri göz önüne alınarak yapılan gruplandırmaya sınıflandırma veya biyosistematik denir. Sınıflandırmayı inceleyen bilim dalına sistematik ( Taksonomi) denir. Sınıflandırma ikiye ayrılır:
1) Ampirik (yapay = suni) sınıflandırma : Canlıları dış görünüş, yaşayış ve birkaç yüzeysel özelliğine göre bakarak sınıflandırmaktır.
İlk defa Aristo tarafından yapılmıştır. Aristo canlıları ikiye ayırmıştır.
2) Filogenetik (Doğal = Tabii) Sınıflandırma : Canlıların orjin ( köken ) benzerliğine bakılarak yapılan sınıflandırmadır. Anatomik benzerlik, protein benzerliği, akrabalık dereceleri gibi özelliklere dikkat edilir.
Analog organ : Kökenleri farklı, görevleri aynı olan organlardır.
ÖRN : Yarasanın kanadı ile kelebeğin kanadı.
Homolog organ : Kökenleri aynı, görevleri farklı olan organlardır.
ÖRN : İnsan kolu, atın ön bacağı, yarasanın kanadı, balina yüzgeci
Canlıların İsimlendirilmesi : İsimlendirme ilk kez Kari Linne tarafından yapılmıştır. Linne tür tanımını geliştirmiştir.
Tür : Ortak atalardan gelen, ortak özelliklere sahip, birbirleriyle çiftleşip verimli döller (Kısır olmayan ) meydana getiren en küçük sistematik gruptur.
Örneğin At ile eşek çiftleşir, döl verir verdikleri döl yani katır kısır olduğundan, at farklı bir tür, eşek farklı bir tür, katır ise bilimsel anlamda tür değildir.
Dikkat: Bu kurala sadece kurt köpeği uymaz.
Tür Linne'nin bulduğu ikili isimlendirme ( çift isimlendirme = Binominal ) ile adlandırılır. Bu isimlendirmeye göre; bir canlıya ait, cins ismi ve özel tanıtıcı ismi bulunur. Cins ismi daima büyük harfle, özel tanıtıcı isimi ise küçük harfle başlar.
Sistematik Birimler:
Alem = Regnum = Animalia = Hayvanlar Alemi
Şube = Filum = Chordata = Omurgalılar
Sınıf = Clasis = Mamalia = Memeliler
Takım = Ordo = Karnivora = Etçiller
Aile = Familya = Felidae = Kedigiller
Cins = Genus = Felis = Kedi
Tür = Species = Felis domesticus = Ev kedisi
• Alemden türe doğru birey sayısı azalır, fakat benzerlik artar.
• Türden aleme doğru, birey sayısı artar, fakat benzerlik azalır.
• Aynı tür içerisindeki canlılarda protein ve gen yapıları benzerdir. Ancak aynı değildir.
• Aynı türdeki bireylerin kromozom sayıları aynıdır.
ÖRN : İnsan 2n = 46 kromozom bulunur.
Bitkiler alemine örnek verirsek; Çiçekli bitkiler- kapalı tohumlular çift çenekliler- menekşegiller - menekşe - kokulu menekşe ( Viola odarata )
Canlılık olayları için gerekli besinleri ve oksijeni hücreler kandan alır. Hücrelerde oluşan atık maddelerden karbon dioksidi hücreler kana verir. Karbon dioksit kan yolu ile akciğere gider. Hücrelerde karbon dioksitten başka zararlı maddelerde oluşur. Hücreler bu zararlı maddeleri de kana verir. Bu zararlı maddeler dışarı atılmak üzere kan yolu ile böbreklere gider.
Dolaşım Sistemi Organları:
İnsanlarda dolaşım sistemi; kalp, kan, kan damarları, lenf ve lenf damarlarından oluşmuştur.
Kanın Yapısı ve Görevleri:
Kan; plazma ve kan hücreleri olmak üzere iki gurupta incelenir.
PLAZMA ŞEKLİ
Plazma:
Büyük bir kısmı (% 90) sudur. İçinde erimiş halde besin maddeleri bulunur. Bunlar proteinler, amino asitler, mineraller, vitaminler vb. Bunların dışında, mikroplara karşı koyan antikorlar ve pıhtılaşmayı sağlayan fibronojenler bulunur.
Kan Hücreleri:
. Alyuvarlar (eritrositler)
. Akyuvarlar (lokositler)
. Kan pulcukları (trombositler)
Alyuvarlar: 1 milimetre küp kanda 4-5 milyon civarındadır. Çekirdekleri yoktur. Ortalama ömürleri 120 gün civarındadır. Kemik iliğinde, karaciğer ve dalakta üretilirler. Hemoglofin maddesinden dolayı kana kırmızı rengini verirler. Hücre ve dokulara oksijen taşınmasını sağlarlar. Çocuklarda çok yaşlılarda azdır. Yükseklere çıkıldıkça sayıları artar.
ALYUVARLARIN RESMİ
Akyuvarlar: 1 milimetre küp kanda 8-10 bin civarındadır. Akyuvarların çekirdekleri vardır. Lenf düğümlerinde, dalakta ve kemik iliğinde üretilirler. Görevleri vücudu mikroplara karşı korumaktır. Bunu iki şekilde yaparlar. Bunlar:
1- Mikropları Yiyerek.
2- Antikor Çıkararak.
AKYUVARLARIN RESMİ
Kan pulcukları: Alyuvarlar ve akyuvarlardan daha küçüktür. Bu nedenle ışık mikroskobunda görülemez. Kan damarları kesildiğinde dışarı akan kanın pıhtılaşmasını sağlarlar. Böylece kanamanın uzun sürmesi engellenir. 1 milimetre küp kanda 250-300 bin civarındadır.
Kalbin Yapısı ve Görevleri:
Kalp, iki akciğer arasına yerleşmiş bir organdır. Çift karlı özel bir zar ile sarılmıştır. Bu zara perikard denir. Bu zarların arasında zarın çalışmasını kolaylaştıran özel bir sıvı vardır.
İnsan kalbi dört odacıklıdır. Üsttekiler kulakçık, alttakiler karıncıktır. Kulakçıklarla karıncıklar arasında kapakçıklar bulunur. Bu kapakçıklar, kanın kulakçıklardan karıncıklara geçmesine izin verirler. Ancak kanın karıncıktan kulakçıklara gitmesine engel olurlar.
KAPAKÇIKLARIN RESMİ
KALBİN ŞEKLİ
Kanın vücuda dağılmasını sağlayan damarlar vardır. Kan bu damarlar ile gerekli yerlere gönderilir. Kalbin sol odacıklarında temiz kan, sağ odacıkların kirli kan bulunur. Kan kalbe, kulakçıklara açılan büyük toplardamarlardan gelir. Kalp kasılıp gevşeme hareketi yapar. Kuvvetli kaslardan yapılmış karıncıklar kasıldığı zaman içindeki kanı atardamarlara iter. Bu kasılma hareketinden kalp sesi oluşur. Karıncıklar gevşerken kulakçıklardaki kanı emer. Kulakçıklarda toplardamarlardan kan çeker. Kalp kası çizgili kastır. Fakat isteğimiz dışında çalışır. Kalp insanlarda normal olarak dakikada 72-80 kaz kasılır ve gevşer.
Damarlar:
Vücutta kanın dolaşmasını sağlayan damarlar, düz kaslardan yapılmıştır. Atardamarlar, toplardamarlar ve kılcal damarlar olmak üzere üç çeşit damar vardır.
Atardamarlar: Kanı kalpten diğer organlara taşıyan damarlardır. Atardamarların iç çeperleri bir lastik boru gibi düzdür. Çeperleri geniş, esnek ve sağlamdır. Atardamarlar genellikle temiz kanı vücuda taşır. Sadece akciğer atardamarı kirli kanı akciğere taşır.
Kılcal Damarlar: Atardamarlar ile toplardamarlar arasında bulunur. Kılcal damarlar, bütün vücut hücrelerinin aralarını ağ gibi kapsar. Hücrelerle kan arasındaki alış veriş kılcal damarlarda gerçekleşir. Kandaki oksijen ve besin, hücrelere geçerken hücrelerdeki karbon dioksit ve diğer atık maddeler kana geçer. Böylece vücudumuzdaki kılcal damarlarda kan kirlenir.
Akciğerlerdeki kılcal damarlarda kandaki karbon dioksit alveollere alveollerdeki oksijen ise kana geçer. Böylece kan temizlenir.
Toplardamarlar: Kanı, diğer organlardan kalbe getiren damarlardır. Toplardamarlar, akciğerlerden temiz (oksijeni bol) kanı, vücuttan ise kirli (karbon dioksitce zengin) kanı kalbe getirir. Atardamarlardan farlı olarak toplardamarlarda kanın geriye akmasını önleyen kapakçıklar vardır.
TOPLARDAMARLARIN ÇALIŞMA ŞEKLİ
Küçük ve Büyük Kan Dolaşımı:
Kanın kalpten pompalandıktan sonra kalbe geri dönmesine dolaşım denir. küçük kan dolaşımı ve büyük kan dolaşımı olmak üzere iki çeşit dolaşım vardır.
Kalbin sağ karıncığından pompalanan kirli kanın, akciğer atardamarı ile akciğere giderek temizlendikten sonra kalbin sol kulacığına dönmesine küçük kan dolaşımı denir. Temiz kanın, kalbin sol karıncığından çıkıp vücutta kirlendikten sonra sağ kulakçığa dönmesine, büyük kan dolaşımı denir.
Küçük kan dolaşımı; kalbin sağ karıncık ventrikül denilen odacığıyla sol kulakçık denilen odacık ararsında gerçekleşir. Büyük dolaşımdan vena kanallar yoluyla sağ kulakçığa taşınmış olan kan, sağ kulakçığın kasılmasıyla sağ karıncığa pompalanır. Böylece pis kan sağ karıncığa girerek, küçük dolaşım sistemine katılmış olur. Sağ karıncık kasılarak içindeki pis kanı pulmoner delikten geçirerek,trunkus pulmonalise pompalar. Trunkus pulmonalis, biraz yukarıda sağ ve sol akciğerlere giden iki dala ayrılır. Sağa giden dala “Sağ pulmoner arter” denir. Böylece sağ karıncıktaki pis kan, özellikle oksijen yönünden zenginleşmesi için akciğere ulaşmış olur. Akciğerlere gelen kan, buradaki hava keseciklerinin duvarlarındaki (alveol aptumları) kılcal damarlara yayılır. Bu düzeyde akciğer hava keseciklerindeki temiz havayla kılcallardaki kan arasında büyük bir hızla gaz alışverişi gerçekleşir. Kan, karbon dioksidini akciğer havasına verirken, ondan oksijeni alır. Böylece vücudun karbon dioksitten zengin toplardamar kanı, akciğerlerde karbon dioksidini azaltıp oksijenden zenginleşerek; atardamar kanına, yani temiz kana dönüşmüş olur. Akciğerlerde atardamar kanı mahaline gelmiş olan kan, daha sonra pulmoner venalar denilen dört toplardamarlar aracılığıyla kalbin sol kulakçık denilen odacığına taşınır. Böylece küçük dolaşım son bulmuş olur. Sol kulakçık daha sonra kasılıp kendisine getirilmiş olan temiz kanı sol karıncığa pompalayarak, bu kanın büyük dolaşıma katılmasını sağlar.
Büyük kan dolaşımı; Sol karıncıktan başlar. Sol karıncık kasılıp içimdeki temiz kanı aorta pompalar. Aorta ve ondan kaynaklanan pek çok uç dal, bu kanın dokular yüzeyindeki kılcal damarlara ulaşmasını sağlar. Kılcal damarlar düzeyinde dokuyla temiz kan arasında madde alışverişi gerçekleştikten sonra kan, kılcalları terk edip toplardamarlara girer. Toplardamarlardaki kan halk arasında pis kan olarak bilinir. Vücuttaki tüm toplardamarlar, sonunda “Vena kava süperior” ya da “Vena kava inferior” a boşalırlar. Vücudun tüm toplardamar kanını toplatan bu iki büyük toplardamar sonunda kalbin sağ kulakçık denilen odacığına açılır. Böylece büyük kan dolaşımı tamamlanmış olur.
Nabız ve Tansiyon:
Nabız: Kalbin sol karıncığının kasılmasıyla kan aort atardamarına pompalanır. Atardamarlara pompalanan kan, Atardamarların çeperinde daralıp genişleme hareketi oluşturur. Kalp atışlarını atardamarların çeperlerinde oluşturduğu bu harekete nabız denir.
Parmaklarımızı bileğimize koyarsak nabzımızı hissederiz. Kalbi normal çalışan bir insanda nabız dakikada 70-80 arasında değişir.
Tansiyon:Kanın damarlara yaptığı basınca tansiyon denir. Tansiyon, tansiyon aleti ile ölçülür. Kanın kalpten damarlara pompalanması sırasındaki kan basıncına büyük tansiyon denir. Kanın kalbe dönerken gevşeme anındaki basıncına küçük tansiyon denir.
