Türkiyenin Atom bombası mı var?

Kapat
X
 
  • Zaman
  • Gösterim
Clear All
yeni mesajlar
  • ali_ekber
    Member
    • 15-11-2004
    • 2525

    Türkiyenin Atom bombası mı var?

    Not:Alıntıdır:
    Türkiyenin Atom bombası mı var?


    Bu yazı Sakarya, Gelibolu, Kocatepe, Malazgirt ve Dumlupınar... adı ile Mehmet Emin ARI’ya aittir.


    "Türkiye de, diğer bütün ülkeler gibi atom bombası yapmak istiyordu fakat yapamazdı."

    "Tabi ki" dedim, "En temel malzeme olan zenginleştirilmiş uranyum ve plütonyum yok. Her ne kadar toryum ve uranyum yatakları olsa da bu pek işe yaramıyor çünkü hem bunlar çok az miktarda hem de zenginleştirmek için gerekli tesisler ya da atık malzemesini kullanabileceğiniz bir nükleer santral yok. Bildiğim kadarıyla Çekmece’deki nükleer santral sadece araştırma amaçlı ve çok küçük kapasiteli. TAEK de daha çok radyasyon güvenliği ile ilgili sanırım" diye ekledim. Daha on dakika önce tanıştığım adam memnuniyetle gülümsedi. Bu konuda bilgimin olması onu mutlu etmişe benziyordu.

    Pazar günü Suna’dan izin alıp bisikletle dolaştıktan sonra her zaman uğradığım şirin kafenin bahçesine oturmuştum. Ateş alma bahanesiyle gelen ve ayak üstü bir sohbeti başlattıktan sonra yanıma oturan adam her haliyle gizemliydi. Davet etmeme rağmen, nazikçe "oturabilir miyim?" diye sorduktan sonra ben de mecburen, "tabi buyurun" dedim. O da bir sandalye çekip karşıma geçti. Sıkıntılı bir sohbet olursa, en kötü ihtimalle kalkar giderim diye geçirdim içimden.

    Hiç de beklemediğim gibi hoşsohbet biri çıktı. "Ben Ahmet" demişti ama sormama rağmen mesleğini söylememişti. Sesi ve tavrı emir vermeye alışkın bir askerinkine benziyordu. Konutkent taraflarını çok sevdiğini ve buralara yeni taşındığını söylemekle yetindi. Bisiklet üzerine bir konu açıldı. Kendisi de binermiş fakat dizindeki sorundan sonra bırakmak zorunda kalmış. Çok sevdiğim bisikletim hakkında teknik detay sorular sormaya başlayınca tabi ki gönlümü fethetti. Genelde insanlar şöyle bir bakar ve "kaç lira" diye abuk bir soru sorarlar ama o "kaç vites?", "Takometresi var mı?" "Kendinden yağlı zincir mi?" falan gibi soruları peş peşe sordu. Vitesinin frenden değiştiği öğrenince hayran kaldı ve dönüp bisikletime tekrar baktı. Sonra "Başka hobiniz var mı?" diye sordu. Öyküler yazdığımı ve bunları İnternette kendi web sitemde yayımladığımı söyledim. Bu çok ilgisini çekmişti, adresini özenle ufak bir not defterine yazdı. Daha sonra gülümseyerek bana baktı ve "Emin bey, ilginizi çekeceğini umduğum bir hikayem var. Dinlemek ister misiniz? Belki bunu da yazarsınız" dedi.

    "Tabi, memnuniyetle" dedim ama nezaket icabı söylenmiş bir şeydi. İnsanların "beni de yaz" taleplerini bilirdim. Kendilerinin yaşadıkları ve çok ilginç buldukları ama çoğu sıradan ve bir o kadar da sıkıcı hikayelerden birini dinleyeceğimi düşündüm. "Umarım kırık bir aşk hikayesi değildir" diye geçirdim içimden.

    Adam "Teşekkür ederim" dedikten sonra gelen garsonun, kül tablasını değiştirmesini önüne bakarak bekledi. Garson uzaklaşınca kafasını kaldırıp hızla konuşmaya başladı.

    "Dünyada nükleer silaha sahip ülke sayısı az. Başta Amerika ve Rusya olmak üzere, Çin, Fransa, Hindistan, Pakistan, Güney Afrika ve İsrail’in atom ya da hidrojen bombası var." dedi. Cebinden çıkardığı teneke kutudan benim de çok sevdiğim ufak purolardan bir tane uzattıktan sonra kendi de aldı, kibritle yaktı ve kahvesini yudumladı.

    "Bu ufak puroları çok severim" dedim. Gülümsedi ve devam etti.

    "Ama bildiğiniz gibi Türkiye’nin eskiden bir nükleer silahı yoktu. Amerikalıların soğuk savaş sırasında Türkiye’ye yerleştirdikleri Atlas füzelerinde nükleer başlık vardı ama meşhur Küba krizinde Ruslarla yapılan pazarlıkta, Küba’dakilere karşılık bunların kaldırılmasını kabul ettiler. Daha sonra Sovyetler bu konuda çok hassas davrandı. Burunlarının dibinde, onları üç dakika içinde vurabilecek bir nükleer silah istemediler. Amerikalılar da zaten böyle bir şeye yeltenmediler ama yine de başta İncirlik olmak üzere birkaç üstte nükleer silah yüklü uçaklar her zaman oldu ama füze kalmadı.

    Her neyse, bu bombalar Türkiye’de bulunsa bile kontrolü ve kırmızı düğmesi başka ülkenin elinde olan atom bombalarıydı. Yani pratikte Türkiye’ye ait değildiler."

    "O zamanlar yoktu dediniz, şimdi var mı ki? Hiç olmadı ki... " dedim.

    "Anlatacağım, biraz sabredin"

    Adamın anlattıkları ilgimi çekmişti. Her zaman yanımda taşıdığım ufak gazeteci teybimi çıkarttım ve konuşmayı kayıt edip edemeyeceğimi sordum. Gayet rahat bir şekilde "Tabi ki, keyfinize bakın" dedi. Teybi masanın üstüne koyup kayıt düğmesine bastım. Adam işimi bitirmemi bekledi. Tekrar purodan bir nefes çekip konuşmasına devam etti.

    "İsrail’in atom bombası yapmasından sonra başta Araplar olmak üzere tüm bölge ülkeleri tedirgin oldu. Türkiye de tabi. Orta doğunun yaramaz çocuğu yenilmezliği elde etmiş gibi görünüyordu. Köşeye sıkışırsa patlatırdı. İran ve Irak buna karşılık atom bombası çalışmalarına hız verdiler. Fakat Irak’ın bomba yapmak amacıyla kurduğu nükleer reaktörü İsrail vurdu. Özellikle Irak çok uğraştı ama bombayı yapmayı bir türlü beceremedi, sadece bilgisayarlar için 370 milyon dolar harcadılar. Büyük abi ve yaramaz çocuk buna hep engel oldular."

    "Türkiye de, diğer bütün ülkeler gibi atom bombası yapmak istiyordu fakat yapamazdı."

    "Tabi ki" dedim, "En temel malzeme olan zenginleştirilmiş uranyum ve plütonyum yok. Her ne kadar toryum ve uranyum yatakları olsa da bu pek işe yaramıyor çünkü hem bunlar çok az miktarda hem de zenginleştirmek için gerekli tesisler ya da atık malzemesini kullanabileceğiniz bir nükleer santral yok. Bildiğim kadarıyla Çekmece’deki nükleer santral sadece araştırma amaçlı ve çok küçük kapasiteli. TAEK’de daha çok radyasyon güvenliği ile ilgili sanırım" diye ekledim.

    "Evet haklısınız. Uranyum bilyeler bulunca çocuklar gibi seviniyorlar. Neyse...

    Özellikle askerler nükleer silah konusunda çok istekliydiler ama biliyorsunuz sadece istek yetmez. Daha sonra Akkuyu ’da yapılacak bir nükleer santral için ihale bile açıldı ama kapalı kapılar arkasında bu engellendi. Tabi işin arkasında sevgili dostlarımız vardı. Ben her zaman dostlarımdan çekinirim" dedi ve gülümsedi.

    "Aslında teknik alt yapı olarak, Türkiye bir atom bombası yapabilecek kapasitede. Tek eksiği nükleer malzeme. Zaten bir atom bombası yapmak sanıldığı kadar çok zor değildir. bu konuda bilginiz var mı?" diye sordu.

