Kan Ve Kalp Mucİzesİ

Kapat
X
 
  • Zaman
  • Gösterim
Clear All
yeni mesajlar
  • frantic
    Senior Member

    • 26-01-2004
    • 3696

    Kan Ve Kalp Mucİzesİ

    Tüm insanlar dünyaya gelmeden önce anne karnında dokuz uzun ay geçirirler. İnsan, bu aşamanın başlangıcında sadece anne karnında gelişmeye başlayan küçücük bir hücre topluluğundan ibarettir... 22. günde fasulye tanesinden bile küçüktür. Bir gün, bu topluluğun tam orta yerinde küçücük bir yumru, bir emir alır ve aniden atmaya başlar. Vücuttaki tüm diğer hücreler sakindir ama o sürekli hareket eder ve asla durmaz. Asla "biraz durup dinlenme ihtiyacı" hissetmez. Ta ki, aradan on yıllar geçip de "dur" emrini alacağı güne kadar. Geçen bu süre ise, bir insan ömrünü tanımlar. Bu küçük yumruya "başla" ve "dur" emirlerini kim vermektedir?

    Siz henüz anne karnında 3 haftalıkken atmaya başlayan bu mükemmel pompanın, yani kalbin, çok önemli bir sorumluluğu vardır. Vücut içinde kanın dolaşmasını sağlamak; bir başka deyişle sizi meydana getiren ve tıpkı sizin gibi "canlı" olan yaklaşık 100 trilyon hücreye hayat vermek; bu hücrelerin nefes alıp vermelerini ve beslenmelerini sağlamak, onları temizlemek, hastalıklarını iyileştirmek ve onları düşmanlardan korumak... Sizi oluşturan hücreleri, dolayısıyla sizi yaşatan bu sistemi kuran kimdir?

    Peki size yaşam veren bu sistemin varlığı için siz ne yaptınız? Sizin böyle bir sisteme sahip olmak için yapabileceğiniz bir şey yoktu, çünkü henüz dünyaya gözlerinizi açmadan sizin için hazırlanmış bir düzenin içinde yaşamaya başladınız. Sahip olduğunuz beden kusursuz bir şekilde sizin için hazırlandı. Örneğin çevrenizi net olarak görebilmeniz için mükemmel bir çift göz yaratıldı. Dışarıdaki hava ile henüz karşılaşmış olmanıza rağmen, periyodik olarak soluk almanızı sağlayacak solunum sisteminiz daha siz anne karnındayken oluştu. Besinlerin her türlüsünü sindirebilecek bir sindirim sistemine, size özel parmak izleriyle birlikte parmaklara ve ellere, gözlerinizi yabancı maddelerden koruyacak göz kapakları ve kirpiklere ve bunun gibi çok sayıda organ ve özelliğe sahip olarak dünyaya geldiniz. Hızla yaklaşan bir cisme karşı otomatik olarak göz kapaklarınızı kapatarak gözünüzü korumanızı sağlayan refleks ve bunun gibi daha birçok "koruma tedbiri", hiç haberiniz yokken alındı ve bedeninize yerleştirildi. Bunlar için hiçbir zaman uğraş vermenize gerek olmadı.

    Bu sistemleri sizin için Yaratan, en kusursuz şekilde bedeninize yerleştiren Allah'tır. Sonsuz güç sahibi Allah şu ana kadar yaşamış olan ve şu anda yaşayan tüm insanları aynı mükemmel sistemlere sahip olarak yaratmaktadır.

    Size yaşam veren kalp ve onun hareketlendirdiği dolaşım sistemi de işte bu kusursuz ve eksiksiz düzenin bir parçasıdır. Kalbin pompaladığı "kan" adlı mucizevi sıvı, hareket etmeye başladığı andan itibaren bedeninizdeki hemen her hücreye "hayat" taşır. Kan, gözünüzden ayak parmaklarınıza kadar her noktayı dolaşan mükemmel bir ağ ile tüm bedeninizi kaplar. Siz büyürsünüz, o gelişir. Siz hastalanırsınız, sizi o savunur. Yaşamanız için hücrelerinizin beslenmesini o sağlar. Vücudunuzu o temizler. En önemlisi sizi yaşatacak olan oksijeni vücudun her hücresine ulaştırma görevi ona aittir. Bedeninizde dolaşan bu sıvı, yani kan, özel bir nimet, büyük bir mucizedir. Gelin bu mucizeyi birlikte inceleyelim ve böylece onu Yaratan Rabbimiz'in varlığına ve gücüne bir kez daha tanık olalım...
  • frantic
    Senior Member

    • 26-01-2004
    • 3696

    #2
    Konu: Kan Ve Kalp Mucİzesİ

    BENZERSİZ YAŞAM SIVISI:KAN
    İNDEKSİ

    BENZERİ ÜRETİLEMEYEN BİR SIVI:KAN

    Özel Üretim Merkezi: Kök Hücre
    Kanın Kırmızı Rengi: Alyuvarlar
    Alyuvarların Yassı Şekli
    Orak Hücre Anemisi Hastalığı Hakkında Evrimci Yanılgılar
    Olağanüstü Bir Molekül: Hemoglobin
    Mucize Molekül Oksijen Taşıyor
    Mucize Molekül, Karbondioksit Taşıyor
    Hemoglobinin İçindeki Demir Mucizesi
    Darwinistlere Meydan Okuyan Mucize Molekül
    Kasların Oksijen Kaynağı: Miyoglobin
    Miyoglobin-Hemoglobin ile İlgili Evrim İddialarının Asılsızlığı
    Alyuvarlar İhtiyaç Belirliyor
    Ömrü Tükenen Alyuvarlar
    EŞSİZ BİR SAVUNMA ORDUSU: AKYUVARLAR
    Savunma Askerlerinin İş Bölümü Vücudun Gizli Koruyucusu Bazofiller
    Parazit Avcısı Eozinofiller
    Monosit ve Nötrofiller İş Başında
    Düşman Kıskaca Alınıyor
    Ordunun Başkumandanları: Lenfositler
    Lenfositlerin Görev Dağılımı: B ve T Lenfositleri
    Yakın Takip
    Bağışıklık Sistemi Normale Dönüyor
    Kandaki Akıllı Koruma Görevlileri: Kompleman Molekülleri
    Savunma Hücreleri Olmasa…
    HÜCRELERİN HAREKETİNİ SAĞLAYAN KAN SIVISI: PLAZMA
    Akıllı Bir Taşıyıcı: Albümin
    Pıhtılaşmanın İlk Adımları: Trombositler
    BİLİNÇLİ TASARIMIN MÜKEMMEL ÖRNEKLERİNDEN BİRİ: KANIN PIHTILAŞMASI
    Bir YaralanmanınArdından Vücutta Yaşananlar
    Olağanüstü Niteliklerdeki Bir Balık Ağı
    Mükemmel Organizasyonda Akılcı Önlemler
    Tam ve Mükemmel Çalışan Sistem
    Evrim Teorisi, Kanın Pıhtılaşma Sistemini Açıklayamamaktadır
    KAN HERKESTE AYNI MIDIR?

    Kendinize aynada şöyle bir bakın. Yüzünüzün ve bedeninizin sadece 2 milimetre altında, oldukça büyük bir hızla ve basınçla akmakta olan kırmızı sıvının varlığını hissedebiliyor musunuz? Binlerce kilometrelik muhteşem bir damar ağının, kanı metrelerce yukarı fırlatabilecek kadar büyük bir güçle pompalayan kalbin atışının farkında mısınız?
    Hayır, aynadaki görüntünüzde, bu muazzam hareketlilikten eser yoktur. Oysa siz son derece sakin yaşamınıza devam ederken, hatta gece uyurken bile bu koşuşturmaca hiç kesintiye uğramadan sürer. Kalp büyük bir güçle ve şiddetli bir sesle kanı pompalamakta, kan da büyük bir hızla ve yine yoğun bir gürültü ile akmaktadır. Tüm bunların farkında olmamanızın en önemli sebebi ise, yine sizin için özel olarak dizayn edilmiş olan ince derinizdir. Size, altındaki bu olağanüstü hareketliliği gizlercesine düzgün, güzel ve sakin bir görünüm kazandırır.

    Kan, kalp ve damar ağından oluşan ve bedeninizin içinde siz yaşadığınız sürece hiç aksamadan işleyen bu sisteme "kan dolaşımı" denir. Kanın dolaşım serüveni, sayısız detaydan oluşan eşsiz bir yaratılış delilidir.

    Kan, vücutta hem taşıyıcı hem de denetleyici gibi hareket eder. Bedenin içinde sürekli olarak dolaşır durur ve bu yolculuğu sırasında her an mutlaka yapacağı bir iş vardır.

    Kan, bedendeki haberleşmenin neredeyse tamamını üstlenir.

    Hücrelerin ve dolayısıyla bedenin enerji kazanabilmesi için gerekli olan hammaddeler kanın içinde taşınır.

    Bedenin sıcaklığını adeta bir klima gibi ayarlar. Vücut ısımız, kan sayesinde sürekli olarak sabittir.

    Kanın dolaşımı sırasında, içindeki koruma birimleri sürekli olarak iş başındadır. Vücuda girebilecek mikroplara karşı her an tetiktedirler.

    Kan, vücudun yiyecek servisini de üstlenmiştir. Besinler tüm hücrelere kan vasıtasıyla dağıtılır.

    Atıkların ve zehirlerin toplanıp taşındığı bir kanalizasyon sistemi olarak da işlev görür.

    Kan bir tür tamir birimini de içinde barındırır. Damarlarda oluşan her yırtık ve hasar, bu birim tarafından hemen belirlenir ve onarılır. Peki, böylesine farklı ve gerekli işler başaran bu mekanizma nasıl işler? Bu sistem hangi unsurlardan oluşur? Tüm bu unsurları ve bu dolaşım ağını uyumlu kılan nedir? Kanda bulunan hangi molekül nasıl bir görev üstlenmiştir? Görevini nasıl yerine getirir ve nasıl harekete geçer? Nereden emir alır ve nasıl organize olur?

    Elbette bütün bunlar, birazdan cevaplarını detaylı olarak inceleyeceğimiz oldukça önemli sorulardır. Ve bu sorular bizleri, tüm hayatımızı ilgilendiren çok önemli bir gerçekle yüzyüze bırakır: Vücudumuz, rastgele ortaya çıkmamıştır. En ince detaylarına kadar planlanmış, tasarlanmış ve özenle biçimlendirilmiş bir bedene sahibiz. Bu bedenin kökeni, son 150 yıldır bilim dünyasına çeşitli aldatmacalarla egemen olmaya çalışan Darwinizm'in iddia ettiği gibi "rastlantılar" olamaz. Kökenimiz, rastlantılara dayalı bir "evrim" süreci değil, her detayı planlanmış bir "yaratılıştır".

    Bu yaratılışın sahibi ise, sadece biz insanları değil, tüm canlıları, tüm evreni, var olan herşeyi yaratan Yüce Allah'tır.

    Birazdan detaylarını inceleyeceğimiz "kan dolaşımındaki tasarım", Allah'ın yaratmasının benzersiz örneklerinden sadece biridir. Kitap boyunca kanı ve onu hareketlendiren sistemlerdeki ayrıntıları, bu ayrıntılardaki uyum ve kusursuzluğu gözler önüne serecek ve Allah'ın yaratma sanatındaki mükemmelliği göreceğiz. Allah, yaratmasındaki üstünlüğü, biz insanlara yol gösterici olarak indirdiği Kuran'da şöyle haber verir:

    Görmüyorlar mı; gökleri ve yeri yaratan Allah, onların benzerini yaratmaya gücü yeter ve onlar için kendisinde şüphe olmayan bir süre (ecel) kılmıştır. Zulmedenleri se ancak inkarda ayak direttiler. (İsra Suresi, 99)
    __________________

    Yorum

    • frantic
      Senior Member

      • 26-01-2004
      • 3696

      #3
      Konu: Kan Ve Kalp Mucİzesİ

      BENZERİ ÜRETİLEMEYEN BİR SIVI:KAN

      Kan sadece genel olarak yaşamın nedeni değildir, aynı zamanda kısa veya uzun yaşamanın, uyumanın, seyretmenin, yeteneğin, zekanın, kuvvetin de nedenidir. Yaşam için ilk ve ölüm için ise son şeydir.1


      Koşarken düşüp bacağını kanatan bir çocuk, aslında milyonlarca alyuvar ve trombositini, binlerce akyuvarını kaybeder. Kanın içindeki tüm bu parçaların her biri hayatımız için ayrı bir öneme sahiptir.

      Bilim adamları kanın benzeri olan bir sıvıyı üretmek için uzun süredir çabalamakta ancak başarılı olamamaktadırlar.2 Bunun en önemli sebebi kanın içinde taşıdığı birbirinden özel moleküllerin ve bunların gerçekleştirdiği işlemlerin "sırrına" henüz tam olarak ulaşılamamış olunmasıdır. Ancak şu bir gerçektir ki, kanın nitelikleri tam olarak anlaşılsa bile, bu özelliklere sahip molekülleri üretmek ve onları birarada işlevsel kılmak, bilim adamları için yine büyük bir çıkmaz olacaktır. Kanı meydana getiren elemanları birer birer incelediğimizde bu gerçeği daha iyi anlarız. Her bir molekül belirli bir işlemi yapmak için özel olarak görevlendirilmiş, biçimlendirilmiştir. Bir başka deyişle, damarların içinde "özel bir tasarımın" var olduğu açıktır.

      Kan, bir sıvıdan çok, vücudumuzdaki kemik veya kas dokuları gibi bir dokudur. Ancak kuşkusuz onlardan farklıdır, çünkü kemik veya kas dokularını oluşturan hücreler birbirlerine sıkıca kenetlenmiş durumdadırlar. Kan da bir doku olmasına rağmen böyle bir özelliğe sahip değildir. Kan sıvısı içindeki hücreler birbirlerinden bağımsız olarak, serbest halde dolaşırlar. Alyuvar, akyuvar ve trombosit gibi kan hücreleri, kan plazması içinde yüzer durumdadırlar.

