Cemil Meriç'ten bir facianın öyküsü
Büyük Türk düşünürü Cemil Meriç bugün 90 yaşına bastı. Kendisini saygıyla anarken onun kaleminden bir facia öyküsü anlatacagız.
Öykü hayli tanıdık gelecek. Niyenin cevabı sizde ?
Cemil Meriç'in doğumunun 90. Yılı nedeniyle yarın önemli bir etkinlik gerçekleştirilecek. Boğaziçi Üniversitesi Tarih Araştırma Komisyonu (BÜTAK) Cemil Meriç konulu bir panel düzenliyor.
Panel 13 aralık Çarşamba, saat 16 00-18 00 arasında, Boğaziçi Üniversitesi, Güney kampüsü, İbrahim Bodur Konferans Salonunda yapılacak.
Programa Dücane Cündioğlu konuşmacı olarak katılacak. Ümit Meriç`in de katılacağı panelde davetliler, Cemil Meriç`in son günlerinde TRT tarafından çekilen belgeseli izleyebilecekler.
Büyük fikir adamını saygı ile anarken onunla ilgili tüm bilgilere www.cemilmeric.net sitesinden ulaşabileceğini ve bu adresten tüm kitaplarından önemli pasajlar okuyabileceğinizi hatırlatıyoruz.
Yine büyük üstadı anmışken onun gölgede kalmış bir eseriden ilginç bir pasaj sunarak, bu ülkenin gerçeklerinin ne kadar değiştiğinin analizini sizlere bırakıyoruz.
Bir Facianın Hikayesi
En son 1981 yılında Umran yayınları tarafından basılmıştır....
Kitaptan Bir Parça
1908 - 1918 BUHRANI İMPARATORLUÐUN ÇÖKÜŞÜ
Amca ile Yeğen
1008 deyiz. Abdülhamid 30 yıldan beri imparatorluğun başındadır. Ve bütün devre damgasını vurmuştur. Ayırıcı vasfı : Mahmud'dan ve 1841 den beri yeni bir düzene sokulan ananevi iktidar tarafından takip edilen siyasetin klasik bir temsilcisi olmak. Kazaya rıza politikası diyeceksiniz. Belki, ama bir hayatını sürdürme, bir direnme politikası da. Padişah başka ne yapabilirdi? İdarenin gemlerini bir an elinden kaçırdığı için devlet bu hallere düşmüştü. Manzara ortadaydı. Midhat Paşa ve yandaşlarından nefret ediyordu dikbaşlı ve maceracıydılar. «Siyasi intelijensiya» ne bahasına olursa olsun «zafer» diyordu. Padişah bu intelijansiyanın arzularına karşı koyamadığı, onu dizginlemeye cesaret edemediği için kendi kendine kızıyordu. «Böyle yapmamalıydım» dedikçe kini bir kat daha alevleniyordu. Gerçek şu ki, «Kanûn-i esasi'nin babası» diye adlandırılan Midhat Paşaya beslediği düşmanlığın asıl kaynağı hukuk-u şahaneyi sınırlamaya yeltenmesinden fazla kendi cesaretsizliği. Evet, Mithat iki padişahı tahttan indirmişti ama Abdülhamid'in bir türlü sönmeyen kini alaşağı edilme endişesinden ziyade kendi kendini suçlamasından ileri geliyordu. Filhakika, Murad rızasıyla halledilmişti ve bundan yararlanan da kendi olmuştu. Ama bu hatıralardan da rahatsız olmuyor değildi. Bilhassa amcası Abdülaziz'i unutamıyordu bir türlü.
«Adamsendeciliğinin», nazırlarına körü körüne itaat etmesinin kurbanı olmuştu.
Esasen Abdülhamid, mizaç bakımından amcasının taban tabana zıddıdır. Evvela vücutça : Abdülaziz uzun boylu, şişman, gözleri parlak, alnı dar, kanlı canlı bir zat; Abdülhamid, aşağı yukarı kısa boylu, sıska ve biraz kambur. Teni esmere yakın, kocaman bir burun, derin göz çukurlarında kaybolan gözler. Amca zevklerinde aşırı, yeğen kanaatkar ve nefsine hâkim. Manevi bakımdan da tam bir zıddiyet : Abdülaziz padişahlık görevini ihmal etmişti. Abdülhamid lüzumundan fazla padişahtı. Yegâne karar mercii kendisiydi. Bütün işler Yıldız Sarayında çözümlenir, bütün pazarlıklar orada yapılırdı. Bitmez muhabereler yüzünden kendini de tüketir, kâtiplerin de canına okurdu. Abdülaziz, deminde söyledik, herkese güvenirdi. Abdülhamid'in kimseye itimadı yoktu. Başbaşa verip kazan kaynatmasınlar, fesat çıkarmasınlar diye nazırlarını gözünün önünden ayırmaz, onları sadık birer bende haline getirmek isterdi. Abdülaziz sabırsızdı. Devlet işlerinden söz açan başvekilini sonuna kadar dinlemez, hiçbir şeyi nihayetine kadar okumazdı, hatta methiyeleri bile. Abdülhamid herşeyi okurdu : Bütün mektupları, bütün jurnalleri, liberal Avrupa basınının aleyhinde döktürdüğü en zehirli hiviclere varıncaya kadar eline geçen herşeyi, hem de tek satır atlamadan okurdu. Vatanperverlerin yazdıkları da caba. Yüzde yüz inanmıştı ki, devlet ellerine tevdi edilen mukaddes bir emanettir. Başlıca vazifesi : emaneti olduğu gibi muhafaza etmek ve gelecek nesillere hesap vermektir. Bu görevi yerine getirirken milletin de yardımcı olmasını istiyor, ama nasıl yardım edeceğini kendi tayin etmeli. Unutmak mümkün müydü? Türk intelijansi\a-sı başı boş bırakılınca gemi azıya almış, vatanperverliği yüzünden ihtiyatsızlığa sürüklenmiş, memleketi de felakete atmıştı. Üstelik, Abdülhamid sessizliğe de aşıktı, her patırtıya, her gürültülü nümayişe düşmandı, adeta mara-zi bir düşmanlık. Bu ruh haleti yüzünden liberal metotları, meşrutiyetçiliği büsbütün sevimsiz buluyordu.
Kısaca, dahilde mutlak otorite peşindeydi. Yıllarla daha- da güçlenen bir tutku Matbuata intişardan önce sansür konacak, gazeteler zamanla resmi haberlerin yayıcısı olacak, Zât'ı Şahane ile hükümetini övücüsü durumuna düşecektir. Roman, tiyatro, dış dünyadan haberler, herşey sansürden geçirilmekte, rejim aleyhinde yorumlanabilecek en küçük bir imaya izin verilmemektedir. Toplantılar yasak, demekler kontrole tabi İstanbul’u hafiyeler sarmış. Saraya jurnaller yağıyor. Hepsi de, birbirinden daha endişe verici haberlerle dolu.
Şahane Münzevi
Saltanat yılları uzadıkça hükümdar. Yıldız Köşkü'ne daha çok kapanıyor. Bir tepede kâin olan bu saray, selefinin oturduğu Dolma Bahçe'den daha kolay korunabilir. Nadiren çıkıyor saraydan, sonraları aşağı yukarı hiç çıkmıyor. Cuma namazlarını Saray-ı Hümayun'a 300 metre ötede bir camide kılmaya başlıyor. Namaza arabayla gitmektedir. Önünde askerler, çevresinde muhafızlar ve saray erkânı.
Bu ihtiyarî inziva, şahane münzeviyi bir nevi umacı, bir nevi korkuluk haline sokmuştur. Evet, insanî zaaflarını gizlemiştir ama meziyetlerine, kabiliyetlerine de gölge düşürmüştür. Kendi kendime sormuşumdur : «Acaba bu davranış korku kadar bir hesaba da mı dayanıyordu? Samimiyet hiçbir ülkede doğuda olduğu kadar saygısızlığı körüklemez. Hiçbir ülkede sükût bilgelik alâmeti sayılamaz.
Nezaket doğudaki kadar kısır, babacanlık, doğudaki kadar tehlikeli değildir. Orada hükümdar, milletine serbestçe ve sık sık gösteremez kendini; meğer ki sert, hatta insafsız davransın. En küçük vesilelerle izhar-ı zulm etmekten çekinmesin. Yoksa tebasının itaat ve saygısını çabucak kaybeder.»
Oysa Abdülhamid katiyyen zalim değildi. Adına ve hatırasına eklenen «Kızıl Sultan» lâkabı tarihin en büyük yalanı. Boğdurulup yokedilen devrimci talebeler masalı yalan, çuvallara dikilip Boğaz'ın sularına atılan saraylı kadınlar hikâyesi yalan! Tam tersine... Abdülhamid şiddetten nefret ederdi. Tahammül edemezdi kan akmasına, maddî eza duyardı. Nefret ederdi darağacından. Affetme selahiyetini her vesileyle kullanırdı. Hatta suistimal ederdi. Nizamî muhakeme tarafından verilen idam hükümlerinin hemen hepsi otomatik olarak sürgüne tahvil edilirdi. Siyasî hasımlarına karşı başlıca silahı sürgündü. Ustaca derecelendirilmiş bir sürgün : Yemen veya Fizan'da göz altında bulundurulmaktan tutunda Payitahttan az veya çok uzak vilayet veya kazalarda valilik veya kaymakamlığa kadar. Sürgüne yollanılan maaş alır, iaşe ve ibatesi temin edilir ve daima payitahta dönmek ümidini muhafaza ederdi. Çok defa efendi olarak gidilir, bey olarak dönülür, paşa olarak dönülürdü. Belki bu da bir hesaba dayanıyordu.
Abdülhamid'in ayırıcı vasfı trimetrik (düzenleyici) olmaktır, kombinezonlara bayılır, kesin çözümlemelerden hoşlanmaz. Hiçbir bağlılığı önceden reddetmez, sönmez bir kin tutuşturmak istemez. Şiarı : korksunlar ama nefret etmesinler. Bir kelimeyle faydacı ve şüpheci. Ne var ki, bu vasıflarının altında hakşinas ve âdil bir hükümdar saklıdır. Tebalarının —siyasî olması da— medenî haklarına saygılı herkesin mülkiyet hukukuna riayetkar bir padişah. Uzun süren saltanatı boyunca, makamından faydalanarak meşru olmayan bir kazanç elde etmeğe kalkıştığı veya birinin rızası hilafına ve kanunî bir tazminat ödemeden malını gaspettiği görülmemiştir. Demek ki, munsif ve âdil oluşunu sadece hesaba ve sadece politikaya atfetmek doğru olmaz.
Avrupa Konseri
Bir kere buhran atlatılıp da gereken fedakârlıklar yapılınca, padişah «Avrupa Konseri» denilen teşekkülün ne menem şey olduğunu ve ona karşı nasıl davranmak lazım geldiğini anlamakta gecikmedi. Üyeler arasında düşünce birliği olmadıkça bir devletler topluluğu iş göremez. Cemi-yet-i Akvam'ın başlıca üyeleri, Fransa ile İngiltere iken, Fransa ile İngiltere'nin ittifak halinde oldukları bütün konular da hakim-i mutlaktı bu cemiyet. Birleşmiş Milletler ise ABD ve SSCB hiç bir meselede anlaşmadığı için iş görememektedir. Onların öncüsü olan «Avrupa Konseri» de hiç bir noktada birleşemiyordu. Avrupa Konseri dünya hâkimiyetini ele geçirmek emelindeydi. Her devlet bu amacı takip ederken, öteki devletleri mümkün olduğu kadar tedirgin etmemeye, önüne geçilmez ihtilaflara yol açmamaya çalışıyordu. Hepsi de toprak arzularını sınırlamak kararındaydı. Bu karar Rusya ile hem hudut ülkeler ve bilhassa Çin ve Türkiye için daha da geçerliydi. Bıktırıncaya kadar tekrarlanan meşhur «statüko» tamamiyet-i mülkiye» tekerlemelerinin mânâsı buydu. Devletlerin üzerinde anlaştıkları tek nokta, ticaret ve sanayie açık kapı bırakmak, Türkiye'de ve İran'da «kapitüler» rejimi, Çin'de ise «imtiyazlar» rejimini sürdürmekti. Bu devletler, eski rakiplerin yerini alarak, kendilerini Avrupa Türkiyesinden kalan toprakların tabiî varisi saydıkları zaman durum gerçekten vahamet kazandı.
Avrupa topluluğunun ayak ta durduğu XIX. asrın son 25 yılı yerinden oynamayan bu kaypak zeminde Abdülhamid devlet gemisini büyük bir ustalıkla yönetti. İtle dalaş-maktansa çalıyı dolaşmayı tercih etti. Daima uzlaşıcı, daima mümkün olan tavizleri vermeye hazırdı... Ancak tamamiyet-i mülkiye tehlikeye düşünce karşı koyar gibi davrandı. 1885 de Bulgar Prensliği Şarkî Romanya adı verilen Fi-lipoli Eyaleti'ni ilhak edince müdahale etmedi. Berlin muahedesi'nden beri zaten İstanbul'a bağlı değildi burası. Aynı yıl, Sırplar Bulgaristan'a savaş açıp yenilince yine ses çıkarmadı. Yalnızca bir kere, 1898 de, Avrupa'nın şımarık çocuğu Yunanistan, Girit'i' ilhak etmeye kınca kınından çıkardı kılıcını: Teselya Savaşı, Türk Ordusu zafer kazandı ve sultan geçici bir zaman için halkın sevgisiyle kuşatıldı.
Abdülhamid Olmasaydı..
1877-1878 Savaşı Abdülhamid'i vahim bir durumla gerçek bir çöküşle karşı karşıya getirmiştir; yeni baştan derlenip toparlanmak, iktidarı ayakta tutmak için büyük bir cesarete, azimkârlığa ve dirayete ihtiyaç vardı. İngiliz tarihçisi Medlicott, «Berlin Kongresi ve Sonrası» adlı eserinde şöyle yazar •. O kadar zeki ve hamiyetli genç bir padişaha sahip olmasaydı, Devlet-i Aliye büyük bir ihtimalle param parça olurdu. Toprakları insafsızca elinden alınmıştı, Rus askerlerinin ve onların kışkırttığı Slav halkının zulmünden kaçan bir sürü müslüman muhacir akın etmişti İstanbul'a. Bu felaketler yetmiyormuş gibi malî buhran gittikçe korkunçlaşıyordu. Hemen hemen boş olan devlet hazinesine Berlin Muahedesi, Rusya'ya tazminat-ı harbiye ödemek gibi bir mecburiyet yüklemişti Nisbi bir denge sağlamak için yıllarca zamana ihtiyaç vardı. Padişah bu işe adadı kendini, adadı ama gayretleri iki taarruzla engellendi. Şark Buhranının bir nevi harman sonu ganimeti:
Fransa 1882 de Tunus'u gaspetti. İngiltere Mısır'ı işgal etti.
Bu «kibarca» davranışları mümkün kılan, Tunus'un da, Mısır'ın da merkezden uzak olması; Rusya bana da yok mu diyemiyecekti. Allah için şurasını da söyleyelim : Berlin Kongresinde Türkiye çıkarları fazla gözetilmemiş de olsa Rusya'nın çok kârlı çıkmamasına dikkat edilmişti.