    Konunun nereye geleceğini çok merak ettiğim için kısaca cevap verdim.

    "Hatırladığım kadarıyla, kritik kütle oluşturacak kadar zenginleştirilmiş nükleer malzemeyi iki yada daha fazla parçaya bölüyorsunuz. Daha sonra bunları TNT benzeri bir patlayıcı yardımıyla oluşan bir patlama ile hızla bir araya getirip, zincirleme reaksiyon oluşturuyorsunuz. Bir ara merak edip öğrenmiştim".

    "Çok güzel, çok. Bilginizi takdir ettim. Evet basit olarak bir atom bombası böyle çalışır. Kritik kütleyi ikiye ayırırsanız. Tabi eğer Uranyum-235 kullanıyorsanız. Plütonyum 239 kullanıyorsanız 32 parçaya ayırmanız gerekli. Bir parçayı diğerinin üstüne kurşun gibi gönderilenlere -ki Hirosima’ya atılan "Şişman çocuk" bu tiptendi- "tabanca tipi" derler. Diğerlerinde ise kritik kütle bir merkezde birleşecek şekilde küresel olarak dağıtılır. Bunlar da implosion tipi. Bunun dışında patlamayı daha etkili hale getirmek için yapay nötron kaynağı, dış katmanı saracak Uranyum-238, ateşleme zamanını belirleyecek hassas tetikleme mekanizması ve daha güçlü olmasını sağlamak için bazı başka nükleer ve normal maddeye ihtiyaç vardır, örneğin berilyum gibi.

    Bu işin teknik kısmı, şimdilik geçelim. Rusya’nın oluşturduğu nükleer tehdit, soğuk savaş sırasında Amerika’nın nükleer şemsiyesinin altında karşılanabiliyordu ama sürekli olarak bir başka ülkeye bağımlı kalıyordunuz. Bir de bunun üstüne ne zaman ne yapacağı belli olmayan İsrail ’in atom bombasına sahip olması Türkiye’yi epeyce tedirgin etmişti. Zaten çok sonra Sovyetlerin dağılması ile Amerikan şemsiyesi de kapandı. Bu durumda yağmur yağarsa ıslanırdınız. Askerlerin zorlamaları ile gizli bir araştırma başlatıldı. Başta Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, Tubitak ve üniversiteler dahil olmak üzere pek çok kurumdan gelen uzmanlarla oluşturulan bir ekip bunu araştırdı."

    TAEK yolumun üzerinde olduğu için hemen gülümsedim. Eskişehir yolu üzerindeki o binanın büyüklüğü zaten beni hep şüphelendirmiştir.

    "Askerlerin, uzmanların önüne koydukları soru şuydu, "Eldeki olanaklarla bir atom bombası yapabilir miyiz?" Rusya ve İsrail ile bir nükleer denge oluşturabilmemiz için bir atom bombası olmalı diye düşünüyorlardı ki askeri açıdan haklıydılar. Bu bomba muhtemelen hiçbir zaman kullanılmayacaktı ama varlığı, başka ülkelerin Türkiye üzerinde bir bomba patlatmasına engel olacaktı. Bilirsiniz işte, basit bir denge hesabı yani, geceleri rahat uyumak için."

    "Ekip çok gizli bir şekilde bunu araştırdı. Sonuç beklendiği gibi kocaman bir "HAYIR"dı. Diğer her şey yapılabilirdi ama nükleer malzeme şarttı ama bir nükleer santral kurulmadan ya da zenginleştirme tesisi olmadan bu imkansızdı. Eldeki uranyum yatakları da porselen yapımı dışında bir işe yaramıyordu. Askerler tabi ki yüzlerini buruşturdular ama olay "sivillerin beceriksizliği" ile açıklanabilecek bir şey değildi. Yapamıyorsanız, yapamazsınız. Aslında böyle bir komisyona bile gerek yoktu. Pirinciniz yoksa pilav yapabilir miyim? diye sormak saçmalık. "

    "Askerlerin yüzlerini buruşturduklarını nereden biliyorsunuz?" diye sordum.

    Gülümsedi ama sorumu cevaplamadı.

    "Sonuçta rapor ve tabi ki atom bombası yapma isteği rafa kaldırıldı. MTA’daki bürokratların biraz kulağı çekildi ve uranyum yatakları bulmak için "daha çok çalışın beyler, memleketin toprağında bakılacak çok yer var" denildi. "

    "Bu iyi bir şey. Nükleer silah çılgınlığına bizim de girmememiz iyi olmuş" dedim.

    Garsona bir kahve daha söyleyen adam düşünceli bir şekilde yüzüme baktı.

    "Evet teorik ve etik olarak haklısınız. Ben de sizin gibi düşünüyorum ama pratikte her şey farklı. Şu reel politik denen baş belası şey başınızda Demokles ’in kılıcı gibi sallanıyor. Bazı şeylere mecbursunuz. ***** insanoğlu işte..."

    "Peki sonra ne oldu? Hikaye bu kadar mı?" dedim merakla. Bunlar açıkça yazılmasa bile bilinen şeylerdi.

    "Hayır, asıl hikaye bundan sonra başlıyor." dedi ve gelen kahve için garsona teşekkür etti.

    "İzninizle karımı arayıp gecikeceğimi söyleyeyim" dedim.

    "Tabi, tabi. Anlaşılan siz de benim gibi günün moda deyimiyle light bir erkeksiniz" deyip gülümsedi.

    Suna’yı arayıp gecikeceğimi söyledim. Beklediğim gibi fırçayı hemen attı tabi ki. "Çabuk gel, kocaman adamsın hala bisikletin tepesindesin. Perdeler asılacak ve hem akşama annemlere gideceğiz, kadın senin için zeytinyağlı dolma sarmış" dedi. "Tamam bi tanem, birazdan gelirim" deyip telefonu kapadım.

    "Tam kılıbığım. Evet, sizi dinliyorum, lütfen devam edin, anlatacaklarınızı merak ettim"

    "Kılıbık olmak iyidir, akıllı adam kılıbık olur. Nerde kalmıştık, ha! Evet. Rapor rafa kaldırıldıktan epey sonra, neredeyse dört yıl, ilginç bir gelişme oldu. Yıkılmaz sanılan Sovyetler İmparatorluğu yıkıldı. Ruslar tekrar direksiyona geçene kadar bir kaos dönemi yaşandı. Ekonomileri berbattı. Her şeylerini satmaya başlamışlardı. Rus pazarlarında eski madalyalarını satmaları gerçekten onur kırıcıydı ama açlık insana her şeyi yaptırıyor. Sadece madalya ve ucuz alet, edevat ile uyduruk Lenin rozetleri satsalar iyiydi. Ama daha aç gözlü ve cesur olanları piyasaya Mig uçakları bile sürmeye başlamışlardı, başta Ukraynalılar. Aslında Mig’ler Fantom’lardan daha iyi uçaklardır ya siz bakmayın, özellikle Mig 29’lar.

    Rus abilerinin ve Ukraynalı kuzenlerinin her şeyleri sattıklarını ve hızlı bir şekilde kapitalizmi öğrendiklerini gören diğer eski ve ufak Sovyetler birliği ülkeleri de bu piyasaya girdiler. O anda üstlerinde bir kontrol yoktu. Moskova’daki büyük abi artık patron değildi. Alıcılar ellerinde yeşil dolarları sallayarak hazır bekliyorlardı. Yeniden Tanrıya inanmaya başlamışlardı ama dolarların üstündeki George Washington’un daha güçlü olduğunu fark etmişlerdi.

    İşin ilginç tarafı, silah piyasasına giren bu acemi tüccarları Ruslar ’dan çok Amerikalılar takip ediyordu. Uyduruk muz cumhuriyetlerine satılan Mig’ler Amerikalıların umurunda değildi. Onlar en büyük kabuslarının gerçekleşmesinden ölesiye korkuyorlardı."

    "Nükleer silahlar mı?"

    Sigarasını kül tablasında söndürdü ve dumanını üfledikten sonra sözüne devam etti.

    "Evet, nükleer silahlar, özellikle ufak çaplı taktik atom bombaları. Bir yolcu valizine girebilecek kadar küçük atom bombaları. Bu kadar küçük olmalarına rağmen patlatıldıklarında New York şehrini artık sadece filmlerde yada kartpostallarda görebilirsiniz. Sadece nükleer silahlar değil, nükleer silah yapmaya yarayacak her şeyin, zenginleştirilmiş uranyum, nükleer reaktör atığı plütonyum, teknik bilgi, diğer malzemenin vs. çılgın ellere geçmesinden korkuyorlardı. Çünkü bu imkana sahip olunca gözünü kırpmadan New York ’da ya da başka bir Amerikan şehrinde gözünü kırpmadan ortalığı çok fazla aydınlatabilecek binlerce insan sayabilirim. Biliyorsunuz en son uçağı binaya çaktılar. İmkan olsa bomba da patlatırlar.