      Küçücük bir çizikten dolayı parmağınızdan sızan bir damla kan, aslında içinde yaklaşık 250 milyon alyuvar, 400 bin akyuvar ve milyonlarca trombosit barındırır. Ayrıca bu geniş topluluğun her üyesi son derece önemli görevlere sahiptir.

      Her bedende 5 ila 6 litre arası kan bulunur. Bu miktar ortalama vücut ağırlığının %7-8'ini oluşturur. Kanın yarısı, sıvı olan bölümden yani plazmadan meydana gelir. Diğer yarısı ise kanın içinde çeşitli görevler üstlenmiş olan hücreler veya moleküllerdir. Kandaki hücreler, vücuttaki kan miktarının yarısını oluşturmalarına rağmen, yan yana dizildikleri takdirde 96.500 km'lik bir çizgi oluşturabilecek kadar fazladırlar. Bu, dünyanın çevresini iki kez dolaşmaya yeterli bir uzunluktur.3

      Dahası bu hücreler sürekli yenilenir. Vücutta günde 260-400 milyar kadar kan hücresi üretilir. Bu üretim gerçekten de göz kamaştırıcıdır. Ana merkez olan kemik iliğinde gerçekleşen bu üretim, "kök hücre" adı verilen özel bir hücrenin değişik bölünme yeteneklerine bağlıdır. "Kök hücre", vücudun ihtiyaç duyduğu kan hücresini üretmekle görevlendirilmiştir. Bu hücrenin üretimi ve gerçekleştirdiği görev ise gerçek anlamda hayranlık uyandırıcıdır.

      Özel Üretim Merkezi: Kök Hücre

      Kemik iliğinde kök hücrenin belirlenme işlemi son derece şaşırtıcıdır. Kemik iliğinde üretilen her on bin hücreden sadece bir tanesi kök hücre özelliğini taşır. Bu sayı bazen yüz binde bir ihtimale kadar düşer. Üretilen kök hücrenin görünüşte diğer hücrelerden herhangi bir farkı yoktur. Ancak aslında bu, oldukça özel bir hücredir. Sahip olduğu özellikler, yaşamımızı kusursuz bir biçimde devam ettirebilmemizi sağlayacak kadar hassas ve hayatidir. Bu özel hücre, öncelikle vücut içindeki ihtiyaçları belirler, ardından da kendisine has bölünme yeteneği sayesinde ihtiyaca göre bazen alyuvarları, bazen de savunmanın baş elemanları olan akyuvarları oluşturur.4

      Neden on bin hücreden sadece bir tanesi böyle bir karar almakta ve böyle bir yeteneğe sahip olmaktadır? Siz, bedeninizde bulunan bu yetenekli hücrenin varlığının farkında bile olmazsınız. Sizin gibi, sizi meydana getiren her hücre gibi, bu özel hücre de Allah dilediği için özel bir bölünme şekline, vücudun gereksinimini belirleme ve farklı hücreler meydana getirebilme üstünlüğüne sahiptir. Bu mükemmel organizasyon ve bu özel hücrenin yetenekleri, asla sona ermeyen mükemmel bir dolaşımın gerçekleşmesini sağlar. Kan sıvısı, sürekli olarak aynı miktarda kan hücresi taşıyarak yolculuğuna devam eder.

      Kök hücre konusundaki çalışmalarıyla tanınan John Hopkins Üniversitesi Onkoloji Uzmanı Profesör Curt Civin, bu özel hücreyi şu şekilde tanımlar:

      O, her bir hücrenin atası, babasıdır. (...) Bölünebilir ve kendisini çoğaltabilir, kendi kendini yenileyebilir veya kendisini iki farklı hücre şeklinde farklılaştırabilir. Tıpkı dallara ayrılan bir ağaç gibi.5


      Kandaki hücreler, vücuttaki kan miktarının yarısını oluştururlar. Ancak buna rağmen, yan yana dizildikleri takdirde, 96.500 km'lik bir çizgi oluşturabilecek kadar fazladırlar. Bu uzunluk, dünyanın çevresini iki kez dolaşmaya yeterlidir.

      Allah kök hücreyi bu önemli görevleri yerine getirebilmesi için özel olarak yaratmıştır. Örneğin kök hücre, çevresinden aldığı kimyasal ve elektriksel sinyallere göre hareket eder. Hasara uğramış olan hücreler kök hücreye gönderdikleri kimyasal sinyaller sayesinde vücutta hücre üretimine ihtiyaç olduğunu haber verirler. Kök hücrede üretilen yeni hücreler, hasarın meydana geldiği yere doğru yola koyulur ve hasarlı hücrelerin yerini alırlar. Bu şekilde, haftalar içinde tek bir kök hücresi farklı tiplerdeki kan hücrelerinin tümünü üretebilir. Bir kanama sonunda yok olan alyuvarlar ya da bir enfeksiyon sonucunda ölen akyuvarlar, ne eksik ne fazla, gerekli miktarda ve ihtiyaç olan zamanda yenilenerek vücuttaki yerlerini almışlardır.

      21. Yüzyılın içinde yaşadığımız şu günlerde biyologlar, halen kök hücrelerin diğer hücrelerle diyalog kurmasını sağlayan kimyasal dili çözmeye çalışmaktadırlar.6 İnsan bedeninde tek bir kök hücrenin her an defalarca gerçekleştirdiği bu işlem, insanlık için hala büyük bir soru işaretidir.

      Bu üretimin ne kadar sıklıkla yapılması gerektiği de önemli bir sorudur. Akyuvarlar sadece birkaç saat yaşarlar. Kana giren bir bakteriyi sindirir ve ardından ölürler. Trombositlerin ömrü iki hafta, alyuvarların ise dört aydır. Tüm bu hücrelerin sürekli olarak yenilenmeleri gerekmektedir. Sadece tek bir hafta içinde, kemik iliğiniz milyarlarca hücre üretmek zorundadır. Bu üretim ise, tek bir ana hücrenin denetimi ve faaliyetleri ile mümkün olmaktadır.7 Beden içindeki kesintisiz hareketliliği ve bedenin hassas yapısını dikkate aldığımızda, hem oksijen taşıyarak hem de düşmanlarla savaşarak bedeni koruyan bu sistemin, tek bir hücrenin denetiminde olması, elbette insanı düşündürmelidir.

      Tek bir hücrenin bu üretimin tüm sorumluluğunu üstlenmesi, Allah'ın yaratışındaki eşsiz güzelliği görebilmek açısından çok önemlidir. Bu mükemmel tasarım aynı zamanda, yaratılış gerçeğini inkar etmeye çalışan Darwinistlerin iddialarına karşı da reddedilemez bir kanıt oluşturmaktadır

      Yorum

      • frantic
        Senior Member

        • 26-01-2004
        • 3696

        #4
        Konu: Kan Ve Kalp Mucİzesİ

        Kanın Kırmızı Rengi: Alyuvarlar

        Kırmızı kan hücreleri, yani alyuvarlar, kanda en fazla bulunan hücrelerdir. Görevleri ise hücrelerin yaşaması için en gerekli olan malzemeyi, yani oksijeni taşımaktır. Sadece bununla kalmaz bedeni temizlemek için hücrelerde birikmiş olan karbondioksiti de kalbe geri iletirler.


        Tek bir damla kanın %99'unu kırmızı kan hücreleri, yani alyuvarlar oluşturur. Bunlar aynı zamanda "eritrosit" olarak da adlandırılmaktadırlar. Bedenimizde yaklaşık 25 trilyon kırmızı kan hücresi bulunmaktadır. Bu miktar Samanyolu Galaksisi'ndeki yıldız sayısının yüzlerce katıdır.8 Vücutta dolaşan alyuvarların rahatlıkla bir futbol sahasının yarısını kaplayabildiklerini bilmek bu miktarın daha iyi anlaşılmasına kuşkusuz yardımcı olacaktır.9 Birbirlerine peş peşe bağlandıklarını düşündüğümüzde bu hücreler, 47.000 km'lik bir kule oluşturabilmektedirler. 10 Yine bedenimizdeki alyuvarları bir halı gibi yere serme olanağımız olsa, bu hücrelerin 3.800 km2'lik bir alanı kapladıklarını görürüz. Bu rakam ise yaklaşık dört dönümlük bir araziye eşittir.11 Vücuttaki alyuvarların sayısı o kadar çoktur ki, ölenlerin yerini almak üzere saniyede 3 milyon kadar yeni alyuvar hücresi kana karışır.12

        Kırmızı kan hücreleri vücuttaki en büyük kemiklerin süngerimsi dokularında yani iliklerinde bulunan kök hücreler tarafından üretilirler. Tek bir alyuvar hücresi, 4 aylık ömrünü tamamlayıp kemik iliğine geri dönene kadar akciğerler ve diğer vücut dokuları arasında 75.000 tam devir yapar. Siz bu sayfayı çevirene kadar vücudunuzdaki yaklaşık 3 milyon kırmızı kan hücrenizi yitirirsiniz. Ama aynı anda kemik iliğinizde sizin için bir o kadar yeni alyuvar çoktan üretilmiştir bile.13

        Bu denge son derece önemlidir. Ömrünü tamamlayan kan hücrelerinin yeri mutlaka yenileri ile doldurulur. Kemik iliği hiç durmadan bir üretim halindedir. Aldığı kimyasal sinyal ile yoğun bir çalışma başlatır. İhtiyaç tamamlanınca da çalışmayı sona erdirir.

        Bunu sağlayan kimyasal haberleşme göz kamaştırıcıdır. Hücreler vücutta yüzlerce farklı çeşitteki molekül yoluyla haberleşirler. Kök hücreye iletilmesi gereken mesaj, bir protein ile paketlenerek yola koyulur. Hedefteki hücre, gelen sinyali tanımasını sağlayan bir protein reseptörü açığa çıkarır. Bu reseptör, kimyasal sinyali taşıyan proteine bağlandığında, bilgi, hedef hücreye ulaşmış olur.

        Birkaç cümle ile anlattığımız bu işlem, aslında oldukça kompleks detaylar içermektedir. Bilim adamları, günümüzde halen bu sinyalleşme sisteminin sırlarını çözmeye çalışmaktadırlar. Kök hücrelerin, ürettikleri hücreleri vücudun ihtiyaç olan bölümlerine hangi karar ile gönderdiği ise günümüzün en önemli araştırma konularından bir tanesidir.14 Bedenimizdeki bu sistemin, insanın sırrını çözemediği bir kompleksliğe sahip olması, onun üstün bir tasarımla yaratıldığının açık göstergelerinden biridir.


        Ömrünü tamamlayan kan hücrelerinin haberi çeşitli enzimler yoluyla kemik iliğindeki kök hücreye iletilir. Kök hücre, vücuttaki ihtiyaca göre yeni hücrelerin üretim işlemini başlatır.

        Vücutta her saniye gerekli miktarda alyuvarın üretilmesi ve yeni hücrelerin ihtiyaç duyulan noktaya doğru tereddütsüz yönelmeleri nasıl mümkün olmaktadır? Vücudun tek bir noktasında, kemik iliğinde bulunan tek bir bağımsız hücrenin, kuşkusuz vücudun geri kalanında olup bitenlerden haberinin olması mümkün değildir. Kendisi için tasarlanmış olan sinyalleşme sistemi ise, olabilecek en mükemmel haberleşme ağıdır. Bu mükemmel yapı, elbette vücutta meydana gelen tüm işlemleri en ince ayrıntısına kadar bilen, onları yaratıp inşa etmiş olan Allah'ın eseridir.

        Alyuvarlar son derece küçük hücrelerdir. Bunun nedeni bu hücrelerin kana karışmadan önce, sahip oldukları çekirdek, mitokondri, ribozom ve diğer organelleri dışarı atmalarıdır. Alyuvarlar bunu adeta şuurlu bir şekilde yaparlar; çünkü bünyelerine, ilerleyen satırlarda detaylı inceleyeceğimiz mucizevi bir molekül olan "hemoglobin"i almak zorundadırlar. Alyuvarlar organellerinin pek çoğunu dışarı atıp hemoglobini içlerine alarak, bu molekülün yaklaşık 4 aylık ömründe güvenli bir şekilde görevini yerine getirebilmesini sağlarlar. Alyuvarların hücre zarları, normal şartlarda bir hücre zarına sahip olmayan ve tehlikelere karşı son derece açık olan hemoglobin için son derece önemli bir kılıftır. Hemoglobin, bu koruyucu tabakanın sahip olduğu çeşitli enzimler sayesinde kanın içinde bozulmaktan da korunmaktadır.15

        Alyuvarlar, kendi içlerinde hemoglobin için oldukça geniş bir yer açmak zorundadırlar. Çünkü tek bir alyuvar hücresinin içine, 300 milyon hemoglobin yerleşecektir.16 300 milyon hemoglobin molekülü, tek bir alyuvarın %90'ını kaplar. Alyuvarlar, kanda çekirdeklerini kaybetmiş olan yegane hücrelerdir. Dışarı attıkları organeller ise vücudun temizleyicileri olan akyuvarlar tarafından anında yok edilirler. Şaşırtıcı olan, alyuvarların tüm bilgilerini taşıyan bir çekirdekten mahrum olmalarına rağmen, 120 günlük yaşamlarını sorunsuz sürdürebilmeleri için gerekli olan enzim ve proteinleri muhafaza etmeleridir. 4 ay boyunca kendileri için alınan bu özel tedbir sayesinde hayatta kalırlar. Ama artık bölünemeyen dolayısıyla üreyemeyen birer taşıyıcıdırlar.