Avrupa Türkiye'sinde bağımsız veya yarı-bağımsız kalan devletler zinciri (Romanya, Bulgaristan, Sırbistan) yaratmak, Rusya'nın açık denize ve İstanbul'a ilerlemesini durduracak bir engel yaratmak demekti. Nitekim, Ruslar da kızmış, faka bastıklarını anlamışlardı. Bir Alman prensinin vesayetine terkedilen Bulgarlar bu vesayetten kurtulmaya can atıyor. Batı devletleriyle Avusturya'nın kendilerine destek olmasını istiyorlardı. Sırbistan ve Karadağ, daha çok Rusya'ya bağlı idi. Ne var ki, coğrafi bakımdan Bizans'a giden yol üzerinde değillerdi. Romanya ise siyasi bakımdan Almanya’nın parçasıydı, kültür bakımından Fransa'nın. Bölge diplomasisinin bütün imkânlarını sunuyordu bu ülkeler. Padişah bu imkanlardan ustaca faydalanacaktı. 26 sene büyük devletlerle oynayacağı kumar da koz olarak kullanacaktı onları. Balkan devletleri, o zamanlar Avrupa Türkiyesi denilen kara parçasının merkezine yani Makedonya'ya hep birden göz dikinceye kadar padişahın işine yaramıştı.
Kaleyi İçten Fethetmek
Çetin ve sıkıntılı bir politika, karşıdakiler iki yüzlü, içten pazarlıklı ve netice olarak ne yapacağı belirsiz kimseler. Demin de arzettik, devletler paylaşmaktan vaz geçmişlerdir şimdilik. Ama «Konser»in hasbî çabalarına rağmen imparatorluğu paylaşmak zaruri ve kabil-i tatbik olursa, hepsi de o gün için silâhlı olmak, müsaid durumda bulunmak istemektedir. Hepsi de bir yolunu bulup işe karışmak kararında. Bunun için de, imparatorluk topraklarında «kendine bağlı» adamlar peydah etmeye çalışıyor. Bu niyet tabii olarak endişeler, karışıklıklar, sürtüşmeler yaratacaktı. Devletler suret-i haktan görünüp «medeniyet ve barış» adına bu çatışmaları önlemek istiyorlar güya. Avusturya katolik Arnavutların arkasında, Fransa Lübnan Ma-runilerinin ve bir parça da doğu katoliklerinin. İngiltere, şeyhleri ve daha ılımlı olarak Dürzileri destekliyor. Ruslar, Ermenilerin koruyucusu. Çünkü artık Ortodokslarla uğraşmak gibi bir bahaneleri kalmamış. Bağımsız bir YunanDev-leti kurulmuş, başına Danimarkalı bir kral geçmiştir. Şu veya bu topluluğa arka çıkmayan tek devlet galiba Almanya. Osmanlı ricaline şirin görünmesi bundan. Padişah nez-dindeki itibarını da bununla izah edebiliriz. Herkesin ağzında bir «Islahat» teranesi, hem de tek değil bir çok Islahat söz konusu.
Hiçbir zaman bu kadar Islahat lafı edilmemiştir. Bilen de bilmeyen de «böyle yapmamalıydınız» diyor; herkesin reçetesi elinde. İstiyor ki padişah yalnız kendi reçetesini kabul etsin ve uygulasın. Ne var ki, bütün bu hayır sahiplerinin unuttukları bir nokta var: Devlet-i Aliye bu reçeteleri tatbik edemez. Edemez çünkü daha önce mahallî sanayiin verimini arttırmak, iktisadî bir altyapı kurmak, mübadeleyi kolaylaştıracak yolları inşa etmek ve böylece hem, refahı, hem de huzuru sağlamak lazım.
Servet artacak, sürtüşmeler azalacak, idare kolaylaşacaktı. Oysa yukarda da anlattım: ekonomi her gün biraz daha bozuluyor, vergi sistemi idarenin gündelik ihtiyaçlarını karşılayacak, memurların maaşını ödeyecek, orduyu besleyecek parayı bile sağlamaktan âciz. Devlet-i Aliye (Rusya ile hem hudut ülkelerin hepsi de ona benzer ya...) Avrupa ticaret ve sanayiinin «özel bir avlanma yeri» haline gelmiştir. Türklere düşen iş de «saydıgâh»in bekçiliğini ve jandarmalığını yapmak. Kalkmış ona «görevini yapmıyorsun» diyorlar, ama daha iyi yapması için gereken imkânları sağladıkları yok. Belki de, günün birinde, «Bunun meşru sahibi benim» diye hak iddia etmeye kalkmasından korkmaktadırlar. Hazine tamtakır, maaşlar ödenmiyor... Yüzüstü bırakılan gemiler Haliç'de çürümektedir. O canım ordunun üstü başı perişan, yalnız Yıldız'da vazifeli birkaç alayın üniformaları şaşaalı. Teçhizat kiyafetsiz.
İstikrazlar
Bir Heyet-i Vükela toplantısında tutulan zabıt (ki sadrazam Said Paşa'nın hatıralarında yer almıştır) ülkenin malî durumunu keskin bir ışıkla aydınlatmaktadır. Toplantı 1902 de vukubulmuştur. Gayesi : bütçenin yürekler acısı haline bir çare bulmak için alınması gereken tedbirleri müzakere etmek. Vekillerin ileri sürdüğü mütalalar birer ehliyetsizlik şaheseri. Bir çokları «Ben anlamam bu işten» deyip çıkıyor, ötekiler beylik bir iki lakırdı kekeliyor. Yalnız Hariciye Nazırı ile Evkaf Nazırı, çekine çekine, dış istikraza baş vurmaktan söz ediyor. Çünkü herkes padişahın bu çareden hoşlanmayacağını bilmektedir.
Abdülaziz'in zaman-ı saltanatından aldığı bir ders de bu, Abdülhamid'in. Filhakika tahta çıktığı zaman, Devlet-i Aliye yabancı ülkelere 300 milyon Sterling'e yakın bir borç altındaydı. Gerçi bu paranın yalnız yarısını almıştık ama vadesi olan borçları ödemek için devlet gelirlerinin bütününü bu işe ayırmak lazım gelecekti.. Tam bir rezalet.. Dürüst bir insan olan yeni padişah, tekrar böyle bir vaziyetin tahaddüs etmesini istemiyor, istikrazdan vebadan korkar gibi korkuyordu. Çünkü 1882 de senet hamilleriyle bir anlaşmaya varılmıştı. Yılda 25 milyon sterlin ödeyecekti. Ne var ki bu şartları kabul ettirmek için yeni bir ipoteğe rıza göstermek lazımdı, devletin hükümdarlığını daha da zedeleyen bir ipoteğe, Payitahtda yabancı bir idare (Düyunu Umumiye) kuruluyordu, bütün eyaletlere dalbudak saran bir idare. Belli resimleri o toplayacak, topladığı parayı hak sahiplerine o dağıtacaktı, insaflı olmak için şurasını da ekleyelim, idarenin gerek memlekete gerek devlete bazı faydaları oldu: Balıkçılığı, ipek böcekçiliğini geliştirdi, şark tütünlerinin ihracını kolaylaştırdı. Ödemelerindeki intizam mevcudiyetinden doğan garantiyle devlete yeniden itibar kazandırdı. Ama sağlanan bu istikraz imkanlarından, padişah ancak zaruret hasıl olunca ve aşırı bir ihtiyatla faydalanmaya karar vermişti.
1882 den tahdan indiriliş tarihi olan 1908'e kadar gecen 26 sene zarfında ülke nice siyasi buhranlara, hudut eyaletlerinde ayaklanmalara, bir cok kısmı seferberliklere, bir gerçek savaşa şahid olmuşken, borçlar cüz'i bir artış kaydetmiş, 130 milyondan 150 milyona çıkmıştır. İdarenin illallah dedirten sonu gelmez mali güçlükleri düşünülürse, sadece yabancı ipoteği biraz daha ağırlaştırmamak için daima elinin altında bulunan bir kaynaktan faydalanmayı reddeden, aleyhinde o kadar atılmış-tutulmuş bir padişahın gösterdiği hamiyeti takdir etmemek mümkün değildir. Bundan, büyük bir feragat, bundan yüce bir vatanperverlik düşünülebilir mi? Padişah, kişi olarak da kendini kıt kanaat yaşamaya mahkum etti. Saltanatı boyunca tek pahalı, tek debdebeli saray kurulmadı. Boğaziçi'nin bütün ihtişamlı saraylarını selefleri inşa ettiler. Abdülhamid bunlara, bina olarak, Yıldız çevresinde bir kac boyalı baraka ile deniz kenarında bir kaç köşk ilave etti, o kadar. Bu köşkleri kızları ve damatları için yaptırıyordu. Oysa zaman-ı saltanatında gerek İstanbul da gerekse taşrada adını taşıyan nice hastaneler, nice mektepler inşa edildi.
Batılaşma Hızlanıyor
XIX. asrın başlarından itibaren, Doğu'da ve bilhassa Müslüman Doğu'da kendini hissettiren Batı tesirinin bu dönemde inkıta’a uğradığını sanmak büyük hatâ olur. Tam tersine, bu tesirin iktisadî tepkileri günden güne artmıştır Yabancı sermaye artık devlet istikrazı şeklinde değil, diplomasinin himaye ettiği özel yatırımlar halinde ülkeyi işgal etmiş, mübadele genişlemiş ve mahallî ekonomiyi felce uğratmıştır. Beyoğlu ve Galata'da İzmir'in Frenk mahallesinde küçük küçük Şanghay'lar gelişmiştir zamanla... Buralardaki Hıristiyan ve yabancı burjuvazi her gecen gün biraz daha zenginleşmiştir. Avrupa tesirinin bir başka tecellisi olan idarî Islahat başka bir deyişle «Tanzimat» vetiresine gelince o da yavaşlamamış, hatta hızlanmıştır. Padişah, idare cihazını sadeleştirmek gibi bir politikaya yanaşmamıştı hiç. Saltanatı boyunca mevzuatın «laikleşmesi» Avrupalılaşması devam eder. «Mecelle»nin son kitapları tatbik mevkiine girmiş, hukuk mahkemelerinin sayısı da salahiyeti de artmış, seri mahkemelerin salahiyetleri ise bir kat daha kısıtlanmıştır. Yeni mektepler açılmış, gerek talebelerin gerekse mezunların sayısı çoğalmıştır. Mekteb-i Harbiye'nin talebe mevcudu büyük artış kaydetmiştir: Abdülhamid saltanatının başlarında 50 zabit mezun olurken, son on yılında 700 zabit mezun olmaya başlamıştır. İdare cihazı —bilhassa yabancı müdahalenin kendini şiddetle hissettirdiği bazı vilayetlerde— giriftleşmekte ve gelişmektedir. Memur ve personel sayısı kabardıkça kabarmaktadır. Hür düşünceye, serbest münakaşaya muhalif olduğu halde, Abdülhamid idaresi ilme ve Batı metodlarına itibar etmekten geri kalmamıştır: Anlamıştır ki —hiç değilse politika alanında— ilim demek, şer'i ilimler demek değilse artık. İlim din dışıdır ve Batı kaynaklıdır. Okumak demek, Batılılaşmak demek...
Abdülhamid, gerek merkezdeki gerek eyaletlerdeki idare cihazını İslah etmek için, Avrupa ilimlerine sürtünmüş, Avrupa metodlarmı uygulayacak ehliyette tebalar yetiştirecek mekteplere ihtiyacı olduğunu bilmektedir. Ama okuyanlar Halifeye karşı sadakatlerini de muhafaza etmeliydiler. Bunun için mekteplerde islam akaidi de telkin edilmeli yani dini ibadetler unutulmamalıdır... Abdülhamid idarede teokrasinin dış şekillerini muhafaza etmeğe çalışır. Polisin görevi dinin emirlerine riayet edilmesini sağlamak. Ama bu meselenin halli de, yukarda bahsettiğimiz mali meselelerin halli gibi, hemen hemen imkansız. Memur ve zabit çevrelerinde, intelijansiyaya Tanzimatın başlarından beri öylesine bir şüphecilik, öylesine bir kayıtsızlık gelişmiştir ki Padişahın derpiş ettiği tedbirler ciddi bir netice sağlayamamaktadır. Abdülhamid'in büyük meblağlar harcayarak ayakta tuttuğu mekteplerden çıkanlar, niçin saklamalı büyük çoğunluk bu mektepleri ayakta tutan ve çok defa bizzat kuran hükümdara düşmandırlar. Şunu da unutmamalıyız, bu nesil ittihad ve Terakkinin parlamentoda çevireceği dolapları nasıl bilebilirdi. Onun için Mithad'ın Anayasasına inanıyordu, o anayasa ki melun eller tarafından daha tomurcukken boğulmamış olsa altın meyveler verecekti. İntelijansiya nesli için Meşrutiyet bir devayı küldür, Anayasa, bütün güçlükleri yok edecek, bütün tehlikeleri aştıracak bir tılsım.
Yabancı ülkelerde ikametin bendelerinin sadakati için ne kadar tehlikeli olduğunu bilen padişah, seyahatleri yasak eder, hiç değilse engeller çıkarır. Avrupa’ya talebe gönderilmez olur. Böylece 1883 den beri süregelen bir gelenek inkıta’a uğrar. Ama bu tedbir büyük bir işe yaramaz; Batı düşünceleriyle temas etmek için Avrupa'ya gitmek şart değildir. Batı düşüncesi günden güne artan bir hızla dalga dalga yayılır ülkeye. Yabancı dillerin öğretilmesi de bu istilayı kolaylaştırır. (Abdülhamid'in saltanatı zamanında daha cok Fransızca rağbettedir.)
Mürebbiyeler
Filhakika bu devir aynı zamanda bir mürebbiyeler saltanatı devridir. Ayda 600 (veya daha fazla) frank geliri olan her memur, bu paranın birkaç altınını ayırıp, evinde yabancı bir mürebbiye bulundurmayı vazife sayar.
(Fransız, İsviçreli, bazen Alman ve çok nadir olarak İngiliz bir ilk mektep muallimesi). Mürebbiyeler üşüşür memlekete, gerçek bir istiladır bu. «Öğretmen hanımlarımız» in bilgileri kıttır, öğretme kabiliyeti dersen hak getire. Çok defa yaptıkları iş öğrencilerine ana dillerini o da şöyle böyle öğretmekten ibaret. O dönemin İstanbulunda umumiyetle bu dil Fransızcadır. Çünkü yukarda da işaret ettik. İstila ordusunun en büyük bölümünü Fransızlar ve Fransızca konuşan İsviçreliler teşkil ediyordu. Gerçi yabancı mektepler de bir hayli boldu ama pek etkili olmadılar. Umumiyetle Türkler devam etmiyordu bu okullara.