    Bu yüzden Amerikalılar işi sıkı tuttu. CIA, muhtemel satıcıları buldu ve bunların kulağını iyice büktü. "Uçak, top ya da tank satın ama iş nükleer silahlara gelince orada durun yoksa..." dedi.

    "Yoksa ben sizi durdururum" diye sözünü tamamladım.

    "Evet, özellikle teröristlerle iş yapmayı seven satıcıları yakın takibe aldılar. Neredeyse aldıkları nefesleri bile takip ediyorlardı. Sızıntı olmasını istemiyorlardı. Hatta Kazaklardan 1994 yılında 50 kilo plütonyum oksit satın aldılar. Hiç ihtiyaçları yoktu, sadece başka ellere geçmesin diye yaptılar bunu. Yoksa ellerinde dünyayı iki, üç kez yok edecek kadar nükleer silah var.

    Piyasanın epey bir hareketli olduğu o günlerde Bakü ’deki Hagani Kucesi No:27’de bulunan Türk büyükelçiliğine bir telefon geldi. Bakü berbat petrol kokar. İzmir körfezinin pis olduğu zamanları hatırlatır.

    Arayan yetkili bir kişi ile görüşmek istediklerini söyleyip duruyormuş. Türk elçilik görevlileri doğal olarak kiminle ve ne hakkında? görüşmek istediklerini sormuşlar. Adam da hiç cevap vermeden telefonu kapatmış.

    Üstünde durulmaya değmez bir olay. Elçilikte tabi ki dikkate almamış. Ama aynı adamlar bir ay sonra bu sefer telefonla arayıp bir MİT görevlisi veya "Esker" ile görüşmek istediklerini söylemişler ve bir randevu istemişler.

    MİT görevlileri hemen her elçilikte vardır ama asla kendilerini MİT görevlisi olarak tanıtmazlar. Bütün dünyada böyledir bu. Ticari ya da Kültür ateşe yardımcısı gibi saklı bir unvanla bulunurlar. Bu da nadir bir durumdur.

    Adamlarla konuşan görevli Elçilikte bir MİT görevlisi olmadığını ama isterlerse bir başka görevli ile konuşabileceklerini söylemiş. Bu normal prosedürdür. Hiçbir zaman görevlilerin deşifre olması istenmez. Aslında tüm ülkeler kendi ülkelerinde bulunan elçiliklerde görevli olan ajanları bilirler de, bilmezden gelirler. Eğer fazla gürültü ve toz çıkarırlarsa "persona non grata" ilan edip, sınır dışı ederler. Bir tür centilmenlik anlaşması diyelim. Zaten bunlar saha ajanı olmazlar.

    Karşıdaki adam, bu sefer ısrarla Azeri Türkçe’siyle "bir Esker" ile görüşmek istediklerini söylemiş. Görevli tabi yine "Ne hakkında?" diye sormuş. Adam telefonda söyleyemeyeceğini demiş. Sıkılan görevli en sonunda Elçiliğin halkla ilişkiler uzmanına bağlamış.

    Halkla ilişkiler uzmanı yeni mezun bir mülkiyeliydi. Gençten bir çocuk. Telefonun diğer ucundaki Azeri ile konuşmuş. Adam elinde Türkiye hükümetinin ilgisini çekebilecek bir mal olduğunu, bir yetkiliyle görüşmek istediğini söylemiş. Mümkünse "Esker" olmasını istiyormuş. Adamın asker yetkili takıntısını tabi ki bizim çaylak çözememiş. Malın ne olduğunu sormuş? İsterlerse ticari ateşe ile görüştürebileceğini söylemiş. Karşı tarafta kızıp kapamış.

    O akşam elçilikteki rakı sofrasında gençten halkla ilişkiler uzmanı laf olsun diye Askeri ataşeye, bir kurmay albay ve şu anda tümgenerallik bekliyor, arayan Azeri’ yi anlatıyor. Aslında olaydan çok Azeri’nin "Esker" demesi ile dalga geçmek istiyormuş. Niye dalga geçerler anlamıyorum, aslında onların konuştukları gerçek öz Türkçe.

    Asker ateşe durumdan şüphelenmiş. Türkiye’den fındık, fıstık ve bisküvi almak isteyen ya da peynir satmak isteyen biri niye ısrarla bir askerle görüşmek istesin ki? Ve neden "malın ne olduğunu?" söylemiyor?" daha da önemlisi neden elçiliğe gelmiyor?

    Sistematik çalışmaya alışkın olan askeri ataşe, genç halkla ilişkiler uzmanına ve elçiliğin santraline, adamlar bir daha ararlarsa kendine bağlamalarını sıkı, sıkı tembihlemiş.

    Adam ertesi gün tekrar arıyor. Dediğine göre bu son arayışıymış. Santral sesi tanıyor ve askeri ataşeye bağlıyor. Sonunda vuslata eriyorlar yani. Askeri ateşe kendini tanıtıyor. Adını ve rütbesini söylüyor. Karşı taraftaki Azeri, elinde Türk hükümetini ilgilendirecek bir şey olduğunu (bu sefer mal demiyor) ama bunu telefonda söyleyemeyeceğini belirtiyor. Ataşe bu sefer temiz bir telefon numarası veriyor. Kendisini buradan aramasını istiyor.

    Azeri yarım saat sonra cep telefonu ile bu numarayı arıyor. Bir randevu için yer ve saat veriyor. Bakü ’deki eski bir Rus barını söylüyor. Askeri ateşe ısrarla Türk hükümetinin ilgileneceği şeyin ne olduğunu sormasına rağmen karşı taraf cevap vermiyor.

    Ertesi gün askeri ateşe yanına dadı almadan. Bu gibi durumlarda uzaktan koruma yapana dadı denir. Bir güvenlik tedbiri olarak ama albay almamış.

    Neyse. Bir Azeri ve bir Kazak askeri ataşenin masasına oturuyorlar. Ataşenin ısmarladığı votkalardan, sonra konuşmaya başlamışlar. Azeriler Ruslardan daha çok içerler, Ruslar ise herkesten çok.

    Üç duble votkadan sonra adamlardan biri ellerinde 26 kg, birinci kalite, nükleer reaktör atığı işlenmiş plütonyum oksit olduğunu söylemişler. Bunu satmak istediklerini ve alıcı aradıklarını eklemişler.

    Askeri ateşe şok olmuş tabi ki. Çeçenlerle ya da Rusların son numaralarıyla ilgili bir bilgi beklerken, birden beş tane atom bombasına yetecek kadar plütonyumu eski bir Lada arabasından bahseder gibi satmak isteyen iki çılgın adamla karşılaşmış. İnanmamış tabi ki. Sorular sormuş.

    Bu plütonyum nereden geliyor? Yakın bir yerlerden.
    Kaç para istiyorsunuz? 15 milyon dolar.
    Elinizde plütonyum bulunduğunu ispat edebilir misiniz? Evet.

    Askeri ataşenin önüne berbat bir ışıkta çekilmiş ama ne olduğu açıkça anlaşılan fotoğraflar koymuşlar. Sağda solda kiril alfabesiyle yazılmış "dikkat" cümlelerinin ve radyasyon tehlikesini gösteren üç yapraklı yonca işaretlerinin görüldüğü fabrika fotoğrafları. En son fotoğraf ise en ilginciymiş. Kurşun blokların olduğu bir resim. Nükleer sızıntı olmasın ve radyasyon yayılmasın diye nükleer malzeme kalın kurşun blokların içine konur. Hepsinin üstünde Pu 239 yazıyormuş.

    Ateşe fotoğrafları alıp alamayacağını sormuş. Kazak olan, Rusça bir şey söylemiş. Azeri’de "Hayır" demiş, kesin bir dille.

    Fotoğraflardan epey etkilenen kurmay albay, epey bir soru sormuş. "Diyelim ki bu mala talip çıktık, nasıl alacağız? Mal ve para teslimatı nasıl olacak?

