Cemal ÇAÐLAK
Yalnızlık, zor ve kazançlıdır. Fakat bu kazanç yalnız kalmanızla değil bırakılmanızla alakalıdır. Söz konusu hal, ne evde bir başına kalış, ne ıssız bir arazide yolunu şaşırma ne de bir bedevinin çöl yolculuğunda devesine yaslanarak geceyi geçirmesidir. Bu yalnızlık bilginin verdiği sorumlulukla konuşan, çağıran ve ayağa kalkanların kalabalıklar içinde yaşamış olduğu zindan hayatıdır. Boyunları çözmek için cahiliyenin önümüze koyduğu sarp yokuşa atılma cesaretini gösterenlere kalabalıklar tarafından verilen karşılıktır. Yaratan Rabbin indirdiği hükümler doğrultusunda, gözlere çekilen örtüyü, kulaklara kapatılan elleri ve dillere atılan bağları çözme gayretlerinin sonucudur. Öyle ki yeryüzünün kenarında bırakılanlar olmak durumuna rağmen sahibinin sadece Allah olduğu bir yalnızlık… Bir başına ama güçlü, çareleri tüketilmiş ama umutlu, kaybettiği zannedilen ama kazançlı, ebterliği ilan edilmiş ama kevseri bulduran bir yalnızlıktır sadece. Bu yalnızlar ise kendilerine nimet verilenler ve onların yolunda gidenlerdir. Yani Allah’ın gazabına uğramamak için sapmayanlar, sapanların gazap dolu bakışları altında ayakta duranlardır.
Adem’le başlayan bir süreçtir bu. Tarih, bu sürecin örneklerini taşımış ve taşımaya devam etmektedir. Birçok yandaşının kendisiyle oluşturduğu kalabalığa rağmen Allah’ın yalnız bıraktığı İblis’in, insanı, kalabalıkların içine sürükleyerek Allah’tan uzak tutacağı, Rabbini bıraktıracağı ve darılttıracağı, gece ve gündüz başka mecralarda yürüteceği, karanlık, kanlı, sefil yolun ilk adımlarıdır. Onun, insanlığın yürüyüşe ilk başladığı noktada yüreğe düşürdüğü "daha fazlasını elde etme" hırsının neticesinde zehirli meyvenin yalnızlık sancılarına yakalattığı Adem’e, dümdüz, yemyeşil, ılık, bereketli arazide sahip olduğu kolay hayatı kaybettirişi ve kızgın, kuru, sarı topraklarda arayışı başlattığı zamandır. Ve bir kere daha acziyeti idrak ederek, insanın elleriyle öne sürdüklerinden dolayı rezil oluşunu ortadan kaldırmak için verilen fırsatın adı; İblis’in mağlubiyeti, yine hırsla Kabil’in yakasına yapışarak Habil’i öldürtüşünün adıdır. Maktulun ve katilin, doğruyla yalancının, çıkarcıyla samiminin; kısacası hakla batılın Allah’ın yaptığı tanımlamaya göre ayrıştığı zamandır.
Bitmeyecek olan bu kardeş kavgasının katili olan Kabil’in varislerine karşı, mücadeleyi devam ettirme sırası Nuh’tadır. Ne acıdır ki Nuh’un karşısında olanlar Habil’in şehadetine dilleriyle ağıt yakarlarken Kabilce çoğaltmakta, hükmetmekte ve evlat yetiştirmektedirler. İşte O, asırlarca bu toplumu hayra davet eden ve buna rağmen kınanan, saldırılara maruz kalan, kurtuluş gemisinin iskeletini bir avuç iman edenle beraber, alaycı bakışlar altında kuru toprağa inşa eden yalnız adam. Kalabalıkların yalnız bıraktığı ve bir avuç ayak takımından! oluşan yeryüzü yalnızları… Ancak bu yalnızların sahibi Allah’tır ve bu gemiye sadece yalnız bırakılanlar binebilir. Asırlarca alemlerin Rabbine yapılan çağrıya kulak tıkayan müstekbirler ve onların kendi idealleri uğruna sürdüğü, sürüklediği toplumun Nuh’un karşısına çıkışı neticesinde kurtulanlar sadece bir avuç yalnızdan ibarettir. Buna karşın sıkı sıkıya sahiplendikleri Vedd’i, Suva’yı, Nesr’i, Ye’uk ve Yeguk’u mabetlerinde bırakarak dağa kaçanlar, doruğa ulaştıklarında oralara karların yağdığını, çok ilahlılığın verdiği yalnızlığı görürlerken, gemiye binen yalnız bırakılmışlar da bir olan ilahın çokça rahmetini görerek "Nice azların birçok kalabalığa galebe çaldığına" şahit olmuşlardır. Kuru topraklarda gemi inşa eden bu gülünç zavallının, kaptanlığını yaptığı gemide ise şimdi yeryüzü zavallılarından müteşekkil "Bir avuç güçlünün" yeryüzüne varis oluşu söz konusudur.