        Kemik iliğindeki, genç alyuvar yaşamına başlarken içindeki çekirdeği atar ve taşımakla sorumlu olduğu hemoglobini bünyesine alır. (a) Bu alyuvar daha sonra damarlarda dolaşırken resimde görüldüğü gibi disk şeklini alır. (b)
        Akciğerden çıkan ve oksijen taşıyan alyuvarlar açık kırmızı renklidir. (c) Ancak alyuvarlar oksijeni dokulara bırakınca parlaklıkları kaybolur ve daha koyu kırmızı renge bürünürler. (d)

        Bu örnekte de görüldüğü gibi, insan bedenini meydana getiren sistemler, en küçük ayrıntılarına kadar oldukça büyük bir komplekslik sergilerler. Bu kitap boyunca kan ve onu hareketlendiren sistemler hakkında çok sayıda hayret verici ve "akılcı biçimde planlanmış" detaylar göreceksiniz. Bir alyuvar hücresinin kendi içindeki organellerini dışarı atması, kendisiyle ilgili tüm bilgileri barındıran -dolayısıyla "hayatta kalması" için varlığı zorunlu olan- çekirdeğini feda etmesi ve sadece yaşamını belli bir süre devam ettirmek için gerekli erzağı yanında tutması, bu akılcı detaylardan yalnızca birkaç tanesidir. Bütün bunları gerçekleştirebilmek için alyuvarın, kısa yaşamında gerekli ve gereksiz olan organelleri tanıması, hemoglobini içine alması gerektiğini bilmesi ve daha da önemlisi hemoglobinin insan yaşamı için öneminin farkında olması gerekmektedir. Eğer bu küçük detaylardan bir tanesi ihmal edilse, örneğin alyuvar içine hemoglobini alamasa, vücutta oksijen dağılımı olmayacaktır.
        Alyuvarın, bir tür intihar anlamına gelen bu davranışının, Darwin'in evrim teorisine önemli bir darbe indirdiğine de dikkat etmek gerekir. Darwinizm, tüm canlıların kendi neslini devam ettirme savaşı verdiği varsayımı üzerine kurulmuştur. Darwinizm'in günümüzdeki savunucularından biri olan Richard Dawkins, bu yaşam mücadelesini genlere indirgemekte ve her canlının "genlerinin varlığını korumak için" mücadele ettiğini ileri sürmektedir. Oysa bir canlı hücre olan alyuvar, çekirdeğini ve dolayısıyla genlerini bırakarak, bu varsayımın tam aksi yönünde hareket etmekte, kendini feda etmektedir. Çünkü Darwinizm'in iddia ettiği gibi "yaşam mücadelesi" sırasında tesadüfen ortaya çıkmamış, özel bir görevle dizayn edilerek yaratılmıştır.

        Yaşadığımız süre içerisinde bu dizayn asla bozulmaz. Herşeyi kusursuzca var eden Allah, bu özel hücreyi de sayısız yaratılış delillerinden bir tanesi olarak var etmiştir. Kuran'da Allah'ın herşeye hakim olduğu şu şekilde bildirilmektedir:

        "Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.)" (Hud Suresi, 56)

        Yorum

        • frantic
          Senior Member

          • 26-01-2004
          • 3696

          #5
          Konu: Kan Ve Kalp Mucİzesİ

          Alyuvarların Yassı Şekli

          Alyuvarların gerçekleştirdiği taşıma, sıradan bir işlem değildir. Başka herhangi bir hücre, oksijen taşıyamaz. Kendilerine has şekilleriyle alyuvarlar, bu özel görev için tasarlanmış hücrelerdir. Alyuvarlar, yassı, yuvarlak ve her iki yanı basık şekilleriyle muazzam birer "tasarım harikasıdırlar".


          Alyuvarlar, damar içinde dolaşan en küçük hücreler olmalarına rağmen bazen çok dar kanallarla karşılaşırlar. Yaklaşık 7-8 mikrometre boyutundaki bu hücreler için zaman zaman karşılarına çıkan 5 mikrometrelik dar kanallar oldukça zorlu tünellerdir.

          Alyuvarın oksijen taşımasını sağlayan pek çok faktör vardır ve söz konusu faktörlerin hepsi gereklidir. Bunlardan biri şeklinin yassı olmasıdır. Bu yassı şekil, hücrenin yüzey alanını artırmakta ve oksijen ile temasını kolaylaştırmakta, aynı zamanda oksijeni gerekli zamanda gerekli yere kolayca bırakabilmesini sağlamaktadır. Alyuvar, şekli sayesinde normal bir hücre formunda iken alabileceğinden çok daha fazla oksijen atomunu yüklenebilir ve ihtiyaç duyan dokulara bunu kolaylıkla iletebilir.

          Alyuvarların yassı şekli bu hücrelerin damarlardan rahatlıkla geçişleri için de önemlidir. Biraz önce belirttiğimiz gibi alyuvarlar, damarlar içinde dolaşan en küçük hücrelerdir. Oksijenin vücutta her yere ulaştırılabilmesi için bu boyut son derece önemlidir. Ancak kimi zaman alyuvarların karşılarına çok küçük boyutlarda kılcal damarlar çıkar. Kimi zaman yaklaşık 5 mikrometre gibi bir inceliğe ulaşabilen bu damarlar, yarıçapı 7-8 mikrometre olan alyuvarlar için zorlu tünellerdir.17 Alyuvarların bu tünelleri aşmaları gerekir çünkü kılcal damarlar, daha sonra detaylı olarak üzerinde durulacağı gibi, besinlerin ve oksijenin tüm dokulara ulaşmasını sağlayan son derece önemli kan damarlarıdır. Alyuvarların bu damarlara sığamayacak kadar büyük olmaları normal şartlarda çok büyük bir sorun yaratmalıdır. Ancak alyuvarlar, kendileri için özel olarak meydana getirilmiş üstün dizaynlarının bir gereği olarak, böyle bir sorun yaşamazlar: Esnektirler. Hemen her şekle girebilen bir torba gibidirler. Böylesine rahat şekil değiştirebilmelerinin en önemli nedeni, alyuvarların içlerinde taşıdıkları maddelerin miktarına oranla çok geniş bir hücre zarına sahip olmalarıdır. Böylece hücre zor hareket edeceği alanlara girse de, hücre zarı gerilmez ve diğer hücrelerde olduğu gibi yırtılmaz.18 Bu son derece avantajlı bir durumdur. Esneyerek şekil değiştirebilen bu hücreler çapları kendilerinden daha dar olan damarlardan bu sayede geçebilirler.


          Alyuvarlar her iki yönüde içbükey olan disk þeklindeki hücrelerdir. Bu şekilleri sayesinde damarlarýn içinde bükülerek eðilebilirler. Ancak alyuvarların esnekliðinin bir baþka sebebi de hücre zarýdýr. Solda alyuvarın elektron mikroskobundaki görüntüsü görülüyor. (200.000 kez büyütülmüş) Kirmizı oklarla işaretli kısım alyuvarın incecik kılcal
          damarlardan kolayca geçişini sağlayan esnek hücre zarıdır. Vücuttaki hücrelerin oksijene sahip olabilmeleri için, alyuvarların bu özelliği
          son derece önemlidir.

          Bu avantajlı durum aynı zamanda çok özel bir tasarımdır da kuşkusuz. Allah, hemoglobin ve alyuvar gibi iki farklı yapıyı birbirine uyumlu yaratmış ve onları birlikte hareket etmelerini sağlayacak özelliklerle donatmıştır. Alyuvarın sahip olduğu yassı şekil, ortada bilinçli bir tasarım olduğunun çok önemli göstergelerinden bir tanesidir. Kuşkusuz Allah, alyuvarın büyüklüğünü kılcal damarlara uyumlu olarak da yaratmaya Kadir'dir. Ancak mevcut yapı, insan bedeni için olabilecek en ideal değerlerdedir. Bu, herşeyin varlığını, varlığı boyunca geçireceği halleri tespit ve tayin eden ve ona göre yaratan, onları yoktan var eden Yüce Allah'ın eseridir.

          Bu muhteşem tasarımın önemini daha iyi anlamak için, tasarımda oluşan bir sorunun nasıl sonuçlarının olabileceğini incelemekte fayda vardır. Eğer alyuvarın şeklinde veya esnekliğinde herhangi bir sorun meydana gelirse bu durum, dokulara oksijen ve besinin ulaşamaması yani o dokunun ölümü demektir. Alyuvarların ulaşamadıkları dokular ise ölüme mahkum olur.

          Yassı şeklin önemini anlayabilmek için son derece önemli bir hastalık olan "orak hücre anemisini" incelemek gerekmektedir. Bu hastalık, alyuvarların şeklinin bozulması ile oluşan bir hastalıktır.

          Hücreler "hemoglobin S" adı verilen anormal bir hemoglobin tipi içerirler. Bu hemoglobin, oksijensiz kaldığı zamanlarda alyuvar içinde uzun kristaller şeklinde çöker ve alyuvarın şeklini bir çeşit orağa benzetir. Alyuvarın değişen bu şekli, yeterli oksijen taşıyamamasına neden olur ve bir süre sonra alyuvar kütlesi azalmaya başlar. Ayrıca şekli değişen hücreler damarların içinde birikerek tıkanmaya neden olurlar. Hücreyi orak şekline getiren kristal yapının ince ucu ise kimi zaman hücre zarının yırtılmasına neden olur.19


          Üstte, göz retinasındaki kılcal damar ağı görülmektedir. Yanda ise, orak hücre anemisi hastalığının bir sonucu olarak orak şekline dönüşmüş bir alyuvar hücresi görülmektedir. Orak şekline gelen bu hücreler, esnekliklerini kaybederler ve dar retina damarlarına ulaşamazlar. Bu durumda görme bozuklukları hatta körlük oluşur.

          Hastalığın hissedilen etkileri ise son derece ciddidir. Kemiklerde, kaslarda ya da karında günlerce veya haftalarca süren şiddetli ağrı ve krizler meydana gelir. Alyuvarların dar retina damarlarına ulaşamamaları nedeniyle görme bozuklukları hatta körlük oluşur. Karaciğerdeki işlev bozukluğu sarılık hastalığına sebep olabilir. Çocuklarda büyüme gecikir. Vücut, enfeksiyonlara açık hale gelir. Ve daha da önemlisi beyindeki küçük kan damarlarının tıkanması nedeniyle beynin bazı bölümlerinde hasarlar oluşabilir. Kimi zaman bu durum felç ile sonuçlanabilmektedir.

          Bu hastalık birkaç saat içinde bile son derece tehlikeli boyutlara ulaşabilir. Orak hücre anemisine küçük yaşlarda yakalanmış olan kişiler, hastalığın ölümcül olmaması için yaşamları boyunca tedavi görmek zorunda kalırlar. Ve tekrar hatırlatalım; sebep yalnızca alyuvar hücrelerinin şeklindeki bozukluktur.

          Bu önemli hastalıkla ilgili belki de en şaşırtıcı iddia ise evrimcilerden gelir. Evrimciler için bu hastalık, evrim süreci için bir sözde "delildir"!

          Yorum

          • frantic
            Senior Member

            • 26-01-2004
            • 3696

            #6
            Konu: Kan Ve Kalp Mucİzesİ

            Orak Hücre Anemisi Hastalığı Hakkında Evrimci Yanılgılar

            Evrim teorisi canlıların kökenini iki doğal mekanizmaya bağlar: Doğal seleksiyon ve mutasyon. Bu mekanizmalar içinde evrimcilerin kendisinden yeni biyolojik yapılar üretmesi bekledikleri ise mutasyondur. Teoriye göre, mutasyonların en azından bir kısmı "yararlı" olmalı, yani canlılara yeni genetik bilgiler eklemeli, onlara daha önceden var olmayan organlar, biyokimyasal yapılar kazandırmalıdır. Bu "yararlı" özellikler de doğal seleksiyon tarafından seçilecek ve böylece evrim gerçekleşecektir.

            Göklerin ve yerin yaratılması ile onlarda her canlıdan türetip-yayması O'nun ayetlerindendir.Ve O, dileyeceği zaman onların hepsini toplamaya güç yetirendir.
            (Şura Suresi, 29)


            Bu, hayali bir senaryodan başka birşey değildir. Çünkü bu teorinin en önemli sorunu gerçek dünyada hiç "yararlı mutasyon" olmamasıdır. Genetik biliminin gelişmesinden bu yana, Darwinist biyologlar iddialarını doğrulayacak bir mutasyon örneği gözlemlemek için uzun uğraşılar vermişlerdir. Ancak saptadıkları, üzerinde çalıştıkları, deneyler yaptıkları tüm mutasyon örnekleri canlıyı geliştirmek bir yana, ona zarar vermiş, kimi zaman canlının ölümüne neden olmuş, en iyi ihtimalle de etkisiz kalmıştır. Darwinistler, tüm başarısız deneyimlerine rağmen vazgeçmemektedirler. Mutasyonların fayda getirebileceğine ve canlılara yeni faydalı özellikler ekleyebileceğine dair inançlarını korumaktadırlar.

            MUTASYONLAR HİÇBİR ŞARTTA AVANTAJ OLUŞTURMAZ

            Evrimciler, orak hücre anemisi hastalığına yakalanan kişilerin sıtma hastalığına karşı dirençli olmalarını bir fayda olarak kabul eder ve buna sebep olan mutasyonu faydalı mutasyon örneği olarak tanımlarlar. Oysa, orak hücre anemisi hastalığı, son derece ciddi, hatta ölümcül hastalıklara yol açan, vücuttaki bazı organ ve dokuların beslenememesine ve dolayısıyla ölümüne neden olan, sonraki nesillere de ulaşarak yayılan önemli bir hastalıktır. Kuşkusuz böyle bir hastalığın "faydalı mutasyon" örneği olarak kabul edilmesi mümkün değildir.