    Adamlar malı Gürbulak sınır kapısının Türk tarafında teslim edebileceklerini ama sadece para değil aynı zamanda Türk vatandaşlığı ve koruma da talep ettiklerini söylemişler. Altı kişi için Türk vatandaşlığı!

    Aslında istedikleri para, malın kıymetinin onda biri bile etmez. Kelepirden daha ucuz yani. Diğer istekleri de çok kolaylıkla karşılanabilir. Zaten, değil Türk vatandaşlığı, İstanbul’un altın anahtarlarını isteseler bile verebilirdik, hem de yedekleri dahil olmak üzere."

    Adam kendi yaptığı espriye gülümsedi. "bir şey içer misiniz Emin bey" dedi. Şaşkınlıkla, "evet bir çay fena olmaz" dedim. Garsona işaret edip iki çay söyledi. Çaylar gelinceye kadar sustu. Sese duyarlı ufak teybim de durdu. Tekrar söze başlamasını bekliyordum. Çaylar gelince, kaşık sesi ile birlikte teyp tekrar çalışmaya başladı.

    Albay doğal olarak malın kaynağını sormuş. Onlar bunu açıklayamamaklarını söylemişler. Yani üzümümü ye bağını sorma hesabı. Benim tahminime göre, Kazak hükümeti plütonyumdan kurtulmak ve biraz da para kazanmak için böyle bir şey tezgahladı. Plütonyumun depolanması ve korunması zor iştir. Ele yapışan sümüğe benzer, bir türlü kurtulamazsınız.

    Böyle bir tezgah yaptılar çünkü işler sarpa sararsa ve olay Amerika’lılar veya Moskova’daki abileri tarafından duyulursa başları kötü halde derde girerdi. Ama olayı yolsuzluk yapmaya kalkışan fabrika çalışanlarının marifeti diye bir açıklama ile işin içinden sıyrılabilirlerdi. Çeçenler hariç oralarda hepsi Ruslardan çekinir.

    Yoksa nükleer reaktörde çalışanların değil 26 kg plütonyumu, bir vida bile alıp götürmeleri imkansız. Markette cebininize bir çikolata atmaya benzemez bu iş.

    Bu tabi benim teorim. Bir başka kuvvetli teoriye göre işin arkasında Ruslar vardı.

    "Ruslar mı? Bu saçma değil mi?"

    "Hayır hiç de saçma değil. Ortadoğu’daki Amerikan-İsrail ittifakının elindeki nükleer gücü dengeleyebilecek bir güç yaratmak istemiş olabilirler. Tabi bunu yaparak Türkiye’yi güçlendiriyorlardı ama kendi nükleer kapasiteleri o kadar büyük ki, Türkiye onlar için hiçbir zaman bir tehdit oluşturamazdı fakat bu durumda İsrail daha temkinli davranmak zorunda kalacaktı."

    "İsrail ile dost olduğumuzu sanıyordum" dedim alaycı bir ifadeyle.

    "Görünürde öyle. İsrail tanklarla Filistin’i işgal ettiklerinde neşeli askerler ne diyorlardı biliyor musunuz?"

    "Ne diye?"

    "Ankara’ya, Ankara’ya diye bağırıyorlardı. İsrail’e asla güvenilmez. Zamanında kendi peygamberleri Musa’yı bir altın öküze satmışlardı, ki Musa Tur dağına Yehova ile konuşmaya gitmişti, dünya turuna çıkmamıştı. Güvenilmezler anlayacağınız."

    "Anladım..."

    "Sonuçta üzüm elimizde olduğu sürece, bağın menşei bizi çok ilgilendirmiyordu. Yeter ki bir katakulli olmasın.

    Albay alabileceği kadar çok bilgiyi adamlar aldıktan sonra onlardan süre istemiş. "Ankara ile görüşmem lazım" diyor. Cebinden 15 milyon dolar çıkartıp, kurşun blokları da bir TIR’ın dorsesine atıp Türkiye’ye getiremez ya.

    Adam "Tamam" diyorlar"

    "Peki neden malı Türklere satmak istiyorlardı?"

    "Amerika’nın baskısı yüzünden piyasada doğru dürüst alıcı kalmamıştı. Fiyat da bu yüzden düşük olabilir. Yoksa büyük Türk kardeşliği falan hikaye. Eskinin komünistleri bir gecede akıllı kapitalistler olmuştu."

    Askeri ataşe, elçi dahil olmak üzere oradaki tüm sivil görevlileri by-pass edip, özel askeri kozmik kripto ile ulaşabileceği en üst rütbeye olan biteni anlatan bir rapor gönderiyor. Bunu hem sızıntı olmasını istemediği, hem de sivillere pek güvenemediği için yapıyor. Bilirsiniz dünyadaki tüm askerler sivillere karşı mesafelidir. Elçiliktekilere de Çeçenlerle ilgili uyduruk bir haber diyor.

    Askeri ataşe, çift kitap metoduyla raporunu şifreleyip Ankara’ya gönderiyor. Çok basit bir şifreleme metodudur. Rasgele sayılardan oluşma birbirinin aynısı iki kitap vardır. Bu sayılara göre mesajı şifrelersiniz. Şifreyi çözebilmeniz için birinci kitabın aynısı olan ikinci kitabın elinizde olması gerekir. Oldukça basit olmasına rağmen en güçlü bilgisayar bile çözemez.

    Kriptolu mesaj doğrudan Genel Kurmay ikinci başkanına gönderilmişti. Askerler arasında hiç olmayan bir şey. Yani üstünüzü aşıp, doğrudan onun üstüne erişmek. Şu meşhur emir komuta zincirini es geçmek yani. Ama durumun aşırı derecede özel olması albayı haklı çıkartıyor.

    Bu kozmik şifreyi, bizzat Genel Kurmay ikinci başkanı yardımcısı ile birlikte çözüyor. Okuyunca tabi çok şaşırıyor. Bakü’ye "ikinci bir emre kadar beklemede kalın ve hiçbir şey yapmayın, kimseye bir şey söylemeyin" diye kriptolu cevap mesajı çekip soluğu Genel Kurmay başkanının yanında alıyor. O da şaşırıyor ama hemen kuvvet komutanlarını toplayıp dört saat süren bir toplantı yapıyorlar. Askerlerin zaten böyle bir isteği olduğu için sonuçta mala talip oluyorlar ve hemen sivillerden, cumhurbaşkanı, başbakan ve genelkurmay başkanının olduğu bir toplantı talep ediyorlar. Acil olarak.

    Yunanlılar Ege’de mızmızlanmadığı ve PKK hezimete uğratıldığı için bu ani ve acil toplantıya Cumhurbaşkanı ve tabi ki başbakan bir anlam veremiyorlar ama askerlerin isteğini de geri çevirmiyorlar. Mesajın geldiği günün ertesinde Çankaya Köşkünde bir toplantı yapılıyor. Genelkurmay başkanı lafı uzatmadan Bakü ’den gelen teklifi anlatıyor. Daha sonra neden bir atom bombasına sahip olmamız gerektiği konusunda kısa bir brifing veriyor. Önceden hazırlanmış komisyon raporunu ve ordunun bu konu hakkındaki görüşünü belirtir Milli Siyaset belgesini gösteriyor. Kırmızı kitapçık diye geçer. Sonuçta, bu teklif eğer ciddiyse değerlendirelim diye sözü bağlıyor.

    Cumhurbaşkanı ve başbakan uzun süre ellerindeki raporlara bakıyorlar.

    "O sırada kim cumhurbaşkanı ve başbakandı?" diye merakla sordum.

    "Tarihleri uç uca getirirseniz bulursunuz. Uzun tartışmalar ve Cumhurbaşkanlığının kristal bardaklarında içilen bir sürü demli çayın içildiği toplantılardan sonra askerlerin isteğini kabul ediliyor. Yani siviller yeşil ışık yakıyor. Şartlar ve detaylar belirleniyor. Türk hükümeti ile dolaylı veya dolaysız bağlantısı olmadığı söylenecek. Avans verilmeyecek. Mümkünse pazarlık yapılacak. İş ortaya çıkarsa ve suçlama gelirse kesin bir dille yalanlanacak, para hiçbir şekilde riske atılmayacak vs. vs.

    Başbakan olaya MİT’in dahil edilmesini de istiyor ama Genelkurmay başkanı kesin bir dille bunu şu aşamada istemediklerini söylüyor."

    "Neden?"

    "Nedenini tam olarak bilmiyorum. Zaten ordu, ordu malı subaylar dışında kimseye güvenmez, özellikle sivillere. Bu iç politika, geçelim.