Nihayet kara göründü. İniverdiler sahile... Rahman’ın bu lütfuna kurbanlar adanmaz mı, bugün bayram olmaz mı? Bir taraftan hayvanlarını arttırmaya, yeni yeni araziler edinmeye, işçilerini çoğaltmaya başladılar. İnsanlar da iyiden iyiye kalabalıklaştı. Ancak malın ve toprağın cazibesi Habil’in çektiklerini unuttururken, Kabil’in ölümcül hırsını birilerinin göğsüne yeniden fısıldayıverdi. Batık ilahlar bir kere daha su üstüne çıkarıldı. Ve yine insanı kırbaçlayarak koşturan acımasız bir iktidar ve çoğaltma yarışı başladı. Dün kurtuluş için kurban adayanlar artık kurban olmaya başladılar. Ne yazık ki gemiye binen muvahhidlerin evlatları toprağa kavuşur kavuşmaz çok geçmeden birbirlerini boğazladılar. Şimdi sıra, İblis’in oluşturduğu kalabalıkların ve güçlülerin, yalnızlar ve mustazaflar üzerinde koparacakları tufana gelmişti. Oluşturulan bu kan denizinde mazlumlar bir bir boğuldular. Artık gemilerde kıtalararası seferler düzenleyen, burnu petrol kokusunu çok iyi alan katiller ve onların kadınlarla çocuklar üzerine bombalar yağdıran askerleri vardı. Onlar da karaya ayak basar basmaz işgallerinden aldıkları zevkle ve taze çıkarları uğruna bayramlar yaptılar ve bu bayramın adını da "Özgürlük” bayramı koydular.
Nuh’un bıraktığı yerde kalmıştık. Peşi sıra Ad ve Semud geldi. Onlar da evvelkilerin sünnetine uydular. Azdıkça azdılar. Büyük büyük binalara, askerlere, mala, yıkılmayacağını düşündükleri iktidarlara sahip oldular. Uyumuş, uyuşturulmuş kalabalıkların üstlerinde güçlendikçe güçlendiler. Ancak Allah, Hud ve Salih’i bu iktidarların karşısına çıkardı. Rahman’ın bolca yaydığı rızkı kendi ocaklarına akıtanların, başkalarının ocaklarını kurutanların ve suyun başına geçerek insan emeğini takside bağlayanların yine huzuru kaçtı. Karşılarındaki isyan yalnızdı ama güçlüydü. Onlar ne yaparlarsa yapsınlar elçiler bir türlü geri adım atmıyordu. Salih’in ve Hud’un bu yönetime baş kaldıran yıkıcı faaliyetlerine karşı uzlaşma ve tehdit yöntemlerine başvurdular. Ama bu din ve davetçileri bir türlü vazgeçmiyorlardı. İnsanlara "ilahlarına sahip çıkmaları" çağrıları yapıldı. Ad ve Semud’un din adamları, bu kardeşi kardeşe düşüren, fitneci ve diyalog karşıtı kafalara itaatin günahını anlattılar. Ne yaptılar ne ettilerse bu iki yalnız ve bir avuç inanan, kalabalıklar karşısında diz çökmediler. Nihayet dokuzlu çete ve diğerleri bu bir avuç topluluğu dize getirmek için harekete geçtiklerinde, Allah o azgınları yurtlarında diz üstü çökertiverdi. Yıldırımlar ve kasırgalar onların iktidarlarını kökünden söktü. Evlerinden, yurtlarından, bağ ve bahçelerinden çıkarıldılar. Çeteler, ordular ve onlara alkış tutan kalabalıklar yalnız kaldılar ve unutuldular. Allah’ın sahip çıktığı azlar ise yalnızlıktan ebediyen kurtuldular.
İnsanoğlu her seferinde iyi olanı kötüyle değiştirdi. Ortalık yine karıştı. Azaptan kurtulanların çocukları yine azap etmeye başlarken, Allah bu sefer İbrahim’i seçti. O da yaratan Rabbi adına okudu ve insanları ona çağırdı. Bu davet sayesinde insanlar iktidarlara ve mala tapıcılıktan kurtulabilir, kendilerini bunlara kurban olmaktan çekip alabilirlerdi. Ancak mevcut makamların ve kazanımların cazibesi İbrahim’i sarp yokuşu bol olan yolda yalnız bıraktı. O "tek başına bir ümmet" olarak kaldı. Kendisi Nemrud’un karşısında yalnız, karısı kucağındaki İsmail’le çölde yalnız, yeğeni Lut Sodom ve Gomore’nin insanlığını kaybetmiş azgınları arasında yalnızdır. Ancak Allah, Nemrud’un ve ona teslim olmuş kalabalıkların önünde İbrahim’i atıldığı ateşte yalnız bırakmaz ve onu çekip alır. Eşini ve oğlunu ekinsiz ve susuz topraklarda yalnız bırakmaz, zemzemi akıtır. Kalabalıkların kapısına yığıldığı Lut’u ve çocuklarını yalnız bırakmaz, kurtarıverir. Ancak kudurmuş arzuların kişnettiği kalabalıklar ise kendilerine bir sahip bulamadılar ve azap karşısında yapayalnız kaldılar.