Liberal Basın
Devir o devirdi ki, Avrupa'da burjuva sınıfları tarafından yönetilen ve düzenlenen meşrutî hükümetler iktidarlarının zirvesine ulaşmışlardı. İktisadî liberalizm parlak zaferlerini yaşıyor; liberal ve fran-mason bütün bir edebiyat bu başarıları dünyaya örnek diye sunuyor, düşüncelerini yaymak için hakiki bir haçlı savaşı açıyordu. Fransız basını ve edebiyatı bu savaşın en müessir kuvvetleri, çünkü Fransa, ölümsüz prensiplerin, insan ve vatandaş hakları beyannamesinin vatanıdır. Felakete bakın ki, talihsiz padişahın ülkesinde en yaygın dil de Fransızca. Bu edebiyat; yabancı postalar kanalıyla dalga dalga boşalır Türkiye'ye. Yabancı postaların dokunmazlığı vardır, yerli polis kontrol edemez. Yabancı neşriyat yaydığı haberlerle, Şark Meselesi üzerine döktürdüğü makalelerle (bu makaleler hemen hemen daima aleyhimizdeydi) padişahı küçük düşürüyor. Türk okuyucuları nezdinde itibarını zedeliyordu. Sonunda hükümdarın memur ve zabitleri, efendilerini, Avrupa efkârı umumiyesinin düşmanca gözleriyle görmeğe başladılar. Padişah 1883 de ihdas edilen sansürle yerli basının ağzını sıkı sıkıya kapamıştı. Şimdi bu tedbir kendi aleyhine dönüyordu. Abdülhamid sessizliğe aşıktı, gürültü, patırtıdan, nümayişten nefret ederdi, adeta marazî bir nefret. Ama dışardan gelen bozguncu sesleri de susturamıyordu. Oysa insiyakî nefretini dizginlemesi lazımdı. Davasını müdafaa etmek, Avrupa'nın ithamlarında ne kadar haksız, iddialarında ne kadar mesnetsiz olduğunu ispat etmek (bu onun için gayet kolaydı) ülkesinin çıkarlarını korumak amacıyla nasıl didindiğini, ne cansiperane gayretler harcadığını göstermek için kendi basının sütunlarından faydalanabilirdi.
İntelijansiyanın Kaygısı
Bir bedbinlik havası esiyordu ülkede. Padişah, düşmanlarının yarattığı bu havayı maâkui bir nikbinliğe çevirmeğe, gönül ve kafaya seslenen delillerle temellendirilmiş bir güven havasıyla yok etmeye çalışmalıydı. Heyhat... Besleme kalemşörlerin yavan, basmakalıp methiyeleriyle yetinmek gafletinde bulundu. Oysa bu yaveler okuyucuyu zerre kadar etkilemiyordu, hem de hitap ettiği kitle Bab-ı Ali bendegânı, memurlar, zabitler gibi hepsi de intelijansiyanın üyesi yani aydınlar, çeyrek aydınlar olduğu halde, Yabanaı basının, yabancı neşriyatın hücumları cevapsız kalıyordu İntelijansiya, itiraz edilmediğini görerek, sonunda, Batının ileri sürdüğü bütün tenkitleri benimsedi; padişah, ülkesinin içinde bulunduğu tehlikelere milletin sefaletine aldırmıyordu demek. Demek ki canını kurtarmaktan, sarayını düşünmekten başka kaygusu yoktu. Yaygınlaşan böyle bir kanaatin ülke için ne zararlı neticeler doğuracağını tahmin etmek güç değildir. Otoriter bir rejim sadece polis baskısıyla, sadece idarî zorlamalarla ayakta duramaz. Güveni sağlayacak, yöneticilere sevgi telkin edecek bir propagandaya da ihtiyacı vardır. Rejimin sağlamlığını yapan da bu ölçü, daha doğrusu nisbet (dozaj). Ne yazık-ki rejim bu dozaj işini hiç de iyi ayarlamamıştır. Başka bir deyişle Abdülhamid o devirde «münevver» Türklerin büyük ekseriyetini teşkil eden saray bendegânına, kendileri taşıyan güven duygusunu telkin edememiştir. Bir kelimeyle bendegân, mevkiinden ve şahsî avantajlarından emin değildir. Endişeleri sadece hamiyetlerinden ileri gelmiyor, ekmek kapıları olan sarayın yıkılmasından da korkuyorlar; ya artık maaş alamazlarsa... Bu huzursuzluğun sorumlusu, padişahın siyasetidir onlara göre. Rejim için çok tehlikeli bir inanç, hele idarenin dizginlerini elinde tutan ordunun kadrosunu teşkil eden bütün bir sınıf bu inancı paylaşırsa, yarattığı tepkiler büsbütün korkunç olabilir. 8ir sonraki nesil, Kemalist rejimi kuran nesil, Kemalist rejimin dış dünyadaki itibarına bakarak, idarenin sağlamlığına inanacak ve böyle bir tehlikeyi mühimsemeyecektir.
Müslüman Halk
Biz Abdülhamid devrine dönelim, bendeğanın endişesi de, öfkesi de gün geçtikçe çoğala dursun, müslüman halk, yani saray tarafından beslenmeyen, sarayı besleyen müslüman halk, hiç de bendeğan gibi düşünmüyordu... Onlar hükümdarın şahsına bağlıydılar hep. Halifeye sadakatleri sonsuzdu Dünya işlerinden habersiz oldukları için, İslâm dünyasının karşı karşıya bulunduğu tehlikeleri göremiyorlardı. Tahtın babadan kalma ihtişamı, Şa'şaalı merasimler, Halifenin fazilet ve azametini sergileyen Cuma ve Bayram namazları, her zamanki gibi büyütüyordu onları. Münevver Türkler, saray bendegânı, Hıristiyan Batının inkâr kabul etmez üstünlüğü önünde apışıp kalmış, küçüklük duygusuna kapılmışlardı. Halk yabancıydı bu duyguya, cedlerinin gururu yaşıyordu onda. İnanıyordu ki, İslâmiyet müslümanlara, gayri müslüm tebaya kıyasla sonsuz bir üstünlük bahsetmiştir. Kaldı ki, yoksulluğu da, yan tutan bir basın ve yayının diline doladığı kadar ağır değildir hakikatte. İstanbullular askere alınmaz. İstanbul'da hayat kolaydır. Çünkü orada da başka büyük şehirlerde olduğu gibi, padişah hayat pahalılığını önlemeye çalışır. Taşrada ve köylerde askerlik bir felaket, ama vergiler kalu belâdan beri hep aynı vergiler, halk bunlara alışık ve zaten çok ağır da değiller. Netice olarak, Abdülhamid'in sükûtunu hazırlayan ve önüne geçilmez hale getiren, halkın memnuniyetsizliğinden çok bendeğanın endişesi olmuştur.
1908 - 1918 BUHRANI İMPARATORLUÐUN ÇÖKÜŞÜ
Balkan Gailesi
Abdülhamid saltanatının son yılları yeni bir olayla büsbütün içinden çıkılmaz hâle gelir. Bu olay şudur : Berlin muahedesi ile gerçekleşen Avrupa Türkiyesinin paylaşılması sonunda Balkan devletleri sahneye çıkmış, veya güç kazanmışlardır sadece. Bu devletler Avrupa Türkiye-sinde kalan topraklar üzerinde hak iddia etmektedirler. Göz diktikleri, daha çok, Makedonya. (Rumelinin merkezî kısmı olan bu bölgenin ahalisi çeşitli kavimlerdendir : Türkler, Bulgarlar, Rumlar, Sırplar). Bunun içinde Yunanistan da, Bulgaristan da, Sırbistan da, Makedonya da karışıklık çıkarmakta içeriye soktukları silâhlı çeteler vasıtasıyla Türk köylerini haraca kesmektedirler. Bu çeteler, kendi soylarından köylüler tarafından korunmaktadır. Bu köylere dehşet salmakta, Osmanlı jandarması ve askeri ile savaşmaktadırlar. Bu eylemleri destekleyen yoğun bir propaganda da var : bu propagandaya göre (ahalinin en az üçte birini teşkil eden Türkler) insafsız, zalim Hıristiyan katili kimselerdir, medeniyet ve insanlık namına bir an önce temizlenmeleri gerektir. Liberal Avrupa matbuatının büyük bir kısmı da bu propagandayı ve sloganları yaymakta ve desteklemektedir. Avrupa Konseri işe karışmalı ve bu rezalete son vermelidir artık.
Malî sıkıntılar içinde kıvranan padişah, elinden geleni yapıyor. Ama isyanı bastırması için şiddete başvurması lazım.
Oysa ateş püsküren «Avrupa Konseri» hareket serbestisini önlemektedir. İhtiyatlı davranmak umumi af ilan etmek lazımdı. Bu mecburi müsamaha Balkanlardaki ayaklanmayı azdırır. 1903 den 1908'e kadar Avrupa Konseri Yıldız Sarayı üzerindeki sürekli baskılarıyla padişahı Makedonyayı teşkil eden üç vilayete ayrı bir statü vermeye zorlar.
Önce idarî bir denetimi ve yabancı jandarma ve zabitlerini, sonra da kazaî bir denetimi, nihayet malî denetimi kabul etmek gerekecektir.
Hemen söyleyelim... Türkiye'nin bütünlüğünü ve bağımsızlığını açıkça tehdid ettiği için Türkiye'yi rahatsız eden ve kızdıran bu tedbirler Balkan devletlerini de memnun etmez. Çünkü bu devletler iddia ettikleri gibi ırkdaşla-nnın durumunu iyileştirmek peşinde değil, yeni topraklar ve yeni tebalar kazanmak emelindedirler.
Nitekim baskı ile, müşterek notalarla, donanma gösterileriyle padişahtan zorla koparılan bütün bu düzenlemelere ve İslahata rağmen çetelerin faaliyeti katiyen durmamıştır.
Bu önlemler tek işe yaramıştır : Abdülhamid rejimine son darbeyi indirmek.
Filhakika, İntelijansiyanın endişesini ve öfkesini körüklemiştir. İntelijansiya yapılanları yeni bir çözülme alâmeti olarak görmüş ve bu çözülüşün suçunu ve mesuliyetini padişaha yüklemiştir. Bu tedbirler hazineyi tamtakır etmiş. Devlet üç eyaletine hizmet götüreceğim diye elindekini avucundakini harcamış, yoksulluğu büsbütün artırmış, askeri imkanları kurumuştur. Üstelik isyanların sonu da gelmiştir. Oysa Avrupa, Islahat yaparsanız isyan biter diyordu. (3) Avrupa, 1906 da Devlet-i Aliyenin gümrük resminin % 11 den % 13'e çıkmasına izin verdi. Bu % 2, üç vilayetin bütçe açığını kapatmaya yarayacaktı, ama bu lütfün zararları da oldu: Filhakika Makedonyada bulunan memurların ve bilhassa ordu mensuplarının maaşı muntazaman ödeniyordu artık. Gelgelelim, bu ülkenin diğer bölgelerinde bilhassa payitahta görev alan zabitlerin öfkesini artırıyordu. Artırıyordu çünkü onlar zamanında maaş olamıyorlardı.
Jön Türkler Sahnede
Kaldı ki Makedonya bölgesindeki askeri ve mülki erkân da durumdan şikâyetçiydiler. Evet., maaşlarını tıkır tıkır alıyorlardı ama bozguncu telkinlere daha açıktılar. Propaganda, Abdülhamid'i devlet ve millet düşmanı ilan ediyordu. Padişah olmasa imparatorluk kurtulacaktı.
Bu propagandanın kaynağı Avrupa'ya ve daha çok Paris'e kaçan ve «Jön Türk» adını alan ihtilalciler. Jön Türkler, Avrupa'nın ve bilhassa Fransa'nın bazı liberal çevrelerinde himaye görüyordu.
Makedonyada ihtilalci bir cemiyet kurulmuştu. Türk subay ve memurlarından teşekkül eden bir cemiyetin gayri müslim üyeleri de vardı. Cemiyet, fran—masonlar (bilhassa yahudi fran-masonlar) tarafından destekleniyordu. Amacı, padişahı bir «Anayasa» ilanına zorlamaktı.
1908 Haziranında, propagandanın ustaca istismar ettiği siyasi bir olay, gerginliği büsbütün artırdı. Anlatalım: birden bire bir şayia dolaşmaya başladı. Çıkarı olan herkes şayiayı tekrarlıyordu. Efendim, İngiltere kralı V..I Ed-ward ile Rus Çarı II. Nikola Revalde buluşmuşlarda, bu buluşma sonunda Makedonya'nın taksimi kararlaştırılmış. Şayia asılsızdı, tahminler abes. Çünkü Rusya ile İngiltere tek. başlarına böyle bir karar veremezlerdi. Ama arzettik, intelijansiya inanmıştı bir kere, daha doğrusu inanmış görünüyordu. Saat 11'i çalmıştı. Devlet kurtulacaksa daha fazla beklemezdi.
1908 temmuzunda ihtilal patlak verdi. İttihat ve Terakkiye bağlı zabitler Makedonya'da birlikleriyle dağa çıktılar.
Postahaneler işgal edildi. Saraya telgraflar yağmaya başladı. Bu telgraflarda padişaha deniliyordu ki: «Mithat Paşanın kanûn-i esasisini tatbik mevkiine koymazsan, 100 bin asker payitahta yürüyecek. Sonunu sen düşün.» Padişahın ayaklanmayı bastıracağına güvendiği bir paşa şuikaste kurban gitti. İzmir'den getirilen bir kaç bölük asker de işe yaramadı. Büsbütün telaşlanan padişah taleplere başeğdi. Kanûn-i esasî'nin meriyete konulacağını ilân etti. Ömür boyu bu kelimenin korkusu içinde yaşamıştı ve bu tehditlerle devrildi. Gerçi bu başeğiş sayesinde bir zaman tahtınımuhafaza etti ama otoritesini kaybetti. Artık onun yerine intelijansiya saltanat sürecektir.
İntelijansiya ve temsilcilerinin (başlangıçta İttihat ve Terakki komitesi) saltanatı bir hamlede ve topyekûn kurulmadı. İmparatorluğun bütün şehirlerinde ihtilalciler lehine bir heyecan dalgası yükselmişti ama ihtilalciler kumanda mevkilerini hemen ele geçiremediler. Bunun iki sebebi var:
1 — Hükümet İstanbul’daydı, komitenin merkezi ise Selanik'tedir. Yani, lahzada iş baş. yapamaz. Kendi adamlarını ve kendi tercihlerini kabul ettiremez. Babâli'nin bütün nüfuz ve salahiyetini Yıldız Saray'ına aktarmak isteyen padişah'a karşı halktan gelen bir tepkiye benzemektedir, ayaklanma.
Esasen:
2 — İhtilalcilere karşı duyduğu bütün hayranlığa rağmen halkın sağ duygusu aldanmamıştır. İhtilalciler, devlet gemisini, milletlerarası politikanın kayalıkları arasında yürütecek tecrübe ve ihtiyattan mahrumdular.
Yeni hükümetin üyeleri Bab-ı Ali'nin eski paşalarıdır yine. Abdülhamid'in vekilleri veya vekil olabilecekleri daha çok, şu veya bu sebepten dolayı, Padişah'ın iş başından uzaklaştırdığı veya iş başına getirmediği yarı menkuplar.
Bununla beraber, komite payitahta taşınmış, orada mühim bir merkez kurmuş, hükümetin yürüyüşünde daha etkin olmaya başlamıştır.