Lenf Dolaşımı:
Lenf sistemi; lenf damarları ve lenf düğümlerinden oluşur. Lenf damarlarıyla taşınan ve içinde akyuvar bulunan doku sıvısına lenf denir. Kan damarlarına göre daha ince darlı olan lenf damarları dokular arasındaki alanlara yayılmış olan kapalı uçlu lenf kılcallarıyla başlar. Doku hücreleri arasındaki kılcallarda bulunan ve çok geçirgen olan bu doku sıvısı, özel bir damar sistemiyle toplanarak lenf düğümlerine getirilir. Lenf düğümleri, lenf damarlarının kan damarlarıyla birleştiği yerdir. Burada doku sıvısı lenf damarlarında kan damarlarına geçer. Lenf düğümlerinde akyuvar üretir. Ak yuvarlar doku sıvısındaki bakterileri yok eder. Böylece doku sıvısı mikroplardan temizlendikten sonra kan damarlarına geçer. Doku sıvısındaki mikrop çok olduğu zaman lenf düğümleri şişer.( Örnek: vücudumuzda çoğalan mikropları yok eden bademciklerimiz şişer)
Lenf Sisteminin Görevleri:
- Madde alış verişinde aracılık eder,
- Doku sıvısı hücrelerinin zarlarını yıkar,
- Bağırsaktan emilen yağ asitleri ve gliserolü dolaşıma katar,
- Düğümlerde lenf sıvısı süzülerek temizlenir, mikroplar öldürülür,
- Akyuvar üretip, kana verir. Böylece savunma sistemimizin temel yapısına katkı sağlar.
- Doku sıvısını kana taşır. Kanın sıvı miktarının düzenlenmesine yardımcı olur. Bu sistemle kılcal damarlar ile doku sıvısı içerisindeki maddeler yeniden dolaşım sistemine dahil edilir.
Dolaşım Sisteminin Sağlığı ve Korunması:
Dolaşım sisteminin sağlığını korumak için düzenli ve dengeli beslenmek, temiz hava almak, spor yapmak, alkol, sigara gibi zararlı alışkanlıklardan uzak durmak gerekir.
Katı yağ içeren besinler, damarların iç yüzeylerinde damar serliğine neden olur. Damar sertliğinden korunmak için katı sağlı yemekler yarine, sıvı yağlı yemekler tercih edilmelidir.
Toplardamarların genişlemesi ve dolaşımın bozulması varise neden olur. Genellikle varis ayakta fazla duranlarda görülür ve ameliyatla düzelir.
Aşırı dar giyecekler dolaşımı engeller. Bu nedenle kalbin rahat çalışabilmesi için dar giysiler giyilmemelidir. Çorap lastiklerin ve kemerlerin sıkı olmamasına dikkat edilmelidir.
Kazalar sonucunda meydana gelen hafif yaralar temiz pamukla silinmeli ve gazlı bezle sarılmalıdır. Açık yaralara tentürdiyot sürülmelidir. Kanama varsa kanayan yerin üzerine temiz bir tampon koyularak sarılmalıdır.
Ağır yaralanmalarda, yaralı; en yakın sağlık kuruluşuna ulaştırılmalıdır. Bu arada kanayan yerin üzerine gazlı bez yada temiz pamukla tampon yapılmalıdır. Tamponun üstünü temiz bir bezle iki defa sardıktan sonra düğüm yapılır. Ayrıca kalp ile kanayan yer arası bir bez yada lastikle sıkıca bağlanarak kan kaybı önlenmelidir. Bu önleme turnike denilir. Mümkünse kanayan yer kalp seviyesinden daha yüksekte tutularak kanama azaltılır.
AIDS, tetanos, kuduz, sıtma, tifüs, sarılık gibi tehlikeli hastalıklar kan yolu ile bulaşabilir. Bu nedenle enjektörler bir defadan fazla kullanılmamalıdır. Ayrıca hastaya verilecek kanın yukarıda sayılan hastalıkların mikroplarını taşıyıp taşımadığı kontrol edilmelidir.
Sinir Sistemi Merkezi sinir Sistemi ve Periferik Sinir Sistemi olmak üzere ikiye ayrılır.
MERKEZI SINIR SISTEMI:
Merkezi Sinir Sistemi 2 ana parçadan oluşur: beyin ve omurilik. Ortalama bir erişkinin beyni 1300-1400 gramdır. Beyin 100 milyar sinir hücresi (nöron) ve trilyonlarca “glia” denilen destek hücrelerinden oluşur. Omurilik ise yaklaşık olarak kadınlarda 43 cm erkeklerde ise 45 cm uzunluğunda ve 35-40 gram ağırlığındadır. Omurilik Kolumna Vertebralis denilen birçok kemikten oluşmuş bir kemik yapı içinde bulunmaktadır. Kolumna Vertebralis 70 cm uzunluğundadır, yani omurilik kolumna vertebralisten oldukça kısadır.
BEYNI OLUSTURAN YAPILAR:
Serebral Korteks: Korteks kelimesi latince “kabuk” kelimesinden gelmektedir. Kalınlığı 2-6 mm arasındadır. Serebral korteksin sağ ve sol yarısı korpus kallosum denilen, kalın bir bant oluşturan sinir lifleri ile birbirine bağlanmıştır. İnsanlarda serebral korteksin yüzeyi pek çok girinti ve çıkıntıyla kaplıdır. Korteksdeki çıkıntılara girus girintilere ise sulkus denir. Yüksek seviyeli bir memeli olan insanlarda bu girinti ve çıkıntıların sayısı çok fazlayken fare, sıçan gibi düşük seviyeli memelilerde bu girinti ve çıkıntıların sayısı daha azdır.
Fonksiyonu: Düşünme, istemli hareket, dil, sonuç çıkarma, algılama.
Serebellum (Beyincik): Serebellum kelimesi latince “küçük beyin” kelimesinden gelmektedir. Serebellum beyin sapının hemen arkasındadır. Serebellum serebral korteks gibi hemisferlere ayrılır ve bu hemisferleri saran bir korteksi vardır. Serebellumun fonksiyonu hareket, denge ve postürün sağlanmasıyla ilgilidir.
Beyin sapı: Beyin sapı, talamus ile omurilik arasında kalan bölgeye verilen isimdir. Beyin sapındaki yapılar, medulla, pons, tektum, retiküler formasyon, ve tegmentumdur. Beyin sapındaki bazı alanlar kan basıncı, kalp hızı ve solunum gibi hayati fonksiyonların düzenlenmesinden sorumludur.
Hipotalamus: Bir bezelye tanesi büyüklüğündeki bu küçük yapı beynin tabanında yer alır. Beynin üç yüzde birini oluşturmasına rağmen çok önemli davranışlardan sorumludur. Hipotalamus vücudun termostatıdır. Eğer vücut çok ısınırsa, hipotalamus bunu algılar ve derideki kapiler damarların genişlemesini sağlar, bu da vücudun soğumasına yol açar. Hipotalamus ayni zamanda hipofiz bezini de kontrol eder. Duyguların, açlığın, susuzluğun ve sirkadian ritmin düzenlenmesinde rol oynar.
Talamus: Talamus periferden gelen duyusal bilgiyi alıp bunu serebral kortekse ileten bir röle gibidir. Ayrıca serebral korteksden gelen bilgileri de omurilik ve beynin diğer kısımlarına iletir. Fonksiyonu duyusal ve motor integrasyondur.
Limbik Sistem: Limbik sistem amygdala, hipokampus, mamilari kitleler ve singulat girusun da dahil olduğu bir gurup yapıdan oluşur. Bu alanlar verilen bir uyarıya karsı gösterilen duygusal cevabi kontrol etmede önemlidir. Bu sistemin pir parçası olan hipokampusun ise öğrenme ve hafıza olaylarında önemli fonksiyonu vardır.
Bazal Ganglia: Ganglia kelimesi ganglion kelimesinin çoğuludur, yani ganglionlar anlamına gelir. Bazal ganglia hareketin koordinasyonundan sorumludur. Globus pallidus, kaudat nükleus, subtalamik nükleus, putamen ve substantia nigra denilen yapılardan oluşur.
Orta beyin: Orta beyin superior ve inferior kollikuli ve red nükleustan oluşur. Orta beyin görme, duyma, göz ve vücut hareketlerinden sorumludur.
PERIFERIK SINIR SISTEMI:
Periferik Sinir Sistemi somatik sinir sistemi ve otonom sinir sistemi olmak üzere ikiye ayrılır.
a)Somatik Sinir Sistemi: Merkezi sinir sistemine duyusal bilgi gönderen periferik sinirlerden ve iskelet kaslarını inerve eden motor sinir liflerinden oluşur.
b) Otonom Sinir Sistemi (OSS): Otonom sinir sistemi üçe ayrılır: sempatik sinir sistemi, parasempatik sinir sistemi ve enterik sinir sistemi. Otonom Sinir Sistemi salgı bezlerini ve iç organların düz kaslarını kontrol eder. Çoğu zaman OSS nin çalıştığının farkında bile değilizdir, çünkü OSS refleks bir şekilde istemsiz olarak çalışır. Örneğin kan basıncımızdaki yada kalp hızımızdaki değişiklikleri fark etmeyiz bile. Bazı insanlar OSS nin kan basıncı ve kalp hızı gibi bazı fonksiyonlarını eğitimle kontrol edebilirler. OSS iki durumda çok önemli fonksiyon yapar. Birincisi “kaç veya savaş” denilen acil durumlarda ve ikincisi de “dinlen ve sindir” denilen acil olmayan durumlardır. OSS salgı bezlerini ve bazı kasları kontrol eder. Bu kaslar şunlardır.
1. Derideki kaslar: Saç follikülerindeki düz kaslar.
2. Kan damarlarındaki düz kaslar.
3. Gözdeki iris (düz kas).
4. Mide, bağırsaklar ve idrar kesesindeki düz kaslar.
5. Kalp kası.
Somatik sinir sisteminde merkezi sinir sistemi ile hedef organ arasında yalnızca bir nöron varken otonom sinir sisteminde 2 nöron vardır.
1. Sempatik Sinir Sistemi:
Sinir sisteminin bu bölümüne sempatik denilmesinin sebebi duygularla paralel hareket etmesindendir.Güneşli güzel bir günde parkta dolaşırken, karsınıza kuduz bir köpek çıkarsa ne yaparsınız? Ya kaçar ya da köpekle dövüşürsünüz. Bu reaksiyona “dövüş ya da kaç cevabı denir. Bu tür reaksiyonlarda SSS i aktive olur, kan basıncı artar, kalp hızlanır ve sindirim yavaşlar. Sempatik preganglionik nöronlar omuriliğin torasik ve lumbar kısımlarının lateral gri boynuzundadır. Buradan çıkan lifler sempatik ganglion zincirine gelir. Burası postganglionik sempatik nöronların bulunduğu yerdir. Normal bir yetişkinde 3 servikal, 12 torasik, 4-5 lumbar ve değişik sayıda sakral ganglia vardır.
SSS ekstiremitelerdeki kan damarları üzerine tonik (sürekli) konstriktör etkide bulunur. Korku ve öfke gibi uyaranlarla vücudu “dövüş yada kaç” reaksiyonuna hazırlar. Kalp hızlanır, göz bebekleri genişler, deri terler. Kan deri ve sindirim sisteminden iskelet kaslarına yönlendirilir, sindirim ve üriner kanallardaki sfinkterler kapanır.
2. Parasempatik Sinir Sistemi:
Parasempatik sinir sistemi genelde sempatik sinir sistemini dengeleme yönünde fonksiyon gösterir. Preganglionik nöronları, beyin sapı nükleuslarında ve sakral omuriliktedir. Parasempatik sistem kalbi yavaşlatır, tükürük ve barsak salgılarını artırır ve barsak hareketlerini artırır.
3)Enterik sinir sistemi: Enterik sinir sistemi iç organları innerve eden sinir liflerinden oluşmuş bir ağdır.
Merkezi sinir sistemi ile periferik sinir sistemi arasındaki farklar:
1. Merkezi sinir sistemindeki nöron topluluklarına nükleus denir.
2. Periferik sinir sistemindeki nöron topluluklarına ganglion denir.
3. Merkezi sinir sistemindeki akson topluluklarına traktus denir.
4. Periferik sinir sistemindeki akson topluluklarına sinir denir.
Işık mikroskobunda yapılan gözlemlerde bile bitki ve hayvan hücresi arasındaki farklar izlenebilir.
Aşağıdaki tablodan da görülebileceği gibi bitki hücresinin çeperinde selüloz vardır. Hayvan hücresi ise selüloz çeper içermez. Selüloz bitki hücresine belli bir dayanıklılık ve şekil verir. Hücre çeperi vakuolleşen protoplastların yüksek osmotik basıncına karşı koyar. Turgor ve hücre zarı arasındaki dengeyi sağlar ve hücrenin patlamasını önler. Hayvan hücresi ise değişken şekillidir.