Yalnızlık sürer gider. Bu yolculukta görevi yürütme sırası şimdi Yusuf ve Yakup’taydı. Bir babayı perişan eden on evlat ve kardeşe hainlik yapan aynı on kişi… Salih’e tuzak kuran dokuzlu çetenin uzantısı… Yalan, hased, hile, iftira, riya, kibir, tahammülsüzlük, menfaat, zayıflıktan, basiretsizlikten müteşekkil on felaketin taşıyıcısı bu zümrenin içinde Yakup’un kör olmaktan ve Yusuf’un kuyuya atılmaktan başka başına ne gelebilir ki? İşte bugün insanlığın eriştiği nokta budur. Bu vasıfların ahlakı oluşturduğu toplumlarda Yakup’un ve Yusuf’un çağrısı köreltilir ya da ortadan kaldırılır. Ya da din tacirlerinin elinde ihtiras ve iktidar uğruna ticari bir malzeme amacıyla bırakıldığı yerden çıkarılır. Ancak, kardeşler arasında yalnız, kuyuda yalnız, şehvet düşkünleri arasında yalnız ve zindanda uzunca yalnız kalan Yusuf’u, Allah yalnız bırakmaz. Artık karanlığın yerini aydınlık, zindanın yerini iktidar almıştır. Nübüvvetin iktidarıyla on zulüm dize gelmiştir.
Habil ve Kabil’in bitmeyen mücadelesi bu sefer de azlar ve kalabalıklarla Meyden’de karşı karşıya geldi. Bunlar da ataları Ad ve Semud’un yoluna uydular. Kazanma hırsı uğruna her türlü hileyi mübah kıldılar. Güçlü olanların kuralları güçsüzleri sefilleştirmiş ve susmaya mahkum etmişti. İşte peygamberler böyle zamanlarda suskunların ve güçsüzlerin gözü, kulağı ve dilidirler. Şeytanın gör dediğini değil, Allah’ın gör dediğini görürler, gösterirler. Şuayb, malın ve adaletin terazisindeki çarpıklığı, ölçüsüzlüğü gördü. İnsanların malları alınırken değersizleştiriliyor, birilerinin elinde tekelleşince alınır olmaktan çıkıyor, güç yetmez hale geliyordu. Malın verdiği gücün aynı zamanda iktidar olduğunu bilen müstekbirler, asla bu uygulamanın eleştirilmesine izin vermiyorlardı. Rızkın önüne geçerek iki dudakları arasından insan üzerine rızık tayini yapan zümrenin karşısına, Allah, Şuayb’ı çıkardı ve onların bu zalim uygulamalarından kendilerini yaratanın razı olmadığını söyledi. Kendisiyle birlikte olanlarla mevcut idareyi sahiplenenlere yaptığı çağrı adeta bugüne bir ikaz mahiyetindedir. Şimdi birisi çıkarak: "Sahip olduğunuz iktidar, kapalı kapılar arkasında işbirliği yaptığınız iç ve dış kaynaklı holding ve bankalarla, üzerinde her türlü spekülatif oyunlar oynadığınız borsanızla, devalüasyon ve enflasyonla oluşan döviz dalgasıyla, fabrikatörlerin arzusuna göre ayarlatılan asgari ücretle, koyulan ağır vergilerle, bunlara razı olmayanlara verilen cezalarla yapılan uygulama Allah’ın lanetine uğramış bir harekettir" derse yanılmış olur mu? Bu sözleri söyleten sosyalizm ve hümanizm anlayışları değil, doğrudan Şuayb’ın kıldığı namazıdır. Ancak ne acıdır ki böyle bir namaz ve bu namazın yürüttüğü yol sizi cemaat dışı bırakır. Birlikte saf tuttuğunuz insanlar tarafından kınanmanıza sebep olur. Çünkü bu namaz susturmaz konuşturur, yerinizde çakılmanıza müsaade etmez sizi ayağa kaldırır. Kısacası böyle bir namaz sizi yalnız bırakır. Tıpkı Şuayb’ın Medyen’de yalnız kaldığı gibi… Ancak yine değişen bir şey yoktur. Kalabalıklar bu sefer de her şeye eriştiklerini düşündükleri sırada helak olurken yalnızlar bir rahmet eseri kurtulmuşlardır.