İhtilâlin bir neticesi de matbuata verilen hudutsuz hürriyet. Matbuat, önceleri ağırdan alır, mutlakiyet rejimine ve o rejimin yardakçılarına (yani padişahın bazı adamlarına ve hadiselerin akışıyla halkın husumetini çekmiş bir kaç eski vekile) atar tutar sadece. Ama haftalar ve aylar geçtikçe baştaki hükümete de veryansın eden hücumlara girişir. 1875 Kanûn-i esasi'sine uygun olarak yapılan iki dereceli bir intihapla bir millet meclisi kurulur: padişahlık yıkılıncaya kadar serbest seçimle iş başına gelen tek meclis. Meclisin teşekkülü Osmanlı müntehiplerinin aklı selimini ispat" eder mahiyettedir. Aklı başında, mutedil, dürüst çok iyi niyetli kimseler. Mecliste İttihak ve Terakki komitesi de temsil edilir. Bu da gayet tabiidir, çünkü memleketin her tarafında kurtarıcı olarak tanınmaktadır. Ama komiteye bağlı olmayan mebuslar da yok değil.
1909 Ocağında, Meclisle Sadrazam Kâmil Paşa arasında bir ihtilaf çıkar. İttihat ve Terakki de bu ihtiyar devlet adamından kurtulmaya can atmaktadır. Kâmil Paşa otorite aşkıdır —günümüzün hırçın ve devrimci intelijansiyasına benzeyen— komitenin iktidara geçmesini istememektedir. Kâmil düşürülür, onun yerine komitenin kendine daha yakın bulduğu bir sadrazam geçer.
İki Dış Politika
Gerçi her iki halde de maddî bir kayıp söz konusu değildi. Bununla beraber, bu davranışlar millî gururu şiddetle zedeledi ve gürültülü nümayişlere yol açtı. Yol açtı ama ister istemez de sineye çekildi. Ve Yunanistan da, çekine çekine Girit'i ilhak etmekten söz ediyordu. Girit, 1901'den beri bilkuvve bağımsızdır. Helen Hanedanfna mensup bir Girit hükümdarı tarafından idare ediliyordu. Osmanlı «hakimiyeti»nin tek alâmeti, kadîm Lon Sude'ün köhne bir kalesinde dalgalanan bir Türk bayrağından ibaretti. Ver yansın edildi Yunanistan'a bütün İstanbul matbuatı ateş püskürdü. O dönemin gazetelerini okumak ve basında bol bol çıkan karikatürlere bir göz atmak, «Batılaşmış» intelijansiyanın yönettiği yeni Türkiye'nin nasıl bir zihniyet İçin de olduğunu göstermeye kâfidir.
1840'dan bu yana Osmanlı siyasetinin değişmez bir temeli vardı. Abdülhamid bu gerçeği kavramıştı. İntelijansiyanın vatanperver coşkunluğu hakikati görmesine engel oldu. Başka bir deyişle, 1840'dan beri Devlet-i Aliye'nin başlıca problemi Avrupa Türkiyesi'ydi Oysa Avrupa Türkiyesi artık Avrupa devletlerinin tehdidi altında değildi. Şimdi bu bölgeye göz diken, XIX. asır Osmanlı parçalanışı yüzünden ortaya çıkmış Balkan devletleriydi. Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ, Yunanistan.
Bu devletler hatırı sayılır bir güç kuramamışlardı. Teker teker Devlet-i Aliye için bir tehlike teşkil etmiyorlardı: Teselya Muharebesi bunu ispat etmişti. Ama birleşmeleri imparatorluk için öldürücü olabilirdi. Abdülhamid bunu pek iyi anlamış ve Balkanlardaki diplomasisini ona göre ayarlamıştı. Jön Türkler gerçek durumdan habersizdiler. Onlara öyle geliyordu ki, 1908-9 ihtilali yalnız içte muzaffer olmalarını sağlamamış Ruh-ül Kudüsün esrarengiz bir müdahalesiyle kuvvetler dengesini de alt üst etmişti. Ve Türkiye aşağı yukarı herhangi bir Avrupa devleti kadar güçlüydü artık. Batının liberal basını da iltifatlarını esirgemiyordu, Allah için. Kısa bir müddet sürecek olan bu poh-pohlayıoı yazılar inançlarını bir kat daha perçinliyordu. Balkan devletleri de kim oluyordu? Hadi bazılarını kızdırıp bazılarını da okşasan ya. Ne gezer. Oysa Osmanlı diplomasisi artık o sınırlı bölgede iş görecekti, dostlar ve sempatizanlar yaratmak lâzım geliyordu. Jön Türkler, Balkan devletlerinin topunu birden küstürdüler ve karşılarına aldılar. Bu abes ve küstah politika bir felaketle sona erecek yani dört devleti tek cephe halinde birleştirecek ve Avrupa Türkiye'sinin kaybedilmesine sebep olacaktı.
Liberal Batı Ve...
Türkiye’nin büyük devletler karşısındaki davranışlarına gelince, bu alanda da bir yön değişikliğine şahid olmak tayız. Abdülhamid, geçirdiği son diplomatik buhranlar esnasında Almanya'ya dayanmıştı hep. Milletlerarası sahnede nice oyunlar oynayan imparator wilhelm, İslâm hâmisi rolüne de özenmişti. Filhakika, Almanya'nın Türkiye ile ortak sınırı olmadığından, Türkiye'nin paylaşılması en az onun işine geliyordu. Çünkü bundan bir kazancı olmayacaktı. Büyük bir hızla gelişen sanayii için mahreçler aramak zorundaydı. Bu itibarla, babadan kalma Osmanlı tamâmiyeti mülkiyesinin başlıca müdafii idi. Abdülhamid'in mahremi Alman elçisiydi. İki rejim arasındaki benzerlikler de Abdülhamid'in Almanya'ya karşı sevgisini güçlendirecek mâhiyetteydi. Padişah, Fransız ve İngiliz basınının hürriyetçi havasından ve «insaniyetçi» taleplerinden fena halde rahatsız oluyordu. «Jön Türkler» için en isabetli yol, eski rejim ne yaptıysa tersini uygulamaktı. Padişahın temayüllerine aykırı olsun diye İngiltere ve Fransa'ya dostluk nümayişinde bulunuldu ve Almanya'ya karşı daha soğuk davranıldı.
Avusturya, Almanya'nın müttefikiydi. «Bosna Hersek» in Avusturya tarafından ilhak teşebbüsü Alman aleyhtarlığını bir kat daha arttırdı.
Bununla beraber kamuoyunun bu istikâmetteki gelişmesini önleyen iki husus vardı.
1 — Liberal Britanya basınının «Liberal» Jön Türkler
ihtilali için gösterdiği coşkun alâkaya White Hail katılmıyordu pek. Osmanlı İmparatorluğu'nun lehinde olan ve ona —Rusya'ya karşı— Batı devletlerinin müzâharetini
sağlayan 1854 ittifakının 1877-78 de Türkiye'nin nasıl aleyhine döndüğünü anlatmıştık. 1855 de, Fransa ile el ele veren İingiltere Osmanlı İmparatorluğu'nu kurtarmıştı. 1877-78 de ise, çok daha gevşek olan İngiliz müdahalesi, imparatorluğun topyekûn yok olmasını önlemişti sadece.1908 den sonra White Hall'un işi başından aşkındır, hududlu da olsa Türkiye'yi destekleyemez. Filhakika İngiltere için başlıca düşman Almanya'dır artık, Almanya'ya karşı Türklerin ezelî düşmanı olan Rusya ile ittifak kurmaya çalışır. Demek ki, Türklerin İngiltere'den ciddi bir müzaheret, siyasî bir işbirliği beklemeleri abestir.
2 — İç politikaya gelince, intelijansiyanın anti-liberal
temayülleri güçlendikçe, otoriter devletlere karşı muhabbeti de artar, Almanya kara Avrupasın'da başlıca otoriter devlettir. Kaldı ki, Almanya da onların sevgilerini kazanmaya çalışmakta, hem malî alanda hem yeni idarecilerin çok önem verdiği ordunun ıslahı konusunda yardımcı olmak istemektedir. Böylece, Almanya ile bir yakınlaşma başlar ve çok geçmeden aradaki bağlar pekiştirilir. Liberal Batı ile Jön Türkler'in «balayı» pek kısa sürer.
Devralınan Miras
1909-10 yıllarında ilerici intelijansiyanın aşırı kanadını temsil eden «İttihat ve Terakki» komitesinin hâkimiyeti günden güne artmaktadır. 31 Mart 1909 ayaklanması gözdağı olarak kullanılmış, muhalefet susturulmuştur. Komite hükümetinin otoritesini tahkim eden bir başka husus da Maliye Nazırı Cavid Bey'in bütçeyi dengelemek, Osmanlı bütçesinin müzmin derdi olan açığı kapatmak için bir dizi istikraz teşebbüsüne girişmesidir. Maaşlar tıkır tıkır ödenmekte, yabancı ülkelere savaş gemileri ısmarlanmakta, ordu manevralar yapmaktadır. Ordunun teçhizatını da tamamlamak lazım ama, söylediğim gibi, alınan paralar daha çok maaş ve ücretlerin muntazaman ödenmesine, büyük bir yekûn tutan borç taksitlerinin tesviyesine harcanmaktadır.
Şurasını da söyleyelim ki, bu istikraz siyasetini kolaylaştıran da Abdülhamid olmuştur. Padişah, Avrupa pazarlarına mümkün olduğu kadar başvurmamış ve bu tutumlu idaresi sayesinde devletin malî itibarını sağlamıştır. «Kızıl Sultan» in yerine geçenler iki mirasa konmuşlardır: Sakıt padişahın politika alanındaki kötü şöhreti ve mali işlerde çok cimri, çok tedbirli davranışı. Tepe tepe kullanılan iki değerli miras, bilhassa ikincisi. Kapitüler bağlar yüzünden vergilendirme yoluyla para elde edemeyen Jön Türkler, malî sıkıntıdan bu sayede kurtulabilmişlerdir. Hazinedeki bolluk yeni rejimin halk tarafından benimsenmesine geniş ölçüde yardım etmiştir. İttihak ve Terakki komitesi bütçelerindeki intizamla övünür. İntizama diyecek yok, fakat açlıktan ne haber... İstikraz siyaseti ancak üretime yönelik ve üretimi arttıracak yatırımlar söz konusu olunca isabetlidir. Oysa 1908'den 1914'e kadar yeni hükümetin elde ettiği bütün istikrazlar tüketim içindir.
Siyasî mirasa gelince, o da Jön Türklere esaslı bir şöhret sağlar: Liberalizm şöhreti. Öyle ya... yüzde yüz mutlakiyetçi bir rejimin muzaffer düşmanları, elbette ki liberal olacaktı. Unutulmasın ki, o devirde, siyasî dönüşler moda olmamıştı henüz. Mefhumlar bugünkü kadar yaygın değildi. Etiketlerden kuşkulanmak âdet olmamıştı.
Böylece Jön Türkler intelijansiyası rejimi Batıda, oldukça uzun bir zaman liberal sanılmakta devam edecektir. Tekrar edelim, 31 Mart Askeri Ayaklanması bu alanda çok işi ne yaramıştı. Demek ki komitenin «yobazlıktan başka düşmanı yoktu. Onu eleştirenlerin hepsi de kılık değiştirmiş birer mürteci idi. Bu zehabın yayılması Jön Türklerin liberalizm şöhretini perçinledi. Hakikatte ise, «Jön Türkler İhtilali» nin hiç de liberal bir mahiyeti yoktu. Başka türlü olabilir miydi ki? Sosyal yapısı icabı, Türk intelijansiyası devletle kader birliği İçindedir.
Kim Bu İntelijansiya?
Kim bu intelijansiya? Yüz de doksan devletten maaş alan veya maaş bekleyen memur ve subay. Mülga saltanat rejimine düşmanlıkları, devletin «keyfi ve gayri meşru davranışlarıdır» ileri gelmiyordu pek. Düşmanlığın başlıca kaynağı, devletin yabancıya baş eğdiğini görmekten, batının üstünlüğünü ses çıkarmadan bir müteârife olarak kabul etmesine şahid olmaktan mütevellid öfkeydi. Zayıf olduğumuz doğruydu belki. Belki boyun eğmek zorundaydık da. Ama yine de padişahın siyasetini mazur göremiyordu intelijansiya, çünkü idarî, iktisadî ve diplomatik hataları yüzünden bu duruma düşmüştük. Yeni devlet bu hatalara düşmeyecek, ecdad devrindeki şevketi, satveti tekrar tesis edecekti. Parlemantarizm demek sistemli ve kamu önünde bir tenkid demekti. Hükümet icraatıyla böyle bir tenkidi lüzumsuz kılabilirdi, hatta tenkid zararlı da olabilirdi.
Kaldı ki hesaba katılması gereken başka bir şey daha vardır: Türk içtimaî heyeti, devletin beslediği aydınlardan ve devleti besleyen ümmilerden (köylü kitlesi) müteşekkildi. Aydınlar aşağı yukarı devletin parçasıydılar, efendilerine karşı ayaklanmaları düşünülemezdi. İsyan etmek, köylü isyanı aklından bile geçinmiyordu, çünkü şuursuzdu. Burjuvazi yani bağımsız şehir ve kasaba ahalisi, bilhassa büyük liman şehirlerinde ya yabancıydı, yahut gayri müslim tebaa, Rumlar Ermeniler gibi. Bunlar o zamana kadar, heyet-i siyasiyenin bilcümle haklarına sahip birer üyesi sayılmazlardı. Oysa dünyanın bütün ülkelerinde meşrutî taleplerin başlıca muharriki ve «burjuva» hürriyetlerinin savunucusu bağımsız orta sınıf yani burjuvazi olmuştur. Kaldı ki Türk olmayan (bilhassa Hıristiyan) bir azınlığın mevcudiyeti, İntelijansiyayı haklı veya haksız yeni devletle kader birliği yapmağa zorluyordu. Sanılıyordu ki, bu azınlıklar, devletin otoritesi hatta ülkenin bütünlüğü için tehlikeli emeller gütmektedir.
Ayrıca aydın Türkler arasında da herhangi bir muhalefet belirmediğini sanmak yanlış olur. Bilhassa İstanbul da, Avrupa düşünceleriyle beslenmiş ve çok defa komitenin gadrine uğramış hatırı sayılır Türk aydınları vardı. Bunlar gittikçe sesini yükselten ciddi bir muhalefet oluşturdular: «Hürriyet ve İtilaf.» Bu liberal fırkanın üyeleri, emlak sahipleri, avukatlar edebiyatçılar serbest meslekten kimselerdi. Bu partiyi tutanlar, bir yandan gayri müslim intelijansiya (gölge düşürücü bir destek) bir yandan da Türkiyede çok kalabalık olan Arnavutlardı (Arnavutlar ya çorak dağlarını, kısmetlerini başka yerde aramak için terk etmiş, ya Arnavutluk'ta ki çiftliklerini bırakıp Türkiye'ye gelmişlerdi). Arnavutlar umumiyetle girişken, gözünü budaktan esirgemez insanlardı. Aralarında bir çok memurlar zabitler vardı. Abdülhamid onlara daima iyi davranmıştı
Ayrıntılı bilgi için: www.cemilmeric.net
CEMİL MERİÇ'İN HALEN SATIŞTA OLAN KİTAPLARI
Jurnal
Jurnal 2
Mağaradakiler
Kırk Ambar / Cilt 1 / Rümuz-ül Edeb
Kırk Ambar / Cilt 2 / Rümuz-ül Edeb
Mağaradakiler
Sosyoloji Notları ve Konferanslar
haber7
Büyük Türk düşünürü Cemil Meriç bugün 90 yaşına bastı. Kendisini saygıyla anarken onun kaleminden bir facia öyküsü anlatacagız.