    Malın alımı ile ilgili diğer detaylar da belirleniyor. Bir alışveriş listesi çıkartılıyor. Mal Gürbulak sınır kapısından giriş yaptıktan sonra kalitesini ölçmek için uzmanların bulunması, gelen malın güvenli ve fark edilmeyecek bir yerde saklanması ve ödeme için paranın bulunması.

    Adamlara malı alacağız demesi kolay ama 15 milyon doları nereden bulacaklardı? Herhangi bir ek bütçe ya da buna benzer bir şey için zaman yoktu. Bu iş alabildiğince hızlı bitirilmeliydi."

    "Peki nereden buldular parayı?"

    "Sizce?"

    "Örtülü ödenek sanırım"

    "Bingo! Evet başbakanın emrinde bulunan örtülü ödenek bu iş için uygundu. Aslında bu Başbakan için büyük bir riskti ama bunu göze alıp örtülü ödenekten ödemeyi kabul etti. Zaten ileride bu örtülü ödenek meselesi başını epey ağrıttı. "Konuşursam yer yerinden oynar" dedi ki haklıydı da. Skandala sebep olan miktar aslında çekilenin çok altındaydı. Daha sonra gazetecilere fazla kurcalamayın denilip olay sümen altı edildi."
    "Demek şu meşhur örtülü ödenek skandalı bu yüzdenmiş" dedim şaşırarak.

    "Evet. Bu bir detay. Ankara’daki çok küçük bir ekip harıl, harıl çalışırken Bakü ’deki elçilikte albay huzursuz bir şekilde hem Ankara’dan hem de adamlardan bir haber gelmesini bekliyor.

    Sonunda Ankara cevap veriyor. Malı almaya talibiz, yalnız teslimat ve para transferi aşağıda belirtilen şartlarda olursa;

    - Gürbulak sınır kapısının Türk tarafına kadar malın nakliyesi ile ilgili tüm sorumluluk ve detaylar karşı tarafa aittir. Olur da arada yakalanırlarsa Türk hükümeti bağlantıyı inkar edecektir. Mal İran üzerinden gelecek.
    - mal teslim edildikten ve malın kalitesi tarafımızca onaylandıktan sonra ödeme yapılacak. Kesinlikle avans yok, 1 dolar bile.
    - Para transferi, denizaşırı bir bankada açılmış bir hesaba yapılacak. Mal teslim edilip, kalitesi ve miktarı onaylanana kadar bloke edilecek.
    - Türk vatandaşlığı işlemleri yukarıdaki işler bittikten sonra yapılacak. Belirlenen sayıdan fazla kişiye vatandaşlık verilmeyecek. vs.


    Albaya kripto ile bekle deniliyor. Aynı gün Genelkurmay’daki bir tümgeneral askeri uçakla Bakü’ye uçuyor. Tümgeneralin gönderilme amacı olarak, Azerbeycan Genelkurmay başkanını Türkiye’ye bizzat davet etmek olarak belirtiliyor ama aslında albay ile birlikte çalışmak için gidiyor. Zaten daha sonra projenin başına da bu tümgeneral getiriliyor.

    "Bir şeyi merak ettim. bu tümgeneral ufak puroları içmeyi seviyor mu?"

    Gülümsedi ve sorumu duymazlıktan geldi.

    "Gönderilen tümgeneral, oradaki albayla birlikte resmi görevini getirirken, diğer taraftan da gayri resmi esas işini takip etti. Adamlarla tekrar buluşuldu. Beklenilenin aksine konulan şartlara bir itiraz gelmedi. Her şey inanılmaz derecede kolay ilerliyordu. Hatta adamlar bir güzellik yapıp malı göstermeye bile razı olmuşlardı.

    "Plütonyum?"

    "Plütonyum oksit. Buluşmanın ertesi günü tümgeneral ve albay önlerindeki külüstür bir Lada ile Bakü’nün dışındaki bir ardiyeye gidiyorlar. Malı görüyorlar. Adamlar Geiger cihazı ile bir ufak gösteri bile yapıyorlar. Kurşun bloklara yaklaştırılan alet, Kars’ın soğuğunda nöbet tutan asker misali tıkırdamaya başlıyor.

    Geri kalan detaylar da hallediliyor. Adamlara hemen o gün belirtilen bir off shore bankada bir hesap açılıyor. Cayman adalarında tek şubelik bir banka. Genellikle bu gibi işler için kullanılan bir banka, rezil ama kesinlikle güvenilir. Tabi hesabı da İstanbul’daki bir ithalat-ihracat şirketi açıyor. Resmi hiçbir bağlantı olmaması için.

    Albay ve tümgeneral merkeze "tamam" dedikten sonra ertesi gün para bankaya transfer ediliyor. Adamlara da, "biz hazırız malı getirin deniliyor."

    Tümgeneral hemen Türkiye’ye geri dönüyor. Aslına bakarsanız malın Türkiye’ye gelmesini düşük ihtimal olarak görünüyordu. Para riske atılmadığı için şansımızı deneyelim denildi. İşlerin bu kadar kolay olması herkesi şüpheye düşürmüştü ama kaybedilecek bir şey olmadığı için denemek istediler.

    Fakat daha sonra adamlardan ses seda çıkmadı. Yaklaşık iki hafta beklendikten sonra Ankara’dakiler homurdanmaya başladı. Paranın geri getirilmesini isteyen bile çıktı.

    Tam herkes bunun berbat bir oyun olduğunu düşünürken Bakü’deki Albayı adamlar arıyorlar. Tabi albay merakla biraz da kızgınlıkla soruyor, "Ne oldu? Ne bitti" diye.

    Azeri olanı gayet sakin bir şekilde malın Gürbulak sınır kapısının Türk tarafında olduğunu, kendilerinin de orada beklediklerini söylüyor.

    İşin garipliğine bakar mısınız? Aslında düşününce akıllıca bir taktik. Onlarda doğal olarak bize güvenmiyorlar tabi ki. Malın çıkış tarihini söylemiyorlar, olur da Türk tarafında bir sızıntı varsa diye. Hem bizim hem de İran gümrüğü uyumuş tabi. Adamlar ellerini kollarını sallayarak plütonyumu sokuyorlar kimsenin haberi olmuyor.

    Hem albay hem de tümgeneral hemen Gürbulak sınır kapısına gidiyorlar. Tabi evraklarında peynir taşıdığı yazılı Tır hemen askeri bir yere götürülüyor. Ankara’dan emir gönderiliyor, Tır’ı herkesten uzakta, güvenli bir yerde tutun ve dorsesini sakın açmayın. Tümgeneralin yanında bir kimya mühendisi, bir nükleer fizik uzmanı ve bolca alet edevat var. Önceden hazırlanmış şeyler işte.

    Acelelerinin iki sebebi vardı. Birincisi malı bir an önce teslim almak istiyorlardı. Ayrıca plütonyum 239 gibi bir baş belasının bir faciaya yol açmasından korkuyorlardı.

    Neyse, hem adamlar hem de kurşun bloklarla dolu olan TIR güvenli bir yere götürülüyor."

    "Nereye?"

    "Belki inanmayacaksınız ama önceden planlandığı gibi Ayaş tüneline, tali bir tünel vardı, su basması için yapılmış."

    "Ayaş tüneli mi? Peki neden?"

    "İki nedenden. Birincisi Türkiye’nin bu çapta bir nükleer malzemesi olmadığı için radyasyon güvenliği ile ilgili çok tecrübesi yoktu. Bir sorun olması durumunda tünelin iki tarafı kapatılıp sızıntı kolaylıkla engellenebilirdi. Ayrıca tünelin içindeki bir radyoaktif madde kesinlikle yukarıdan fark edilmez." dedi ve parmağıyla gökyüzünü gösterdi.

    "Anlıyorum. Merak ettim, Ayaş tünelinin gecikmesi ile bunun bağlantısı var mı?"

    "Kısmen plütonyum yüzünden ama sadece altı aylık bir süre için, daha sonra güvenli bir yere nakledildiler. Malın kalitesi ölçüldükten sonra paranın blokajı kaldırıldı, adamlara da biner dolar verildi, gidip parayı alsınlar diye."

    "Peki Türk vatandaşlığı?"

    "İstemediler, bir uçakla Almanya’ya gittiler. Ertesi günde parayı başka bir bankaya transfer ettirmişler. Bir daha da haber alamadık. Bu da benim Kazak hükümeti teorimi destekliyor."