Yaratıcının yeryüzüne yaydığı bu rızkın üzerinde oynanan oyunlar yüzünden insanların yurtları güçlülerce işgal edilmekte, petrol hesapları uğruna on yıllarca ilaçsızlık ve kıtlık yüzünden yüzbinlerce çocuk can vermektedir. Geri kalan ülkelere sözde yardım hesabına verilen borçlarla, borçlar katlanmakta, doğmamış çocukların gelecekleri ipotek altına alınmaktadır. Dün Şuayb’ın haykırışı bu zulmeydi. Bugün Medyen’in varisleri hala vardırlar ve iktidarlarını yaşatmaktadırlar. Şuayb’ın peygamberliğine inandıklarını söyleyenler ise ne yazık ki yalnızlık korkusundan onun sözlerini söylememektedirler. Hakikaten bunlar ne bela getirici sözlerdir. İşte emperyalizmin barışmadığı İslam budur. Öyleyse bu hakikat susturulmalı ya da taşlanmalıdır. Bu yüzden Şuayb’ın çağrısı yasa dışıdır. Onun devletine ve yöneticilerine Allah’ın emirlerine uyun çağrısı şüphesiz ki dini devlete bulaştıran bir mantık olarak tehlikeli bulunmuştur. Öyleyse bu irticacı susturulmalı ve onun çağdaşlaşma yolunda oluşturacağı engel, terazilerinin yamukluğuna rağmen kaldırılmalıdır. Evet, biraz dertlenerek hanım efendinin süs köpeğine ayırdığı bakım giderlerinin emsali bir insanlık payı istemek yıkıcılıktır, bölücülüktür. Bu komünistliğin benim dinimde ne işi var ki?! Ben sessiz, kadere ram olmuş, beşi kılan ve işi bilen bir Müslüman olmalıyım. Geleceğimi düşünmeli, fitneyi uyandırmamalıyım. Aksi taktirde tarikat ve resmi din tarafından haricilik, vehhabilik ve yeşil komünistlikle suçlanabilirim. O zaman bu din vicdanlık bir iş olmalı, her şeye karışmamalıdır. Nas ve Felak’ı okumalı, mezarlıktan geçerken ölülerin ve cinlerin çarpmasından korunmak için önümüze ve arkamıza üfürmeliyiz. İşte din şimdi sizi cinlerin çarpmasından korumuştur! Ancak asla sizi yıllarca sömüren ve cüzdanınızı çarpan güçlerden korumayacaktır.
Nice zalimler vardır ki zorbalıklarıyla mazlumların kanı, canı hesabına taşıttıkları yüklerle son derece acımasız sahnelerle dolu bir hatıra ve dudak ısırtan sanat eserleri bırakmışlardır. Ve insanlık bu noktada çürümüştür. Gözleri, dünyanın harikalar kategorisine giren eserleri hayret ve hayranlıkla izlerken, kulakları asla bu mazinin taşıdığı acı çığlıkları duymaz. İşte yirminci yüzyılın bu bakış açısına ikramda bulunan zalimlerin öncülerinden birisidir Firavun. Anaların doğurmaya korktuğu, bebeklerin Firavun’un bekasına kurban edildiği Mısır. Bu zulümler içinde su ile gelen çocuk…
Güçlü bir iktidar, Nil’in münbit havzası, muhteşem bir mimari yükseliş; altın, köleler, ordular, din adamları… Hepsinin üzerine oturmuş ve altındaki Mısır mülküyle övünen bir Firavun. Bu saltanatın kendisini korumak uğuruna insana yapmayacağı şey yoktur. Taşlar taşıtılacak, çocuklar öldürülecek, diller tutulacak, bir zümre başı dik gezerken bazı boyunlar bükülecektir. İnsanlar sınıflaştırılacak, güven ortamı kaybettirilecek ve herkes birbirinin ayıbını ortaya koyma sevdasına düşmüşken iktidar zarar görmeyecektir. İşte Musa, susan toplum adına konuşan, yürüyen ve peşinden çağıran insandır. Onları içinde bulundukları zilletten izzete taşımak için Tur’daki gecenin sabahında Firavun’un karşısına çıkarak kavminin artık bırakılmasını isteyen ve ilahlaşan kafanın Allah’tan korkmasını hatırlatan peygamberdir. Korkutucu bir gücün karşısına yapayalnız çıktığı halde asla Firavun’un kendisini aşağılamasına fırsat vermez. Ancak bu kibir ve iktidardan doğan güç, bunun üzerine zulmünü kat kat arttırır. Nihayet Mısır, mazlumlar için dayanılmaz hale gelmiştir. Artık yürüyüşün zamanı gelmiş ve bir kavmin hicreti başlamıştır. Fakat bu ucuz iş gücünün göz göre göre o toprakları terketmesi Firavun ve hanedanı için kabul edilir bir durum değildir. Ordu, gün doğumuyla birlikte yeryüzü yalnızlarının peşine düşer. Öyle bir zamandır ki hayatın su ve Firavun arasında nihayetleneceğini düşünenlere Allah sahip çıkmıştır. Dün saraya suyla gelen çocuk, sarayın efendisini ve askerlerini suya düşürmüştür. Ve sahipsizler suyu geçerek bu tufandan kurtuldular. Tıpkı Nuh’un evlatları gibi karaya ayak basar basmaz kurtuldukları günü bayram ilan ettiler. Ancak bir süre sonra Kabil boğulduğu yerden yine sahile çıktı. Musa’nın yanında çoğaltma yarışına giremeyeceklerini anlayanlar Samiri’ye ve Karun’a sevdalandılar. Musa aralarından bir süre ayrılıverince altına ve iktidara tapmaya başladılar. Musa dağdan inince kendi kavmi içinde Firavun’un karşısındakinden daha yalnız kaldığını gördü. Dün Yehova’ya inanmayanlara karşı Yehova’ya inananlar vardı yanında. Şimdi ise inananlarla, inandıklarını söyleyenlerin kavgası başlıyordu. İşte bu savaştır ki safları bulanıktır ve düşman gizlenir. Hak söz, hak kılığındaki sözlere bu zaman mağlup ettirilir. Artık bu zamanın din adamı Musa’nın asasını eline alan Firavun’dur.