Öykü hayli tanıdık gelecek. Niyenin cevabı sizde ?
Cemil Meriç'in doğumunun 90. Yılı nedeniyle yarın önemli bir etkinlik gerçekleştirilecek. Boğaziçi Üniversitesi Tarih Araştırma Komisyonu (BÜTAK) Cemil Meriç konulu bir panel düzenliyor.
Panel 13 aralık Çarşamba, saat 16 00-18 00 arasında, Boğaziçi Üniversitesi, Güney kampüsü, İbrahim Bodur Konferans Salonunda yapılacak.
Programa Dücane Cündioğlu konuşmacı olarak katılacak. Ümit Meriç`in de katılacağı panelde davetliler, Cemil Meriç`in son günlerinde TRT tarafından çekilen belgeseli izleyebilecekler.
Büyük fikir adamını saygı ile anarken onunla ilgili tüm bilgilere www.cemilmeric.net sitesinden ulaşabileceğini ve bu adresten tüm kitaplarından önemli pasajlar okuyabileceğinizi hatırlatıyoruz.
Yine büyük üstadı anmışken onun gölgede kalmış bir eseriden ilginç bir pasaj sunarak, bu ülkenin gerçeklerinin ne kadar değiştiğinin analizini sizlere bırakıyoruz.
Bir Facianın Hikayesi
En son 1981 yılında Umran yayınları tarafından basılmıştır....
Kitaptan Bir Parça
1908 - 1918 BUHRANI İMPARATORLUÐUN ÇÖKÜŞÜ
Amca ile Yeğen
1008 deyiz. Abdülhamid 30 yıldan beri imparatorluğun başındadır. Ve bütün devre damgasını vurmuştur. Ayırıcı vasfı : Mahmud'dan ve 1841 den beri yeni bir düzene sokulan ananevi iktidar tarafından takip edilen siyasetin klasik bir temsilcisi olmak. Kazaya rıza politikası diyeceksiniz. Belki, ama bir hayatını sürdürme, bir direnme politikası da. Padişah başka ne yapabilirdi? İdarenin gemlerini bir an elinden kaçırdığı için devlet bu hallere düşmüştü. Manzara ortadaydı. Midhat Paşa ve yandaşlarından nefret ediyordu dikbaşlı ve maceracıydılar. «Siyasi intelijensiya» ne bahasına olursa olsun «zafer» diyordu. Padişah bu intelijansiyanın arzularına karşı koyamadığı, onu dizginlemeye cesaret edemediği için kendi kendine kızıyordu. «Böyle yapmamalıydım» dedikçe kini bir kat daha alevleniyordu. Gerçek şu ki, «Kanûn-i esasi'nin babası» diye adlandırılan Midhat Paşaya beslediği düşmanlığın asıl kaynağı hukuk-u şahaneyi sınırlamaya yeltenmesinden fazla kendi cesaretsizliği. Evet, Mithat iki padişahı tahttan indirmişti ama Abdülhamid'in bir türlü sönmeyen kini alaşağı edilme endişesinden ziyade kendi kendini suçlamasından ileri geliyordu. Filhakika, Murad rızasıyla halledilmişti ve bundan yararlanan da kendi olmuştu. Ama bu hatıralardan da rahatsız olmuyor değildi. Bilhassa amcası Abdülaziz'i unutamıyordu bir türlü.
«Adamsendeciliğinin», nazırlarına körü körüne itaat etmesinin kurbanı olmuştu.
Esasen Abdülhamid, mizaç bakımından amcasının taban tabana zıddıdır. Evvela vücutça : Abdülaziz uzun boylu, şişman, gözleri parlak, alnı dar, kanlı canlı bir zat; Abdülhamid, aşağı yukarı kısa boylu, sıska ve biraz kambur. Teni esmere yakın, kocaman bir burun, derin göz çukurlarında kaybolan gözler. Amca zevklerinde aşırı, yeğen kanaatkar ve nefsine hâkim. Manevi bakımdan da tam bir zıddiyet : Abdülaziz padişahlık görevini ihmal etmişti. Abdülhamid lüzumundan fazla padişahtı. Yegâne karar mercii kendisiydi. Bütün işler Yıldız Sarayında çözümlenir, bütün pazarlıklar orada yapılırdı. Bitmez muhabereler yüzünden kendini de tüketir, kâtiplerin de canına okurdu. Abdülaziz, deminde söyledik, herkese güvenirdi. Abdülhamid'in kimseye itimadı yoktu. Başbaşa verip kazan kaynatmasınlar, fesat çıkarmasınlar diye nazırlarını gözünün önünden ayırmaz, onları sadık birer bende haline getirmek isterdi. Abdülaziz sabırsızdı. Devlet işlerinden söz açan başvekilini sonuna kadar dinlemez, hiçbir şeyi nihayetine kadar okumazdı, hatta methiyeleri bile. Abdülhamid herşeyi okurdu : Bütün mektupları, bütün jurnalleri, liberal Avrupa basınının aleyhinde döktürdüğü en zehirli hiviclere varıncaya kadar eline geçen herşeyi, hem de tek satır atlamadan okurdu. Vatanperverlerin yazdıkları da caba. Yüzde yüz inanmıştı ki, devlet ellerine tevdi edilen mukaddes bir emanettir. Başlıca vazifesi : emaneti olduğu gibi muhafaza etmek ve gelecek nesillere hesap vermektir. Bu görevi yerine getirirken milletin de yardımcı olmasını istiyor, ama nasıl yardım edeceğini kendi tayin etmeli. Unutmak mümkün müydü? Türk intelijansi\a-sı başı boş bırakılınca gemi azıya almış, vatanperverliği yüzünden ihtiyatsızlığa sürüklenmiş, memleketi de felakete atmıştı. Üstelik, Abdülhamid sessizliğe de aşıktı, her patırtıya, her gürültülü nümayişe düşmandı, adeta mara-zi bir düşmanlık. Bu ruh haleti yüzünden liberal metotları, meşrutiyetçiliği büsbütün sevimsiz buluyordu.
Kısaca, dahilde mutlak otorite peşindeydi. Yıllarla daha- da güçlenen bir tutku Matbuata intişardan önce sansür konacak, gazeteler zamanla resmi haberlerin yayıcısı olacak, Zât'ı Şahane ile hükümetini övücüsü durumuna düşecektir. Roman, tiyatro, dış dünyadan haberler, herşey sansürden geçirilmekte, rejim aleyhinde yorumlanabilecek en küçük bir imaya izin verilmemektedir. Toplantılar yasak, demekler kontrole tabi İstanbul’u hafiyeler sarmış. Saraya jurnaller yağıyor. Hepsi de, birbirinden daha endişe verici haberlerle dolu.
Şahane Münzevi
Saltanat yılları uzadıkça hükümdar. Yıldız Köşkü'ne daha çok kapanıyor. Bir tepede kâin olan bu saray, selefinin oturduğu Dolma Bahçe'den daha kolay korunabilir. Nadiren çıkıyor saraydan, sonraları aşağı yukarı hiç çıkmıyor. Cuma namazlarını Saray-ı Hümayun'a 300 metre ötede bir camide kılmaya başlıyor. Namaza arabayla gitmektedir. Önünde askerler, çevresinde muhafızlar ve saray erkânı.
Bu ihtiyarî inziva, şahane münzeviyi bir nevi umacı, bir nevi korkuluk haline sokmuştur. Evet, insanî zaaflarını gizlemiştir ama meziyetlerine, kabiliyetlerine de gölge düşürmüştür. Kendi kendime sormuşumdur : «Acaba bu davranış korku kadar bir hesaba da mı dayanıyordu? Samimiyet hiçbir ülkede doğuda olduğu kadar saygısızlığı körüklemez. Hiçbir ülkede sükût bilgelik alâmeti sayılamaz.
Nezaket doğudaki kadar kısır, babacanlık, doğudaki kadar tehlikeli değildir. Orada hükümdar, milletine serbestçe ve sık sık gösteremez kendini; meğer ki sert, hatta insafsız davransın. En küçük vesilelerle izhar-ı zulm etmekten çekinmesin. Yoksa tebasının itaat ve saygısını çabucak kaybeder.»
Oysa Abdülhamid katiyyen zalim değildi. Adına ve hatırasına eklenen «Kızıl Sultan» lâkabı tarihin en büyük yalanı. Boğdurulup yokedilen devrimci talebeler masalı yalan, çuvallara dikilip Boğaz'ın sularına atılan saraylı kadınlar hikâyesi yalan! Tam tersine... Abdülhamid şiddetten nefret ederdi. Tahammül edemezdi kan akmasına, maddî eza duyardı. Nefret ederdi darağacından. Affetme selahiyetini her vesileyle kullanırdı. Hatta suistimal ederdi. Nizamî muhakeme tarafından verilen idam hükümlerinin hemen hepsi otomatik olarak sürgüne tahvil edilirdi. Siyasî hasımlarına karşı başlıca silahı sürgündü. Ustaca derecelendirilmiş bir sürgün : Yemen veya Fizan'da göz altında bulundurulmaktan tutunda Payitahttan az veya çok uzak vilayet veya kazalarda valilik veya kaymakamlığa kadar. Sürgüne yollanılan maaş alır, iaşe ve ibatesi temin edilir ve daima payitahta dönmek ümidini muhafaza ederdi. Çok defa efendi olarak gidilir, bey olarak dönülür, paşa olarak dönülürdü. Belki bu da bir hesaba dayanıyordu.
Abdülhamid'in ayırıcı vasfı trimetrik (düzenleyici) olmaktır, kombinezonlara bayılır, kesin çözümlemelerden hoşlanmaz. Hiçbir bağlılığı önceden reddetmez, sönmez bir kin tutuşturmak istemez. Şiarı : korksunlar ama nefret etmesinler. Bir kelimeyle faydacı ve şüpheci. Ne var ki, bu vasıflarının altında hakşinas ve âdil bir hükümdar saklıdır. Tebalarının —siyasî olması da— medenî haklarına saygılı herkesin mülkiyet hukukuna riayetkar bir padişah. Uzun süren saltanatı boyunca, makamından faydalanarak meşru olmayan bir kazanç elde etmeğe kalkıştığı veya birinin rızası hilafına ve kanunî bir tazminat ödemeden malını gaspettiği görülmemiştir. Demek ki, munsif ve âdil oluşunu sadece hesaba ve sadece politikaya atfetmek doğru olmaz.
Avrupa Konseri
Bir kere buhran atlatılıp da gereken fedakârlıklar yapılınca, padişah «Avrupa Konseri» denilen teşekkülün ne menem şey olduğunu ve ona karşı nasıl davranmak lazım geldiğini anlamakta gecikmedi. Üyeler arasında düşünce birliği olmadıkça bir devletler topluluğu iş göremez. Cemi-yet-i Akvam'ın başlıca üyeleri, Fransa ile İngiltere iken, Fransa ile İngiltere'nin ittifak halinde oldukları bütün konular da hakim-i mutlaktı bu cemiyet. Birleşmiş Milletler ise ABD ve SSCB hiç bir meselede anlaşmadığı için iş görememektedir. Onların öncüsü olan «Avrupa Konseri» de hiç bir noktada birleşemiyordu. Avrupa Konseri dünya hâkimiyetini ele geçirmek emelindeydi. Her devlet bu amacı takip ederken, öteki devletleri mümkün olduğu kadar tedirgin etmemeye, önüne geçilmez ihtilaflara yol açmamaya çalışıyordu. Hepsi de toprak arzularını sınırlamak kararındaydı. Bu karar Rusya ile hem hudut ülkeler ve bilhassa Çin ve Türkiye için daha da geçerliydi. Bıktırıncaya kadar tekrarlanan meşhur «statüko» tamamiyet-i mülkiye» tekerlemelerinin mânâsı buydu. Devletlerin üzerinde anlaştıkları tek nokta, ticaret ve sanayie açık kapı bırakmak, Türkiye'de ve İran'da «kapitüler» rejimi, Çin'de ise «imtiyazlar» rejimini sürdürmekti. Bu devletler, eski rakiplerin yerini alarak, kendilerini Avrupa Türkiyesinden kalan toprakların tabiî varisi saydıkları zaman durum gerçekten vahamet kazandı.
Avrupa topluluğunun ayak ta durduğu XIX. asrın son 25 yılı yerinden oynamayan bu kaypak zeminde Abdülhamid devlet gemisini büyük bir ustalıkla yönetti. İtle dalaş-maktansa çalıyı dolaşmayı tercih etti. Daima uzlaşıcı, daima mümkün olan tavizleri vermeye hazırdı... Ancak tamamiyet-i mülkiye tehlikeye düşünce karşı koyar gibi davrandı. 1885 de Bulgar Prensliği Şarkî Romanya adı verilen Fi-lipoli Eyaleti'ni ilhak edince müdahale etmedi. Berlin muahedesi'nden beri zaten İstanbul'a bağlı değildi burası. Aynı yıl, Sırplar Bulgaristan'a savaş açıp yenilince yine ses çıkarmadı. Yalnızca bir kere, 1898 de, Avrupa'nın şımarık çocuğu Yunanistan, Girit'i' ilhak etmeye kınca kınından çıkardı kılıcını: Teselya Savaşı, Türk Ordusu zafer kazandı ve sultan geçici bir zaman için halkın sevgisiyle kuşatıldı.
Abdülhamid Olmasaydı..
1877-1878 Savaşı Abdülhamid'i vahim bir durumla gerçek bir çöküşle karşı karşıya getirmiştir; yeni baştan derlenip toparlanmak, iktidarı ayakta tutmak için büyük bir cesarete, azimkârlığa ve dirayete ihtiyaç vardı. İngiliz tarihçisi Medlicott, «Berlin Kongresi ve Sonrası» adlı eserinde şöyle yazar •. O kadar zeki ve hamiyetli genç bir padişaha sahip olmasaydı, Devlet-i Aliye büyük bir ihtimalle param parça olurdu. Toprakları insafsızca elinden alınmıştı, Rus askerlerinin ve onların kışkırttığı Slav halkının zulmünden kaçan bir sürü müslüman muhacir akın etmişti İstanbul'a. Bu felaketler yetmiyormuş gibi malî buhran gittikçe korkunçlaşıyordu. Hemen hemen boş olan devlet hazinesine Berlin Muahedesi, Rusya'ya tazminat-ı harbiye ödemek gibi bir mecburiyet yüklemişti Nisbi bir denge sağlamak için yıllarca zamana ihtiyaç vardı. Padişah bu işe adadı kendini, adadı ama gayretleri iki taarruzla engellendi. Şark Buhranının bir nevi harman sonu ganimeti:
Fransa 1882 de Tunus'u gaspetti. İngiltere Mısır'ı işgal etti.
Bu «kibarca» davranışları mümkün kılan, Tunus'un da, Mısır'ın da merkezden uzak olması; Rusya bana da yok mu diyemiyecekti. Allah için şurasını da söyleyelim : Berlin Kongresinde Türkiye çıkarları fazla gözetilmemiş de olsa Rusya'nın çok kârlı çıkmamasına dikkat edilmişti.