Bitki ve hayvan hücresi genelde aynı organellere sahiptir. Bunlardan çekirdek ve mitokondriler çift tabakalı membran taşır.
Plastid membranı da çift tabakalıdır ve sadece bitki hücresinde vardır. Bitki hücresinde olupta hayvan hücresinde olmayan bir diğer organel de merkezi vakuol (büyük koful) dür. Tek tabakalı membran taşıyan endoplazmik retikulum (ER), diktiyozom, lizozom ve küçük vakuoller hem bitki hemde hayvan hücresinde görülür. Ribozom membransız olup her iki hücre tipinde de görülür. Sentriyoller hayvansal hücrelerin çoğunda bulunur fakat bitkilerde bulunmaz.
SOLUNUM
Canlılar yaşamlarını devam ettirebilmek için sürekli enerji elde etmek zorundadır. Enerjiyi de ancak besin maddelerini yıkarak yani daha küçük moleküllere parçalayarak elde eder. Canlıların besin maddelerini yıkarak onlardan enerji elde etmelerine solunum denir.
Bazı canlılar hücrelerinde bulunan yapılar sayesinde ortamda da oksijen varsa besinleri CO2 ve H2O'ya kadar yıkabilirler. Oksijen kullanmayan canlılar ise glikoz molekülünü ancak pürivata kadar yıkabilir. Pürivak molekülü henüz tam olarak yıkılmadığından bağları arasında hala enerji vardır. Bu yüzden pürivata kadar yıkabilen canlılar yani oksijen kullanamayan canlılar 1 mol glikozdan daha az enerji elde edebilirler. Buradan çıkan sonuç şudur. Bazı canlılar besinlerin yıkılmasında okasijen kullanırlar; yani oksijenli solunum yaparlar.
Bazıları ise oksijen kullanamaz yada yeterli oksijen bulamaz; yani oksijensiz solunum yaparlar. oksijenli ve oksijensiz solunumları incelemeden önce bilinmesi gereken bir şey vardır ve bu hiç unutulmamalıdır. Canlılar ister oksijenli ister oksijensiz solunum yapsın başlangıç reaksiyonları hücrenin stoplazmasında gerçekleşir ve hep aynıdır.
Aşağıdaki şekilde de görülen bu reaksiyon dizisi glikozun pürivata kadar parçalandığı süreçtir ve GLİKOLİZ olarak adlandırılır.
GLİKOLİZ: Her iki tip solunumunda başlangıç reaksiyonlarının aynı olduğunu ve hücrenin stoplazmasında gerçekleştiğini belirtmiştik. Şimdi bu glikoliz reaksiyonlarının nasıl oluştuğunu inceleyelim.
Bu reaksiyon dizini enzimlerin yardımıyla ve ortamda yeterli enerji var ise başlayabilir. Bu enerji aktivasyon enerjisi olarak kullanılan enerjidir. yukarıdaki şekilden de takip ederek açıklamaya devam edelim. Glikozun parçalanmaya başlaması için yani glikoliz reaksiyonlarının (dolayısı ile de solunum reaksiyonlarının ) başlaması için stoplazmada bulunan 2 ATP'nin harcanması gerekir.
Glikoz molekülüyle tepkimeye giren ATP molekülleri son fosfatlarını glikoza vererek tepkimeden ADP olarak ayrılır. Bu arada Glikoz da Fruktoz'a dönüşür. Şu an aktifleşmiş durumdaki molekülümüz Fruktoz di fosfattır.
İkiye ayrılan 6 C'lu 2 P'lı molekülümüzden iki tane PGAL (Fosfo Gliser Aldehit) oluşur. Bundan sonra reaksiyon iki PGAL üzerinden yani iki koldan devam eder. Biz sadece birini anlatıp diğerinde de aynı şeylerin olduğunu söyleyelim.
PGAL ortamda bulunan NAD (Nikotin Amid Dinukleotid) ile reaksiyona girerek bir çift hidrojenini NAD ye verir. NADH2 oluşur. Bu arada PGAL nin bağlarında bir boşluk oluşur. Bu boşluk ortamda bulunan fosfat ile doldurulur.
Şimdi 3 C'lu 2 P'li bir molekülümüz oluşmuştur. Bu molekül ortamda bulunan ADP'ler ile reaksiyona girerek sırasıyla 2 ATP oluşur. Geriye kalan molekül ise PÜRİVAT olarak adlandırılır.
Diğer PGAL'de de aynı şeyler olacağı için toplam 4 ATP sentezlenmiş olur. Bundan sonra ortamda oksijen yoksa yada kullanılamıyor ise oksijensiz solunum gerçekleşir.
OKSİJENSİZ SOLUNUM
Bakteriler ve bazı mayalar oksijen kullanamazlar. Fakat onlarda doğal olarak enerjiye ihtiyaç duyarlar. Glikoz molekülünü glikoliz reaksiyonu ile parçaladıktan sonra elde ettikleri pürivattan bir molekül CO2 çıkararak ASETALDEHİToluştururlar. Daha sonra bu asetaldehit NADH2 ile reaksiyona girerek onun hidrojenlerini alır. Son ürün Etil Alkol'dür.
Aşağıdaki reaksiyonda da görülen bu oksijensiz solunum tipine ETİL ALKOL FERMANTASYONU denir.
Çizgili kaslarımızda bulunan hücreler normalde oksijenli solunum yaparlar. Ancak ortamda yeteri kadar oksijen yoksa bu hücreler oksijensiz solunumuda gerçekleştirebilir ve enerji ihtiyaçlarını karşılamaya çalışır. Oksijene ihtiyaç duyulmadan gerçekleşen glikoliz reaksiyonlarından sonra oluşan pürivatlar mitokondriye geçemediğinden glikolizde NAD'ye verdiği hidrojenleri geri alarak Laktik asite dönüşür.
Çizgili kaslarda görülen bu oksijensiz solunum tipinede LAKTİK ASİT FERMANTASYONU denir.
OKSİJENLİ SOLUNUM
Canlı hücrelerde karbonhidrat, yağ ve proteinlerin oksijen kullanarak parçalanması ve ATP sentezlenmesi olayına oksijenli solunum denir.
Karbonhidratlar monosakkaritlere, yağlar yağ asitleri ve gliserole, proteinler amino asitlere dönüştürüldükten sonra solunum tepkimelerine katılırlar.
oksijenli ve oksijensiz solunum besinlerde depolanmış enerjiyi açığa çıkarır. Fakat oksijen kullanılınca enerjinin büyük bir bölümü açığa çıkar. Çünkü glikoz kendini meydana getiren bileşenlerine tam olarak parçalanır. oksijensiz solunumda ise az enerji açığa çıkar. Çünkü glikoz kendini meydana getiren bileşenlerine tam olarak parçalanmaz. Fermantasyonda son ürünlerin bazıları organik molekül olup, belli oranda enerji depo etmektedirler.
oksijenli solunumun genel denklemi:
Glikoz + 6O2 ----------> 6CO2 + 6H2O + 38ATP şeklindedir.
Oksijenli solunum üç kadenede gerçekleşir.
• Glikoliz evresi
• Kerbs devri
• Oksidatif fosforilasyon evresi (ETS)
a. Glikoliz Evresi
Tıpkı oksijensiz solunumda olduğu gibidir. (yukarıda anlatılmıştı)
b. Kebs Devri
Glikoliz sonucu oluşan ürün pirüvattır. Ortamda oksijen bulunması durumunda pirüvatlar mitokondriye geçerler. Her bir pirüvat molekülünden 1 mol CO2 ve 2H ayrılır. 2C'lu 1 molekül aktif asetik asit oluşur. Bu olay mitokondri zarındaki enzimlerle gerçekleşir.
Krebs devrini başlatan ilk molekül aktif asetik asit olup, 4C'lu bir molekülle birleşerek 6C'lu sitrik asiti oluşturur. Bu reaksiyonun başlaması ortamda oksijen bulunmasına bağlıdır.
krebs devrinde gerçekleşen reaksiyonlar aşağıda özetlenmiştir.
• İki karbonlu aktif asetik asit, dört karbonlu bir molekülle birleşerek altı karbonlu sitrik asiti oluşturur.
• Sitrik asit beş karbonlu bir bileşiğe dönüşürken bir molekül karbondioksit açığa çıkar.
• Beş karbonlu bileşikten bir molekül daha karbondioksit ayrılır ve dört karbonlu bileşik oluşur.
• En son oluşan dört karbonlu molekül bir kaç defa ortama H+ verdikten sonra tekrar başlangıçtaki dört karbonlu bileşiğe dönüşür.
Krebs devri reaksiyonları sonucunda iki molekül asetik asitten 8NADH2, 2FADH2, 4CO2 ve 2ATP üretilir. Yine mitokondriye geçiş esnasında ise 2NADH2 ve 2CO2üretilir.
c. Oksidatif Fosforilasyon (ETS Olayları)
Oksijenli solunumun Glikoliz ve Krebs devrinde hazırlanan NADH2, FADH2'deki H atomlarına ait elektronlar ETS'den (elektron taşıma sistemi) geçtikten sonra O2 ile birleşir. Bu sırada ATP üretilir ve sonuçta H2O molekülleri oluşur. Bu devreye hidrojen yolu reaksiyonları denir. En çok enerji (ATP) hidrojen yolunda üretilir.
Solunumda oluşan son ürünler: CO2, H2O ve ATP'dir. Ancak proteinler solunumda kullanılmışsa; NH3, üre, ürik asit, H2S gibi farklı ürünlerde oluşabilir.
Elektron Taşıma Sistemi (ETS)
Bir hidrojen atomu bir proton (H+) ve bir elektrondan meydana gelmektedir. Hidrojen taşınmasının bazı basamaklarında her hidrojen atomunun proton ve elektronu birlikte taşınır. Fakat bazı basamaklarda proton ve elektron birbirinden ayrılır. Protonlar çözelti içinde kalırken, elektronlar bir taşıyıcıdan başka bir taşıyıcıya aktarılır.
Enerjinin açığa çıkması bu elektronların aktarılması sırasında gerçekleşir. En son kademede elektron oksijen atomuna taşınır, orada protonlarla birleşerek hidrojen atomunu oluşturmakta sonuçta su meydana gelmektedir.
Elektronların oksijene taşınması sırasında solunum zincirini oluşturan enzimler görev yapar. Bu enzimlerin her birinin elektronu tutan bir bölgesi vardır. Bu aktif bölge protonla birlikte veya tek başına gelen elektronu bir önceki taşıyıcıdan alarak, bir sonraki taşıyıcının aktif bölgesine aktarır.
Bu aktarma sırasında elektronların ortama yaydığı (bıraktığı) enerjiyle ADP molekülüne ortamda bulunan fosfork asit (P) bağlanarak ATP üretlir.NADH2 üzerinden ETS'ye giren 2 elektronun oksijene taşınması sırasında 3 ATP üretilir. (Eğer 2 elekron FADH2 üzerinden ETS'ye katlırsa üretilen enerji miktarı 2ATP'dir.)
Burada ATP sentezi oksitlenme (yükseltgenme) ve redüklenme (indirgenme) reaksiyonlarıyla sağlandığı için bu devreye ve ATP üretim şekline oksidatif fosforilasyon denir.
Ancak elektronun her aktarılışında ATP oluşmaz. bunun için ortama verilen enerjinin belli bir değeri (7300 cal) aşması gerekir.
Bir glikoz molekülünün bağları arasındaki enerjinin ancak yaklaşık % 40'ı ATP sentezinde kullanılır. Geriye kalan enerjinin çok az bir kısmı ısı olarak yayılırken, henüz %60'ı oksijenli solunumumun son ürünleri olan su ve karbondioksit moleküllerinin bağları arasıdadır.
{ÖNEMLİ NOT: Bazı araştırılmadan ve düşünülmeden yazılmış kaynaklarda (haftalık ÖSS hazırlık dergileri ve dersane kitapları) glikoz molekülünde bulunan enerjinin %40'ı ATP sentezinde kullanılırken %60'ı ısı olarak yayılır denilmektedir. Böyle bir şeyin olması mümkün değildir. O kadar enerjinin ısıya dönüşmesi canlının kömürleşmesine neden olur. Doğrusu bir önceki paragrafta açıklanmıştır }
Oksijenli Solunumda Enerjinin Hesaplanması:
• Glikoliz reaksiyonlarında 4 ATP (enzim-substrat düzeyinde)
• Krebs devrinde 2 ATP (enzim-subsrat düzeyinde)
• ETS de 34 ATP (oksidatif fosforilasyonla)
• Toplam: 40 ATP
• Glikolizde harcanan 2 ATP (aktifleşme enerjisi olarak)
• Net Kazanç: 38 ATP
Oksijenli Solunumun Fermantasyondan Farkları
• Glikoz + 6O2 ------------> 6CO2 + 6H2O + 38ATP
• O2 kullanılır
• İnorganik yapıda (CO2 ve H2O) son ürünler oluşur.