Yalnızlık tükenmez bir yoldur. Şimdi de din uluları tarafından, adanmış bir iffetin çekecekleri söz konusudur. Meryem, Allah’tan aldığı kelimesini kavmine taşımak zorundadır. Bu, belki de yeryüzünde bir insanın başına gelebilecek en büyük imtihanlardan birisidir. Onun içindir ki Allah, Meryem’i "alemlerin kadınlarına üstün" kılmıştır. Babası olmayan bir çocukla, hahamların ve onların güdümündeki bir kavmin karşısına çıkmak bir kızcağız için, korkunun ve güçsüzlüğün dorukta olduğu andır. Kendisine üflenen hayatı kucaklayıp bir toplumun karşısına çıkan, tükürük, iftira ve tehdit dolu bakışlar altında kalan bu masumenin hali ne olur? Ancak o Rabbinden kendisine emredileni dinlemiş ve ne pahasına olursa olsun o hakikati ve hayat verici kelimeyi kavminin ortasına getirmiştir. Böylece Allah, kendisini fedakarlığın son noktasına kadar feda eden bu kızı, yahudiliğin şeriatındaki recm cezasından, kucağındakini konuşturarak kurtarır. Evet, siz hakikati ne şartlar altında olursa olsun karşınızdaki zalimler zümresine önüne koyarsanız, o zaman, o sizin ve diğer çaresizlerin hesabına konuşur. Şimdi kaç erkek, o kadının çocuğunu taşıdığı gibi hakikatleri, ayetleri toplumun önüne, dosdoğru koyarak "bunlar Allah’ın sizi zalim veya köle olmaktan, kulluğa ve merhamete çağıran kelimeleridir" diyebilir. Nasıl olsun ki. Fikirlerin iffeti, Meryem’in iffetine ne kadar yakındır. Bu yalnızlığı kim göze alır? İşte yalnız, ancak tertemiz kalmış Meryem budur. O, Rabbinin küçükken yetiştirdiği bitkisidir. Kucağına İsa’yı aldığında yiyeceği ve içeceği ayağına getirilen güzide annedir. Peygamberin himayesinde büyütülecek kadar seçkindir. Bu ne muhteşem bir yalnızlıktır ve ne müthiş bir örnektir. Ne yazık ki bu ibretlik hayattan erkekler kendisine bir ders çıkaramadı. Kadınlara ise doğum öncesi hurma yemek gibi bir emanet kaldı! Oysa bu hareket bize mükemmel bir davranış örneği sergilemektedir. Bir kadının korkmadan, yalnız başına taşıdığı hakikati "biz erkeklerin" daha sıkı tutması gerekmektedir. Musa’nın, İsa’nın ve Muhammed’in kelimelerini sahiplenmeli, onları firavunlaşanların, rahiplerin, hahamların, idarecilerin, hocaların ve şeyhlerin huzuruna getirmelidir. İşte o zaman bu hakikat konuşur ve o zaman zalimlerin bir inkılaba uğrayarak devrilişi başlar.
O çocuk büyüdü. Doğduğu gün selam onun üzerineydi. Öleceği ana kadar da bu selam üzerine yaşadı. Kudüs ona göz açtırmadı. Din adamlarını dışı boyalı içi çürümüş kemik dolu mezarlara benzettiği için hahamların hışmına uğrarken diğer taraftan da Allah’ın hakkını kullara vermediği için Roma’nın saldırılarına maruz kaldı. O kadar yalnızdı ki hainlerin ve inkarcıların tuzaklarını görünce "Allah yolunda kimler benim yardımcımdır?" dedi. Havarileri ve İsa yeryüzünün yalnızlarıydı. Bir taraftan imparatorluğun baskısı diğer taraftan da Allah’ın seçkin kulları olduğunu söyleyenlerin lanetli bakışları altındaki kimsesizlik... Ama Allah, İsa’yı yalnız bırakmadı. Bu zalimlerin tuzaklarına İsa’yı kurban ettirmedi. O’nu aşağılamak isteyenlere karşın yüceltildi. Diri olarak kaldırılacağı gün ise selam o ve ona uyanların üzerinedir.