Avrupa Türkiye'sinde bağımsız veya yarı-bağımsız kalan devletler zinciri (Romanya, Bulgaristan, Sırbistan) yaratmak, Rusya'nın açık denize ve İstanbul'a ilerlemesini durduracak bir engel yaratmak demekti. Nitekim, Ruslar da kızmış, faka bastıklarını anlamışlardı. Bir Alman prensinin vesayetine terkedilen Bulgarlar bu vesayetten kurtulmaya can atıyor. Batı devletleriyle Avusturya'nın kendilerine destek olmasını istiyorlardı. Sırbistan ve Karadağ, daha çok Rusya'ya bağlı idi. Ne var ki, coğrafi bakımdan Bizans'a giden yol üzerinde değillerdi. Romanya ise siyasi bakımdan Almanya’nın parçasıydı, kültür bakımından Fransa'nın. Bölge diplomasisinin bütün imkânlarını sunuyordu bu ülkeler. Padişah bu imkanlardan ustaca faydalanacaktı. 26 sene büyük devletlerle oynayacağı kumar da koz olarak kullanacaktı onları. Balkan devletleri, o zamanlar Avrupa Türkiyesi denilen kara parçasının merkezine yani Makedonya'ya hep birden göz dikinceye kadar padişahın işine yaramıştı.
Kaleyi İçten Fethetmek
Çetin ve sıkıntılı bir politika, karşıdakiler iki yüzlü, içten pazarlıklı ve netice olarak ne yapacağı belirsiz kimseler. Demin de arzettik, devletler paylaşmaktan vaz geçmişlerdir şimdilik. Ama «Konser»in hasbî çabalarına rağmen imparatorluğu paylaşmak zaruri ve kabil-i tatbik olursa, hepsi de o gün için silâhlı olmak, müsaid durumda bulunmak istemektedir. Hepsi de bir yolunu bulup işe karışmak kararında. Bunun için de, imparatorluk topraklarında «kendine bağlı» adamlar peydah etmeye çalışıyor. Bu niyet tabii olarak endişeler, karışıklıklar, sürtüşmeler yaratacaktı. Devletler suret-i haktan görünüp «medeniyet ve barış» adına bu çatışmaları önlemek istiyorlar güya. Avusturya katolik Arnavutların arkasında, Fransa Lübnan Ma-runilerinin ve bir parça da doğu katoliklerinin. İngiltere, şeyhleri ve daha ılımlı olarak Dürzileri destekliyor. Ruslar, Ermenilerin koruyucusu. Çünkü artık Ortodokslarla uğraşmak gibi bir bahaneleri kalmamış. Bağımsız bir YunanDev-leti kurulmuş, başına Danimarkalı bir kral geçmiştir. Şu veya bu topluluğa arka çıkmayan tek devlet galiba Almanya. Osmanlı ricaline şirin görünmesi bundan. Padişah nez-dindeki itibarını da bununla izah edebiliriz. Herkesin ağzında bir «Islahat» teranesi, hem de tek değil bir çok Islahat söz konusu.
Hiçbir zaman bu kadar Islahat lafı edilmemiştir. Bilen de bilmeyen de «böyle yapmamalıydınız» diyor; herkesin reçetesi elinde. İstiyor ki padişah yalnız kendi reçetesini kabul etsin ve uygulasın. Ne var ki, bütün bu hayır sahiplerinin unuttukları bir nokta var: Devlet-i Aliye bu reçeteleri tatbik edemez. Edemez çünkü daha önce mahallî sanayiin verimini arttırmak, iktisadî bir altyapı kurmak, mübadeleyi kolaylaştıracak yolları inşa etmek ve böylece hem, refahı, hem de huzuru sağlamak lazım.
Servet artacak, sürtüşmeler azalacak, idare kolaylaşacaktı. Oysa yukarda da anlattım: ekonomi her gün biraz daha bozuluyor, vergi sistemi idarenin gündelik ihtiyaçlarını karşılayacak, memurların maaşını ödeyecek, orduyu besleyecek parayı bile sağlamaktan âciz. Devlet-i Aliye (Rusya ile hem hudut ülkelerin hepsi de ona benzer ya...) Avrupa ticaret ve sanayiinin «özel bir avlanma yeri» haline gelmiştir. Türklere düşen iş de «saydıgâh»in bekçiliğini ve jandarmalığını yapmak. Kalkmış ona «görevini yapmıyorsun» diyorlar, ama daha iyi yapması için gereken imkânları sağladıkları yok. Belki de, günün birinde, «Bunun meşru sahibi benim» diye hak iddia etmeye kalkmasından korkmaktadırlar. Hazine tamtakır, maaşlar ödenmiyor... Yüzüstü bırakılan gemiler Haliç'de çürümektedir. O canım ordunun üstü başı perişan, yalnız Yıldız'da vazifeli birkaç alayın üniformaları şaşaalı. Teçhizat kiyafetsiz.
İstikrazlar
Bir Heyet-i Vükela toplantısında tutulan zabıt (ki sadrazam Said Paşa'nın hatıralarında yer almıştır) ülkenin malî durumunu keskin bir ışıkla aydınlatmaktadır. Toplantı 1902 de vukubulmuştur. Gayesi : bütçenin yürekler acısı haline bir çare bulmak için alınması gereken tedbirleri müzakere etmek. Vekillerin ileri sürdüğü mütalalar birer ehliyetsizlik şaheseri. Bir çokları «Ben anlamam bu işten» deyip çıkıyor, ötekiler beylik bir iki lakırdı kekeliyor. Yalnız Hariciye Nazırı ile Evkaf Nazırı, çekine çekine, dış istikraza baş vurmaktan söz ediyor. Çünkü herkes padişahın bu çareden hoşlanmayacağını bilmektedir.
Abdülaziz'in zaman-ı saltanatından aldığı bir ders de bu, Abdülhamid'in. Filhakika tahta çıktığı zaman, Devlet-i Aliye yabancı ülkelere 300 milyon Sterling'e yakın bir borç altındaydı. Gerçi bu paranın yalnız yarısını almıştık ama vadesi olan borçları ödemek için devlet gelirlerinin bütününü bu işe ayırmak lazım gelecekti.. Tam bir rezalet.. Dürüst bir insan olan yeni padişah, tekrar böyle bir vaziyetin tahaddüs etmesini istemiyor, istikrazdan vebadan korkar gibi korkuyordu. Çünkü 1882 de senet hamilleriyle bir anlaşmaya varılmıştı. Yılda 25 milyon sterlin ödeyecekti. Ne var ki bu şartları kabul ettirmek için yeni bir ipoteğe rıza göstermek lazımdı, devletin hükümdarlığını daha da zedeleyen bir ipoteğe, Payitahtda yabancı bir idare (Düyunu Umumiye) kuruluyordu, bütün eyaletlere dalbudak saran bir idare. Belli resimleri o toplayacak, topladığı parayı hak sahiplerine o dağıtacaktı, insaflı olmak için şurasını da ekleyelim, idarenin gerek memlekete gerek devlete bazı faydaları oldu: Balıkçılığı, ipek böcekçiliğini geliştirdi, şark tütünlerinin ihracını kolaylaştırdı. Ödemelerindeki intizam mevcudiyetinden doğan garantiyle devlete yeniden itibar kazandırdı. Ama sağlanan bu istikraz imkanlarından, padişah ancak zaruret hasıl olunca ve aşırı bir ihtiyatla faydalanmaya karar vermişti.
1882 den tahdan indiriliş tarihi olan 1908'e kadar gecen 26 sene zarfında ülke nice siyasi buhranlara, hudut eyaletlerinde ayaklanmalara, bir cok kısmı seferberliklere, bir gerçek savaşa şahid olmuşken, borçlar cüz'i bir artış kaydetmiş, 130 milyondan 150 milyona çıkmıştır. İdarenin illallah dedirten sonu gelmez mali güçlükleri düşünülürse, sadece yabancı ipoteği biraz daha ağırlaştırmamak için daima elinin altında bulunan bir kaynaktan faydalanmayı reddeden, aleyhinde o kadar atılmış-tutulmuş bir padişahın gösterdiği hamiyeti takdir etmemek mümkün değildir. Bundan, büyük bir feragat, bundan yüce bir vatanperverlik düşünülebilir mi? Padişah, kişi olarak da kendini kıt kanaat yaşamaya mahkum etti. Saltanatı boyunca tek pahalı, tek debdebeli saray kurulmadı. Boğaziçi'nin bütün ihtişamlı saraylarını selefleri inşa ettiler. Abdülhamid bunlara, bina olarak, Yıldız çevresinde bir kac boyalı baraka ile deniz kenarında bir kaç köşk ilave etti, o kadar. Bu köşkleri kızları ve damatları için yaptırıyordu. Oysa zaman-ı saltanatında gerek İstanbul da gerekse taşrada adını taşıyan nice hastaneler, nice mektepler inşa edildi.
Batılaşma Hızlanıyor
XIX. asrın başlarından itibaren, Doğu'da ve bilhassa Müslüman Doğu'da kendini hissettiren Batı tesirinin bu dönemde inkıta’a uğradığını sanmak büyük hatâ olur. Tam tersine, bu tesirin iktisadî tepkileri günden güne artmıştır Yabancı sermaye artık devlet istikrazı şeklinde değil, diplomasinin himaye ettiği özel yatırımlar halinde ülkeyi işgal etmiş, mübadele genişlemiş ve mahallî ekonomiyi felce uğratmıştır. Beyoğlu ve Galata'da İzmir'in Frenk mahallesinde küçük küçük Şanghay'lar gelişmiştir zamanla... Buralardaki Hıristiyan ve yabancı burjuvazi her gecen gün biraz daha zenginleşmiştir. Avrupa tesirinin bir başka tecellisi olan idarî Islahat başka bir deyişle «Tanzimat» vetiresine gelince o da yavaşlamamış, hatta hızlanmıştır. Padişah, idare cihazını sadeleştirmek gibi bir politikaya yanaşmamıştı hiç. Saltanatı boyunca mevzuatın «laikleşmesi» Avrupalılaşması devam eder. «Mecelle»nin son kitapları tatbik mevkiine girmiş, hukuk mahkemelerinin sayısı da salahiyeti de artmış, seri mahkemelerin salahiyetleri ise bir kat daha kısıtlanmıştır. Yeni mektepler açılmış, gerek talebelerin gerekse mezunların sayısı çoğalmıştır. Mekteb-i Harbiye'nin talebe mevcudu büyük artış kaydetmiştir: Abdülhamid saltanatının başlarında 50 zabit mezun olurken, son on yılında 700 zabit mezun olmaya başlamıştır. İdare cihazı —bilhassa yabancı müdahalenin kendini şiddetle hissettirdiği bazı vilayetlerde— giriftleşmekte ve gelişmektedir. Memur ve personel sayısı kabardıkça kabarmaktadır. Hür düşünceye, serbest münakaşaya muhalif olduğu halde, Abdülhamid idaresi ilme ve Batı metodlarına itibar etmekten geri kalmamıştır: Anlamıştır ki —hiç değilse politika alanında— ilim demek, şer'i ilimler demek değilse artık. İlim din dışıdır ve Batı kaynaklıdır. Okumak demek, Batılılaşmak demek...
Abdülhamid, gerek merkezdeki gerek eyaletlerdeki idare cihazını İslah etmek için, Avrupa ilimlerine sürtünmüş, Avrupa metodlarmı uygulayacak ehliyette tebalar yetiştirecek mekteplere ihtiyacı olduğunu bilmektedir. Ama okuyanlar Halifeye karşı sadakatlerini de muhafaza etmeliydiler. Bunun için mekteplerde islam akaidi de telkin edilmeli yani dini ibadetler unutulmamalıdır... Abdülhamid idarede teokrasinin dış şekillerini muhafaza etmeğe çalışır. Polisin görevi dinin emirlerine riayet edilmesini sağlamak. Ama bu meselenin halli de, yukarda bahsettiğimiz mali meselelerin halli gibi, hemen hemen imkansız. Memur ve zabit çevrelerinde, intelijansiyaya Tanzimatın başlarından beri öylesine bir şüphecilik, öylesine bir kayıtsızlık gelişmiştir ki Padişahın derpiş ettiği tedbirler ciddi bir netice sağlayamamaktadır. Abdülhamid'in büyük meblağlar harcayarak ayakta tuttuğu mekteplerden çıkanlar, niçin saklamalı büyük çoğunluk bu mektepleri ayakta tutan ve çok defa bizzat kuran hükümdara düşmandırlar. Şunu da unutmamalıyız, bu nesil ittihad ve Terakkinin parlamentoda çevireceği dolapları nasıl bilebilirdi. Onun için Mithad'ın Anayasasına inanıyordu, o anayasa ki melun eller tarafından daha tomurcukken boğulmamış olsa altın meyveler verecekti. İntelijansiya nesli için Meşrutiyet bir devayı küldür, Anayasa, bütün güçlükleri yok edecek, bütün tehlikeleri aştıracak bir tılsım.
Yabancı ülkelerde ikametin bendelerinin sadakati için ne kadar tehlikeli olduğunu bilen padişah, seyahatleri yasak eder, hiç değilse engeller çıkarır. Avrupa’ya talebe gönderilmez olur. Böylece 1883 den beri süregelen bir gelenek inkıta’a uğrar. Ama bu tedbir büyük bir işe yaramaz; Batı düşünceleriyle temas etmek için Avrupa'ya gitmek şart değildir. Batı düşüncesi günden güne artan bir hızla dalga dalga yayılır ülkeye. Yabancı dillerin öğretilmesi de bu istilayı kolaylaştırır. (Abdülhamid'in saltanatı zamanında daha cok Fransızca rağbettedir.)
Mürebbiyeler
Filhakika bu devir aynı zamanda bir mürebbiyeler saltanatı devridir. Ayda 600 (veya daha fazla) frank geliri olan her memur, bu paranın birkaç altınını ayırıp, evinde yabancı bir mürebbiye bulundurmayı vazife sayar.
(Fransız, İsviçreli, bazen Alman ve çok nadir olarak İngiliz bir ilk mektep muallimesi). Mürebbiyeler üşüşür memlekete, gerçek bir istiladır bu. «Öğretmen hanımlarımız» in bilgileri kıttır, öğretme kabiliyeti dersen hak getire. Çok defa yaptıkları iş öğrencilerine ana dillerini o da şöyle böyle öğretmekten ibaret. O dönemin İstanbulunda umumiyetle bu dil Fransızcadır. Çünkü yukarda da işaret ettik. İstila ordusunun en büyük bölümünü Fransızlar ve Fransızca konuşan İsviçreliler teşkil ediyordu. Gerçi yabancı mektepler de bir hayli boldu ama pek etkili olmadılar. Umumiyetle Türkler devam etmiyordu bu okullara.