            Bu inançlarını ayakta tutabilmek için de son derece ciddi hatta ölümcül olan bir hastalık olan orak hücre anemisini sözde "faydalı mutasyon" örneği olarak kabul etmekten çekinmezler. Bu hastalıkta, hemoglobinin şeklinin bozulmasına neden olan faktör, bir mutasyondur. Meydana gelen mutasyon, hemoglobinin oksijeni taşıma yeteneğine zarar vermektedir. Bu nedenle oksijen, vücuttaki önemli bazı hücrelere taşınamaz hale gelmekte ve önceki bölümde belirttiğimiz gibi bu durum ciddi hastalıklara yol açmaktadır. Öyle ki hastalık, ölümcül boyutlara kadar ulaşabilmektedir.
            Ancak söz konusu bozukluklara yol açan mutasyon örneği, bazı evrimci biyologlar taraf ndan çok garip bir şekilde "faydalı mutasyon" olarak tanımlanır. (Liselerde okutulan biyoloji kitaplarında dahi bu yanlış bilginin öğretildiğini görmek mümkündür.) Bu iddianın dayanağı ise, hemoglobin molekülünde meydana gelen söz konusu mutasyonun, bir başka hastalık olan sıtmaya karşı koruma oluşturmasıdır. Orak hücre anemisi hastalığına sahip kişiler, genetik olarak hem anneden hem de babadan mutasyona uğramış iki tane orak hücre geni alırlar. Ancak sadece anneden veya babadan tek bir mutasyona uğramış gen alanlar, taşıyıcı konumundadırlar. Bu kişilerde hastalığın belirtileri çok güçlü değildir. Ancak bu kişilerin tek bir mutasyona uğramış gen taşıyor olmaları, onları sıtma hastalığına karşı dirençli kılar.

            Sıtma virüsünün özelliği, şekli yuvarlak olan sağlıklı kan hücrelerine saldırmasıdır. Bu nedenle, orak haline gelerek değişmiş olan kan hücrelerine saldırmaz. Dolayısıyla, sıtma virüsü bu kişilerin vücuduna girse de, virüs hastalığa sebebiyet vermeyecektir.20


            Evrimciler orak hücre anemisi hastalığını faydalı mutasyon olarak kabul ederler. İnsan nesline zararı açık olan bir genetik hastalığı, evrime delil olarak göstermek teorinin ne derece zayıf temeller üzerine kurulu olduğunun önemli delillerindendir.
            Evrimciler, mutasyona uğrayan bu hücrenin insan bedenini sıtma hastalığına karşı dirençli kılmasını bir fayda olarak kabul eder ve buna sebep olan mutasyonu da faydalı mutasyon örneği olarak tanımlarlar. Oysa, meydana geldiği bedende ciddi, hatta ölümcül hastalıklara yol açan, vücuttaki bazı organ ve dokuların beslenememesine dolayısıyla ölümüne neden olan, sonraki nesillere bile ulaşarak yayılan bu mutasyonun insana verdiği büyük zararlar ortadadır. Ancak, evrimciler tüm bu gerçekleri göz ardı ederek, hastalığın sıtmaya karşı sağladığı kısmi bağışıklığı evrimin bir "armağanı" olarak değerlendirmektedirler. Elbette bu son derece saçma bir yorumdur. Bu mantıkla hareket edildiğinde, doğuştan görme özürlü olan kişilerin, araba kullanmak zorunda kalmayacakları ve bu nedenle de trafik kazasından ölme riskinin azalacağı da iddia edilebilir. Hatta akılalmaz bu mantığa göre kör olarak doğmak, genetik bir armağan olarak bile kabul edilebilir. Bu yorum ne kadar anlamsız ise evrimcilerin orak hücre anemisi ile ilgili "faydalı mutasyon" yorumları da o derece anlamsızdır.

            Brown Üniversitesi Biyoloji Profesörü David M. Menton, söz konusu sözde "faydalı" mutasyonu şu şekilde açıklar:

            "Kan hemoglobininde meydana gelen bu mutasyon 'faydalı' olarak kabul edilir, çünkü buna sahip olanlar (ve hayatta kalabilenler!) sıtma hastalığına daha dirençli olmaktadırlar. Bu 'faydalı' mutasyonun özellikleri ise şunlardır: karında ve eklemlerde akut ağrılar, bacaklarda ülserler, bozulmaya uğramış kırmızı kan hücreleri ve bunun sonucunda kimi zaman ölüme sebebiyet verebilen aşırı kansızlık. Buradan 'kötü' mutasyonların neye benzediğini şöyle bir düşünün! Mutasyonlar konusunda Nobel Ödülü sahibi olan H. J. Mueller şunları söylemektedir: 'Mutasyonların doğaları ile ilgili olarak, yapılmış olan deneyler göstermiştir ki, bunların büyük bir çoğunluğu hayatta kalma ve üreme işlevinde organizmaya zararlıdır. İyi olanlar ise oldukça nadir olarak oluşur, bu nedenle tümünü zararlı olarak kabul edebiliriz'."21

            Evrimcilerin bu iddiasıyla ilgili dikkate alınması gereken bir nokta daha vardır. Hastalıktan fazla etkilenmeyen taşıyıcı kişilerin yoğunlukla bulunduğu bölge, sıtma hastalığı riskinin de son derece yüksek olduğu bir bölge, yani Afrika'dır. Bu demektir ki, bir insanın sözde faydalı bir mutasyon sayesinde orak hücre anemisi taşıyıcısı olması, ona aslında, hasarlı geni kendi çocuklarına geçirme imkanı vermiştir. Söz konusu genin bu şekilde yayılması ise, gelecek nesillerin hem anne hem de babadan hasarlı geni alma ihtimallerini güçlendirir. Hem anne hem de babadan alınan iki hasarlı gen ise, çocuğun kaçınılmaz olarak ya orak hücre anemisine yakalanması veya sıtma hastalığına karşı bağışıklık taşımaması anlamına gelmektedir.


            Alyuvarların içine yerleşerek kana kırmızı rengini veren hemoglobin, son derece hayati bir göreve sahiptir. Hücrelerin yaşamasını sağlayan oksijen onun sayesinde vücuda dağılır, vücuttan atılması gereken karbondioksit de yine hemoglobin sayesinde dışarıya verilir.

            Nitekim hemoglobinin içindeki 287 amino asit içinden sadece bir tanesinin değişikliğe uğraması ile meydana gelen bu hastalık, hastalığı taşıyan kişilerin %25'inin ölümüne neden olmaktadır.22

            Orak hücre anemisi konusunda dünyaca ünlü otoritelerden sayılan The Sickle Cell Disease Patient (Orak Hücre Anemisi Hastası) kitabının yazarı Dr. Felix Konotey-Ahulu konuyla igili olarak şunları söylemektedir:

            "Sıtmaya karşı dirençli olmanız, genlerinizi sonraki nesillere iletecek kadar hayatta kalabileceğinizi gösterir. Ancak ortaya çıkan şey zarardır, seçilen şeyin kompleksliğini artıran veya onu geliştiren bir etkisi yoktur. Ve toplumda daha fazla taşıyıcının olması, daha fazla kişinin bu korkunç hastalığa yakalanacağı anlamına gelmektedir."23

            Açıktır ki, evrimciler, tüm canlıların oluşumu için en önemli mekanizmalardan biri olarak kabul ettikleri mutasyonlar konusunda önemli bir çelişki yaşamaktadırlar. İnsan nesline zararı açık olan bir genetik "hastalığı", evrime delil olarak göstermeleri, aslında teorinin ne derece zayıf temeller üzerine kurulu olduğunu bir kez daha göstermektedir. Görünen o ki, tümüyle çökmüş olan bir teori fanatik taraftarları tarafından ayakta tutulmaya çalışılmaktadır. Ancak bu çaba, söz konusu Darwinistleri küçük düşürmekten öteye gidemeyecektir.

            Yorum

            • frantic
              Senior Member

              • 26-01-2004
              • 3696

              #7
              Konu: Kan Ve Kalp Mucİzesİ

              Olağanüstü Bir Molekül: Hemoglobin

              Çoğu zaman bedeninizde sizi yaşatmak için büyük bir çaba sarf edildiğini fark etmezsiniz. Siz; çalışır, yorulur, uyur, yemek yer veya spor yaparken, içinizdeki hummalı çalışma hiç durmadan devam eder. Sizi yaşatmak için programlanmış moleküller, size fark ettirmeden, hata yapmadan, sıkılmadan, dinlenmeden görev başındadırlar.

              Kana kırmızı rengini veren hemoglobin, insan bedenini oluşturan sayısız molekülden sadece bir tanesidir. Görevi ise hayatidir: Vücudun her hücresini o yaşatır. Vücudun yaşamasını sağlayan oksijen onun sayesinde dağılır, vücuttan atılması gereken karbondioksit onun sayesinde toplanır. Yaşamamız için sırf nefes alıp vermemiz yeterli değildir. Bedende saniyeler içinde gelişen bir hareketlenme ile alınan oksijenin yaklaşık 100 trilyon hücreye teker teker dağıtılması, dışarıya verilecek karbondioksitin ise teker teker toplanması gerekmektedir. Hayatta kalabilmemiz, tümüyle kompleks olan bu mikro sistemin faaliyetine bağlıdır. Yeryüzünde yapılan hiçbir bilimsel çalışma, hemoglobin gibi oksijen taşıyabilen bir mekanizmanın geliştirilmesini sağlayamamıştır.

              O ölüden diriyi çıkarır ve diriden ölüyü çıkarır, ölümünden sonra da yeri diriltir. İşte siz de böyle çıkarılacaksınız.(Rum Suresi, 19)

              Hemoglobin, kendine has özelliklere sahip, olağanüstü kompleks bir moleküldür. Bu kompleks molekül de, tüm özellikleriyle, herşeyi bilen, herşeye gücü yeten Hayy (diri) olan Allah'ın bir mucizesidir. Bu büyük mucizenin özelliklerini incelerken, Allah'ın birbirinden muhteşem eserler yaratmaya kadir olduğu ve bu eserleri her insanda eksiksiz olarak var ettiği gerçeğini sürekli akılda tutmak gerekmektedir. Bu gerçeği görmek, Allah'a şükredip O'nu yüceltmenin en önemli yollarından biridir. Allah bir ayette şu şekilde buyurmuştur:

              O, Hayy (diri) olandır. O'ndan başka İlah yoktur; öyleyse dini yalnızca Kendisi'ne halis kılanlar olarak O'na dua edin. Alemlerin Rabbine hamd olsun. (Mümin Suresi, 65)

              Mucize Molekül Oksijen Taşıyor

              Bilim adamlarının "olağanüstü bir molekül" tanımı, hemoglobinin birbirinden farklı işleri aynı anda yapabilmesinden kaynaklanmaktadır. Hemoglobin, akciğerlerdeki kılcal damarlardan geçerken etrafındaki milyonlarca molekül içinden oksijeni seçer. Yöntemi ise son derece akılcı, bir o kadar da şaşırtıcıdır. Hemoglobin, oksijen atomlarını kendine has yöntemi ile adeta "yakalar". Ancak bu işlemin çok hassas bir şekilde yapılması gerekmektedir, çünkü oksijen bağlandığı molekülleri okside etme özelliğine sahiptir. Oksidasyon ise söz konusu molekülün tüm işlevlerini yitirmesine neden olan bir tür zehirlenmedir.

              Hemoglobin, oksijenin beraberinde getireceği bu tehlikeye karşı Allah'ın yarattığı mükemmel bir tasarımla var edilmiştir: Hemoglobin oksijeni taşırken ona tam olarak bağlanmaz, oksijeni tıpkı bir maşa ile tutar gibi bir ucundan yakalar ve götüreceği yere kadar bu şekilde taşır. Bu kuşkusuz son derece tedbirli bir yöntemdir. Yüce Allah, oksijenin oksidasyon özelliği ile bu önemli tedbiri birlikte yaratmıştır. Kuşkusuz bu uyuma ön yargısız bir biçimde bakanlar, buradaki tasarımı açıkça görebilirler. Hemoglobinin, oksijendeki tehlikeyi keşfederek bir tedbir geliştirmek, deneyip yanılarak ona göre sistem belirlemek gibi bir imkanı yoktur. Herşeyden önce bahsettiğimiz yalnızca bir moleküldür. Bu önemli tedbir, tüm kompleksliği ile, hemoglobinin ilk ortaya çıktığı anda, hemoglobin ile birlikte yaratılmıştır. Hemoglobinin oksijeni yakalamasını sağlayan biyokimyasal detaylar ise, böyle bir mekanizmanın tesadüf eseri meydana gelemeyeceğini açıkça sergiler niteliktedir.


              Hemoglobin, Oksijeni Taşımak İçin Gerekli Önlemlerle Birlikte Yaratılmıştır.
              Hemoglobin molekülündeki 4 hem grubu oksijeni yakalayıp taşımakla görevlidir. Oksijensizken birbirine paralel durumda olan bu hem grupları, oksijene bağlandıklarında paralel şekillerini kaybedip, çarpılıp bükülmeye başlarlar. Bunun nedeni oksijenlerin birbirlerine yaklaşarak demir iyonları arasında oksijen köprülerinin oluşmasını engellemektir. Bu önlem son derece önemlidir. Bu tedbir sayesinde iki hemoglobin molekülünün oksitlenerek bozulması önlenmiş olmaktadır. Her kırmızı kan hücresindeki yaklaşık 270 hemoglobin, bu önemli tedbiri sürekli olarak almaktadır.


              Hemoglobin molekülünde dört zincirden oluşmuş globin adı verilen bir protein bulunmaktadır. Her globin, "hem grubu" adı verilen bir başka moleküle bağlıdır. Hem grupları, oksijenin hemoglobine bağlanmasında son derece önemlidirler. Hem gruplarının her biri birer demir iyonu taşır.
              Bu durumda karşımıza, dört hem grubunun sahip olduğu dört demir iyonu çıkar. Aslında akciğerlerdeki oksijeni kendisine bağlayan ve bunu dokularda serbest bırakan daima bu demir iyonlarıdır. Ancak globinin de bu işlemde son derece önemli bir rolü vardır. Globinin şekli, birazdan inceleyeceğimiz gibi önemli bir kontrol mekanizması ve eşsiz bir yaratılış harikasıdır. Ayrıca bu molekülün amino asit dizilimindeki en küçük bir değişiklik, hemoglobinin oksijen taşıma kabiliyetini tümüyle değiştirmektedir.