    "Çok ilginç. Artık pirinç vardı, peki pilav nasıl yapıldı?"

    "Epey zor oldu. Elinizdeki malzeme plütonyum olunca bomba yapmak uranyum 235’e göre çok daha zor. Çok daha hassas bir mekanizma ve karmaşık bir teknoloji gerekiyor.

    Bomba yapımı için Amerikalıların II.Dünya savaşında kullandıkları Los Alamos modeli uygulandı. Yani gözlerden uzak bir yerde, tecrit edilmiş uzmanlar ve bilim adamları bombayı yapacaktı. Tabi daha önce yaklaşık iki yıl boyunca araştırma yapıldı, bilgi toplandı. Know-how elde etmek için.

    İşin başına daha önce bahsettiğim Tümgeneral getirildi. Doğrudan Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay başkanına bağlıydı. Kendisine geniş yetkiler verildi, Halep valisi gibi bir şey oldu. Her tür sivil ve askeri tesisten yararlanabilirdi. Gizlilik esastı, "karın bile bir şey bilmeyecek, biri bilgi sızdırırsa çek alnından vur" denildi ki yapardı.

    Sonra uzmanlar bulundu. Üniversitelerden, Tubitak’dan, TAEK’den vs. 63 kişilik bir ekip. Nükleer fizikçiler, kimyagerler, mühendisler vs. Hepsi de Türkiye’nin en iyileriydi. Tabi gönüllü çalışma esasına göreydi. Teklifi reddedenlere bir şey denilmedi. Ekip oluşturulunca herkes araştırmaya başladı. Bilgi ve teknoloji toplandı.

    Teknoloji konusunda en büyük yardımı Pakistanlılar yaptı. On tane akademisyen ve mühendis eğitim görmek üzere Karaçi’ye gönderildi. Pakilerin çok sevdiği ve Marmaris’te resim yapan bir emeklinin bağlantıları da etkili oldu. Bu karşılıksız bir yardım değildi tabi ki. Pakilere, F-16 teknolojisinden biraz koklatıldı. Bir de yaklaşık 30 tane Pakistanlının savaş pilotu olarak Türkiye’de eğitilmesi de vardı. Bir F-16 pilotunun eğitim maliyetinin neredeyse bir milyon doları bulduğu düşünülürse fena rakam değil. Bu arada, Pakistanlılara asla Paki demeyin, çok kızarlar.

    Tabi Pakistanlı biraderlerimize elimizde plütonyum var, bundan bomba yapacağız demedik. Zaten eğitim görmek ve bilgi edinmek için gönderilen sivil ve askeri personelde bunu bilmiyordu. Sadece bu teknoloji elimizde bulunsun, belki lazım olur denildi. Pakistanlılar tabi ki buna inanmadılar ama ses de çıkarmadılar. Gönderilenler bir yıl boyunca eğitim aldılar, bilgi topladılar. Sonuçta, atom bombası yapmaya yarayacak tüm bilgi ve Pakistan’da yedikleri baharatlı yemeklerden dolayı oluşan gastrit ile Türkiye’ye döndüler. Garam masala diye bir sosları var, tavukla muhakkak deneyin.

    Daha sonra yapım aşamasına geçildi. Yapım aşaması ayrı bir kitap konusu olur, bir gün onu da anlatırım. Dediğim gibi Los Alamos modeli uygulandı. Bir askeri kışla araştırma merkezine çevrildi. İsteyen sivil uzman eşini ve çocuklarını da getirebilirdi ama çıkış yoktu. Çocuklar için bir kreş ve okul bile yapıldı. Anlayacağınız ikinci bir askerlik yaptılar.

    "Sabah içtiması var mıydı peki?"

    Gülümsedi.

    "Yoktu ama dışarı gönderilen tüm mektuplar okunuyordu, telefonlar dinleniyordu. Cep telefonları tamamen yasaktı. Komutandan izin almadan kimse dışarı çıkamıyordu. Fakat sinemadan tutun da, yüzme havuzuna kadar her şey vardı. Vizyondaki filmler iki ay sonra geliyordu ama olsun.

    "Neredeydi bu kamp?"

    "Daha sonra nükleer malzemenin geleceği düşünülerek oldukça ıssız bir yerde"

    Araştırmalar başlatıldı. Daha önceden yapılan bir alış veriş listesine uygun olarak ekipman alındı. Yaklaşık 800 milyon dolarlık bir fon ayrıldı, tank modernizasyonu adı altında. Tasarım ve simülasyon için büyük bilgisayar sistemleri, Plütonyumun işlenmesi için CNC makine tezgahları, 35 patlama lensi için Triaminotrinitrobenzene, ve dış manto için uranyum 238, berilyum, radyoaktif güvenlik malzemeleri, orta çaplı bir laboratuar kuracak kadar kimyasal madde ve analiz cihazı vs. Toplam 2436 kalem.

    "Uranyum 238 mi? bulmak zor değil mi?"

    "Yok, U-238 fissile değil, yani bulmak kolay. Çekmece için diye Güney Afrika’lılardan alındı, 160 kilo falandı"


    Kamptakiler ne yaptıklarını bilenlerdi tabi bir de ne yaptığını bilmeyenler vardı. Bombanın bazı parçaları dışarıda yaptırıldı.

    "Hangi parçalar?"

    "Bombada kullanılan bazı parçalar. Örneğin dış nötron kaynağını Vestel yaptı. External Neutron Source denilen yüksek voltajlı bir vakum tüpü ama ufak, elimin yarısı kadar bir şey. Patlama öncesinde yapay olarak nötron üretiyor. Yapı ve çalışma sistemi olarak televizyon tüpüne benzer ama elektron değil nötron üretir. Bir çok elektronik aksam da Aselsan’a yaptırıldı, hassas ateşleme mekanizması, kilitleme mekanizması, altimetreye bağlı patlama sistemi vs."

    "Peki bu tehlikeli değil miydi?"

    "Hayır, onlara sadece şöyle bir alet istiyoruz, bu spesifikasyonları, bu da teknik resmi hadi kolay gelsin denildi. Nerede kullanılacağı söylenmedi. Yüksek kalitedeki özel çelikten imal edilen dış gövdeyi Şeker Fabrikasındakiler tank parçası sanıyorlardı.

    Tabi en zoru plütonyumun oksidin galyum ingotlara dökümüydü. Bu uzak bir yerde kurulan özel bir dökümhanede yapıldı, 85 mm çapında metal plütonyum küre parçaları.

    Daha fazla detay vermeyeyim. İşin içindekileri deşifre etmiş olurum. Hoş hepsi de bir kişisel gizlilik anlaşması imzaladı ama ne olur ne olmaz. Fakat hepsi de yurtsever ve çalışkan insanlardı, hiçbir sorun çıkarmadılar, neredeyse iki yıllarını verdiler. Hatta aralarında sizin hocalarınızdan biri de vardı aralarında. Milliyetçilik maçlardan sonra Türk bayrağı sallamak değildir Emin bey, ülke için bir şey yapmaktır."

    "ODTÜ makineden mi?"

    "Evet"

    "iyi ama oradan mezun olduğumu nereden biliyorsunuz?"

    Sorumu yine duymazlıktan geldi.

    "Ben ODTÜ’lülerle çalışmayı tercih ederim. Boğaziçililer de iyidir ama fazla snop ve ukaladırlar. Hoş ODTÜ’lüler de ukaladır ama onlara tahammül edebiliyorum. O bahsettiğim hoca bir tuhaftı, Boğaziçi köprüsünden geçmezdi. Dediğine göre teller yukarıdan çapraz geldiği için hem dikey hem de yatay kuvvetlere maruz kalıyormuş ve güvenli değilmiş. İstanbul’a beraber gittiğimizde mümkün değil o köprüden geçmedi. Fatih köprüsünü kullandık."

    Hocayı hatırlamaya çalıştım ama bulamadım. Hoş bizim bölümde öğrenci ve öğretim görevlisi herkes biraz tuhaftır ya neyse. Dağılan dikkatimi tekrar topladım ve adama baktım.


    "Uzun uykusuz geceler, bol çalışma ve cumartesi günleri yapılan maçlardan sonra beş tane atom bombası yapıldı. Her biri 30 kilotonluk bombalar. Bunlara tarihimizdeki büyük zaferlerden esinlenerek isimler verildi; Sakarya, Gelibolu, Kocatepe, Malazgirt ve Dumlupınar. İkisi Ankara’da, biri İzmir’de biri de Diyarbakır’da"

    "Dört tane saydınız ama bomba sayısı beş. Eksik olan nerede?"