Liberal Basın
Devir o devirdi ki, Avrupa'da burjuva sınıfları tarafından yönetilen ve düzenlenen meşrutî hükümetler iktidarlarının zirvesine ulaşmışlardı. İktisadî liberalizm parlak zaferlerini yaşıyor; liberal ve fran-mason bütün bir edebiyat bu başarıları dünyaya örnek diye sunuyor, düşüncelerini yaymak için hakiki bir haçlı savaşı açıyordu. Fransız basını ve edebiyatı bu savaşın en müessir kuvvetleri, çünkü Fransa, ölümsüz prensiplerin, insan ve vatandaş hakları beyannamesinin vatanıdır. Felakete bakın ki, talihsiz padişahın ülkesinde en yaygın dil de Fransızca. Bu edebiyat; yabancı postalar kanalıyla dalga dalga boşalır Türkiye'ye. Yabancı postaların dokunmazlığı vardır, yerli polis kontrol edemez. Yabancı neşriyat yaydığı haberlerle, Şark Meselesi üzerine döktürdüğü makalelerle (bu makaleler hemen hemen daima aleyhimizdeydi) padişahı küçük düşürüyor. Türk okuyucuları nezdinde itibarını zedeliyordu. Sonunda hükümdarın memur ve zabitleri, efendilerini, Avrupa efkârı umumiyesinin düşmanca gözleriyle görmeğe başladılar. Padişah 1883 de ihdas edilen sansürle yerli basının ağzını sıkı sıkıya kapamıştı. Şimdi bu tedbir kendi aleyhine dönüyordu. Abdülhamid sessizliğe aşıktı, gürültü, patırtıdan, nümayişten nefret ederdi, adeta marazî bir nefret. Ama dışardan gelen bozguncu sesleri de susturamıyordu. Oysa insiyakî nefretini dizginlemesi lazımdı. Davasını müdafaa etmek, Avrupa'nın ithamlarında ne kadar haksız, iddialarında ne kadar mesnetsiz olduğunu ispat etmek (bu onun için gayet kolaydı) ülkesinin çıkarlarını korumak amacıyla nasıl didindiğini, ne cansiperane gayretler harcadığını göstermek için kendi basının sütunlarından faydalanabilirdi.
İntelijansiyanın Kaygısı
Bir bedbinlik havası esiyordu ülkede. Padişah, düşmanlarının yarattığı bu havayı maâkui bir nikbinliğe çevirmeğe, gönül ve kafaya seslenen delillerle temellendirilmiş bir güven havasıyla yok etmeye çalışmalıydı. Heyhat... Besleme kalemşörlerin yavan, basmakalıp methiyeleriyle yetinmek gafletinde bulundu. Oysa bu yaveler okuyucuyu zerre kadar etkilemiyordu, hem de hitap ettiği kitle Bab-ı Ali bendegânı, memurlar, zabitler gibi hepsi de intelijansiyanın üyesi yani aydınlar, çeyrek aydınlar olduğu halde, Yabanaı basının, yabancı neşriyatın hücumları cevapsız kalıyordu İntelijansiya, itiraz edilmediğini görerek, sonunda, Batının ileri sürdüğü bütün tenkitleri benimsedi; padişah, ülkesinin içinde bulunduğu tehlikelere milletin sefaletine aldırmıyordu demek. Demek ki canını kurtarmaktan, sarayını düşünmekten başka kaygusu yoktu. Yaygınlaşan böyle bir kanaatin ülke için ne zararlı neticeler doğuracağını tahmin etmek güç değildir. Otoriter bir rejim sadece polis baskısıyla, sadece idarî zorlamalarla ayakta duramaz. Güveni sağlayacak, yöneticilere sevgi telkin edecek bir propagandaya da ihtiyacı vardır. Rejimin sağlamlığını yapan da bu ölçü, daha doğrusu nisbet (dozaj). Ne yazık-ki rejim bu dozaj işini hiç de iyi ayarlamamıştır. Başka bir deyişle Abdülhamid o devirde «münevver» Türklerin büyük ekseriyetini teşkil eden saray bendegânına, kendileri taşıyan güven duygusunu telkin edememiştir. Bir kelimeyle bendegân, mevkiinden ve şahsî avantajlarından emin değildir. Endişeleri sadece hamiyetlerinden ileri gelmiyor, ekmek kapıları olan sarayın yıkılmasından da korkuyorlar; ya artık maaş alamazlarsa... Bu huzursuzluğun sorumlusu, padişahın siyasetidir onlara göre. Rejim için çok tehlikeli bir inanç, hele idarenin dizginlerini elinde tutan ordunun kadrosunu teşkil eden bütün bir sınıf bu inancı paylaşırsa, yarattığı tepkiler büsbütün korkunç olabilir. 8ir sonraki nesil, Kemalist rejimi kuran nesil, Kemalist rejimin dış dünyadaki itibarına bakarak, idarenin sağlamlığına inanacak ve böyle bir tehlikeyi mühimsemeyecektir.
Müslüman Halk
Biz Abdülhamid devrine dönelim, bendeğanın endişesi de, öfkesi de gün geçtikçe çoğala dursun, müslüman halk, yani saray tarafından beslenmeyen, sarayı besleyen müslüman halk, hiç de bendeğan gibi düşünmüyordu... Onlar hükümdarın şahsına bağlıydılar hep. Halifeye sadakatleri sonsuzdu Dünya işlerinden habersiz oldukları için, İslâm dünyasının karşı karşıya bulunduğu tehlikeleri göremiyorlardı. Tahtın babadan kalma ihtişamı, Şa'şaalı merasimler, Halifenin fazilet ve azametini sergileyen Cuma ve Bayram namazları, her zamanki gibi büyütüyordu onları. Münevver Türkler, saray bendegânı, Hıristiyan Batının inkâr kabul etmez üstünlüğü önünde apışıp kalmış, küçüklük duygusuna kapılmışlardı. Halk yabancıydı bu duyguya, cedlerinin gururu yaşıyordu onda. İnanıyordu ki, İslâmiyet müslümanlara, gayri müslüm tebaya kıyasla sonsuz bir üstünlük bahsetmiştir. Kaldı ki, yoksulluğu da, yan tutan bir basın ve yayının diline doladığı kadar ağır değildir hakikatte. İstanbullular askere alınmaz. İstanbul'da hayat kolaydır. Çünkü orada da başka büyük şehirlerde olduğu gibi, padişah hayat pahalılığını önlemeye çalışır. Taşrada ve köylerde askerlik bir felaket, ama vergiler kalu belâdan beri hep aynı vergiler, halk bunlara alışık ve zaten çok ağır da değiller. Netice olarak, Abdülhamid'in sükûtunu hazırlayan ve önüne geçilmez hale getiren, halkın memnuniyetsizliğinden çok bendeğanın endişesi olmuştur.
1908 - 1918 BUHRANI İMPARATORLUÐUN ÇÖKÜŞÜ
Balkan Gailesi
Abdülhamid saltanatının son yılları yeni bir olayla büsbütün içinden çıkılmaz hâle gelir. Bu olay şudur : Berlin muahedesi ile gerçekleşen Avrupa Türkiyesinin paylaşılması sonunda Balkan devletleri sahneye çıkmış, veya güç kazanmışlardır sadece. Bu devletler Avrupa Türkiye-sinde kalan topraklar üzerinde hak iddia etmektedirler. Göz diktikleri, daha çok, Makedonya. (Rumelinin merkezî kısmı olan bu bölgenin ahalisi çeşitli kavimlerdendir : Türkler, Bulgarlar, Rumlar, Sırplar). Bunun içinde Yunanistan da, Bulgaristan da, Sırbistan da, Makedonya da karışıklık çıkarmakta içeriye soktukları silâhlı çeteler vasıtasıyla Türk köylerini haraca kesmektedirler. Bu çeteler, kendi soylarından köylüler tarafından korunmaktadır. Bu köylere dehşet salmakta, Osmanlı jandarması ve askeri ile savaşmaktadırlar. Bu eylemleri destekleyen yoğun bir propaganda da var : bu propagandaya göre (ahalinin en az üçte birini teşkil eden Türkler) insafsız, zalim Hıristiyan katili kimselerdir, medeniyet ve insanlık namına bir an önce temizlenmeleri gerektir. Liberal Avrupa matbuatının büyük bir kısmı da bu propagandayı ve sloganları yaymakta ve desteklemektedir. Avrupa Konseri işe karışmalı ve bu rezalete son vermelidir artık.
Malî sıkıntılar içinde kıvranan padişah, elinden geleni yapıyor. Ama isyanı bastırması için şiddete başvurması lazım.
Oysa ateş püsküren «Avrupa Konseri» hareket serbestisini önlemektedir. İhtiyatlı davranmak umumi af ilan etmek lazımdı. Bu mecburi müsamaha Balkanlardaki ayaklanmayı azdırır. 1903 den 1908'e kadar Avrupa Konseri Yıldız Sarayı üzerindeki sürekli baskılarıyla padişahı Makedonyayı teşkil eden üç vilayete ayrı bir statü vermeye zorlar.
Önce idarî bir denetimi ve yabancı jandarma ve zabitlerini, sonra da kazaî bir denetimi, nihayet malî denetimi kabul etmek gerekecektir.
Hemen söyleyelim... Türkiye'nin bütünlüğünü ve bağımsızlığını açıkça tehdid ettiği için Türkiye'yi rahatsız eden ve kızdıran bu tedbirler Balkan devletlerini de memnun etmez. Çünkü bu devletler iddia ettikleri gibi ırkdaşla-nnın durumunu iyileştirmek peşinde değil, yeni topraklar ve yeni tebalar kazanmak emelindedirler.
Nitekim baskı ile, müşterek notalarla, donanma gösterileriyle padişahtan zorla koparılan bütün bu düzenlemelere ve İslahata rağmen çetelerin faaliyeti katiyen durmamıştır.
Bu önlemler tek işe yaramıştır : Abdülhamid rejimine son darbeyi indirmek.
Filhakika, İntelijansiyanın endişesini ve öfkesini körüklemiştir. İntelijansiya yapılanları yeni bir çözülme alâmeti olarak görmüş ve bu çözülüşün suçunu ve mesuliyetini padişaha yüklemiştir. Bu tedbirler hazineyi tamtakır etmiş. Devlet üç eyaletine hizmet götüreceğim diye elindekini avucundakini harcamış, yoksulluğu büsbütün artırmış, askeri imkanları kurumuştur. Üstelik isyanların sonu da gelmiştir. Oysa Avrupa, Islahat yaparsanız isyan biter diyordu. (3) Avrupa, 1906 da Devlet-i Aliyenin gümrük resminin % 11 den % 13'e çıkmasına izin verdi. Bu % 2, üç vilayetin bütçe açığını kapatmaya yarayacaktı, ama bu lütfün zararları da oldu: Filhakika Makedonyada bulunan memurların ve bilhassa ordu mensuplarının maaşı muntazaman ödeniyordu artık. Gelgelelim, bu ülkenin diğer bölgelerinde bilhassa payitahta görev alan zabitlerin öfkesini artırıyordu. Artırıyordu çünkü onlar zamanında maaş olamıyorlardı.
Jön Türkler Sahnede
Kaldı ki Makedonya bölgesindeki askeri ve mülki erkân da durumdan şikâyetçiydiler. Evet., maaşlarını tıkır tıkır alıyorlardı ama bozguncu telkinlere daha açıktılar. Propaganda, Abdülhamid'i devlet ve millet düşmanı ilan ediyordu. Padişah olmasa imparatorluk kurtulacaktı.
Bu propagandanın kaynağı Avrupa'ya ve daha çok Paris'e kaçan ve «Jön Türk» adını alan ihtilalciler. Jön Türkler, Avrupa'nın ve bilhassa Fransa'nın bazı liberal çevrelerinde himaye görüyordu.
Makedonyada ihtilalci bir cemiyet kurulmuştu. Türk subay ve memurlarından teşekkül eden bir cemiyetin gayri müslim üyeleri de vardı. Cemiyet, fran—masonlar (bilhassa yahudi fran-masonlar) tarafından destekleniyordu. Amacı, padişahı bir «Anayasa» ilanına zorlamaktı.
1908 Haziranında, propagandanın ustaca istismar ettiği siyasi bir olay, gerginliği büsbütün artırdı. Anlatalım: birden bire bir şayia dolaşmaya başladı. Çıkarı olan herkes şayiayı tekrarlıyordu. Efendim, İngiltere kralı V..I Ed-ward ile Rus Çarı II. Nikola Revalde buluşmuşlarda, bu buluşma sonunda Makedonya'nın taksimi kararlaştırılmış. Şayia asılsızdı, tahminler abes. Çünkü Rusya ile İngiltere tek. başlarına böyle bir karar veremezlerdi. Ama arzettik, intelijansiya inanmıştı bir kere, daha doğrusu inanmış görünüyordu. Saat 11'i çalmıştı. Devlet kurtulacaksa daha fazla beklemezdi.
1908 temmuzunda ihtilal patlak verdi. İttihat ve Terakkiye bağlı zabitler Makedonya'da birlikleriyle dağa çıktılar.
Postahaneler işgal edildi. Saraya telgraflar yağmaya başladı. Bu telgraflarda padişaha deniliyordu ki: «Mithat Paşanın kanûn-i esasisini tatbik mevkiine koymazsan, 100 bin asker payitahta yürüyecek. Sonunu sen düşün.» Padişahın ayaklanmayı bastıracağına güvendiği bir paşa şuikaste kurban gitti. İzmir'den getirilen bir kaç bölük asker de işe yaramadı. Büsbütün telaşlanan padişah taleplere başeğdi. Kanûn-i esasî'nin meriyete konulacağını ilân etti. Ömür boyu bu kelimenin korkusu içinde yaşamıştı ve bu tehditlerle devrildi. Gerçi bu başeğiş sayesinde bir zaman tahtınımuhafaza etti ama otoritesini kaybetti. Artık onun yerine intelijansiya saltanat sürecektir.
İntelijansiya ve temsilcilerinin (başlangıçta İttihat ve Terakki komitesi) saltanatı bir hamlede ve topyekûn kurulmadı. İmparatorluğun bütün şehirlerinde ihtilalciler lehine bir heyecan dalgası yükselmişti ama ihtilalciler kumanda mevkilerini hemen ele geçiremediler. Bunun iki sebebi var:
1 — Hükümet İstanbul’daydı, komitenin merkezi ise Selanik'tedir. Yani, lahzada iş baş. yapamaz. Kendi adamlarını ve kendi tercihlerini kabul ettiremez. Babâli'nin bütün nüfuz ve salahiyetini Yıldız Saray'ına aktarmak isteyen padişah'a karşı halktan gelen bir tepkiye benzemektedir, ayaklanma.
Esasen:
2 — İhtilalcilere karşı duyduğu bütün hayranlığa rağmen halkın sağ duygusu aldanmamıştır. İhtilalciler, devlet gemisini, milletlerarası politikanın kayalıkları arasında yürütecek tecrübe ve ihtiyattan mahrumdular.
Yeni hükümetin üyeleri Bab-ı Ali'nin eski paşalarıdır yine. Abdülhamid'in vekilleri veya vekil olabilecekleri daha çok, şu veya bu sebepten dolayı, Padişah'ın iş başından uzaklaştırdığı veya iş başına getirmediği yarı menkuplar.
Bununla beraber, komite payitahta taşınmış, orada mühim bir merkez kurmuş, hükümetin yürüyüşünde daha etkin olmaya başlamıştır.