• 40 ATP üretilir (toplam)
• Mitokondri görev yapar.
• Canlıların çoğunda gerçekleşir.
• ETS enzimleri görev yapar.
• Krebs devri vardır.
Fermantasyonun Oksijenli Solunumdan Farkları
• Glikoz --------> 2CO2 + 2 Etil Alkol + 2ATP (veya Glikoz --------> 2 Laktik asit + 2ATP)
• O2 kullanılmaz
• Etil alkol, Laktik asit ve Asetik asit gibi organik ürünler oluşur.
• 4 ATP üretilir (toplam)
• Tamamı stoplazmada gerçekleşir.
• O2'siz solunum yapan az sayıda canlıda ve O2 bulunmadığı veya yetersiz olduğu durumlarda kas hücrelerinde görülür.
Fermantasyon ve Oksijenli Solunumun Ortak Yönleri
• CO2 oluşumu olabilir.
• ATP oluşur ve ATP harcanır.
• Glikoz kullanılır.
• Enzimler görev yapar.
• Glikoliz gerçekleşir.
Besin maddelerini ve oksijeni dokulara taşır.
Metabolizma sonucu oluşan artık madde ve CO2’i dokulardan uzaklaştırır.
Hormonları taşır.
İç dengeyi (Homeostasi) sağlar. Su ve tuz dengesini ayarlar.
Vücut direncini sağlar.
Sindirim ürünlerini taşır.
Vücut sıvılarının PH’ını düzenler.
Boşaltım ürünlerini taşır.
Pıhtılaşmayı sağlayarak kan kaybını önler.
Vücut ısısını düzenler.
Bağışıklığı sağlar.
Kan dolaşımı ikiye ayrılır:
1-BÜYÜK KAN DOLAŞIMI:
Sol karıncık→AORT→Vücud damarları→Kirli kan→Alt ve üst ana toplardamar→Sağ kulakçık
2-KÜÇÜK KAN DOLAŞIMI :
Sağ karıncık→Akciğer atardamar→Akciğerler→Temiz kan→Akciğer toplardamarı→Sol kulakçık
*** KAN DOLAŞIMI ŞEMASI + TEPEGÖZDE KAN DOLAŞIMI GÖSTERİLECEK***
İNSANDA LENF SİSTEMİ :
Lenf Sistemi; Lenf damarları,
Lenf düğümleri,
Lenf kılcalları,
Lenfoid (Lenf hücrelerinden) oluşur.
Lenf sıvısı: Lenf damarlarıyla taşınan ve içinde akyuvar bulunan sıvıdır.
Alyuvar içermez
Omurgalılarda ikinci vücud sıvısı lenf sıvısıdır.
Hücreler arasında, dokular arasında ve lenf damarlarında dolaşır.
Vücud ağırlığının ¼ ‘ü kadar lenf sıvısı bulunur.
Lenf sıvısı beyazdır.Glikoz, aminoasit, NaCl,, küçük moleküllü proteinler içerir.
Lenf damarları : Kan damarlarına göre daha ince duvarlıdır.
Lenf damarları lenf kılcalları ile başlar. Lenf damarlarının bir ucu kapalıdır.Dokular arasına yayılmıştır. Lenf kılcalları daha büyük lenf damarlarına bağlanır.
Lenf damarlarının içinde iki parçalı kapakçıklar bulunur. Lenf sıvısının kalbe doğru akmasını sağlar.
Lenf kılcalları çok geçirgendir. Dokular arası sıvıda bulunan aminoasitler ve diğer maddeler kolayca lenf kılcallarına geçer.
Dolaşım sisteminden doku sıvısına devamlı aminoasit kaybı olur. Lenf sistemi bunların dolaşım sistemine geri dönmesini sağlar.
Lenfin hareketi;
Toplardamardaki gibi iskelet kaslarının basıncı ve solunum hareketleri ile sağlanır.
Kanın hareketine göre oldukça yavaştır. Çünkü lenfe basınç yapan özel bir kalp ve atardamar yoktur.
Lenf düğümleri:
Lenf damarlarının dolaşım sistemi ile birleştiği yerde bulunan özel hücre kümeleridir.Burada lenfosit adı verilen akyuvarlar meydana gelir.
Lenf sıvısı, lenf düğümlerinin dar kıvrımlı yerlerinden geçerken içindeki bakterileri burada bırakır. Ve bakteriler buradaki akyuvarlar tarafından fagosite edilir.
Bakteriler çok olduğunda lenf düğümlerinde şişme meydana gelir.
ÖRN: Bademciklerin şişmesi.
Lenf düğümleri kasıklarda, koltuk altlarında, boyunda, karın bölgesinde ve dokular arasında bulunur.
Lenf organları ; Lenf düğümleri, bademcikler, mukoza içi düğümcükler ve dalaktır.
LENF DOLAŞIMI : Vücuttan toplanan lenf iki yoldan dolaşıma katılır.
1.Yol: Bacaklardan ve barsaklardan toplanan lenf damarı kilus borusuna oradan Peke sarnıcı denilen keseye gelir. Buradan en büyük lenf damarı olan Göğüs kanalı lenf damarına açılır. (Başın sol yarısı, sol kol ve göğüs bölgesinin sol yarısından toplanan lenf damarları da göğüs kanalına üst bölgeden birleşir).
Göğüs lenf kanalından Sol köprücük altı toplardamarına buradan Üst ana toplardamarına açılır. Ve buradan da kalbin sağ kulakçığına gelerek lenf kalbe gelir.
2. Yol: Sağ kol, başın sağ yarısı ve göğüs bölgesinin sağ yarısından toplanan lenf damarları, boyun bölgesindeki büyük lenf damarına açılır. Buradan sağ köprücük altı toplar damarına bağlanır ve bu bölgelerden toplanan lenf, üst ana toplardamar yoluyla kalbin sağ kulakçığına açılır.
LENF SİSTEMİNİN GÖREVLERİ :
Madde alış-verişine aracılık eder.
Doku sıvısını kalbe taşır.
Kan sıvısının dengede kalmasını sağlar. Bu sistemle kılcal damarlarla alınmayan doku sıvısı içindeki maddeler tekrar dolaşım sistemine dahil edilir.
Lenfosit üreterek kana verir. Vücudun savunmasında görevlidir.
Barsaktan emilen yağ asitleri, gliserol, A, D, E, K vitaminlerini dolaşıma katar.
Lenf düğümlerinde lenf sıvısı süzülerek temizlenir, mikroplar öldürülür.
Canlıların, soylarını devam ettirmek amacıyla kendilerine benzer yeni bireyler meydana getirmesine üreme denir. Üreme işlevi canlının gelişmişliğine bağlı olarak çeşitlilik gösterir. Fakat bütün canlılarda genel hatlarıyla incelendiğinde eşeyli ve eşeysiz üreme olmak üzere iki tip üreme görülür.
Eşeysiz üreme: Bir canlının kendi başına yeni bir birey meydana getirmesidir. Oluşan bireyler ata bireyin tıpatıp aynısıdır. Yavru gamet oluşturma gibi bir süreç olmaksızın oluştuğu için ata bireyin genetik özelliklerinin aynısına sahiptir. Çeşitlenme olmadığı için değişen çevre şartlarına uyumda güçlük çekilir. Bölünme, tomurcuklanma, sporlanma ve vejetatif üreme gibi çeşitleri vardır.
Bölünme: Genelde monera (bakteri, mavi-yeşil algler) ile protista (amip, öglena vs.) aleminde görülen üreme çeşididir. Bu alemlerin üyesi olan tek hücreli canlılar mitoz benzeri bir bölünme gerçekleştirerek iki yeni yavru oluştururlar. Bölünme bakterilerde olduğu gibi enine, öglenada olduğu gibi boyuna yada amipte olduğu gibi herhangi bir doğrultuda olabilir.
Tomurcuklanma: Bira mayası gibi bazı protistalarda ve mantarlarda görülen üreme çeşididir. Üreme gerçekleşirken birey hücre çekirdeğini eşler. Eşlenen çekirdeğin bir parçası ana hücrede kalırken diğeri hücre zarında oluşan çıkıntı şeklindeki yapıya geçer. Tomurcuk denilen bu yapı gelişerek yeni bireyi meydana getirir. Oluşan yavru bazen ana bireye yapışık olarak kalır yada ayrılarak bağımsız olarak yaşayabilir.
Sporlanma: Sporogoni de denilen bu üreme çeşidi monera, protista ve mantarlar aleminin bazı üyelerinin yanı sıra kara yosunları ve eğrelti otları gibi bazı bitki türlerinde de görülür. Tıpkı tomurcuk oluşumuna benzeyen spor oluşumu farklı olarak daha sağlam bir zarla çevrilidir. Sıcak, soğuk, kuraklık gibi olumsuz şartlardan etkilenmeyen bu yapılar uygun ortam oluştuğunda gelişerek yeni bireyi meydan getirir. –50 oC dereceye dayanabilen spor hücreleri çok uzun süre gelişmeden bekleyebilir.
Kara yosunları ve eğrelti otların da oluşturulan sporlar haploid kromozom taşırlar ve gametofit olarak adlandırılır. Gametofitlerin üreme organlarında üreme hücreleri oluşturulur. Üreme hücrelerinin döllenmesiyle de tekrar diploid bitki meydana gelir.
Vejetatif üreme: Bazı canlılarda görülen vejetatif üreme; yeterli büyüklükteki gelişmeye uygun parçaların eksiklerini tamamlayarak yeni bir birey meydana getirmesidir. Deniz yıldızının kopan kolunun tamamlanması ve kolun da gelişerek yeni bir denizyıldızını meydana getirdiği gibi bir rejenerasyon, kavak ve söğüt gibi bitkilerde bir dal parçasının toprağa dikilerek gelişmesinde olduğu gibi çelikle üreme, çilek bitkisinde toprağın üzerinde gövdenin bir bölümünden kökün ve sonrasında yeni bir çilek bitkisinin oluşmasında olduğu gibi sürünücü gövde ile üreme, patates bitkisinin yumruları üzerindeki gözlerin gelişerek yeni patates bitkisini oluşturduğu gözle üreme gibi çeşitleri sayılabilir.
Eşeyli üreme: Kalıtsal olarak farklı iki hücrenin yada çekirdeklerinin birleşerek yeni bir bireyi meydana getirdikleri üreme şeklidir. Çoğunlukla gelişmiş canlılara özgü olan bu üreme şeklinde, anne ve baba diye tanımlanan iki farklı ata vardır. Ata bireylerin mayoz bölünme yoluyla gamet oluşturmalarından sonra döllenme ile oluşan birey ana veya babaya tam olarak benzemez. Gametlerin oluşumu sırasında meydana gelen mutasyonlar ve farklı iki gen dizilimine sahip hücrenin birleşmesinden oluşan yeni varyasyon yavrularda çeşitliliğe yol açar.
İzogami: Şekil ve yapı bakımından birbirine benzer aynı büyüklükteki gametlerin birleşmesiyle oluşan eşeyli üreme çeşididir. morfolojik benzerlik gösteren gametlerin taşıdıkları genlerde fizyolojik farlılıklar bulunur. Alg çeşitlerinden sporogyra, ulothrix ve chlamydomanas izogami ile ürerler.
Heterogami: Farklı özelliklerdeki dişi ve erkek gametlerle yapılan üreme şeklidir. Bazı alg türlerinde olduğu gibi gametler arasındaki farklılık çok az ise anizogami, yada insan ve diğer omurgalı hayvanlarda olduğu gibi gametler farklı morfolojik ve fizyolojik yapılara sahip ise oogami olarak adlandırılır. Oogami’de yumurta büyük, hareketsiz ve bol sitoplazmalı olmasına rağmen sperm oldukça küçük ve hareketlidir.
Konjugasyon: Kavuşma anlamına gelen konjugasyon da aslında gamet oluşturulmaz. Bakteri, paramesyum ve bazı su yosunlarında görülen konjugasyon da yan yana gelen canlılar birbirlerine gen aktarımında bulunurlar. Canlıların gen diziliminde değişiklik dolayısı ile de çeşitlilik oluştuğu için eşeyli üreme olarak kabul edilir.
Partenogenez: Arılar, çalı çekirgeleri, karıncalar gibi eklem bacaklılarda görülen partenogenetik üremede yumurta bazen döllenme olmaksızın gelişerek yeni bir birey meydana getirir. Oluşan birey erkektir ve haploid sayıda kromozom taşır. Normal üreme süreçlerinde dişiler mayozla yumurtayı oluştururken erkekler mitoz benzeri bir bölünme ile sperm oluşturur. Döllenme sonucu oluşan bireyler ise hep dişidir. Arılarda oluşan dişiler bal özü ile beslenirse kraliçe, çiçek tozu (polen) ile beslenirse işçi arı olur.