              Kanın özelliklerini anlatmaya başlarken, her ayrıntının birbirinden farklı ve kompleks detaylar içermekte olduğunu belirtmiştik. Sistemin küçük parçalarına doğru inildikçe, bu komplekslik ve çeşitliliğin daha da artmakta olduğuna dikkat çekmiştik. Allah'ın bu gibi detaylar ve komplekslikler yaratması, sistemin işleyebilmesi için bunların varlığını zorunlu kılması, yaratılış gerçeğini kabullenmek istemeyenleri açıklamasız bırakır. Bu gibi örnekler Allah'a iman edenlerin ise inançlarını güçlendirir. Verdiğimiz tüm bu teknik detaylar, bu kompleksliği daha ayrıntılı gözler önüne serdiği için, inkarcıları daha fazla şüphe içinde bırakmakta, iman edenler için de güven ve kararlılık vesilesi olmaktadır.

              Sistemin detaylarını incelemeye devam ettiğimizde globinin, demirin oksijen alımını kontrol altında tutan özel bir şekle sahip olduğunu görürüz. Hemoglobin molekülündeki dört hem, normal şartlarda birbirlerine paralel, globin molekülüne ise dikey durumdadır. Ancak hem grupları kendilerine oksijen bağladıklarında, bu paralellik kaybolur. Paralelliğin kaybolma sebebi hem gruplarının birbirlerinden mümkün olduğunca uzaklaşmasıdır. Kendisine oksijen atomu bağlayan hem gruplarından bir tanesi, bu bağlanmanın ardından öyle çarpılır ve bükülür ki, kendisinden sonra gelen diğer grubun da çarpılmasına neden olur. Böylece ikinci hem, daha kolay oksijen bağlayabilmekte ve bu bağlanmalar sırasında demirler arasında oluşabilecek bir oksijen köprüsünün kurulması önlenmiş olmaktadır. Eğer hemlerin birbirine paralelliği nedeni ile oksijen atomları arasında köprüler oluşmuş olsaydı, iki değerli hemoglobin molekülü oksitlenerek bozulacaktı.24

              Yorum

              • frantic
                Senior Member

                • 26-01-2004
                • 3696

                #8
                Konu: Kan Ve Kalp Mucİzesİ

                Bu durumu bir çubuğa asılı bıraktığımız dört ayrı mıknatısa benzetebiliriz. Mıknatıslar aynı kutuplara sahip olduklarından birbirlerini iteceklerdir. Birbirine yaklaşan her mıknatıs parçasının diğerini ittiğini düşünürsek, birbirinden uzaklaşmaya çalışan ve bu nedenle de şekilden şekile giren mıknatıslarla karşılaşırız. İşte demir iyonları da oksijene bağlandıklarında, tıpkı aynı yüklere sahip mıknatıslar gibi hareket eder ve mümkün olduğunca birbirlerinden uzaklaşmaya çalışırlar. Burada mıknatısların asılı olduğu çubuk, globin molekülleri, hareketlerini sağlayan unsur yani mıknatısların asılı olduğu "ip" hem grupları, mıknatıslar da oksijenlerdir. Hemoglobinin 4 ayrı oksijen molekülüne bağlanması vücudun oksijen ihtiyacını karşılamak üzere meydana getirilmiş özel bir tasarımdır.


                Hemoglobin, beraberinde taşıdığı azotmonoksit sayesinde hangi dokuya ne kadar oksijen vereceğini bilmektedir. Hemoglobinin taşıdığı azotmonoksit, vücuttaki kan basıncının sabit kalmasını sağlamaktadır. Dokulara hangi miktarda oksijen dağıtılması gerektiği, kan basıncının sabitliği ile sağlanır.

                Her kırmızı kan hücresinin ortalama 270 kadar hemoglobin molekülü taşıdığı göz önüne alındığında, vücutta oksijen dağıtımının ne kadar gelişmiş bir boyutta olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Bu mükemmel dağıtımın yukarıda anlattığımız özel tasarıma sahip olması da, son derece önemlidir. Söz konusu moleküller, sanki oksijenin beraberinde getireceği tehlikeyi hesap edebilir, buna göre birbirlerinden uzaklaşmaları gerektiğini bilir gibi davranırlar. Daha da önemlisi, yeryüzündeki her insan vücudunda trilyonlarca molekülde aynı tedbir mutlaka alınmıştır. Çünkü onlar, Allah'ın yarattığı ve her an kontrolünde tuttuğu yaratılış örnekleridir. Her biri Allah'ın, "hükmünü yerine getiren" anlamına gelen Kadi sıfatının tecellileridir. Ve bu nedenle yeryüzündeki her yaratılış örneği gibi, Allah'ın varlığını, sonsuz gücünü ve ilmini bize tanıtırlar. Rabbimiz'in üstün ilmi Kuran'da şu şekilde bildirilir:

                İşte gaybı da, müşahede edilebileni de bilen, üstün ve güçlü olan, esirgeyen O'dur. Ki O, yarattığı herşeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya bir çamurdan başlayandır. (Secde Suresi, 6-7)

                Bu taşıma serüveninde hemoglobin ile oksijen arasında gerçekten de son derece zayıf bir bağ meydana gelmiştir ve bu bağ herhangi bir durumda hemen kopmaya hazırdır. Bu zayıf bağın, bir başka tasarım harikası olduğu gerçeği ise bir sonraki aşamada karşımıza çıkar. Gerekli dokulara oksijenin bırakılabilmesi için iki molekülün kolayca birbirlerinden ayrılmaları gerekmektedir. Aradaki zayıf bağ, bu işlemi kolaylaştırmaktadır. Eğer arada sağlam bir bağ meydana gelseydi, oksijen molekülü vücutta taşınmasına rağmen dokularda bırakılamayacak, oksijen yüklü alyuvarlar dokuların yanından geçip gidecekti. Bu ise bizim için mutlak bir ölüm demektir.


                Üstteki şemada kılcal damarla doku arasındaki gaz alışverişi gösterilmektedir. Kılcal damarın arteriyole bağlandığı noktada kan basıncı, ozmotik basınçtan daha yüksektir ve bu nedenle su, oksijen, amino asitler ve glikoz kan dolaşımından ayrılmaya eğilim gösterirler. Kılcal damarın toplardamara bağlandığı noktada ise bu durumun tam tersi olarak ozmotik basınç, kan basıncından daha yüksektir. Bu nedenle de su, karbondioksit ve diğer atık moleküller kan dolaşımına dahil olurlar. Basınç farklarından oluşan bu mükemmel tasarım oksijen ve besinlerin tüm vücuda dağılmasını sağlar.

                Zayıf bağın oluşup kırılma oranı da ince bir tasarımla belirlenmiştir. Oksijen molekülünün hemoglobine bağlanmasını sağlayan ortam, yüksek oksijen basıncıdır. Vücutta oksijen basıncı düştüğünde oksijen ve hemoglobin arasında meydana gelmiş olan zayıf bağ kırılır ve oksijen hemoglobinden ayrılır. İşte bu mekanizma akciğerlerden dokulara oksijen taşınmasının temelini oluşturmaktadır.25 Vücutta böyle bir mekanizmanın hiç kesintiye uğramadan işliyor olması gerekmektedir. Eğer oksijen basıncı ihtiyaç duyulan zamanda ve ihtiyaç duyulan yerde düşmezse, dokular hiçbir zaman nefes alamazlar. Oksijensiz bir doku ise varlığını uzun süre devam ettiremeyecektir.

                Yorum

                • frantic
                  Senior Member

                  • 26-01-2004
                  • 3696

                  #9
                  Konu: Kan Ve Kalp Mucİzesİ

                  Aynı durum kan basıncı için de geçerlidir. Hemoglobinin bir dokuya ne kadar oksijen vereceğini belirlemesi, ancak bir kan basıncı sabitliği söz konusu olduğunda mümkün olabilmektedir. Kandaki bu basıncın sabit durabilmesi ise hemoglobin molekülünün oksijen ve karbondioksit dışında taşıdığı bir başka molekül ile mümkün olur: Azotmonoksit. Eğer hemoglobin beraberinde azotmonoksit taşımıyor olsaydı, kan basıncı sürekli olarak değişim gösterecek ve gerekli dokulara gerekli miktarda oksijen verilmemesi ya da aşırı oksijen verilmesi durumu ortaya çıkacaktı.26 Bu durumda da dokular ya yanacak ya da oksijensizlikten öleceklerdi.

                  Hemoglobin molekülü ile ilgili şimdiye kadar verdiğimiz tüm bilgiler onun yaşam için özel tasarlanmış bir yapı olduğunu açıkça doğrulamaktadır. Bu molekül, canlıların yeryüzündeki gelişimini tümüyle rastlantılara bağlayan Darwinistler için önemli bir sorun teşkil etmektedir. Eğer Darwinistler hemoglobinin rastlantıya dayalı mutasyonların bir eseri olduğu iddiasında ısrar edeceklerse; vücudun içinde, oksijen ile son derece hassas bir kimyasal uyuma sahip olan hemoglobin adlı molekülün genetik bilgisinin nasıl ortaya çıktığını ve bu genetik bilgi var olmadan önce, kan dolaşımlı canlıların nasıl solunum yaptıklarını, oksijeni nasıl dokulara taşıdıklarını açıklamalıdırlar.

                  Unutmamak gerekir ki, hemoglobinin varlığı kan dolaşımı için zorunludur ve oksijen soluyarak yaşayan hiçbir organizma, bu molekülün rastlantısal mutasyonlarla oluşmasını ve zaman içinde mükemmelleşmesini bekleyemez. Eğer hemoglobin, oksijene zayıf bir bağla bağlanacak ve böylece onu dokulara taşıyacak, sonra da dokulardaki atık maddeyi toplayıp bunu akciğerde yeniden bırakacak olan çok özel yapısına ilk andan itibaren sahip olmasaydı, kan dolaşımı mümkün olmazdı. Bu da bizlere kan dolaşımının, kalp, damar ağı, kan sıvısı gibi zaten kendi içinde son derece kompleks olan dokuların yanında, hemoglobin gibi özel moleküllerle birlikte bir anda ve eksiksiz olarak ortaya çıkmış olması gerektiğini gösterir. Bir diğer ifadeyle kan dolaşımının kökeni evrim değil, bilinçli yaratılıştır.

                  Canlılar alemi içinde 'nasıl' ve 'neden' sorularına verilebilecek her cevap, açıkça yaratılış gerçeğinin birer izahı olacaktır. Bundan dolayıdır ki, Darwinistler, yaşamın kompleks yapısının nasıl ortaya çıktığı sorusuna hiçbir zaman cevap getirememektedirler. Karşılarına çıkan her eser, istediğini istediği gibi yapmaya gücü yeten, Kadir olan Allah'ın yaratmasıdır. Kuran'da bu gerçek şu şekilde bildirilir:

                  Artık, doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim; Biz gerçekten güç yetireniz.
                  (Mearic Suresi, 40)

                  Mucize Molekül, Karbondioksit Taşıyor

                  Hemoglobin ile ilgili olarak Darwinistleri açmaza sokan, sadece hemoglobinin oksijen taşıma özelliği değildir. Hemoglobin aynı zamanda verdiğimiz nefes ile dışarı attığımız karbondioksiti de hücrelerden teker teker toplama yeteneğine sahiptir.

                  Haldane etkisi, dokularda oksijen ihtiyacı oluştuğunda, hemoglobinin oksijenden ayrışıp daha fazla karbondioksite tutunmasını sağlar. Aynı kimyasal etki, akciğerlerde tam tersi bir etki göstermektedir. Bu etki ile hemoglobinin oksijen ve karbondioksit alışverişi yaptığı noktalar mükemmel bir hassasiyetle belirlenmiş olur.
                  Karbondioksitin kanda taşınması oksijen kadar riskli değildir. İşte bu nedenle karbondioksit kanda oksijenden çok daha büyük miktarlarda taşınabilir. Dinlenme sırasında 100 ml kan, dokulardan akciğerlere ortalama 4 ml karbondioksit taşır. Oksijen taşıyan hemoglobin kana parlak kırmızı rengini verirken, karbondioksiti akciğerlere geri döndüren hemoglobin parlaklığını kaybeder ve koyu kırmızı, mora yakın bir renk alır. Deri yüzeyindeki damarların koyu renk görünmesinin nedeni işte budur.

                  Karbondioksit, kan içinde genellikle karbonik asik formunda taşınır. Sadece ortalama %5'lik bir kısmı hemoglobine bağlanarak akciğerlere iletilmektedir. Karbondioksidin %10'luk bir kısmı ise çözünmüş gaz halindedir.

                  Karbondioksit, hemoglobine oldukça zayıf bir bağ ile bağlanır. Serbest kalıp hemoglobinden uzaklaşması aşamasında ise devreye giren faktör yine oksijendir. Haldane etkisi dediğimiz bu kimyasal olayda, karbondioksitten daha kuvvetli bir asit olan oksijen hemoglobine bağlanır ve karbondioksitin kandan uzaklaşmasını sağlar. Haldane etkisi, dokularda oksijen ihtiyacı baş gösterdiğinde, hemoglobinin oksijenden ayrışıp daha fazla karbondioksite tutunmasını sağlarken, aynı kimyasal etki akciğerlerde tam tersi etki göstermektedir. Oksijen miktarının daha fazla olduğu akciğerlerde, güçlü asit etkisi ile oksijen hemoglobine bağlanmakta ustaca davranır ve karbondioksit, çıkış kapısına geldiğinde, "mecburen" bağlı olduğu hemoglobinden ayrılmak zorunda kalır.27

                  Bahsettiğimiz bu işlem, son derece karmaşık kimyasal bir olaydır. Burada dikkat çekilmesi gereken nokta ise, hemoglobinin oksijen ve karbondioksit alışverişini yaptığı noktaların mükemmel bir hassasiyetle belirlenmiş olmasıdır. Hemoglobin, dokularda oksijeni bırakmalı ve karbondioksiti yüklenmelidir, karbondioksitin çıkış yeri olan akciğerlerde ise söz konusu alışverişin tersi yapılmalıdır. Bu değişim, bedenin hiçbir zaman bir başka noktasında gerçekleşmez. Bu dönüşüm sistemini sağlayan kimyasal dengenin, kan dolaşımıyla aynı anda ortaya çıkmış olması ise zorunludur, zaman içinde, rastlantısal mutasyonlarla, kademe kademe evrimleşmesi mümkün değildir.