Daha sonraları gerçekten İsa’nın davasını samimiyetle takip eden muvahhidler geldi. Bunlar tarihin en büyük acılarını yaşadılar. Kimileri ateş dolu çukurlara atılırken bazıları da sığınacak mağara buldular. Her zaman olduğu gibi yine azgınların karşısında kalan bir avuç yalnız vardı. Bunlardan bir topluluk da sisteme ve sisteme uyum sağlayan kavme baş kaldırdıktan sonra mağaraya sığınan gruptu. Ne yazık ki bugün mevcut ilmimiz bunların sayıları ya da köpeklerinin adını bilmekten öteye gitmemektedir. Bu insanlar Allah’ın hükümleri uğruna orduları karşılarına aldılar ve yurtlarını, evlatlarını terk etmek zorunda kaldılar. Ancak bu yapayalnız müminlerin aziz hatıraları günümüze kadar gelirken onları kovalayan kalabalıkların arkalarına lanet takılmıştır. Üç yüz yıl sonra, silinmek isteyen ve mağaraya mahkum edilen hakikat yeniden inkışaf etmiş insanların gözleri önüne koyulmuştur. Bu kıssa sadece bir avuç gençten, mağaradan ve zalimlerden ibaret değildir. Allah, her ne şartta olursa olsun, ne kadar yalnızlık çekilirse çekilsin inanç uğruna başa gelen sıkıntıların ve bir kenara bırakılmışlığın mükafatını vereceğini ve hakkın yeniden inkişaf edeceğini ortaya koymaktadır. Zalimlerin de bütün güçlerine rağmen yok olup gideceklerini anlatmaktadır. Bu, Allah’ın "andolsun insanların çoğuna uyarsanız sizi haktan sapıtırlar" ifadesinin gerçekleşmesidir. Bu yüzden o gençler de İsa’yı dinlediler ve O’nun "insanların çok olduğu yerden değil az olduğu yerden yürüyün" sözüne ittiba ederek böyle bir şerefe nail oldular.
Yine aynı insanlar… yine aynı adamların inlettiği, hayattan mahrum edilen, suya ve ekine hasret bırakılan, susturulan insanlar… Diğer taraftan da bu mahrumiyeti planlayan ve sürmesi için bütün güçleriyle hareket eden kafalar… Ve yine bir adam çıkıyor, dağlardan aşağı indiğinde Adem’in son mirasçısı olduğunu ve insanlığa tanınan son fırsatı ilan ediyor. Muhammed, her elçinin yaptığı gibi Kabil yanlılarının elinden acı çeken Habil yanlılarını ayağa kaldırmak için çağrısına başlamıştır. İnsanın canına okuyan hayatın ilgası için "Yaratan Rab adına okumaya" gelmiş, davetini efendiler ve yandaşlar hesabına değil de susanların konuşabilmesi, körlerin görebilmesi, sağırların işitmesi hesabına başlatmıştır. Bu çağrı öyle dirilticidir ki Mekke’nin kenar mahallesinde kalmış, okuma-yazma bilmeyen, hayatını kocası ve çocuğuna adamış, ne verilirse ona razı olan, kadınlığı üzerine yüklenen aşağılayıcı bakışları kabullenmek zorunda kalan bir kadını, Mekke’yi sarsacak bir kimliğe bürümüştür. Kendisine hayatı verene hayat tarzının şekillenmesi için tam anlamıyla teslim olan bu kadın, Mekke ilahlarının ve onların sırtından geçinenlerin hayatlara hükmetme arzusu yüzünden kocasıyla birlikte şehid edilmiştir. Bu iki mümin kuvvetçe zayıf, malca fakir ve akraba yoksuluydular. Ancak onları çok güçlü yapan şey ağızlarından çıkan sözlerin büyüklüğüydü. Bu ifadeler Mekke’nin yıkılışının başlangıcıydı. Herkesin, ebter olunacaklar listesine aldığı bu yalnızlara, Allah kevseri vermişti.
İblisin doğru yolun önüne oturup insanları saptırmaya yemin ettiği günden bu yana çoğunluk ona uymuş, az ve sebatlı bir topluluk ise nimet verilenlerin yoluna girmiştir. Haysiyet sahibi ve kararlı bu zümreler hiçbir zaman Allah’ın indirdiği kitabın önüne –marjinal kalacaksınız tehditlerine rağmen- ne başka bir kitabı ne de başka insanları koymuştur. Peygamberlerinin kendilerine bıraktığı kaynağa sıkıca sarılarak, zannın akidelerine yansımasına fırsat vermeden, eğilip bükülmeden yürümüşlerdir. Asla kilise ve Sezar işbirliğine geçmemiş, resmi din oluşumuna yandaş olmamışlardır. Taraftarı az ama dosdoğru olan bu yol Adem’le başlayan ve kıyamete kadar sürecek olan bir yoldur. Haktan sapanların oluşturduğu kalabalıkların baskısı altında katedilen sarp yokuştur. Bu yolun sonlarına doğru gelindiğinde kuvvetlilerin bitişini, ayak takımı olarak sunulanların da gerçekten nasıl ayakta kaldığını görürsünüz. İnananları bitirdiklerini, inananların da "Allah’ın yardımı ne zaman?" diyecek hale geldikleri anda yardım yetişmiş, Musa’nın ensesine yapışmak isteyen Firavun yapayalnız kalmıştır. Mekke’yi mazlumlar açısından yaşanmaz hale getirenler Bedir günü başlarına bela gördüklerini yok edeceklerini zannettikleri sırada yeryüzünden silinmişlerdir. Ancak ne pahasına olursa olsun bu noktaya gelene kadar varolan bütün gücün sonuna kadar kullanılması gerekmektedir. Yattığı yerden kurtarıcı bekleyenlerin veya yağlarını eritecek idman mesabesinde kalanların Allah’ın yardımını bekleme gibi bir hakları yoktur. Bu İbrahim’in imtihanı gibidir. Bıçak gırtlağa dayanmadıkça İsmail hayat bulmaz. Ancak bu gayretin sonunda insanın insana kurban oluşu ortadan kalkar. O zaman kurtuluşa layık oluşun şartları doğar ve yalnızların inkılabı gerçekleşir.