Hermafroditizm: Canlılarda normalde üreme organlarında sadece birisi bulunur. Dolayısı ile de tek çeşit gamet üretir. Fakat salyangoz gibi bazı hayvanlarla çiçekli bitkilerin çoğu her iki üreme organına da sahiptir ve hem yumurta hem de sperm üretebilirler. Böyle canlılara hermafrodit (erselik, çift cinsiyetli) denir. Erselik canlılar normalde kendi kendilerini döllemez. Bir populasyon içerisinde bireylerin bir kısmı erkek bir kısmı ise dişi rolünü üstlenir. Sonraki üreme döneminde rollerini değişebilirler.
Bitkiler besinlerini kendileri üretmek zorundadır. Bu nedenle yapraklarındaki klorofil aracılığı ile güneş ışığını toplarlar. Toplanan güneş ışığı kimyasal enerjiye dönüştürülerek, genelde nişasta olarak depolanır ve gelişmek, büyümek için yakıt olarak kullanılır. Bitki güneşten aldığı ışık enerjisi ile karbondioksit ve sudan yararlanarak zengin içerikli bir besin olan glikoz (şeker) elde etmektedir. Besin elde etme adına gerçekleşen bütün bu kimyasal süreç Fotosentez olarak ifade edilir. Fotosentez için en temel şart, ışık ve ısı dır. Bitkiler ışık olmadan asla yaşayamazlar...
Yapraklar, bitkilerin besin üretim merkezidir. Bitki yapraklarını oluşturan hücrelerin içinde kloroplast denilen, çok küçük yapılar vardır. Bu yapıların içindeki yeşil renkli boyar madde (pigment) olan klorofil maddesinin görevi ışık yakalamaktır. Kloroplastlar güneş ışınlarını bir panel gibi toplayıp, kollektör gibi enerjiye dönüştürerek besin üretirler... Üretilen besin yapraklardan, bitkinin beslenmesi gereken diğer bölümlerine götürülür.
Uzunca bir MEŞE ağacının yaprakları, 1000 m2 lik bir panele eşdeğer 250 bin civarında mini enerji merkezi konumundadır...
Araneidae
Argiope labata (Scopoli, 1772)
Palearktik
D,G.D., Marmara, İç Anadolu
Avrupa, Kafkas, Mezopotamya
Araneidae
Larinioidae cornutus (Clerck, 1758)
Palearktik
D.G.D, Doğu Akddniz, Marmara,İç Anadolu
Avrupa, Kafkas, Mezopotamya
Argyronetidae
Argyroneta aquatica (Clerck, 1757)
Palearktik
Marmara
Avrupa
Clubionidae
Chiracanthium mildeiL.Koch, 1864
Holarktik
İç Anadolu
Avrupa
Clubionidae
Chiracanthium punctorium (Villers, 1789)
Avrupa
Marmara
Avrupa, Rusya
Saldırgan
Eresidae
Eresus niger (Petagna, 1787)
Palearktik
Güney Doğu , Doğu Anadolu, Akdeniz, İç Anadolu
Avrupa, Kafkas, Mezopotamya
Heteropodidae
Olios argelasius (Walckenaer, 1805)
Mediterranean
Marmara
Saldırgan
Loxoselidae
Loxosceles rufescens (Dufour, 1820)
Kozmopolit
Bodrum, Antakya, Elbistan
Avrupa
Lycosidae
Lycosa narbonensis Latreille, 1806
Palearktik
Doğu Anadolu
Kafkasya, Rusya
K 300-700y.
Lycosidae
Lycosa tarantula (Linnaeus, 1758)
Palearktik
Doğu, Güney Doğu Anadolu
Avrupa, Kafkasya
Segestriidae
Segestria florentina (Rossi, 1790)
Avrupa
Batı Akdeniz
Güney Avrupa
Theridiidae
Latrodectus pallidus O.P. Cambridge, 1872
Libya’dan Rusya’ya kadar
Kafkasya
Theridiidae
Latrodectus revivensis shulov, 1948
Libya’dan Rusya’ya kadar
Kafkasya
Theridiidae
Latrodectus tredecimguttatus (Rossi, 1790)
Ortadoğu
İstanbul, Ankara, Adana, Mardin, Erciş
G. Avrupa, Balkan, Akdeniz, Kafkasya, Rusya
Fare: 0.32 mg/55 g
Çok zehirli
K300-700y.
Theridiidae
Steatoda grossa (C.L. Koch, 1838)
Kozmopolit
Doğu Anadolu .Ege, Marmara, İç Anadolu
Theridiidae
Steatoda paykulliana (Wlckenaer, 1806)
Avrupa
Tüm yaşayan hücrelerin esas unsuru proteinlerdir.Proteinler,hidroliz reaksiyonunda amino asitlere parçalanırlar ve organizmada da amino asitlerden sentezlenirler.Amino asitler iki karakteristik fonksiyonel grup içerirler: Amino(NH3)grubu ve karboksil(COOH) grubu.
Yandaki şekilde amino asitlerin genel formülü verilmiştir.Amino asitlerde a-karbonuna bağlı bir amino,bir karboksil grubu ve bir H atomu vardır.Farklılığı sağlayan R(yan) grubu ise alifatik veya aromatik bir karbon iskeletidir.
Proteinler normal olarak 20 çeşit amino asitten oluşurlar.Bu amino asitler birbirlerine peptit bağlarıyla bağlanırlar.Aşağıda amino asitlerin moleküler yapıları verilmiştir.
Amino Asitlerin Sınıflandırılmaları:
Amino asitler sahip oldukları yan(R) grupların özelliklerine göre sınıflandırılırlar.
1. Alifatik yan zincirliler:Glisin,alanin,valin,lösin,izolösin.
2. İçinde hidroksilik grupları taşıyan yan zincirliler:Serin,treonin,tirozin.
3. İçinde kükürt atomları taşıyan yan zincirliler:Sistein,metionin.
4. İçinde asit grupları veya onların amidlerini taşıyan yan zincirliler:Aspartik asik,asparajin,glutamik asit,glutamin.
5. İçinde bazik gruplar taşıyan yan zincirliler:Arjinin,lizin,histidin.
Bütün kromatografik yöntemlerde moleküller bir stabil(duran) ve bir mobil(hareketli) faz arasında bölüşülür.Belli başlı kromatografi teknikleri şunlardır:
1. Kağıt Kromatografisi Eski ancak halen kullanılabilen bir tekniktir.)
2. İnce Tabaka Kromatografisi
3. İon Değiştirme Kromatografisi
Yüksek Voltaj Elektroforezi:
Doğru elektrik akım alanı içinde,aminoasitlerin,polipeptidlerin ve diğer amfolitlerin ayırımlarının biyokimyada çok geniş uygulama alanı vardır.
Suda çözündüğünde H+ iyonları veren hidrojenli kimyasal türe ASİT denir. Asitler , en eski çağlardan bu yana tanınan maddelerdir. Sözgelimi , alkol mayalanmasının yanı sıra , asetik mayalanma , yani mikroorganizmaların etkisiyle alkolün sirkeye dönüşmesi daha o dönemlerde biliniyordu. Sirke , bir başka deyişle asetik asit , XIII. yy’a kadar bilinen tek asitti. Günümüzde kimya sanayisinin büyük bir bölümü , az sayıda asidin ( sözgelimi sülfürik, nitrik, asetik ve hidroklorik asitler ) üretimine ya da kullanımına dayanır. Antoine Laurent Lavoisier ( 1743-1794 )
bazı maddelerdeki asit niteliğinin , oksijen ( asit doğrudan anlamına gelir ) kapsamalarından kaynaklandığını düşünüyordu. Ama Sir Humphrey Davy ( 1778-1829 ) hidroklorik asitte oksijen bulunmadığını kanıtlayıp , asit özelliğinin hidrojenin davranışından kaynaklanabileceğini ileri sürdü. 1887’de Svante Arrhenius , asitlerin , bazların ve tuzların sudaki çözeltilerinin elektriksel davranışlarını açıklamak için bir iyon ayrışması kuramı geliştirdi. Elektrolit adını verdiği maddeleri şöyle tanımladı : Erimiş ya da suda çözünmüş bu maddeler , elektriği iletir ve elektrik onları ayrıştırır. Asitler H+ iyonları veren elektrolitlerdir ; bazlarsa tersine , OH- hidroksil iyonlarını oluşturur. Bu , bütün asitlerin , topluca asit işlevini oluşturan bir özellikler kümesi taşıdığını ortaya koyar.
H+ iyonu , elektronumu yitirmiş ( e- ) bir hidrojen atomudur. Artı yüklü bu iyonu , anyonlar , özellikle de eksi yüklü hidroksil iyonları çeker. Karşıt yüklü bu iki iyon karşılaştıklarında , çok kararlı bir su molekülü oluşur ( 555 milyon su molekülünden yalnızca biri ayrışır ). Ayrıca su molekülünün oluşumu sırasında , bir litre suyun sıcaklığını 10oC’tan 23,6oC’ta yükseltecek ölçüde ısı açığa çıkar. Bir litre suda bir mol ( 6,02 * 1023 molekül ) hidroklorik asit çözündürülürse , elde edilen çözeltinin 55 su molü içinde bir mol H+ iyonu ve bir mol CI- iyonu yer alır. Bu , güçlü ya da bütünüyle çözünen bir asittir. Ama bir mol asetik asit , ancak bir molün binde 4,2’si kadar H+ iyonu sağlar ; dolayısıyla bu , zayıf ya da bütünüyle çözünmeyen bir asittir. Söz konusu olaylar , bir çözeltide açığa çıkan H+ iyonu sayısının yalın ve kolay bir biçimde dile getirilmesini gerektirir ; bu nedenle pH’yi ( ya da hidrojen potansiyeli ) tanımlama yoluna gidilir.
Bir litre çözeltide bulunan H+ iyonunun mol sayısı 10-a ‘yla gösterilirse , a’nın değeri pH’yi verir. Dolayısıyla , litre başına 10-2 mol hidroklorik asit içeren bir çözeltinin pH’si 2’ye eşittir. Gerçekte , H+ iyonu H3O+ ya da H+ (H2O) n hidronyum iyonu biçiminde , bir ya da birçok çözücüye ( yani su molekülüne ) bağlıdır. Bu nedenle renkli ayrıçlar ( gösterge ) katıldığında , asitler H+ iyonlarını onlara verir ve ayraçların yapısında , renginde değişime yol açarlar. Bilinen ilk renkli ayraçlar , helyantin çözeltisi ve turnusoldur. Demir , çinko ve alüminyum gibi bazı metaller , elektronlarını kolayca bırakır. Bir asit eşliğinde , söz konusu elektronlar iyonlarla birleşerek Hidrojen açığa çıkar ve metal , artı yüklü iyon biçiminde çözünür. Bakır , gümüş ve altın gibi metallerse , elektronlarını bırakmadıkları için çözelti halindeki asitlerden etkilenmezler. Gerçi nitrik asidin bakırı etkilediği gözlenir ; ama bu etki , yükseltgen kümesinden [NO3] kaynaklanır ve azot oksit buharları açığa çıkar. Asitler , kireçtaşlarıyla , yani kalsiyum karbonatla tepkimeye girerler : H+ iyonları , Ca2 ve CO32 iyonlarından oluşan billursu yapıyı parçalar ve karbondioksit gazını [CO2] açığa çıkaran bir çözelti oluşur.
Arrhenius kuramı , yalnızca sulu çözeltiler için geçerlidir. Oysa 1923’te Johannes Nicolaus Brönsted kullanılan çözücü ne olursa olsun H+ iyonunun rolünü açıklayan yeni bir tanım önermiştir. Brönsted’e göre asit , bir H+ iyonu bırakmaya elverişli bir maddedir ; bazsa , söz konusu iyonu alan maddedir ; dolayısıyla , eşlenik asit-baz çifti ortaya çıkar :
Asit Baz + H+
Aynı yıl , Gilbert Newton Lewis (1875-1946 ) , yansızlaştırmayı , renkli ayraçların tepkimelerini ve katalizi ölçüt alarak , asit özellikleri gösteren bütün maddeleri bir küme içinde toplamaya ve elektron yapılarında ortak bir özellik bulmaya çalışmıştır. Asitler , bazların verdiği elektron çiftini alan ve bir ortak birleşme bağı oluşturan maddelerdir. Bütün Brönsted asitleri bu tanıma girer ( [ H+] iyonu bir elektron çifti alabilir ) ; ama bu tanıma AICI3 , SO3 vb. maddeleri de eklemek gerekir. Brönsted kuramı hidrojenli asitler için kullanılır ; dolayısıyla Lewis asitleri söz konusudur.