    "Çok dikkatlisiniz. Evet haklısınız başlangıçta beş bomba vardı, şimdi dört tane"

    "Birine ne oldu?"

    "Ne olabilir, patlatıldı tabi ki, yer altında."


    "Ciddi olamazsınız? Neden patlattınız ve nasıl gizleyebildiniz?"

    "Neden olacak? Tabi ki çalışıp çalışmadığını görmemiz lazımdı."

    "Peki nerede ve ne zaman patlatıldı?"

    "Yerini ve zamanını söyleyemem. Artık kullanılmayan bir maden ocağında. Ama biraz araştırırsanız, geçmişte deprem olasılığı çok az olan, en yakın faya ve tabi ki yerleşim birimine 100 km uzaklıkta olan bir yerde kayda değer bir deprem olduğunu görürsünüz. Gece yarısı saat 4:16’da. Siz bulursunuz. Kandilli bile merak edip görmek istedi ama askeri bölge olduğu için izin verilmedi".

    "Neden yer altı nükleer denemesi?"

    "Yerin altında yaparsanız fark edilme ihtimaliniz çok az. Diğer türlü uydular bir atom bombasının patlatılması sonucu oluşacak ısıyı ve radyasyonu hemen fark ederler."

    "Anlıyorum" dedim. Kafam allak bullak olmuştu. Başlangıçta bir hikaye gibi başlayan fakat inanılmaz teknik ayrıntılarla dolu bir hikaye. İster istemez sordum.

    "Bu hikaye gerçek mi?"

    Karşımda tebessümle beni süzen adam kahkaha attı. Sanırım bu soruyu bekliyordu.

    "Hep okurlarınız mı size soracak bu hikaye gerçek mi? diye, bu sefer de siz sordunuz. Demek ki okurlarınız hiç de haksız sayılmazlarmış di mi?"

    Birden tedirgin oldum.

    "Okurlarımın hikayelerimi gerçek sandıklarını nereden biliyorsunuz? Demek ki beni önceden tanıyordunuz. Bu tesadüfi karşılaşma, bisikletle ilgili sorular, ODTÜ mezuniyeti ve çok sevdiğim ufak purolar, yani hepsi önceden planlanmıştı değil mi?"

    Tekrar gülümsedi ama bir şey demedi. Teneke kutudan bir puro alıp yaktı ve bana da uzattı. İstemiyorum der gibi başımı salladım.

    "Size bir hikaye anlatacağım dedim. Gerçekliği konusunda bir şey demedim. Hikayenin gerçek mi ya da uydurma mı olduğuna siz karar verin. Gerçek de olabilir uydurma da...

    "Varsayalım anlattıklarınız gerçek. Bütün bu detaylar ve ayrıntıları dikkate alırsak siz hep işin içindeydiniz, hatta işin başındaki tümgeneral sizdiniz. Peki neden bunları bana anlattınız ve yazmamı istiyorsunuz? Türk hükümeti elinde atom bombası olduğunu gizlemek istiyor demiştiniz, neden bu bilgiyi bir şekilde sizin aracılığınızla sızdırsın ki? Bu çelişki değil mi? ve yine varsayalım ki bir sebepten bunu sızdırmak istediler. Peki neden bir gazeteciye ya da televizyoncuya gitmediniz? Ne bileyim Ali Kırca’ya veya Emin Çölaşan’a. Neden bana geldiniz?"

    "Evet haklısınız. Anlattıklarımın gerçek olduğunu ve benim hükümet adına çalıştığımı varsayalım. Belki de bir subayım. Fakat bir de şöyle düşünün, diyelim ki Türkiye elinde atom bombası olduğunu resmi olarak açıklamak istemiyor çünkü henüz vakti değil. Bu açıklanırsa çok toz kalkar ve dış politikada zor durumda kalınabilir. Kuzey Kore olayı malum, tabi bir de Uluslararası Atom Enerjisi Ajansının ortalıkta dolanmasını kimse istemez. Herkes yüzünü ekşitecektir. Ama gayrı resmi olarak bunun bir şekilde bilinmesini istiyor da olabilir. Yani abanın altından sopa göstermek istiyor. Karşı taraf, her kimse -dostlarımız ya da düşmanlarınız diyelim- verdiğim detaylardan bunun gerçek olduğunu anlayacaktır fakat resmi olarak sorulduğunda Türk hükümeti bunu kolaylıkla yalanlayabilir."

    "Nasıl?" diye merakla sordum. Beynim durmuş gibiydi.

    "Çok basit. Sıkışınca "Bütün bunlar bir hikayeden ibaret. Mehmet Emin Arı adlı bir yazar kendince uydurmuş" diye bir şey söylerler. Zaten öykünün başına koyduğunuz şu ibare var ya, bu öykü bir kurgudur falan diye başlayan. "Adam yazmış, bizim elimizde atom bombası falan yok, nereden çıkarıyorsunuz bu saçmalıkları" derler.

    Aynı şekilde herhangi bir okurunuz açıp telefonu herhangi bir yere sorsa, "saçmalamayın kardeşim, yok öyle bir şey" diyeceklerdir.

    Anlattıklarımı siz değil de bir gazeteci yazsa, yalanlamak çok daha zor olurdu. Ayrıca Ali Kırca ve Emin Çölaşan’ın bunları bilmediğini nereden biliyorsunuz? Herkes biliyor ama bilmezlikten geliyor."

    Gülümsedim. O da gülümsedi. Ufak purolardan bir tane de ben aldım ve yaktım. Bir süre düşündüm.

    "Ya da varsayalım bu anlattıklarımın hepsi tamamıyla bir kurgu. Hep kafasını karıştırdığınız okurlardan biri olarak size ufak bir sürpriz yapayım dedim. Ben de yazarımın kafasını karıştırayım da görsün ne hallere düştüğümüzü." dedi ve muzipçe bana baktı.


    "Peki varsayalım anlattıklarınız tamamıyla bir kurgu. Bu kurguyu nasıl oluşturdunuz? Ve neden kendiniz yazmıyorsunuz da bana anlatıyorsunuz?"

    "Öylesine geldi aklıma ve kalemim sizin kadar iyi değil"

    "Yayınevleri sizin gibi düşünmüyor. Peki yazıp yazmayacağımı nereden biliyorsunuz, belki de yazmam" dedim kendinden emin bir tavırla.

    Sanırım bunu bekliyordu. Hiç umursamadı ve tekrar gülümsedi.

    "Hadi Emin bey, bir yazar olarak böyle bir hikayeye asla hayır diyemeyeceğinizi biliyorum. Bir çocuğun önüne bir tabak dolusu çikolata geliyor, hayır der mi?"

    "Ya bu öykü gerçekten doğruysa ve gizli hükümet sırlarını açıklamaktan başım derde girerse? Evimin önünde beyaz bir Renault araba görmek istemem."

    "Tedirgin olmanıza gerek yok. Hikaye gerçekse, bunu yazacağınızı bazıları zaten daha önceden biliyordur. Değilse de, ortada sır mır yok. Hem onlar sizi severler. Ayrıca beyaz Renault’u sadece polisler kullanır." dedi.

    "Onlar kim?" diye sordum.

    "Okurlarınız elbette. İstanbul belediyesinde çalışan mimar okurunuz varsa, başka yerlerde de çalışan okurlarınız da vardır elbet." dedi ve yine gülümsedi.

    "Peki siz kimsiniz? Bir nükleer fizikçi mi? Bir MİT elemanı mı? yoksa yüksek rütbeli bir asker mi?"

    "Emekli diyelim. KDV fişlerini özenle toplayan, romatizması için ara sıra doktora gidip ilaç yazdıran ve artık sakin bir hayat süren bir emekli. Asıl ben size sorayım Emin bey, siz kimsiniz?"

    "Anlamadım?"

    "Yani bir şair misiniz? Duygulu denemeler yazan bir aşık mı? içinde komplolar olan şeytani kurgular yazan bir bilimkurgucu mu? Bir öykünüzde adamı paramparça ediyorsunuz ama diğer taraftan bir denemenizde gül yaprağı üzerindeki çiy damlasına bir paragraf methiyeler düzüyorsunuz. Hangisi gerçek sizsiniz?"

    "Yazar diyelim" dedim.

    İkimiz de sustuk. Aklım bombalara takılmıştı.

    "Bu bombalar nerede tutuluyor?"