                  Kimi zaman da kandaki hemoglobin genellikle dış etkilerle oluşan karbonmonoksite bağlanır. Karbonmonoksit zehirlenmesi adı verilen olay işte budur. Hava gazı, kömür gazı veya egzozdan çıkan gazların havaya karbonmonoksit olarak karışmasının ardından vücuda alınan bu gaz kandaki hemoglobine bağlanır. Böylece hemoglobine bağlı veya bağlanacak olan oksijenin yerine geçer. Hemoglobinin karbonmonoksite ilgisi ise oksijene olan ilgisinden daha fazladır. Hemoglobin karbonmonoksite 500 kez daha sıkı bağlanır ve bu durum oksijen eksikliğinden ölüme neden olabilir.

                  Yorum

                  • frantic
                    Senior Member

                    • 26-01-2004
                    • 3696

                    #10
                    Konu: Kan Ve Kalp Mucİzesİ

                    Hemoglobinin İçindeki Demir Mucizesi

                    Hemoglobinde bulunan ve oksijenin taşınması işleminde büyük bir payı olan demir, Allah'ın yarattığı büyük mucizelerden bir tanesidir. Çeşitli yollarla vücuda ve doğruca ince bağırsağa alınan demir bir globin proteinine bağlanarak kan plazmasına doğru hareket eder. Burada demiri taşıyan moleküle "apotransferrin" adı verilir. Demir globin molekülüne serbest olarak bağlanmıştır ve vücudun herhangi bir yerinde, herhangi bir dokunun hücrelerinde serbest kalabilir. Demirin hücreler tarafından alımının kontrolü büyük ölçüde demir taşıyan molekül olan apotransferrine aittir. Apotransferrin, kanda sadece demiri taşımakla kalmaz, aynı zamanda hücre içine girerek bu molekülü gerekli bölgeye bırakır. Vücut demire doymuş duruma geldikten sonra, karaciğer daha az miktarlarda apotransferrin üretmektedir. Bir başka deyişle, karaciğer vücudun ihtiyacını belirler ve ihtiyaca göre bir üretim yapar. Böylece vücut içinde demirin taşınma işlemi azalır.29

                    Şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu

                    deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık. (İnsan Suresi, 2)


                    Bu durumda vücut içinde oldukça düzenli bir haberleşme sisteminin olduğuna bir kez daha şahit oluruz. Demirin vücutta fazla miktarda yayılması son derece ciddi rahatsızlıkları da beraberinde getirecektir. Ancak Allah'ın bir nimet olarak yarattığı söz konusu kontrol mekanizması ile üretimin hangi miktarda yapılması gerektiği adeta bellidir. Her an vücutta bu hassas ölçüm yapılır ve yaklaşık 100 trilyon hücrenin her birinin hangi miktarda demire ihtiyacı olduğu belirlenir. İhtiyaca göre yapılan üretim aynı zamanda bir nevi tasarruftur.

                    Demirin vücuttaki emilim hızı oldukça yavaştır. Maksimum hız, günde ancak birkaç miligramdır. Bu demektir ki, besinlerle aşırı miktarda demir alınsa bile bunun yalnızca az bir bölümü vücutta kullanılacaktır.


                    KARACİĞER HÜCRESİ
                    Vücuda alınan demirin oldukça az bir miktarı kullanılır. Ancak vücut için son derece önemli olan bu özel malzemenin geri kalanı hiçbir zaman israf edilmez. Vücuttaki fazla demir iyonları, sonra kullanılması gerektiği bilinircesine, vücuttaki bazı hücreler tarafından depo edilir. Depo görevi yapan bu hücrelerden biri de karaciğer hücresidir. Karaciğer hücreleri adeta bir fabrikanın depolama bölümü gibi çalışarak vücuttaki fazla demiri ileride kullanılmak üzere depolarlar.

                    Ancak geri kalan miktar israf edilmez. Kanda dolaşan demire artık vücudun ihtiyacı yoksa, bu durumda fazla demir iyonları daha sonra kullanılmak üzere saklanır. Vücuttaki bütün hücreler, özellikle karaciğer hücreleri, adeta daha sonra kullanılacağını bilircesine, söz konusu fazla demiri kendi içlerinde depo ederler. Böyle bir depolama işleminden hücrelerin haberdar olması ise son derece önemlidir. Hiçbir hücre, kendisine gelen demiri başıboş ve kontrolsüz olarak kullanmaz. Hiçbir hücre, diğerlerinden farklı bir karar vererek demir iyonlarını bir kenara atmaz. Ellerinde çok değerli bir hazine sakladıklarının farkında gibi hareket ederler. Bu gerçek bize gösterir ki, hücreler içinde kusursuz bir planlama vardır. Söz konusu bu plan, sürekli olarak kontrol altında tutulmaktadır. Açıktır ki, bu plan ve kontrol, herşeyi idare edip ayakta tutan, Kaim olan Allah'a aittir. Bu harika sistemdeki kusursuzluğun sebebi budur.

                    Allah'ın Zatını görmemiz kuşkusuz ki mümkün değildir. Ancak akıllı ve vicdanlı bir insan, çevresindeki bu gibi tasarım örneklerine bakarak Allah'ın mutlak ve Yüce varlığını hemen görüp anlayabilir. Allah'ın mutlak varlığına ilişkin delliler, tüm açıklığıyla gözler önündedir. Rabbimiz, Kendi üstün sanatını bir ayette şu şekilde tarif eder:

                    O Allah ki, Yaratan'dır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakim'dir. (Haşr Suresi, 24)

                    Yorum

                    • frantic
                      Senior Member

                      • 26-01-2004
                      • 3696

                      #11
                      Konu: Kan Ve Kalp Mucİzesİ

                      Darwinistlere Meydan Okuyan Mucize Molekül

                      Darwinizm, canlıların iki doğal mekanizma ile ortaya çıktıklarını ve geliştiklerini öne sürer: Doğal seleksiyon ve mutasyon. Gerçekte bu iki mekanizmanın hiçbir şekilde yeni bir canlı var etmesi ya da bir canlıya bir özellik katması mümkün değildir. (Bkz. Harun Yahya, Hayatın Gerçek Kökeni, 2003) Ancak yine de Darwinist kaynaklarda tüm canlılar, bu iki kör mekanizmanın eseri olarak anlatılır. Oysa biraz dikkatli bakıldığında, bu anlatımlarda, söz konusu mekanizmaların neleri başardıkları hakkında en ufak bir bilgi yoktur.

                      İşte bu nedenle, okuduğunuz veya izlediğiniz her evrimci yayın, spekülatiftir. Örneğin bir deniz canlısının çeşitli mutasyonlarla kara canlısı olmaya başladığını anlatan bir belgeseldeki ya da bir makaledeki uzun cümleler, bilimsel terimlerle donatılmış olabilir. Ancak, "sözde mutasyonların nerede, ne sebeple meydana geldiği, canlıda ne tip etkilere ve değişimlere sebep olduğu, hangi aşamalarla gerçekleştiği" gibi asıl olarak açıklanması gereken detayları evrimcilerin izahlarında bulabilmeniz mümkün değildir. Çünkü evrimciler bu hayali aşamaları açıklamaya teşebbüs ederlerse, aslında evrim diye bir sürecin olmadığını itiraf etmek zorunda kalacaklarının bilincindedirler.


                      Hemoglobinin kompleks yapısı, diğer tüm kompleks organizmalarda olduğu gibi, rastgele oluşan herhangi bir mutasyona izin vermeyecek derecede hassastır. Yapısında meydana gelebilecek herhangi bir rastgele kimyasal etki, bu değerli proteini bir anda işe yaramaz bir amino asit yığınına dönüştürebilir.



                      Hemoglobin için yapılan evrimci açıklamalar da bu şekildedir. Hemoglobin gibi bir mucize molekülün hayali evrimi hakkında, spekülasyon dışında bilimsel değeri olan tek bir açıklamaya bile rastlayamazsınız.

                      Hemoglobin, hem kompleks yapısı, hem de farklı canlılarda sergilenen farklı formlarıyla, evrimciler için ciddi bir zorluk oluşturmaktadır. Evrimci genetikçi Gordon Rattray Taylor, Great Evolution Mystery adlı kitabında bu durumu şu şekilde itiraf etmektedir:

                      "Hemoglobin, pek çok farklı filumda görünerek, evrim hikayesinde gelişigüzel şekilde ortaya çıkmaktadır. Paramecium adı verilen bazı türlerde (hemen her biyoloji dersinde öğretilen son derece basit tek hücreli canlı) bulunur. Kurtçuklarda, yumuşakçalarda, böceklerde ve hatta baklagillerin köklerinde vardır. Bütün bu farklı canlıların nasıl tümünde bulunduğu ise oldukça açıklamasızdır. Tek bir şey açık gibi görünmektedir; her seferinde, tamamen birbirinden bağımsız şekilde, bu molekül tekrar tekrar karşımıza çıkmaktadır."30

                      Bir evrimci olmasına rağmen Gordon Rattray Taylor'ın açıkça kabul etmek zorunda kaldığı bu gerçek son derece önemlidir. Hemoglobinin, birbirinden farklı canlılarda farklı şekillerde bulunması ve bu farklı yapıların hayali evrimsel şemalardan birine oturmaması, bu önemli molekülün her canlı grubu için ayrı ve özel olarak yaratılmış olduğu gerçeğini açıkça göstermektedir. Taylor'un "birbirinden bağımsız şekilde ortaya çıkış" olarak nitelendirmeyi tercih ettiği gerçek, "yaratılış gerçeği"dir.

                      Aynı gerçeği biyokimya profesörü Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis (Evrim: Kriz İçinde Bir Teori) isimli kitabında şu şekilde açıklamaktadır:


                      "Moleküler seviyede; balık, amfibiyen, sürüngen ve memeli sıralamasından oluşan geleneksel evrim serisinin en küçük bir izi bile yoktur. Hayret verici olan ise insan, hemoglobini yönünden, balıktan daha çok lamprey'e (yılan balığı şeklinde bir su hayvanı) daha yakındır."31

                      Dahası, hemoglobinin kompleks yapısı, diğer tüm kompleks organizmalarda olduğu gibi, rastgele herhangi bir mutasyona izin vermeyecek derecede hassastır. Hemoglobin proteinini meydana getiren amino asit dizilimi, sahip olduğu özel dizilimi yitirdiği anda işe yaramaz bir amino asit yığınından başka bir şey olmayacaktır. Bu molekülün kendisi için belirlenmiş özel amino asit dizilimine tesadüfen sahip olabilmesi ancak 10950'de 1 ihtimaldir. Yani imkansızdır.


                      Hemoglobini oluşturan alfa ve beta zincirlerini birbirlerine dönüştürmek için en az 120 mutasyon gerekmektedir. Ancak bu mutasyonlar sırasında tek bir amino asit değişikliği, kan hücrelerinin bozulmasına sebep olabilmektedir. Orak hücre anemisi hastalığının nedeni meydana gelen tek bir mutasyondur.

                      Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nden (Massachusetts Institude of Technology - MIT) Murray Eden'in konu ile ilgili yorumları şöyledir:

                      "Hemoglobin iki zincirden oluşur; alfa ve beta. Alfayı betaya çevirmek için en az 120 mutasyon gerekmektedir. Bu değişikliklerden en az 34'ü, 2 veya 3 nükleotid arasında yer değiştirmelerin gerçekleşmesini gerektirir. Ancak, eğer mutasyon sırasında tek bir amino asit değişikliği meydana gelirse, sonuç kanın bozulmaya uğramasıdır ve organizma ölür!"32

                      Eğer hemoglobini oluşturan amino asitlerden rastgele bir tanesini çıkarır veya bu amino asitlerden rastgele iki tanesinin yerini birbirleri ile değiştirirseniz, bu durumda protein bozulmaya uğrayabilir veya tüm işlevini kaybedebilir. Buna en iyi örnek, daha önce incelediğimiz orak hücre anemisi hastalığıdır. Orak hücre anemisi oluşması için tek sebep, hemoglobin dizilimini oluşturan sadece iki amino asitin birbirleri ile yer değiştirmesidir. Son derece ciddi rahatsızlıklara sebep olan ve henüz tedavisi bulunmayan bu hastalık, hemoglobini oluşturan 287 amino asit arasından sadece iki tanesinin farklı yerde bulunması ile kendisini gösterir. Nobel Ödülü sahibi biyoloji profesörü George Wald, konu ile ilgili olarak şunları söylemektedir:

                      "Herhangi bir türdeki TEK BİR mutasyonal değişiklik hemoglobinin düzgün çalışmamasına neden olur. Örneğin, hemoglobindeki 287 amino asitten tek bir tanesinin değişikliğe uğraması orak hücre anemisine neden olmaktadır. Bu hastalıkta glutamik asit ünitesi, valin ünitesi ile yer değiştirmiştir - ve sonuç: Bu hastalığa yakalananların %25'i ölmektedir."33

                      Darwinistler, evrimi güçlü bilimsel kanıtlara sahip bir teori, hatta bir "gerçek" gibi göstermek çabasındadırlar. Oysa Allah'ın benzersiz bir tasarımla yarattığı tek bir hemoglobin molekülü bile, sahip olduğu komplekslik
                      canlılar arasında hayali "evrim ağacı"na meydan okuyan dağılımı ile, teoriyi çıkmaza sokmaya yeterlidir.