Başlıca mineral asitler arasında nitrik asit [ HNO3 ] , hidroklorik asit [HCI ] ve sülfürik asit [ H2SO4 ] sayılabilir. İki H+ iyonu açığa çıkarabilen sülfürik asit , bir diasit oluşturur. Fosforik asitse [ H3PO4 ] bir triasittir ( üç H+ iyonu açığa çıkarır ). Kimya sanayisinde büyük ölçüde üretilen ve tüketilen bu asitler , gübre ( nitratlar ve fosfatlar ) , plastik madde , boya , patlayıcı , parfüm , ilaç sanayisi ürünleri , vb. üretimde ya hammaddeyi ya da ara maddeyi oluşturur. Organik asitler , organik kimyayı ilgilendirir ve en az bir karboksil kökü [ -COOH ] içerirler ; aralarında , temel biyokimyasal maddelerin bileşenlerini oluşturan aminoasitlerin ve yağ asitlerinin de yer alması nedeniyle , çok büyük önem taşır.
Asitlerin büyük çoğunluğu ekşi lezzetlidir. Limonda sitrik asit , sirkede asetik asit tadı vardır. Ancak bazı asitler zehirli , bazıları parçalayıcı olduklarından rasgele tadılmamalıdır. Asit ve bazlarla renk değiştiren maddeler , asit ve bazların çözücüsü olur. Asit ve baz çözücülere ayraç adı verilir. Bir maddenin asit veya baz olduğunu bunlarla anlaşılır. Laboratuarlarda en çok kullanılan ayraç , turnusoldür. Turnusol , mor renkli bitkisel boyadır. Mavi turnusol kağıdı kırmızıya dönüyorsa o madde asit özelliğini taşır.
Asitlerin Bazı Özellikleri :
- Sulu çözeltileri elektrik akımını iletir.
- Mavi turnusol kağıdının rengini kırmızıya dönüştürür.
- Metallere etki ettiklerinde H2 gazının çıkmasını sağlar.
- Bazlarla birleşerek tuzları oluştururlar.
HCI + KOH KCI + H20
- Çözeltilerinin tadı ekşidir, daha çok suda çözünür.
- Mg , Zn , Fe , Al gibi soy olmayan metallere etki ederek bunların tuzlarını oluşturur ve hidrojen gazını açığa çıkarırlar.
Zn + 2HCI ZnCI2 + H2
Fe + H2SO4 FeSO4 + H2
-- SİTRİK ASİT --
Sitrik Asidin Özellikleri :
Sitrik asit , bitki ve hayvanların bilinen metabolitleri olan doğal bir bileşiktir. Sitrik asit ; gıda , içecek ve ilaç sanayiinde geniş olarak kullanılan çok yönlü bir bileşiktir.
İlk olarak 1784 yılında , Scheele limon suyundan sitrik asidi izole etmiştir.1893 yılında Wehmer , fungusları şeker çözeltisinde çoğaldıktan sonra sitrik asit ürettiklerini göstermiştir. Günümüzde , mikrobial fermantasyonla ticari olarak sitrik asit üretimi üzerine çalışmalar geliştirilmektedir.
Sitrik Asit Üretimi :
Sitrik asit , tarihte , ilk defa limon suyundan kristallendirilerek ; daha sonra , mikrobiyal olarak elde edilmiştir.
Sitrik asidin ticari olarak mikrobiyal üretimi , 1923 yıllarında başlamıştır. Mikrobiyal üretim şeker ve tuz çözeltisinin yüzeyinde , Aspergillusniger mikroorganizması kullanılarak gerçekleştirilmiştir (Kirk and Othmer 1993).
Sitrik asit fermantasyon prosesinde üç temel teknik vardır.
A. Penicillium ve Aspergillus ‘un sabit veya yüzey kültürü;
B. Sıvı kültürü ( 1930 ) A.niger
C. Katı tabaka kültürü , sürekli kültür , çok-basamaklı
A. Yüzey kültürü
Şeker içeren steril ortam , çelik veya alüminyum tepsilere dökülerek özel odalara yerleştirilir. Bu odalar , sıcaklık kontrollü , nemli ve hava sirkikülasyonludur. Çoğaltılmış A.niger sporları ortama aşılanır ve 28-30O C sıcaklık , %40-60 nemde 8-12 gün bekletilir. Organizma çoğalır , bütün yüzeyi kaplar ve ortam asidikleşmeye başlar. Fermantasyon sonunda ortamın pH’ı ölçülür , sıvı boşaltılır ve sitrik asit kristallendirilir. Miseller taze ortama eklenerek tekrar kullanılır.
Yüzey prosesleri çok eski prosesler olmasına rağmen , hala kullanılmaktadır. Bunların yerini sıvı üretim prosesleri almaktadır.
B. Sıvı üretim prosesleri
Bu ana prosestir. Fermantörlerde aşılama yapılarak , karıştırma hızı ve havalanma hızı kontrol edilir. Fermantasyon süresi 25-30O C sıcaklıkta 3-5 güne kadar düşer. Fermantasyondan sonra , sitrik asit ekstraksiyonu için sıvı boşaltılır ; misel tekrar kullanılabilir.
Bu metot iki basamaklı prosestir. Bu proseste , önce sporlar çoğalma ortamına aşılanır. 3-4 gün sonra miseller ayrılır ve üretim ortamına eklenir. 25-30O C ’da oksijen gönderilir ve 3-4 gün sonra sitrik asit ekstrakte edilir.
C. Katı hal fermantasyonu :
Bu proses ilk olarak 1935 Chan tarafından bulunmuştur. Uygulaması güç olduğundan endüstriye uygulanmamıştır.
Fermantasyon ortamı , uygun oranda şeker kamışı melası , patates veya et püresi gibi gözenekli katı materyale tutturulur. Daha sonra spor süspansiyonu aşılanır. Karışım , tepsilerde 25-30O C ’da 6-7 gün inkübe edildikten sonra su ile ekstrakte edilerek deriştilir ve sitrik asit ekstrakte edilir.
Yarı kesikli , sürekli ve çok basamaklı prosesler patentlidir ve tüm detayı bilinmez.
Kimyasal özellikleri :
Sitrik asit 175OC’nin üzerinde ısıtılırsa akonitik asit , sitrakonik asit , itakonik asit , aseton dikarboksilik asit , karbon dioksit ve suya parçalanır.
Sitrik asit , peroksitler , hipoklorit , persülfat , permanganat , periyodat , hipobromit , kromat , mangan dioksit ve nitrik asit gibi okside edici farklı maddelerin varlığında kolaylıkla okside olabilir. Sitrik asidin hidrojenasyona uğrayarak 1,2,3- propanetri karboksilik asit oluşur.
Trisodyum sitrat , sitrik asidin diğer tuzlarına göre , geniş olarak kullanılan tuzudur. Nötralleşme reaksiyonu oldukça yüksek ekzotermik bir reaksiyondur ( 1109 J/g sitrik asit ).
Sitrik asit , çok değerlikli metal iyonları ile şelatları oluşturacak pek çok kompleksler verirler. Bu önemli özelliğinden dolayı , sitrik asit veya sitratlar metal bulaşmasının kontrolünde kullanılır.
Metal iyonu normalde renkli olup ; sitrat varlığında ise , renksiz veya çok az renklidir. Farklı pH koşullarında metal hidroksitler çökelebilir ; sitrat kompleksi çözünebilir. Metal iyonları varlığında , organik moleküller katalitik olarak bozunabilir ; sitrik asit ile metal iyonları şelat oluşturarak kararlı kalabilir.
Şelat bir denge reaksiyonudur. Daima , şelat iyonlarıyla birlikte serbest halde metal iyonları da bulunabilir.
Sitrik asidin sulu çözeltisi karbon çeliklerine orta derecede korozif etki gösterir. Genellikle cam , fiberglas , polietilen , polipropilen , polivinil klorür ve çapraz bağlı vinil klorür gibi plastikler sitrik asitle korozyona uğramazlar.
Sitrik asit , bitki ve hayvan dokularında geniş olarak bulunur. Sitrik asit , bütün organizmalarda , Krebs çevrimiyle oluşur. Trikarboksilik asit çevrimi veya sitrik asit çevrimi , karbonhidratların , yağların veya proteinlerin suya dönüşümünü içerir. Bu çevrim , organizmanın büyümesi , hareket etmesi , kemosentezi ve yenilenmesi için gerekli enerjiyi sağlar. Aynı zamanda bu çevrim hücre sentezindeki amino asit ve yağlar gibi karbon içeren maddelerin sentezini de sağlar. Bir çok maya , mantar ve bakteri türü sitrik asit çevrimini içerir. Sitrik asit üretim prosesinde bunlardan maksimum ürün verecek türleri seçilir. Bu temele dayanarak , günümüzde sitrik asit üretmek için , ticari fermantasyon prosesleri geliştirilmektedir.
Sitrik Asidin Kullanım Alanları :
Sitrik asidin farklı gıda alanlarında ve endüstriyel uygulamalarda kullanımı çok fazladır. PH ayarlamak için , bir asit olarak ; pH’ı korumak ve kontrol etmek için , bir tampon olarak ; çok değerlikli metal iyonları ile kararlı bir kompleks yapı verecek şelatör olarak ; emülsiyonları ve diğer çok fazlı sistemleri kararlı kılmak için dağıtıcı madde ( dispersing agent ) olarak ; ayrıca , gıdalarda ve içecek ürünlerinde tat verici olarak kullanılır.
Sitrik asit , sodyum sitrat ve potasyum sitrat karbonatlı ve karbonatsız içeceklerde geniş olarak kullanılır. Meyve suyu , düşük kalorili içecekler ve susuzluk giderici içeceklerde , tek başına ve/veya sitrat tuzlarıyla birlikte tat verici ve antimikrobiyal korumayı artırmak amacıyla kullanılır.
Sitrik asit şekerlere ekşilik vermek için eklenir. Şekerin invesiyonunu önlemek ve maksimum jel dayanımını artırmak için , pektin jelli şekerlemelerde kullanılır. Taze sebzelerin enzimatik olarak kararmalarını önlemek için , sitrik asit ve askorbik asit karışımı kullanılır.
-- BAZLAR --
Suda çözündükleri zaman OH- iyonu verebilen maddelere BAZ denir. Bazlar acıdır , çözeltileri kaygandır. Sodyum hidroksit ( NaOH ) veya Kalsiyum hidroksit ( Ca (OH)2 ) gibi bazlar deriyi yakar. Bazlar mor lahanayı yeşile , kırmızı turnusolü maviye çevirirler. Su ile hazırlanan çözeltilerinde hidroksil iyonu meydana gelir. Bazlar asitlerle birleşerek tuz yaparlar. En bol ve ucuz bazlardan biri kalsiyum hidroksittir ( Ca (OH)2 ). Bu maddeye sönmüş kireç de denir.
Asit ya da tuzlar gibi bazlar da bir dizi ayırt edici özelliği olan kimyasal maddelerdir. Bu özellikler “ baz işlevi ” adı verilen bir bitin oluşturur. Bazların özel bir tadı
( kül suyu ) vardır. Renkli ayraçlara etki eder ( ftaleini kırmızıya , heliantini sarıya , turnusolu maviye boyar). Aside etkiyerek tuzu oluşturur. Bu tepkime sırasında su ve ısı açığa çıkar. Bazların sulu çözeltileri , iyonlaşmasıyla OH- iyonları doğuran elektrolitlerdir. Çözeltideki iyonlaşma , etkisiz biçimde gerçekleşirse bunlara kuvvetli bazlar denir ( örneğin; sudkostik , potaskostik ). Ama iyonlaşma yalnızca bölümsel olursa , bunlara da zayıf bazlar adı verilir (örneğin ; amonyak ). Bazların formulleri incelendiğine , bu bileşiklerin bir ya da birçok OH grubu içerdiği görülür. Formullerinde yalnızca bir OH grubu bulunduranlara “ tekbaz ” ( örneğin ; sudkostik : NaOH , amonyak : NH4OH ) , birden çok OH grubu içerenlere ise “ çoğul baz ”
( örneğin ; ikibazlı baryum hidroksit : Ba (OH)2 ) denir.
Her baza bir bazik oksit denk düşer ; bazik oksidin formülü bazın formülünde yer alan OH grupları arasındaki su elenerek elde edilir ; örneğin CaO formülü bazik kalsiyum oksit (sönmemiş kireç ) , Ca (OH)2 formülüyle gösterilen kireci karşılar. Gerçekte suyun okside etkimesi sonucunda baz elde edilebilir. Bu olgu alkali ve toprak-alkali bazların oluşumunda görülür. Bazlara metal hidroksitleri genel adının verilmesi işte bu uyumdan kaynaklanır. Nitekim bir metal hidroksitin genel formülü , M( OH )n biçimindedir. Formüldeki M bir metali simgeler. Her metalin bu tür bileşikleri vardır ve bu bileşikler arasında aynı anda bir ya da birden çok bazik oksit bulunabilir. Örneğin demirin ( Fe ) , bazik oksitleri FeO ( demir II oksit ) ve Fe2O3 ‘ tür ( demir III oksit ) ; dolayısıyla bazlarını demir II hidroksit denilen Fe(OH)2 ve demir III hidroksit adı verilen Fe( OH )3 oluşturur. Metal hidroksit kavramı , baz kavramını genişletir ; çünkü bu bileşiklerin büyük bir bölümü suda çözünmez ve baz işlevleri , temelde , tuzları oluşturan asitlerin etkimesi sonucunda ortaya çıkar. Bu özellikleri bazik oksitler de gösterir.