Yalnızlık, zor ve kazançlıdır. Fakat bu kazanç yalnız kalmanızla değil bırakılmanızla alakalıdır. Söz konusu hal, ne evde bir başına kalış, ne ıssız bir arazide yolunu şaşırma ne de bir bedevinin çöl yolculuğunda devesine yaslanarak geceyi geçirmesidir. Bu yalnızlık bilginin verdiği sorumlulukla konuşan, çağıran ve ayağa kalkanların kalabalıklar içinde yaşamış olduğu zindan hayatıdır. Boyunları çözmek için cahiliyenin önümüze koyduğu sarp yokuşa atılma cesaretini gösterenlere kalabalıklar tarafından verilen karşılıktır. Yaratan Rabbin indirdiği hükümler doğrultusunda, gözlere çekilen örtüyü, kulaklara kapatılan elleri ve dillere atılan bağları çözme gayretlerinin sonucudur. Öyle ki yeryüzünün kenarında bırakılanlar olmak durumuna rağmen sahibinin sadece Allah olduğu bir yalnızlık… Bir başına ama güçlü, çareleri tüketilmiş ama umutlu, kaybettiği zannedilen ama kazançlı, ebterliği ilan edilmiş ama kevseri bulduran bir yalnızlıktır sadece. Bu yalnızlar ise kendilerine nimet verilenler ve onların yolunda gidenlerdir. Yani Allah’ın gazabına uğramamak için sapmayanlar, sapanların gazap dolu bakışları altında ayakta duranlardır.
Adem’le başlayan bir süreçtir bu. Tarih, bu sürecin örneklerini taşımış ve taşımaya devam etmektedir. Birçok yandaşının kendisiyle oluşturduğu kalabalığa rağmen Allah’ın yalnız bıraktığı İblis’in, insanı, kalabalıkların içine sürükleyerek Allah’tan uzak tutacağı, Rabbini bıraktıracağı ve darılttıracağı, gece ve gündüz başka mecralarda yürüteceği, karanlık, kanlı, sefil yolun ilk adımlarıdır. Onun, insanlığın yürüyüşe ilk başladığı noktada yüreğe düşürdüğü "daha fazlasını elde etme" hırsının neticesinde zehirli meyvenin yalnızlık sancılarına yakalattığı Adem’e, dümdüz, yemyeşil, ılık, bereketli arazide sahip olduğu kolay hayatı kaybettirişi ve kızgın, kuru, sarı topraklarda arayışı başlattığı zamandır. Ve bir kere daha acziyeti idrak ederek, insanın elleriyle öne sürdüklerinden dolayı rezil oluşunu ortadan kaldırmak için verilen fırsatın adı; İblis’in mağlubiyeti, yine hırsla Kabil’in yakasına yapışarak Habil’i öldürtüşünün adıdır. Maktulun ve katilin, doğruyla yalancının, çıkarcıyla samiminin; kısacası hakla batılın Allah’ın yaptığı tanımlamaya göre ayrıştığı zamandır.
Bitmeyecek olan bu kardeş kavgasının katili olan Kabil’in varislerine karşı, mücadeleyi devam ettirme sırası Nuh’tadır. Ne acıdır ki Nuh’un karşısında olanlar Habil’in şehadetine dilleriyle ağıt yakarlarken Kabilce çoğaltmakta, hükmetmekte ve evlat yetiştirmektedirler. İşte O, asırlarca bu toplumu hayra davet eden ve buna rağmen kınanan, saldırılara maruz kalan, kurtuluş gemisinin iskeletini bir avuç iman edenle beraber, alaycı bakışlar altında kuru toprağa inşa eden yalnız adam. Kalabalıkların yalnız bıraktığı ve bir avuç ayak takımından! oluşan yeryüzü yalnızları… Ancak bu yalnızların sahibi Allah’tır ve bu gemiye sadece yalnız bırakılanlar binebilir. Asırlarca alemlerin Rabbine yapılan çağrıya kulak tıkayan müstekbirler ve onların kendi idealleri uğruna sürdüğü, sürüklediği toplumun Nuh’un karşısına çıkışı neticesinde kurtulanlar sadece bir avuç yalnızdan ibarettir. Buna karşın sıkı sıkıya sahiplendikleri Vedd’i, Suva’yı, Nesr’i, Ye’uk ve Yeguk’u mabetlerinde bırakarak dağa kaçanlar, doruğa ulaştıklarında oralara karların yağdığını, çok ilahlılığın verdiği yalnızlığı görürlerken, gemiye binen yalnız bırakılmışlar da bir olan ilahın çokça rahmetini görerek "Nice azların birçok kalabalığa galebe çaldığına" şahit olmuşlardır. Kuru topraklarda gemi inşa eden bu gülünç zavallının, kaptanlığını yaptığı gemide ise şimdi yeryüzü zavallılarından müteşekkil "Bir avuç güçlünün" yeryüzüne varis oluşu söz konusudur.