                      Yorum

                      • frantic
                        Senior Member

                        • 26-01-2004
                        • 3696

                        #12
                        Konu: Kan Ve Kalp Mucİzesİ

                        Kasların Oksijen Kaynağı: Miyoglobin

                        Vücutta kaslara oksijen taşıma görevini üstlenen miyoglobin adında bir başka molekül daha vardır. Bu molekül hemoglobine çok benzer, fakat özelliği, hemoglobinden farklı olarak tek bir oksijen atomu taşıyabilmesidir. Miyoglobin kaslar için tasarlanmış özel bir moleküldür. Çünkü kasların oksijene olan ihtiyacı, azar azar ve belirli miktardadır. Miyoglobin, dört değil sadece bir tane oksijen atomu taşıyarak, kasların gereksinimlerine cevap verir. Ancak vücuttaki diğer hücreler için böyle bir durum söz konusu değildir. Kanın, diğer dokulara, hemen her saniye bol miktarda oksijeni taşıması şarttır. Dokulardaki bu gereksinim, hemoglobinin dört oksijen molekülüne bağlanabilmesi ile karşılanmıştır.

                        Eğer söz konusu görev dağılımı tersine dönseydi, miyoglobin vücuda yeterli oksijeni dağıtamayacak, hemoglobin de kaslara fazla oksijen vererek onların yanmalarına neden olacaktı. Ama ne hemoglobin ne de miyoglobin oksijeni vücutta farklı bir yere taşımazlar. Alemlerin Yüce Rabbi olan Allah'ın emriyle hareket eden bu moleküller görevlerini eksiksiz olarak yerine getirirler. Bir ayette şöyle bildirilir:

                        Peki onlar, Allah'ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde her ne varsa -istese de, istemese de- O'na teslim olmuştur ve O'na döndürülmektedirler. (Al-i İmran Suresi, 83)

                        Miyoglobin-Hemoglobin ile İlgili Evrim İddialarının Asılsızlığı

                        Benzer görevler üstlenen hemoglobin ve miyoglobin molekülleri, benzer moleküler özelliklere sahiptirler. Sahip oldukları hem grupları birbirlerinden hiçbir fark göstermez ve sahip oldukları dört zincir de aynı şekilde katlanır. Bu benzerliği evrimciler kendi teorileri için bir delil olarak kabul etmiş ve 1959 yılında bu iki molekülü sözde "akraba" ilan etmişlerdir.




                        İKİ TASARIM HARİKASI: MİYOGLOBİN VE HEMOGLOBİN

                        Kaslar, vücudun diğer hücrelerinden daha az oksijene ihtiyaç duyarlar. Bu nedenle, kaslara oksijen dağıtımını yapmak üzere farklı bir molekül yaratılmıştır. Hemoglobin taşıdığı 4 oksijen ile dokuların gereksinimini karşılarken, miyoglobin, taşıdığı tek oksijen atomu ile kaslara hayat verir. Bu özel tasarım Allah'ın kusursuz yaratmasıdır.


                        Doğada, pek çok yapı moleküler olarak benzerdir. Birbirlerinden tek bir atom ile ayrılan iki molekül, birbirinden tamamen farklı iki yapıyı oluşturabilirler. Hatta atomlarının aynı ancak birbirlerine bağlanış biçimlerinin farklı olması bile iki molekülden bir tanesini lezzetli bir yiyecek diğeriniyse bir ağaç dalı haline getirebilmektedir. Hemoglobin ve miyoglobin de aynı özelliklerle karşımıza çıkan iki farklı moleküldür. Birbirlerine benzer moleküler yapıları olduğu doğrudur. Ancak buradan yola çıkarak hemoglobinin miyoglobinden evrimleştiği iddiasını ortaya atmak akıl dışıdır. Her evrimci iddiada olduğu gibi bu iddia da, herhangi bir bilimsel delille desteklenmemektedir.


                        balina sperm miyoglobini
                        Miyoglobin molekülünün dizilimi tek bir oksijen atomunu dağıtabilecek şekilde tasarlanmış özel bir dizilimdir. Bu dizilime yapılacak rastgele bir müdahale bu özel tasarımı bozacak ve molekülün işlevsiz kalmasına neden olacaktır.

                        Evrimcilerin bu konudaki iddiaları miyoglobin molekülünün zaman içinde uğradığı mutasyonlar sonucunda değişip "gelişerek" hemoglobine dönüştüğü yönündedir. Ancak hemoglobin de, miyoglobin de son derece kompleks yapıları olan ve oldukça karmaşık kimyasal işler gerçekleştiren iki özel moleküldür. Bu moleküller üzerinde herhangi bir mutasyon etkisi, en küçük bir değişiklik, yapının tamamen bozulmasına yol açacak kadar etkilidir. Miyoglobin molekülünün dizilimi öylesine hassastır ki, rastgele mutasyonlar bir yana, dizilime yapılan kontrollü bir müdahale bile, molekülü işlevsiz bırakabilir. Dahası, evrimcilerin iddialarını kanıtlayabilmek için, miyoglobin ile hemoglobin arasındaki her geçiş aşamasının fonksiyonel (ve dahası bir önceki aşamadan daha yararlı) olması gereklidir. Oysa böyle bir "ara form" tarif edilememektedir.

                        Bütün bunların yanı sıra, hemoglobini miyoglobinin gelişmiş hali olarak tanımlamak da son derece yanlış ve yanıltıcıdır. Miyoglobin, kasları beslemek için, tek bir oksijen molekülü taşımak üzere tasarlanmış özel bir moleküldür. Hemoglobinden farklı olarak böyle bir yapıya sahip olması ve kasları yanmaktan kurtarması, onun yaratılmış olduğunun açık delillerindendir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, kaslara, vücuttaki diğer hücrelerden farklı miktarda oksijen aktarımı, vücuttaki bilinçli dizayn örneklerinden bir tanesini oluşturmaktadır.

                        Bu iddia ile ilgili olarak bir başka önemli boşluk, evrimcilerin hemoglobini oluşturduğunu iddia ettikleri miyoglobinin kökenini henüz açıklayamamış olmalarıdır.

                        Yorum

                        • frantic
                          Senior Member

                          • 26-01-2004
                          • 3696

                          #13
                          Konu: Kan Ve Kalp Mucİzesİ

                          Alyuvarlar İhtiyaç Belirliyor

                          Alyuvarlar, adeta yaptıkları işin öneminin farkındadırlar. Bu nedenle sürekli olarak vücut içinde devriye gezer, ihtiyaç tespit eder ve olağanüstü bir durumla karşı karşıya kaldıklarında da tedbir alırlar. Örneğin, oksijeni bırakma işini, çok çalışan ve oksijene acil gereksinimi olan bir dokunun yanından geçerken yaparlar. Burada gerekli olan oksijeni dokuya iletir, vücudun temel besini olan şekerin yakılmasından dolayı açığa çıkan karbondioksiti alır, onu akciğere taşır, orada bırakır ve yeniden kendilerine oksijen bağlarlar.

                          Yapılan bu alışverişte, daha önce detaylarını açıkladığımız çok hassas bir denge vardır. Alyuvar hücreleri nerede oksijen gereksinimi varsa mutlaka oraya doğru hareket ederler. Aynı zamanda vücutta alyuvar hücresine ihtiyaç olup olmadığına da denetim yaparak karar verirler. Bu denetimin önemi ise çok büyüktür. Hücrelerinizin ve vücudunuzdaki yapıların oksijensiz kalarak ölmesi, yapılan bu titiz denetim nedeniyle önlenmiş olur.

                          Allah, kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslam'a açar; kimi saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah, iman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir. (En'am Suresi, 125)


                          Yüksekçe bir dağa tırmanırken vücudunuzda meydana gelen değişiklikler de bu titiz denetimin bir sonucudur. Vücutta değişiklikler meydana gelmesinin nedeni, yükseklik arttıkça eskisi gibi rahat oksijen bulamıyor oluşunuzdur. Atmosferdeki %21'lik oksijen, yer çekiminin etkisiyle alt tabakalarda daha yoğundur. Siz, daha az yoğun atmosfer ile karşılaştığınızda bu ortama ilk başta uyum sağlayamazsınız. Gitgide halsizleşir, yürüyemez, bitkin düşer, hatta bayılabilirsiniz. Çünkü bedeninizde artık, sağlıklı yaşamınızı devam ettirebilmek için yeterli oksijen yoktur. Ancak bu sorun, Allah'ın insan bedenine verdiği bazı destek özellikler sayesinde çözülür.

                          Öncelikle bu farklı ortamda, vücut alarma geçer. Vücudun ilk önlemi, kritik dokuların, özellikle beynin, düzenli bir şekilde çalışması için yeteri kadar oksijen alıp almadığını kontrol etmektir. Beyin, vücudun aldığı oksijenin %20'sini kullandığından, bedenin başlıca korunması gereken bölgesidir. Solunum ve kalp damarlarını meydana getiren sistem tamamen bu görevi yerine getirecek şekilde yaratılmıştır. Kalbin yakınlarındaki kan damarlarından birçoğu, oksijen basıncındaki düşmelere karşı çok hassas biyolojik terazilerle donatılmıştır. İleride detaylarını belirteceğimiz bu konu, Allah'ın herşeyi büyük bir denge ile yarattığı gerçeğinin büyük bir delilidir. Sinir hücreleriyle uyarılan akciğer kasları faaliyetlerini hızlandırır ve daha fazla havanın akciğerlere gitmesi için soluk alıp verme oranını artırırlar. Yüksek bir ortama ilk çıktığınızda nefes nefese kalmanızın nedeni budur. Bu sırada kendine has kimyevi sayaçlarla donatılmış olan beyin, oksijen bakımından zengin olan kanın vücut dokularına daha çabuk ulaşması için kalbe daha güçlü ve hızlı atması yönünde mesajlar gönderir.

                          Sizleri Biz yarattık, yine de tasdik etmeyecek misiniz? Şimdi (rahimlere) dökmekte olduğunuz meniyi gördünüz mü? Onu sizler mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratıcı Biz miyiz? Sizin aranızda ölümü takdir eden Biziz ve Bizim önümüze geçilmiş değildir. (Vakıa Suresi, 57-60)


                          Bütün bunlar geçici tedbirlerdir. Eğer bunlar alınmasaydı, metabolizmadaki bu değişikliğe uzun süre dayanabilmeniz mümkün olmaz, oldukça yorgun düşerdiniz. Asıl kalıcı tedbir ise bütün bu olanlar sonrasında arka planda gerçekleşecektir.


                          (1) Yükseklere çıkıldıkça, örneğin 4.200 m. yükseklikte, bir damla kanda 7 milyon alyuvar hücresi bulunur. Bu, normale oranla daha fazladır. Kandaki alyuvar fazlalığı, oksijen oranı az olan bölgelerde insanın yaşamını devam ettirebilmesi için alınmış önemli bir tedbirdir.
                          (2) Deniz seviyesi ile 1.800 m. yükseklik arasında yaşayan kişilerin bir damla kanında 5 milyon alyuvar hücresi bulunur. Oksijen oranının bol olduğu bu bölgelerde söz konusu oran, bir insanın normal vücut fonksiyonlarını yerine getirmesi için yeterlidir.


                          Düşük yoğunluklu havada oksijen de azdır. Bu sınırlı oksijeni yakalamak için ekstra alyuvar üretme işlemi çok kısa bir süre içinde başlar. Dağın yüksek yamaçlarına çıkıp, nefesinizin sıkıştığını hissettiğiniz hatta bayılmak üzere olduğunuz bu rahatsızlık döneminden yaklaşık birkaç saat sonra, vücut yeni ortam için kalıcı bir tedbir alınması gerektiğine karar verir. Bu karar üzerine, böbrek ve kısmen karaciğer tarafından "eritropoietin" adında bir hormon salgılanmaya başlar. Bu hormon kemik iliğine daha fazla alyuvar üretilmesi yönünde mesajlar gönderir. 3 ila 5 gün içinde "destek kuvvetleri" denebilecek yeni alyuvarlar kanın içine dağılırlar. 15. günden sonra eritropoitein üretimi azalacaktır. Çünkü artık vücut bulunduğu ortama uyum göstermiş, bedenin alarm durumu sona ermiştir.34

                          Bu uyum gerçekten de hayranlık uyandırıcıdır. Deniz seviyesi ile 1800 m yükseklik arasında yaşayanların bir damla kanında yaklaşık 5 milyon alyuvar hücresi bulunurken, daha yüksek yerlerde örneğin 4200 m yükseklikte yaşayan insanların bir damla kanında yaklaşık 7 milyon alyuvar hücresi bulunur.

                          Yüksekliğe göre üretilen alyuvarların tasarımı da değişir. Yükseklere çıkıldıkça, bedende bulunan alyuvar hücreleri de çeşitli kimyasal değişimlere uğrarlar. Meydana gelen bu kimyasal değişim ile, bu yeni ortamda alyuvar hücreleri normalden daha çok hemoglobin taşırlar. Dahası, alyuvarlardaki hemoglobin, yüksekliğe bağlı olarak daha çabuk oksijen yükleyip boşaltacak şekilde yeni bir tasarımla üretilmeye başlanır. Diğer organ ve dokular da bu akılcı tedbirlere uyum sağlar. Kaslara taşınan oksijen miktarını mümkün olduğunca azaltabilmek için, kasların boyutlarında fark edilir derecede küçülme meydana gelir. Bu kusursuz sistem sayesinde de hafif bir baş ağrısı şeklindeki ilk tecrübenizden sonra 15-20 gün içinde yeni şartlara uyum sağlarsınız. Kalp atışlarınız artık normale dönmüştür ve kendinizi rahat hissetmeniz için derin derin nefes almanıza gerek kalmaz

                          Yorum

                          • frantic
                            Senior Member

                            • 26-01-2004
                            • 3696

                            #14
                            Konu: Kan Ve Kalp Mucİzesİ

                            Sizleri Biz yarattık, yine de tasdik etmeyecek misiniz? Şimdi (rahimlere) dökmekte olduğunuz meniyi gördünüz mü? Onu sizler mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratıcı Biz miyiz? Sizin aranızda ölümü takdir eden Biziz ve Bizim önümüze geçilmiş değildir. (Vakıa Suresi, 57-60)

                            Bu muazzam kontrolü elinde bulunduran insanın kendisi midir? Oksijen yetersizliğine karşı koyamayarak baygınlık aşamasına gelen birçok insanın, kendi bedenindeki bu mükemmel kurtarıcılardan haberi bile yoktur. O halde, bu kontrolü sağlayan kimdir? Bu hassas sistemin kurucusu, Darwinistlerin öne sürdüğü gibi, rastgele bir zamanda rastgele bir şekilde meydana gelen mutasyonlar olabilir mi? Sistem o kadar mükemmel bir donanıma sahiptir ve o kadar akıllı hareket eder ki, aklını kullanan her insan burada bir "bilinçli tasarım"ın var olduğunu kolaylıkla anlayacaktır. Üretim yapan organlar, tedbir alan dokular, beyni korumaya çalışan kalp ve damarlar, enzim üretimi emrini veren uyarıcılar, enzimi üreten böbrek ve karaciğer, birbirleriyle müthiş bir koordinasyon içinde sürekli hareket halinde olan hücreler, tüm bunların sahip olduğu her protein, her enzim, her molekül, her atom olağanüstüdür. Beden içinde hiçbir karışıklık yoktur.