Arrhenius kuramına göre bir baz , iyonlaştırıcı bir çözücüde çözündüğünde OH-
İyonları veren bir maddedir. Bu tanım yeterince genel bir nitelik göstermez ve özellikle amonyağın ( NH3 ) bazik özelliklerini veremez. Oysa Bronsted ve ardıllarınca yapılan tanıma göre bir baz , H+ iyonu ya da proton alabilen , asit ise proton verebilen bir maddedir. Dolayısıyla bir asidin bir baza etki etmesi ya da proton değişimli bir tepkimeye girmesi kolayca açıklanabilir. Böylece Bronsted kuramına göre iki tür baz ortaya çıkar : bazik moleküller , amonyak ya da aminlerde olduğu ve
CH3NH2 + H+ CH3NH3
Denkleminde görüldüğü gibi bir katyon vererek bir proton bağlar ; bazik anyonlar , asetat iyonlarında olduğu ve
CH3COO- + H+ CH3COOH
Denkleminde belirtildiği gibi bir proton bağlanarak yansız bir molekül oluşturur.
Ne var ki bu örneklerde de CH3COOH molekülü , CH3NH2 molekülü ile CH3COO- anyonun eşlenik asitlerini göstermektedir.
Daha genel bir baz kavramını Lewis’e borçluyuz : bağlanmamış değerlik elektron çifti taşıyan bir parçacık , molekül ya da iyon , bu elektron çiftini alabilecek bir başka parçacığa (Lewis asidi ) verebiliyorsa , buna “ Lewis Bazı “ denir. Böylece yarı-kutuplu bir ortakdeğerlik bağı oluşur ( ikincil değerlik bağı ). Dolayısıyla Lewis , Bronsted asit ve bazlarının ayırt edici niteliğini oluşturan proton değişimini tek başına bir asit-baz tepkimesi olarak ele almaz ; buna ek olarak bir organomagnezyum türevinin , bir çözücüye ( adi eter , tetrahidrofuran ) birleşmesini , su amonyak gibi moleküllerin yada siyanür , etilen diamin tetraasetik asit ( E.D.T.A ) gibi iyonların , değerlik katmanında serbest yörüngeleri bulunan metal iyonlarıyla kompleks iyonlar vermesini de bir asit-baz tepkimesi olarak kabul eder :
Cu2 + 4NH3 Cu(NH3)42 +
Bazların Bazı Özellikleri :
- Kırmızı turnusolün rengini maviye , fenolftaleini pembeye boyar
- Genellikle suda çözünürler , çözeltileri elektrolittir. Çözeltilerinin tadı acıdır ve elde kayganlık duygusu yaratır.
- Asitlerle nötrleşme reaksiyonu vererek tuz oluştururlar.
NaOH + HNO3 NaNO3 + H2O
- Genel olarak metallere etki etmezler. Ancak AI , Zn gibi atmosfer metallerle , bunların oksitleri ve hidroksitlerine etki ederler.
1) Amaç : Asitlerin özelliklerini anlamak.
Araç ve Gereçler :
- Turnusol kağıdı ( mavi )
- Erlenmayer
- Asit
- Pens
Deneyin Yapılışı : Mavi turnusol kağıdının bir bölümünü eliniz aside değmeyecek şekilde erlenmayerdeki asit çözeltisine batırıp çıkartınız. Turnusol kağıdının kırmızı renk aldığını göreceksiniz.
2) Amaç : Asitlerin metallere etkisi.
Araç ve Gereçler :
- 3 Deney tüpü
- Hidroklorik asit çözeltisi
- Demir , çinko , alüminyum parçaları
Deneyin Yapılışı : 3 ayrı deney tüpünün her birine hidroklorik asit koyup sırasıyla demir , çinko , alüminyum parçaları atınız. Her tüpten biraz gaz çıktığı görülecektir. Çıkan gaz , yanıcı özelliktedir. Çünkü bu gaz hidrojendir.
Metal + Asit çözeltileri Metalin tuzu + Hidrojen
Zn + 2HCI ZnCI2 + H2
Limonda limon asidi , üzümde tartarik asit , elmada elma asidi bulunur. Tüm sebze meyve suları asit içerir. Sülfürik asit , endüstrinin en önemli ham maddelerindendir. Akü , boya , deterjan , gübre ve patlayıcı madde yapımında kullanılır.
3) Amaç : Bazları tanıma ve özelliklerini anlama.
Araç ve Gereçler :
- Kırmızı turnusol kağıdı - Ca( OH )2 çözeltisi ( kireç suyu )
- NaOH çözeltisi - Beher ( 3 Adet )
- Cam çubuk - Su
- Ampul - Pil ( 1,5 V ) ( 4 Adet )
- Pil yatağı - Bağlantı kabloları
- Krokodili kablolar - Bakır levha ( 2 Adet )
Deneyin Yapılışı : Beherlerden birine kireç suyu diğerine NaOH çözeltisi koyunuz. Her ikisine de ayrı ayrı kırmızı turnusol kağıdını batırınız. Kırmızı turnusol kağıdının rengi maviye çevrildi mi ?
Beher saf su koyunuz. Ampul ışık veriyor mu ? Behere biraz NaOH çözeltisi katıp cam çubuk ile karıştırınız. Ampul ışık verdi mi ? Behere biraz daha çözelti katınız. Ampulün parlaklığı arttı mı?
Aynı deneyi ( CaCOH2 ) çözeltisi ile tekrarlayınız. Gözlemlerinizi yazınız. Deneydeki gözlemlerinize göre aşağıdaki soruları cevaplayınız.
1. Baz çözeltileri kırmızı turnusol ‘u maviye çeviriyor mu ?
- Evet. Çeviriyor.
2. Kırmızı turnusol , bazlar için ayraç olarak kullanılabilir mi ?
- Evet. Kırmızı turnusol bazlar için ayraç olarak kullanılabilir.
Sonuç : Bazların sulu çözeltileri iletkendir. Çözünen baz miktarı artıkça , çözeltideki iyon miktarı artar. Aynı sürede devreden daha çok elektrik yükü geçer. Akım şiddeti arttığı için ampul daha parlak yanar.
Asit ve bazların tekstile , kağıda ve dokulara etkileri vardır. Söz gelişi , derişik NaOH çözeltisi selüloz ipliklerinin yüzeylerine etki eder. Onların daha parlak olmasını sağlar. Daha parlak hale gelen bu ipliklere merserize iplik denir.
Derişik H2SO4 çözeltisi de selüloza ( kağıda ) etki eder. Tahta , pamuk ve pek çok organik maddeyi kolayca ayrıştırır. Deri , göz ve hücre zarlarında tehlikeli boyutlarda tahrişlere yol açar.
-- ASİTLERİN ve BAZLARIN EŞDEÐER GRAMI --
Asitlerin Eşdeğer Gramı ;
Bir asidin verebileceği ya da oluşturabileceği hidrojen sayısına denir.
Örnekler :
1) HCI H+ + CI- Td = 1 HCI = 36,5
neş = 36,5 / 1 = 36,5
2) H2CO3 2H+ + CO3-2 Td = 2 H2CO3 = 62
neş = 62 / 2 = 31 gr
3) H3PO4 3H+ + PO4-3 Td = 3 H3PO4 98
neş = 98 / 3 = 32,67
Bazların Eşdeğer Gramı ;
Bir bazın verebileceği ya da oluşturabileceği OH iyonu miktarıdır.
Örnekler :
1) NaOH Na+ + OH- Td = 1 NaOH = 40
neş = 40 / 1 = 40 gr
2) Ca(OH)2 Ca+2 + 2OH- Td = 2 Ca(OH)2 = 74
neş = 74 / 2 = 37 gr
3) Al(OH)3 Al+3 + 3OH- Td = 3 Al(OH)3 = 78
neş = 78 / 3 = 26 gr
-- ASİT ve BAZLARIN KUVVETİ --
Asitlerin değerlikleriyle , kuvvetli ya da zayıf oluşları arasında doğrudan bir ilişki yoktur. Asitlerin molekül yapısı ile asitlik gücü arasındaki ilişkiler oldukçada karışıktır. Bununla beraber bir asit , iyonlarına ne kadar kolay ve ne kadar çok ayrılabiliyorsa o kadar kuvvetlidir.
Asitleri kendi aralarında kuvvetlilik bakımından şöyle sıralamak mümkündür.
1) Bir periyotta , elementlerin hidrojenli birleşiklerinin asitlik gücü , hidrojenin bağlı olduğu elementin elektronegatifliği arttıkça artar. Örneğin ; 2. Periyotta soldan sağa doğru sıralanan azot
oksijen ve flüorun hidrojenle oluşturdukları NH3 , H2O ve HF ‘ün asitlik güçleri NH3 < H2O < HF sırasında artar. Ancak , asitlik gücünün , hidrojenin bağlı olduğu elementin elektronegatifliğine paralel olarak artması kuralı , yalnızca aynı periyottaki elementlerin hidrojenli bileşikleri için geçerlidir.
2) Periyodik cetvelde bir grupta yukarıdan aşağıya doğru inildikçe elementlerin atom yarı çapları artarken bu elementlerin hidrojenli bileşiklerinin asitlik gücü , hidrojenin bağlı olduğu elementin atom yarıçapı artıkça artar. Örneğin ; VIIA grubunda yukarıdan aşağıya sıralanan flüor klor , brom ve iyodun hidrojenle oluşturdukları asitlerin asitlik gücü HF < HCI < HBr < HI şeklinde değişir. Grupta yukarıdan aşağıya doğru elektronegatiflik azaldığından , elektronegatifliğe bağlı olarak asitlik kuvveti açıklanmaz.
3) Oksijenli inorganik asitlerde , oksijen sayısı artıkça H+ iyonunun koparılması kolaylaşır. Bu nedenle , daha fazla oksijen taşıyan aynı elementlerden oluşmuş asitlerde asitlik kuvveti artar.
Klor elementinin oluşturduğu oksijenli asitlerin kuvveti , HCIO , HCIO2 , HCIO3 , HCIO4 sırasıyla artar. Ancak , bu tür bir karşılaştırma HNO3 - HCIO3 - HIO3 gibi farklı elementlerden oluşmuş oksijenli asitler arasında yapılmaz.
Bazların da değerlikleriyle kuvvetli ya da zayıf oluşları arasında , doğrudan bir ilişki yoktur. Bazlar , çözeltilerinde iyonlarına ne kadar kolay ve çok ayrılabiliyorsa o kadar kuvvetlidir. Ancak bazlık gücündeki değişmeler , elementlerin periyodik özelliklerine göre aşağıdaki genellemelerle açıklanabilir.
1) Bir periyottaki elementlerden türeyen bazların bazlık gücü , bazı oluşturan elementin iyonlaşma enerjisi ( diğer bir tanımla elektronegatifliği ) arttıkça azalır. Çünkü , iyonlaşma enerjisi arttıkça , atomun elektron tutma gücü de artacak , -OH bağının kopması zorlaşacaktır. Periyodik sistemde soldan sağa doru gidildikçe iyonlaşma enerjisi arttığından , soldan sağa doğru sıralanan elementlerin oluşturdukları bazların bazlık gücü de azalır. Örneğin ; ikinci periyotta sıralanan N , O ve F elementlerinin oluşturdukları bileşiklerin bazlık gücü için , NH3 > H2O > HF sıralaması yapılabilir. Periyodik cetvelin üçüncü sıra elementleri olan Na , Mg ve Al elementlerinin oluşturduğu bazların bazlık gücü için de NaOH > Mg( OH )2 > Al( OH )3 sıralamasını yapmak uygundur.
2) Gruplarda aşağıya doğru inildikçe , iyonlaşma enerjisi ( elektronegatifliği ) azalır. Dolayısıyla aynı grup elementlerinin oluşturduğu bazlarda -OH bağının kopması aşağıya doru kolaylaşır , bazlık gücü artar. IIA grubunda yukarıdan aşağıya doru sıralanan Be , Mg , Ca , Sr ve Ba elementlerinin oluşturduğu bazların bazlık gücü , Be( OH )2 < Mg( OH )2 < Ca( OH )2 < Sr( OH )2 < Ba( OH )2 şeklinde değişir.
Asit ve bazların zayıf ya da kuvvetli olmaları iyonlaşma dereceleri ile açıklanabilir. Sulu çözeltilerinde HCI , HNO3 ve H2SO4 gibi asitler , tam olarak iyonlaştıklarından kuvvetli asit , tam olarak iyonlaşmayan NH3 zayıf bazdır.