    "Sizce nerede olabilir?"

    "Bir askeri üstte sanırım..."

    "Eh... bir askeri kışlanın kantininin deposunda olacak değil tabi fakat aktive durumda değiller."

    "Anlamadım?"

    "Yani plütonyum bloklar söküldü ve ayrı bir yerde tutuluyor, malum radyoaktif ve aşırı toksit ama herhangi bir durumda takılmaları yarım günü geçmez, yarım saatte içinde de bir F-16’ya yerleştirilir. Bomba 50 cm boyunda ve 40 cm çapında mutfak tüpü gibi bir şey, ağırlığı da 112 kg. Bunun sadece 4.6 kg’ı plütonyum. Hem zaten plütonyum bloklar takılsa bile bombaların aktive hale gelebilmesi için üç ayrı şifrenin peş peşe girilmesi gerekir. Aselsan’daki çocukların numarası. Her neyse umarım asla çalıştırılmaz."

    "Kimlerde bu şifre?"

    "Ben de değil, emin olabilirsiniz. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanında, mühürlü zarflar içinde 16 haneli rakam ve harf karışımı şifreler. Her bir bomba için ayrı. Bu zarf da plastik bir zarfın içinde. Ucunu kırıp açmanız gerekiyor. Hiç biri tek başına bir işe yaramaz. Görevlerini devrederken bu şifreleri de verirler."

    "Neden üç kişi?"

    "Tek kişi çılgınlık yapabilir ama üç kişinin aynı anda çıldırması düşük ihtimal. Bu yüzden."

    Bir süre ikimiz de sustuk. Purosunu söndürdü ve garsona hesap işareti yaptı.

    "Neyse hepsi bu. Müsaadenizi isteyeyim Emin bey. Dizim iyileşince birlikte bisiklete binelim."

    "Olabilir, memnun olurum ama soracağım çok şey var" dedim.

    "Başka zaman, şimdilik bu kadar yeter. Unutmadan, şunu alın" dedi ve gömleğinin cebinden çıkardığı bir kartpostalı yanlamasına yırtarak ikiye ayırdı ve bir parçasını bana uzattı.

    "Bu ne için?" dedim merakla.

    "Olur da size mail atarsam bendeki parçanın resmin taranmış halini eklerim. Böylece mailin benden geldiğine emin olabilirsiniz. Bir tür basit şifre, eski bir numaradır."

    Atakulenin yarım resmi olan yırtık kartpostal parçasını alıp, elimde bir süre tuttum. Hesap gelince sırt çantamdaki cüzdanımdaki kredi kartını almaya yeltendim ama hemen itiraz etti.

    "Lütfen. Hesapları her zaman okurlar öder, ayrıca bize ilk öğretilenlerden biri de hesabı peşin ödememizdir. Kredi kartı her yerde olduğu gibi bizim işimizde de bir baş belasıdır" diye espri yaptı. Sonra on milyonu masanın üstüne bırakıp "üstü kalsın" dedi.

    Garsona teşekkür edip ayrıldıktan sonra ayağa kalktı ve tokalaştık.

    "Anlattıklarımı yazın ve web sitenizde yayınlayın. Takip edeceğim. Bu arada, deprem hikayesi gerçekten iyiydi" dedi.

    Elimde yırtık bir kartpostal parçası, arabasına binip hızla uzaklaşan adama bakakaldım. Birden kafamdan arabanın plakasını almak geçti ama araba çoktan gözden kaybolmuştu. Bir süre öyle ayakta kalakaldım, ufak teybin kapanma sesiyle kendime geldim.

    Kafamda adamın anlattıklarını tekrar düşünürken bisikletle eve geri döndüm. Gizli örgütlerden çok Suna’dan yiyeceğim zılgıt beni korkutuyordu. Bu sefer perdeleri asmak bile beni kurtaramazdı.

    Tanrım! Neden pazarları evde çizgili pijama giyip futbol maçı seyreden adamlardan değilim? Ne işim var benim atom bombalarıyla?

    Önemli Not: Bu öykü tamamıyla bir kurgudur. Gerçek kişi, kurum ve yer isimleri bir tesadüften ibarettir. Öykü ile bağlantıları yoktur.

  • Gondaray
    Senior Member
    • 27-08-2004
    • 3257

    #2
    Konu: Türkiyenin Atom bombası mı var?

    Baştan sona okudum. Gerçekten enterasan bir hikaye mi desem, kurgu mu desem gerçekler mi desem.

    Bu hikayenin gerçek olmasını ümit ediyorum.

    Yorum

    • Kadim
      Senior Member

      • 30-01-2004
      • 4782

      #3
      Konu: Türkiyenin Atom bombası mı var?

      Hmm, ilginç ve bir o kadar da maceracı bir yazıydı. keşke bu ülkenin de nükleer gücü olsa... Denge için bu ülkenin hak ettiği şey...

      Yorum

      • gönülver
        Member

        • 21-02-2004
        • 2747

        #4
        Konu: Türkiyenin Atom bombası mı var?

        bilim kurgudur o
        bilim kurgu

        Yorum

        • Kadim
          Senior Member

          • 30-01-2004
          • 4782

          #5
          Konu: Türkiyenin Atom bombası mı var?

          Originally posted by gönülver
          bilim kurgudur o
          bilim kurgu
          Bilim kurgu da olsa güzeldi baaa...

          Yorum

          • ali_ekber
            Member
            • 15-11-2004
            • 2525

            #6
            Konu: Türkiyenin Atom bombası mı var?

            Originally posted by gönülver
            bilim kurgudur o
            bilim kurgu
            bu ülkeyi hale seven insanlar olmasaydı
            şimdiye kadar T.C. diye bir ülke kalmazdı

            Yorum

            • cihangir_ali
              Junior Member
              • 25-02-2005
              • 390

              #7
              Konu: Türkiyenin Atom bombası mı var?

              ilginç...

              Hemide çokk...

              Gerçi hikayeymiş ya...!

              Yorum

              • gönülver
                Member

                • 21-02-2004
                • 2747

                #8
                Konu: Türkiyenin Atom bombası mı var?

                Originally posted by ali_ekber
                bu ülkeyi hale seven insanlar olmasaydı
                şimdiye kadar T.C. diye bir ülke kalmazdı


                şimdi bu yazdığının yukarıdaki konu ile vaya benim cevabımla ne alakası var
                açıklarmısın?

                Yorum

                • ali_ekber
                  Member
                  • 15-11-2004
                  • 2525

                  #9
                  Konu: Türkiyenin Atom bombası mı var?

                  demek istediğim kimsenin kimseye güveni neredeyse kalmamış ülkemizde
                  her şeyi yapamaz gözüyle bakmaya başladık
                  yukarıda olay gerçek veya hikaye
                  demek gerçek olsa bilen inanamayacacağız

                  Yorum

                  • gönülver
                    Member

                    • 21-02-2004
                    • 2747

                    #10
                    Konu: Türkiyenin Atom bombası mı var?

                    Originally posted by ali_ekber
                    demek istediğim kimsenin kimseye güveni neredeyse kalmamış ülkemizde
                    her şeyi yapamaz gözüyle bakmaya başladık
                    yukarıda olay gerçek veya hikaye
                    demek gerçek olsa bilen inanamayacacağız


                    yukarıda yazanların doğru olmadığını nereden biliyoruz ????

                    ve doğru ise bunu bas bas bağırmak mı?
                    hamlenin sırasını beklemek mi?
                    akıllıca

                    Yorum

                    • EMiRDAGLI
                      Member
                      • 12-03-2005
                      • 1614

                      #11
                      Konu: Türkiyenin Atom bombası mı var?

                      Bana mantikli geldi yukarda anlatilan bazi cumleler

                      Yorum

                      • PEHLÝVAN
                        Banned
                        • 05-01-2006
                        • 1068

                        #12
                        Konu: Türkiyenin Atom bombası mı var?

                        bende bi uydu dünyasından öykü yazayımda!
                        danino olayına dönsün!
                        ama iyi düşümek lazım dimi:D
                        akıllı olmak şart:S

                        Yorum

                        • 45spil
                          Junior Member
                          • 09-06-2007
                          • 25

                          #13
                          Konu: Türkiyenin Atom bombası mı var?

                          yukarıdaki anlatılanlar güzel bir bilim kurgu orada adı gecen işletmenin birinde ben calısıyordum anlatılan seyler bizim işletmemizde yapılmadı

                          Yorum

                          İşlem Yapılıyor