                            Bütün bu olağanüstülük, Allah'ın eşsiz ve kusursuz sanatıdır. O, herşeyi yaratmıştır, her yere ve herşeye Hakim'dir. Yeryüzündeki bütün varlıklar, bu varlıkların içindeki sistemler O'nun bilgisi ve kontrolü altındadır. O; gözeten, yöneten, bütün yaratılmışları düzenle ve dengeyle idare eden ve birbirine yardımcı kılan, Müdebbir olan Allah'tır. Yeryüzündeki her eser O'nun tecellisidir ve O'na itaat eder. Çünkü Allah kainatın gerçek sahibidir. Yaratılışı O'na ait olduğu gibi yönetimi de sadece O'na aittir. Allah ayetlerinde bu önemli gerçeği şu şekilde bildirir:

                            İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka İlah yoktur. Herşeyin Yaratıcısı'dır, öyleyse O'na kulluk edin. O, herşeyin üstünde bir Vekil'dir. Gözler O'nu idrak edemez; O ise bütün gözleri idrak eder. O, Latif olandır, haberdar olandır. (Enam Suresi, 102-103)

                            Ömrü Tükenen Alyuvarlar

                            Kan sıvısı içindeki serüvenleri 120. güne yaklaşırken, alyuvarların yaşam sistemleri giderek daha az aktif duruma gelir. Hücreler yaşlandıkça giderek daha hassaslaşmaya başlarlar. Alyuvarın hassaslaşan zarı dolaşımın sıkışık noktalarından geçerken yırtılabilir. Özellikle 3 mikrometre çapındaki kırmızı dalak pulpasından geçerken 8 mikrometre çapındaki alyuvarlar parçalanırlar. Bu sıkışmalar sonucunda dalağın pulpasında çok miktarda alyuvar parçaları bulunur. (Vücuttan herhangi bir sebeple dalak alındığında, söz konusu parçalanma yaşanmayacağından, kandaki anormal ve yaşlı hücrelerin sayısı da artar.)


                            Beyin vücudun aldığı oksijenin ortalama %20'sini kullanmaktadır. Vücutta oksijen eksikliği başgösterdiğinde ise korunması gereken ilk yer, beyindir. Kalp ve solunum sistemi bu özel organı korumak üzere özel olarak tasarlanmış çeşitli donanımlara sahiptir. Beden içine alınan oksijeni çeşitli önlemlerle ilk planda beyne gönderirler.


                            Yaşamı sona eren alyuvarlar, vücudun birçok bölgesinde, özellikle karaciğer, dalak ve kemik iliğindeki makrofaj hücreleri tarafından parçalanırlar. Bu parçalanma sırasında alyuvar hücresinde bulunan hemoglobin serbest kalır. Sonraki birkaç saat içinde makrofajlar hemoglobinden demiri ayıklar ve bunu kanda taşıyarak ya yeni alyuvar yapımı için kemik iliğine ya da daha sonra kullanılmak üzere karaciğer ve diğer dokulardaki demir depolarına götürürler. Hemoglobin molekülünün geri kalanı ise makrofajlar tarafından bir safra pigmentine dönüştürülür. Sonuçta parçalanan hücrenin hiçbir parçası boşa gitmeden vücudun çeşitli bölgeleri için tekrar kullanılmak üzere depolanır.
                            Böyle bir depolama sistemine kim neden ihtiyaç duymuştur? Vücudu meydana getiren parçalar yalnızca molekül ve hücrelerdir. Bunlar, atıkları yok etmeleri ve demir gibi vücut için değerli maddeleri sonraki üretimler için saklamaları gerektiğini nasıl öğrenmişlerdir?Aralarında açıkça bir planlama vardır. Alyuvarların belli zamanlarda parçalanmaları gerektiğine karar veren, parçalama görevini makrofajlara veren bir İrade olduğu açıktır. İşte bu İrade, yarattığı eserler vesilesiyle bize Kendisi'ni tanıtan Rabbimiz Allah'tır. O'nu tanımamızın ve Yüceliğini anlamamızın bir yolu, yarattığı varlıklardaki detayları düşünmektir. İnsan bedeninde incelediğimiz tüm bu harikalıklar, bizi Allah'ın yaratmış olduğu gerçeğinin kanıtlarındandır.

                            Bedendeki söz konusu iş bölümünde meydana gelebilecek tek bir aksaklık bile son derece ciddi rahatsızlıklara, hatta ölümlere sebep olabilir. O halde bütün bunların rastlantıya dayalı mutasyonlar yoluyla, aşama aşama oluşması mümkün olabilir mi? Elbette ki böyle bir şey mümkün değildir. Demirin dönüşümünü sağlayan enzimler eksik olsa, vücutta demir eksikliği meydana gelecektir. Alyuvarların üretimini sağlayan hormonlar görevini yapmasa, kandaki alyuvar miktarı gitgide azalacaktır. Bunun gibi daha pek çok sistem, birbiriyle büyük bir koordinasyon içinde çalışmak zorundadır. Dolayısıyla, sistemin kusursuz olarak işleyebilmesi için bütün parçaların eksiksiz olarak birarada olması şarttır. Ve bedenimizde, bir sistemin işlemesi için gereken tüm parçalar eksiksiz olarak biraradadır. İşte bu, Allah'ın Kendi kudretini bizlere tanıttığı mucizelerden sadece bir tanesidir.

                            Dolayısıyla Darwinistlerin, canlıların çeşitli aşamalarla ve tesadüfi olaylarla meydana geldiği yönündeki saçma iddiaları, her konuda olduğu gibi bu konuda da desteksiz kalmıştır. Vücut hücrelerine hayat taşıyan bir alyuvarın; kendisini üreten kemik iliği, kendisini parçalayan makrofajlar, içine yerleşen hemogbolin, oksijeni taşıyan demir, içinde dolaştığı kan sıvısı, kendisini bütün hücrelere taşıyan kan damarları, hareketini, çoğalmasını, azalmasını sağlayan sayısız enzim ve hormon ve elbette yolculuğunun başlangıç noktası olan kalp ile beraber var olması gerekmektedir. Bu parçalardan yalnızca bir tanesinin eksik olması alyuvarı kendi başına, hiçbir işe yaramayan bir hücre yığını haline getirecektir. Bu durumda, kuşkusuz bu mükemmel sistemin işleyişi için tesadüflerden veya hayali bir evrim sürecinden bahsetmek mümkün değildir.

                            Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı bir alak'tan yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir; Ki O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini öğretti.
                            (Alak Suresi, 1-5)


                            Vücutta meydana gelen her işlem, yapılan her iş bölümü, harekete geçen her enzim, özenle yaratılmıştır ve Allah'ın emrine tabidir. Gelmiş geçmiş her insanda bu böyle olmuştur ve dünya üzerinde şu anda yaşamakta olan milyarların da her birinde bu müthiş yaratılışın kanıtları her an hakimdir. Bu açık gerçeğe yaratılış dışında açıklamalar getirmeye çalışmak, büyük bir akılsızlık ve sonuca ulaşmayacak bir çaba olacaktır. Çünkü Allah'ın kusursuz sanatı gözler önündedir. Kuran'da bu gerçek şu şekilde bildirilir:

                            Allah, herşeyin Yaratıcısı'dır. O, herşey üzerinde Vekil'dir. Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. Allah'ın ayetlerine (karşı) inkar edenler ise; işte onlar, hüsrana uğrayanlardır. (Zümer Suresi, 62-63)

                            Yorum

                            • frantic
                              Senior Member

                              • 26-01-2004
                              • 3696

                              #15
                              Konu: Kan Ve Kalp Mucİzesİ

                              EŞSİZ BİR SAVUNMA ORDUSU: AKYUVARLAR

                              Yediğiniz lezzetli bir yemek, soluduğunuz hava, içinde bulunduğunuz ortam, tokalaştığınız insanlar sizinle ne kadar fazla yabancı maddeyi buluşturur farkında mısınız? Kimi zaman içtiğiniz suda bile sizi hasta edebilecek mikroplar, ne zaman harekete geçeceği belli olmayan tehlikeli virüsler vardır. Ancak gün içinde defalarca vücudunuza giren bu zararlı maddelerin varlığını anlamazsınız bile. Bunun nedeni size zararlı şeyleri tespit edip yok etmekle özel olarak görevlendirilmiş bir ordunun varlığıdır. Allah'ın insanlar için büyük bir nimet olarak yarattığı ve dünyada eşi benzeri olmayan bu üstün savunma ordusu, damarlarınızın içinde sürekli olarak devriye gezmektedir.

                              Akyuvarlar ya da diğer adı ile lökositler, beyaz kan hücreleridir. Normal şartlarda ortalama 1 mm3 kanda 6-10 bin arasında akyuvar bulunmaktadır. Dolaşım içinde ortalama 500 alyuvara karşılık bir tek akyuvar bulunur. Eğer dolaşımdaki tüm akyuvarlar biraraya toplanabilseler, bir kahve fincanını ancak doldurabilirler.37 Ancak vücutta bir enfeksiyon başgösterdiğinde akyuvarların sayısı 1 mm3 kanda 30 bine kadar yükselebilmektedir.38

                              Bilmez misin ki, gerçekten göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Sizin Allah'tan başka Veliniz ve yardımcınız yoktur. (Bakara Suresi, 107)


                              Bu hücreler savaşçı hücrelerdir. Vücuda giren her türlü yabancı maddeyi tanır ve onlarla savaşırlar. Bir kısmı doğrudan mikroplarla savaşırken, bir kısmı da yabancı molekülleri ve mikropları tanıyarak sistemi uyarır.

                              Akyuvarlar kemik iliğinde üretilir ve orada yaşarlar. Kemik iliğinin üretim hızı saniyede 1.2 milyon akyuvar hücresidir. Bu miktar bir ömür boyunca yarım ton akyuvar anlamına gelmektedir.39 Kemik iliği, adeta bir sığınak veya bir depodur akyuvarlar için. Kanda bir miktar akyuvar hücresi hazır bulunmaktadır. Kemik iliğindeki akyuvar hücreleri ise, ancak bir tehlike durumu söz konusu olduğunda dolaşıma katılırlar. Onlar için kan, vücudun her yerine hareket edebilecekleri eşsiz bir ulaşım aracıdır. Kan yolu ile vücuda girmiş olan mikroplar yol boyunca yok edilir, dokulara sızmış olanlar da akyuvarların uğradıkları dokular boyunca ortadan kaldırılırlar.

                              Bir akyuvarın kalpten başa gidip gelmesi yaklaşık 10 saniye, ayak başparmağına yani vücudun kalpten en uzak bölgesine ulaşıp dönmesi ise yaklaşık bir dakika sürer. Tek bir akyuvar hücresinin bir gün içinde vücutta yaptığı tur ise, 1000'den fazladır.40 Akyuvarlar, çekirdekli ve renksiz hücrelerdir ancak çekirdekli olmalarına rağmen dolaşıma katıldıktan sonra bölünme yeteneklerini kaybederler. Amaçları artık bölünmek değil, savaşmaktır. Dolaşıma katılmalarının ardından ömürleri kanda 3-4 saat, dokularda ise 3-4 gündür.41 Allah'ın, vücudu korumak için özel olarak yarattığı bu savaşçılar 3-4 gün içinde, tehlike durumunu ortadan kaldırırlar.

                              Eğer her ikisinde (gökte ve yerde) Allah'ın dışında ilahlar olsaydı, elbette, ikisi de bozulup gitmişti. Arşın Rabbi olan Allah onların nitelendiregeldikleri şeylerden Yüce'dir. (Enbiya Suresi, 22)


                              Ciddi enfeksiyon durumlarında akyuvarların yaşam süresi genellikle birkaç saate kadar düşer. Çünkü bu hücreler hızla hasar alan bölgeye ilerler, burada görevlerini yerine getirir ve işleri bittiğinde son derece yorgun düşmüş olduklarından kısa sürede ölürler. Ama bu sırada enfeksiyonun ortadan kaldırılabilmesi için kemik iliğinde üretim devam etmektedir. Vücutta bir enfeksiyon durumu olmadığında da, akyuvarlar başıboş değildirler. Vücudu düşmanlardan korumasalar da yapacak çok önemli bir işleri vardır. Akyuvarlar, vücuttaki 100 trilyon hücrenin her birini günde birkaç defa kontrol edecek şekilde devriye gezerler. Bu devriye sırasında hastalıklı ve yaşlanmış hücreleri tespit edip yok ederler. Hatta yaşlanmış ve görev yapamayacak olan akyuvar hücreleri de diğer akyuvarlar tarafından ortadan kaldırılır.

                              Akyuvar kavramı, aslında tek tip bir hücreyi temsil etmemektedir. Genel anlamda akyuvarları oluşturan hücreler, büyüklüklerine ve çekirdekli olup olmadıklarına göre beşe ayrılırlar. Bunlar; lenfositler (T ve B), monositler, nötrofiller, özonofiller ve bazofillerdir. Bu hücrelerin aralarındaki iş dağılımı ise gerçek anlamda kusursuzdur.

                              Yorum

                              İşlem Yapılıyor