İhtilâlin bir neticesi de matbuata verilen hudutsuz hürriyet. Matbuat, önceleri ağırdan alır, mutlakiyet rejimine ve o rejimin yardakçılarına (yani padişahın bazı adamlarına ve hadiselerin akışıyla halkın husumetini çekmiş bir kaç eski vekile) atar tutar sadece. Ama haftalar ve aylar geçtikçe baştaki hükümete de veryansın eden hücumlara girişir. 1875 Kanûn-i esasi'sine uygun olarak yapılan iki dereceli bir intihapla bir millet meclisi kurulur: padişahlık yıkılıncaya kadar serbest seçimle iş başına gelen tek meclis. Meclisin teşekkülü Osmanlı müntehiplerinin aklı selimini ispat" eder mahiyettedir. Aklı başında, mutedil, dürüst çok iyi niyetli kimseler. Mecliste İttihak ve Terakki komitesi de temsil edilir. Bu da gayet tabiidir, çünkü memleketin her tarafında kurtarıcı olarak tanınmaktadır. Ama komiteye bağlı olmayan mebuslar da yok değil.
1909 Ocağında, Meclisle Sadrazam Kâmil Paşa arasında bir ihtilaf çıkar. İttihat ve Terakki de bu ihtiyar devlet adamından kurtulmaya can atmaktadır. Kâmil Paşa otorite aşkıdır —günümüzün hırçın ve devrimci intelijansiyasına benzeyen— komitenin iktidara geçmesini istememektedir. Kâmil düşürülür, onun yerine komitenin kendine daha yakın bulduğu bir sadrazam geçer.
İki Dış Politika
Gerçi her iki halde de maddî bir kayıp söz konusu değildi. Bununla beraber, bu davranışlar millî gururu şiddetle zedeledi ve gürültülü nümayişlere yol açtı. Yol açtı ama ister istemez de sineye çekildi. Ve Yunanistan da, çekine çekine Girit'i ilhak etmekten söz ediyordu. Girit, 1901'den beri bilkuvve bağımsızdır. Helen Hanedanfna mensup bir Girit hükümdarı tarafından idare ediliyordu. Osmanlı «hakimiyeti»nin tek alâmeti, kadîm Lon Sude'ün köhne bir kalesinde dalgalanan bir Türk bayrağından ibaretti. Ver yansın edildi Yunanistan'a bütün İstanbul matbuatı ateş püskürdü. O dönemin gazetelerini okumak ve basında bol bol çıkan karikatürlere bir göz atmak, «Batılaşmış» intelijansiyanın yönettiği yeni Türkiye'nin nasıl bir zihniyet İçin de olduğunu göstermeye kâfidir.
1840'dan bu yana Osmanlı siyasetinin değişmez bir temeli vardı. Abdülhamid bu gerçeği kavramıştı. İntelijansiyanın vatanperver coşkunluğu hakikati görmesine engel oldu. Başka bir deyişle, 1840'dan beri Devlet-i Aliye'nin başlıca problemi Avrupa Türkiyesi'ydi Oysa Avrupa Türkiyesi artık Avrupa devletlerinin tehdidi altında değildi. Şimdi bu bölgeye göz diken, XIX. asır Osmanlı parçalanışı yüzünden ortaya çıkmış Balkan devletleriydi. Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ, Yunanistan.
Bu devletler hatırı sayılır bir güç kuramamışlardı. Teker teker Devlet-i Aliye için bir tehlike teşkil etmiyorlardı: Teselya Muharebesi bunu ispat etmişti. Ama birleşmeleri imparatorluk için öldürücü olabilirdi. Abdülhamid bunu pek iyi anlamış ve Balkanlardaki diplomasisini ona göre ayarlamıştı. Jön Türkler gerçek durumdan habersizdiler. Onlara öyle geliyordu ki, 1908-9 ihtilali yalnız içte muzaffer olmalarını sağlamamış Ruh-ül Kudüsün esrarengiz bir müdahalesiyle kuvvetler dengesini de alt üst etmişti. Ve Türkiye aşağı yukarı herhangi bir Avrupa devleti kadar güçlüydü artık. Batının liberal basını da iltifatlarını esirgemiyordu, Allah için. Kısa bir müddet sürecek olan bu poh-pohlayıoı yazılar inançlarını bir kat daha perçinliyordu. Balkan devletleri de kim oluyordu? Hadi bazılarını kızdırıp bazılarını da okşasan ya. Ne gezer. Oysa Osmanlı diplomasisi artık o sınırlı bölgede iş görecekti, dostlar ve sempatizanlar yaratmak lâzım geliyordu. Jön Türkler, Balkan devletlerinin topunu birden küstürdüler ve karşılarına aldılar. Bu abes ve küstah politika bir felaketle sona erecek yani dört devleti tek cephe halinde birleştirecek ve Avrupa Türkiye'sinin kaybedilmesine sebep olacaktı.
Liberal Batı Ve...
Türkiye’nin büyük devletler karşısındaki davranışlarına gelince, bu alanda da bir yön değişikliğine şahid olmak tayız. Abdülhamid, geçirdiği son diplomatik buhranlar esnasında Almanya'ya dayanmıştı hep. Milletlerarası sahnede nice oyunlar oynayan imparator wilhelm, İslâm hâmisi rolüne de özenmişti. Filhakika, Almanya'nın Türkiye ile ortak sınırı olmadığından, Türkiye'nin paylaşılması en az onun işine geliyordu. Çünkü bundan bir kazancı olmayacaktı. Büyük bir hızla gelişen sanayii için mahreçler aramak zorundaydı. Bu itibarla, babadan kalma Osmanlı tamâmiyeti mülkiyesinin başlıca müdafii idi. Abdülhamid'in mahremi Alman elçisiydi. İki rejim arasındaki benzerlikler de Abdülhamid'in Almanya'ya karşı sevgisini güçlendirecek mâhiyetteydi. Padişah, Fransız ve İngiliz basınının hürriyetçi havasından ve «insaniyetçi» taleplerinden fena halde rahatsız oluyordu. «Jön Türkler» için en isabetli yol, eski rejim ne yaptıysa tersini uygulamaktı. Padişahın temayüllerine aykırı olsun diye İngiltere ve Fransa'ya dostluk nümayişinde bulunuldu ve Almanya'ya karşı daha soğuk davranıldı.
Avusturya, Almanya'nın müttefikiydi. «Bosna Hersek» in Avusturya tarafından ilhak teşebbüsü Alman aleyhtarlığını bir kat daha arttırdı.
Bununla beraber kamuoyunun bu istikâmetteki gelişmesini önleyen iki husus vardı.
1 — Liberal Britanya basınının «Liberal» Jön Türkler
ihtilali için gösterdiği coşkun alâkaya White Hail katılmıyordu pek. Osmanlı İmparatorluğu'nun lehinde olan ve ona —Rusya'ya karşı— Batı devletlerinin müzâharetini
sağlayan 1854 ittifakının 1877-78 de Türkiye'nin nasıl aleyhine döndüğünü anlatmıştık. 1855 de, Fransa ile el ele veren İingiltere Osmanlı İmparatorluğu'nu kurtarmıştı. 1877-78 de ise, çok daha gevşek olan İngiliz müdahalesi, imparatorluğun topyekûn yok olmasını önlemişti sadece.1908 den sonra White Hall'un işi başından aşkındır, hududlu da olsa Türkiye'yi destekleyemez. Filhakika İngiltere için başlıca düşman Almanya'dır artık, Almanya'ya karşı Türklerin ezelî düşmanı olan Rusya ile ittifak kurmaya çalışır. Demek ki, Türklerin İngiltere'den ciddi bir müzaheret, siyasî bir işbirliği beklemeleri abestir.
2 — İç politikaya gelince, intelijansiyanın anti-liberal
temayülleri güçlendikçe, otoriter devletlere karşı muhabbeti de artar, Almanya kara Avrupasın'da başlıca otoriter devlettir. Kaldı ki, Almanya da onların sevgilerini kazanmaya çalışmakta, hem malî alanda hem yeni idarecilerin çok önem verdiği ordunun ıslahı konusunda yardımcı olmak istemektedir. Böylece, Almanya ile bir yakınlaşma başlar ve çok geçmeden aradaki bağlar pekiştirilir. Liberal Batı ile Jön Türkler'in «balayı» pek kısa sürer.
Devralınan Miras
1909-10 yıllarında ilerici intelijansiyanın aşırı kanadını temsil eden «İttihat ve Terakki» komitesinin hâkimiyeti günden güne artmaktadır. 31 Mart 1909 ayaklanması gözdağı olarak kullanılmış, muhalefet susturulmuştur. Komite hükümetinin otoritesini tahkim eden bir başka husus da Maliye Nazırı Cavid Bey'in bütçeyi dengelemek, Osmanlı bütçesinin müzmin derdi olan açığı kapatmak için bir dizi istikraz teşebbüsüne girişmesidir. Maaşlar tıkır tıkır ödenmekte, yabancı ülkelere savaş gemileri ısmarlanmakta, ordu manevralar yapmaktadır. Ordunun teçhizatını da tamamlamak lazım ama, söylediğim gibi, alınan paralar daha çok maaş ve ücretlerin muntazaman ödenmesine, büyük bir yekûn tutan borç taksitlerinin tesviyesine harcanmaktadır.
Şurasını da söyleyelim ki, bu istikraz siyasetini kolaylaştıran da Abdülhamid olmuştur. Padişah, Avrupa pazarlarına mümkün olduğu kadar başvurmamış ve bu tutumlu idaresi sayesinde devletin malî itibarını sağlamıştır. «Kızıl Sultan» in yerine geçenler iki mirasa konmuşlardır: Sakıt padişahın politika alanındaki kötü şöhreti ve mali işlerde çok cimri, çok tedbirli davranışı. Tepe tepe kullanılan iki değerli miras, bilhassa ikincisi. Kapitüler bağlar yüzünden vergilendirme yoluyla para elde edemeyen Jön Türkler, malî sıkıntıdan bu sayede kurtulabilmişlerdir. Hazinedeki bolluk yeni rejimin halk tarafından benimsenmesine geniş ölçüde yardım etmiştir. İttihak ve Terakki komitesi bütçelerindeki intizamla övünür. İntizama diyecek yok, fakat açlıktan ne haber... İstikraz siyaseti ancak üretime yönelik ve üretimi arttıracak yatırımlar söz konusu olunca isabetlidir. Oysa 1908'den 1914'e kadar yeni hükümetin elde ettiği bütün istikrazlar tüketim içindir.
Siyasî mirasa gelince, o da Jön Türklere esaslı bir şöhret sağlar: Liberalizm şöhreti. Öyle ya... yüzde yüz mutlakiyetçi bir rejimin muzaffer düşmanları, elbette ki liberal olacaktı. Unutulmasın ki, o devirde, siyasî dönüşler moda olmamıştı henüz. Mefhumlar bugünkü kadar yaygın değildi. Etiketlerden kuşkulanmak âdet olmamıştı.
Böylece Jön Türkler intelijansiyası rejimi Batıda, oldukça uzun bir zaman liberal sanılmakta devam edecektir. Tekrar edelim, 31 Mart Askeri Ayaklanması bu alanda çok işi ne yaramıştı. Demek ki komitenin «yobazlıktan başka düşmanı yoktu. Onu eleştirenlerin hepsi de kılık değiştirmiş birer mürteci idi. Bu zehabın yayılması Jön Türklerin liberalizm şöhretini perçinledi. Hakikatte ise, «Jön Türkler İhtilali» nin hiç de liberal bir mahiyeti yoktu. Başka türlü olabilir miydi ki? Sosyal yapısı icabı, Türk intelijansiyası devletle kader birliği İçindedir.
Kim Bu İntelijansiya?
Kim bu intelijansiya? Yüz de doksan devletten maaş alan veya maaş bekleyen memur ve subay. Mülga saltanat rejimine düşmanlıkları, devletin «keyfi ve gayri meşru davranışlarıdır» ileri gelmiyordu pek. Düşmanlığın başlıca kaynağı, devletin yabancıya baş eğdiğini görmekten, batının üstünlüğünü ses çıkarmadan bir müteârife olarak kabul etmesine şahid olmaktan mütevellid öfkeydi. Zayıf olduğumuz doğruydu belki. Belki boyun eğmek zorundaydık da. Ama yine de padişahın siyasetini mazur göremiyordu intelijansiya, çünkü idarî, iktisadî ve diplomatik hataları yüzünden bu duruma düşmüştük. Yeni devlet bu hatalara düşmeyecek, ecdad devrindeki şevketi, satveti tekrar tesis edecekti. Parlemantarizm demek sistemli ve kamu önünde bir tenkid demekti. Hükümet icraatıyla böyle bir tenkidi lüzumsuz kılabilirdi, hatta tenkid zararlı da olabilirdi.
Kaldı ki hesaba katılması gereken başka bir şey daha vardır: Türk içtimaî heyeti, devletin beslediği aydınlardan ve devleti besleyen ümmilerden (köylü kitlesi) müteşekkildi. Aydınlar aşağı yukarı devletin parçasıydılar, efendilerine karşı ayaklanmaları düşünülemezdi. İsyan etmek, köylü isyanı aklından bile geçinmiyordu, çünkü şuursuzdu. Burjuvazi yani bağımsız şehir ve kasaba ahalisi, bilhassa büyük liman şehirlerinde ya yabancıydı, yahut gayri müslim tebaa, Rumlar Ermeniler gibi. Bunlar o zamana kadar, heyet-i siyasiyenin bilcümle haklarına sahip birer üyesi sayılmazlardı. Oysa dünyanın bütün ülkelerinde meşrutî taleplerin başlıca muharriki ve «burjuva» hürriyetlerinin savunucusu bağımsız orta sınıf yani burjuvazi olmuştur. Kaldı ki Türk olmayan (bilhassa Hıristiyan) bir azınlığın mevcudiyeti, İntelijansiyayı haklı veya haksız yeni devletle kader birliği yapmağa zorluyordu. Sanılıyordu ki, bu azınlıklar, devletin otoritesi hatta ülkenin bütünlüğü için tehlikeli emeller gütmektedir.
Ayrıca aydın Türkler arasında da herhangi bir muhalefet belirmediğini sanmak yanlış olur. Bilhassa İstanbul da, Avrupa düşünceleriyle beslenmiş ve çok defa komitenin gadrine uğramış hatırı sayılır Türk aydınları vardı. Bunlar gittikçe sesini yükselten ciddi bir muhalefet oluşturdular: «Hürriyet ve İtilaf.» Bu liberal fırkanın üyeleri, emlak sahipleri, avukatlar edebiyatçılar serbest meslekten kimselerdi. Bu partiyi tutanlar, bir yandan gayri müslim intelijansiya (gölge düşürücü bir destek) bir yandan da Türkiyede çok kalabalık olan Arnavutlardı (Arnavutlar ya çorak dağlarını, kısmetlerini başka yerde aramak için terk etmiş, ya Arnavutluk'ta ki çiftliklerini bırakıp Türkiye'ye gelmişlerdi). Arnavutlar umumiyetle girişken, gözünü budaktan esirgemez insanlardı. Aralarında bir çok memurlar zabitler vardı. Abdülhamid onlara daima iyi davranmıştı
Ayrıntılı bilgi için: www.cemilmeric.net
CEMİL MERİÇ'İN HALEN SATIŞTA OLAN KİTAPLARI
Jurnal
Jurnal 2
Mağaradakiler
Kırk Ambar / Cilt 1 / Rümuz-ül Edeb
Kırk Ambar / Cilt 2 / Rümuz-ül Edeb
Mağaradakiler
Sosyoloji Notları ve Konferanslar
haber7