-- SORULAR --
1) N.Ş.A. 448 Litre O3 elde etmek için kaç gram KMnO4’tı H2SO4 ile reaksiyona göndermek gerekir ? ( K =39 , Mn =55 , O =16 )
2) 700 cm3 C3H8 ‘ nın su buharı ile reaksiyona girmesi sonucunda meydana gelen hidrojen gazının N.Ş.A. hacmi kaç litredir ?
C3H8 + 6H2O 850 C 3CO2 + 10H2
1 mol Ni 10 mol
700 cm3 X
x
X = 7000 cm3 = 7 litre
3) 20 mol Hidrojen 40 mol CI2 ile reaksiyona girerse N.Ş.A. kaç litre HCI gazı meydana gelir ?
H2 + CI2 2HCI
1 mol 1 mol 2 * 22,4 lt
20 mol X1 X2
x
X1 = 20 mol CI2 reaksiyona girer ,
X2 = 2 * 22,4 * 20 = 896 litre HCI oluşur.
4) %75 saflıkta 282 gr C17H33 – COOH ‘ni katılaştırmak için N.Ş.A. kaç litre Hidrojen gerekir? ( C = 12 , H = 1 , O = 16 )
C17H33 – COOH + H2 C17H35 – COOH
282 gr 22,4 lt
2000 * 0,75 X
x
X = 22,4 * 2000 * 0,75 = 119 lt
282
5) 1000 gramlık bir KOH çözeltisi Alüminyumla reaksiyona girmesi sonucunda 89,6 lt H2 gazı meydana geliyor. Buna göre KOH % kaç saflıktadır ?( K= 39 , O=16, H=1, Al= 27 )
3KOH + Al K3AlO3 + 3/2 H2
3 * 56 gr 33,6 lt
X 89,6
x
X = 3* 56 * 89,6 = 448 gram KOH
33,6
1000 gr 448 gr KOH saf ise
100 gr X
x
X = 44,8 saflıktadır.
6) Aşağıdaki bileşiklerden hangisi bir asit anhidriti değildir ?
a) SO2 b) P2O5 c) SO3 d) Cr2O3 e) CaO
Çözüm : CaO bir baz anhidritidir. Diğerleri ise bir asit anhidritidir. Baz anhidritleri suda çözündükleri zaman bazları verirler.
CaO + H2 Ca( OH )2
Doğru Cevap : ( e ).
7) Cu - Ag - Mg alışımı üzerine N.Ş.A. H2SO4 dökülüyor. Hangi metal veya metaller asitten hidrojen çıkartırlar ?
a) Mg - Ag b) Cu - Mg c) Cu d) Ag e) Mg
Çözüm : Asitler , Soy metallerle reaksiyona girdikleri zaman H2 gazı vermezler. Çünkü , hidrojen soy metallerden daha aktiftir. Onun için Cu - Ag - Mg alaşımında yalnız Mg asitleri H açığa çıkarır.
Mg + H2SO4 MgSO4 + H2
Doğru Cevap : ( e ).
8) Aşağıda verilen asitlerden hangisi en kuvvetlidir ?
a) HF b) HCIO2 c) HNO3 d) H2CO3 e) CH3 – COOH
Çözüm : Verilenler içinde en kuvvetlisi HNO3 ‘ tir. Çünkü ; asit kökü ile hidrojen arasındaki bağ çok zayıftır. Dolayısıyla daha kolay iyonlarına ayrışır.
Doğru Cevap : ( c ).
9) Aşağıda verilen bazlar içinde en kuvvetlisi olanı hangisidir ?
a) CsOH b) Ba( OH )2 c) AI( OH )3 d) KOH e) NaOH
Çözüm : Periyodik sistemde yukarıdan aşağıya inildikçe metal aktifliği ve bazlık kuvveti artar. Aynı zamanda bir bazın kuvvetliği bünyesindeki OH sayısı ile ters orantılıdır. Burada en aktif element Cs olur , dolayısıyla CsOH en kuvvetli bazdır.
Doğru Cevap : ( a ).
10) Aşağıda verilen asit – baz çiftlerinden hangisi en kuvvetli asit en kuvvetli baz çiftidir ?
a) NH4OH b) Cad( OH )2 c) NaOH d) ROH e) KOH
HCIO3 H2SO4 H2SO3 HMnO4 HCIO2
Çözüm : Verilenler içinde ROH en kuvvetli baz , HMnO4 en kuvvetli asittir.
Doğru Cevap : ( d ).
-- PH – POH HESAPLARI --
Herhangi bir çözeltinin karakterini ( asit , baz veya nötr ) belirtmek için , o çözeltinin PH veya POH ’ ını belirtmek gerekir. PH ve POH hesaplamak için de o çözeltinin Hidrojen iyonu molar konsantrasyonunu veya hidroksil iyonu molar konsantrasyonunu bilmek gerekir. Bir ortamın PH basit ve kaba olarak , PH kağıtları ile tayin edilebilir. Hassas bir PH tayini yapmak için potansiyometrik metot kullanılır.
Su moleküllerinde bulunan hidrojen ve oksijen atomlarını bileştiren bağların kısmen iyonik ve kısmen de kovalent olduğu bilinmelidir. Bu nedenle su son derece zayıf bir iletkendir. Ve iyonlarına ayrılması çok güçtür.
H2O H+ + OH- denklemine göre zayıfça dissosiye olarak ortama eşit miktarda H+ ve OH- iyonlarını verir. Suyun 250 C iyonizasyonu derecesi 18* 10-10 iyon-gram H+ ve 18* 10-10 iyon-gram OH- verir. O halde bir litre suda :
1000 * 18* 10-10 = 10-7 iyon-gram H+
18
1000 * 18*10-10 = 10-7 iyon-gram OH- mevcuttur.
18
Suyun iyonizasyon reaksiyonu denklemine , kütlelerin tesiri kanun tatbikiyle , suyun K denge sabiti bulunur.
K = [H+] [OH-]
[H2O]
Suyun konsantrasyonunu sabit kabul edersek :
KSU = 10-14 = [H+] [OH-] olur.
Suyun iyonlarına ayrışması sonucunda meydana gelen hidrojen iyonları molar konsantrasyonları hidroksil iyonları molar konsantrasyonuna eşit olur. Böylece ortam nötr olur.
PH Tanımı : Herhangi bir çözelti ortamında bulunan hidrojen iyonu molar konsantrasyonun 10 tabanına göre eksi logaritmasına o ortamın pH denir.
Pratik olarak , bir asit çözeltisi çok seyreltik değil ise , asidin molar konsantrasyonu ortama verdiği ( H+ ) olarak kabul edebiliriz. Çok seyreltik ise su ‘dan gelen hidrojen iyonu molar konsantrasyonu da hesaba katmak gerekir.
PH = -log( H+ ) = 1 ( 1 )
log( H+ )
Bir asidin kuvvetlilik derecesi bünyesindeki hidrojen sayısına bağlı olmayıp , ortama verdiği ( H+ ) molar konsantrasyonuna bağlıdır. Asit ortama ne kadar çok ( H+ ) veriyorsa
O kadar kuvvetlidir. PH büyüdükçe asitlik azalır.
POH Tanımı : Herhangi bir çözelti ortamında bulunan hidroksil iyonlarının molar konsantrasyonunun 10 tabanına göre eksi logaritmasına , o ortamın POH denir.
Pratik olarak , bir baz çözeltisi çok seyreltik değil ise bazın molar konsantrasyonu ortama verdiği ( OH- ) olarak alınabilir. Çok seyreltik ise , su ‘dan gelen ( OH- ) iyonu molar konsantrasyonu da hesaba katmak gerekir.
POH = -log( OH- ) = 1 ( 2 )
log( OH- )
Bir bazın kuvvetlilik derecesi bünyesinde bulundurduğu OH- sayısına bağlı olmayıp, ortama vermiş olduğu ( OH- ) iyonu molar konsantrasyonuna bağlıdır.
Baz , ortama ne kadar çok ( OH- ) iyonu veriyorsa o kadar kuvvetlidir. POH büyüdükçe bazlık azalır. Bir ortamın ( H+ ) ile ( OH- ) çarpımı 10-14 ‘ e eşittir. Bir ortamın PH ile POH toplamı ise 14 ‘ e eşittir.
( H+ ) ( OH- ) = 10-14 Bir ortamın PH = POH = 7 ise ortam nötrdür.
PH + POH = 14 Bir ortamın PH < 7 veya POH > 7 ise ortam Asidik.
Bir ortamın PH > 7 veya POH < 7 ise ortam Bazik.
Konuyla İlgili Örnekler :
1) 0,001 M CH3 - COOH çözeltisinin pH ve pOH ‘ ını hesaplayınız. ( Bu zayıf asidin tam iyonlaştığını kabul ediniz )
Çözüm :
CH3 - COOH CH3 - COO - + H+
0,001 M 0,001 M
a) Daha kuvvetli asit c) Daha zayıf asit e) Bilinmez
b) Daha kuvvetli baz d) Daha zayıf bazdır
Çözüm :
Bir asidin veya bazın kuvvetlilik derecesi ortama vermiş oldukları ( H+ ) veya
( OH- ) bağlıdır. Ortama ne kadar fazla ( H+ ) veya ( OH- ) nu veriyorsa o kadar kuvvetlidir. Aynı zamanda pH büyüdükçe ortamın asitliği azalır.
PH ‘ ı 5 olan ortamdaki ( H+ ) = 10-5 M ,
PH ‘ ı 4 olan ortamdaki ( H+ ) = 10-4 M dır.
10-4 > 10-5 ‘ den. Onun için pH ‘ ı 5 olan bir eriyik pH ‘ ı 4 olandan daha zayıftır.
-- ASİT-BAZ DENGESİ YÖNÜNDEN KAN GAZLARININ --
-- YORUMLANMASI --
Asit-Baz dengesi bozukluklarının kliniği karakteristik değildir. Ve kan gazları analizi yapılmadan kolay tanı konamaz. Asit-Baz dengesi bozuklukları respiratuvar ve metabolik nedenlere bağlı olabilir. Respiratuvar olaylarda asidoz veya alkaloz PaCO2’ndaki değişim sonucu gelişir. Respiratuvar bozuklukların göstergesi PaCO2’dir. PaCO2 res. asidozda artar, res. alkalozda ise düşüktür. Metabolik bozuklukların tanısı en kolay BE değerindeki değişikliklerle konur. Metabolik asidozda BE değeri –3mol/L’den düşük , metabolik alkalozda ise +3mol/L’den yüksektir.
Asidoz veya alkaloz geliştiğinde , kompansasyon mekanizmaları ile pH normal sınırlarda tutulmaya çalışılır. Respiratuvar bozukluklarda renal kompansasyon geç geliştiğinden akut ve kronik respiratuvar bozuklukların ayırt edilmesi gerekir. Metabolik bozuklukların solunumla kompansasyonu ise hızlı olur. Respiratuvar bozukluklarda primer değişiklik PaCO2’ndadır ve HCO2’ların arttırılması veya azaltılması ile kompanse edilir. Metabolik bozukluklarda ise primer değişim HCO2’lardadır ve pH , PaCO2 değiştirilerek normale getirilmeye çalışılır.
-- ORGANİK MOLEKÜLLERDE ASİTLİK – BAZLIK --
Organik reaksiyonlarda reaksiyonun yönünü ve ihtimalleri tahmin etmede en önemli faktörlerden biride organik molekülde bulunan atomlara ve bunların elektronegativitelerine bağlı olarak asidik yada bazik yapısını tahmin etmektir.
Asit ve bazlık için bilinen iki tanımlama vardır. Bunlardan birincisi Brönsted-Lowry teoremidir ki : Asit proton ( H+ iyonu ) veren baz ise proton alan moleküller olarak tanımlanır. Organik moleküllerde en bilinen asit türevleri karboksilik asitlerdir. Bir karboksilik asidin proton verme eğilimi nasıl açıklanabilir.
Baz olarak sodyum ve potasyum hidroksit yanında , azot üzerindeki elektron çiftlerinden dolayı amin türevleri , alkollerin konjuge bazları - alkoksitler kullanılmaktadır.
Bazı moleküllerin verebilecek protonları olmadığı halde asit olarak davranmasını Brönsted-Lowry tanımlaması açıklayamaz. Örnek olarak bortriflorür , alüminyum klorür güçlü birer asit olarak davranmalarına rağmen üzerlerinde verebilecekleri protonları yoktur. Bunlar Lewis asit- baz tanımı : Elektron alanlar asit elektron verenler bazdır , tanımı ile açıklanabilirler ve bu tür maddelere genel olarak Lewis asitleri bunlara elektron veren , genelde üzerinde elektron çifti bulunduran maddelere de Lewis bazı denir.
Bunlardan Bortriflorürü inceleyelim. Bor-5-protona sahip bir elementtir ve SP2 hibritleşmesi yapar.
Hibritleşme sonunda bir tane hibrite katılmayan boş P orbitali kalır ki bu orbitalde elektron almaya müsaittir ve asit olarak davranma sebebi bu şekilde açıklanabilir.
Yorum