Nihayet kara göründü. İniverdiler sahile... Rahman’ın bu lütfuna kurbanlar adanmaz mı, bugün bayram olmaz mı? Bir taraftan hayvanlarını arttırmaya, yeni yeni araziler edinmeye, işçilerini çoğaltmaya başladılar. İnsanlar da iyiden iyiye kalabalıklaştı. Ancak malın ve toprağın cazibesi Habil’in çektiklerini unuttururken, Kabil’in ölümcül hırsını birilerinin göğsüne yeniden fısıldayıverdi. Batık ilahlar bir kere daha su üstüne çıkarıldı. Ve yine insanı kırbaçlayarak koşturan acımasız bir iktidar ve çoğaltma yarışı başladı. Dün kurtuluş için kurban adayanlar artık kurban olmaya başladılar. Ne yazık ki gemiye binen muvahhidlerin evlatları toprağa kavuşur kavuşmaz çok geçmeden birbirlerini boğazladılar. Şimdi sıra, İblis’in oluşturduğu kalabalıkların ve güçlülerin, yalnızlar ve mustazaflar üzerinde koparacakları tufana gelmişti. Oluşturulan bu kan denizinde mazlumlar bir bir boğuldular. Artık gemilerde kıtalararası seferler düzenleyen, burnu petrol kokusunu çok iyi alan katiller ve onların kadınlarla çocuklar üzerine bombalar yağdıran askerleri vardı. Onlar da karaya ayak basar basmaz işgallerinden aldıkları zevkle ve taze çıkarları uğruna bayramlar yaptılar ve bu bayramın adını da "Özgürlük” bayramı koydular.
Nuh’un bıraktığı yerde kalmıştık. Peşi sıra Ad ve Semud geldi. Onlar da evvelkilerin sünnetine uydular. Azdıkça azdılar. Büyük büyük binalara, askerlere, mala, yıkılmayacağını düşündükleri iktidarlara sahip oldular. Uyumuş, uyuşturulmuş kalabalıkların üstlerinde güçlendikçe güçlendiler. Ancak Allah, Hud ve Salih’i bu iktidarların karşısına çıkardı. Rahman’ın bolca yaydığı rızkı kendi ocaklarına akıtanların, başkalarının ocaklarını kurutanların ve suyun başına geçerek insan emeğini takside bağlayanların yine huzuru kaçtı. Karşılarındaki isyan yalnızdı ama güçlüydü. Onlar ne yaparlarsa yapsınlar elçiler bir türlü geri adım atmıyordu. Salih’in ve Hud’un bu yönetime baş kaldıran yıkıcı faaliyetlerine karşı uzlaşma ve tehdit yöntemlerine başvurdular. Ama bu din ve davetçileri bir türlü vazgeçmiyorlardı. İnsanlara "ilahlarına sahip çıkmaları" çağrıları yapıldı. Ad ve Semud’un din adamları, bu kardeşi kardeşe düşüren, fitneci ve diyalog karşıtı kafalara itaatin günahını anlattılar. Ne yaptılar ne ettilerse bu iki yalnız ve bir avuç inanan, kalabalıklar karşısında diz çökmediler. Nihayet dokuzlu çete ve diğerleri bu bir avuç topluluğu dize getirmek için harekete geçtiklerinde, Allah o azgınları yurtlarında diz üstü çökertiverdi. Yıldırımlar ve kasırgalar onların iktidarlarını kökünden söktü. Evlerinden, yurtlarından, bağ ve bahçelerinden çıkarıldılar. Çeteler, ordular ve onlara alkış tutan kalabalıklar yalnız kaldılar ve unutuldular. Allah’ın sahip çıktığı azlar ise yalnızlıktan ebediyen kurtuldular.
İnsanoğlu her seferinde iyi olanı kötüyle değiştirdi. Ortalık yine karıştı. Azaptan kurtulanların çocukları yine azap etmeye başlarken, Allah bu sefer İbrahim’i seçti. O da yaratan Rabbi adına okudu ve insanları ona çağırdı. Bu davet sayesinde insanlar iktidarlara ve mala tapıcılıktan kurtulabilir, kendilerini bunlara kurban olmaktan çekip alabilirlerdi. Ancak mevcut makamların ve kazanımların cazibesi İbrahim’i sarp yokuşu bol olan yolda yalnız bıraktı. O "tek başına bir ümmet" olarak kaldı. Kendisi Nemrud’un karşısında yalnız, karısı kucağındaki İsmail’le çölde yalnız, yeğeni Lut Sodom ve Gomore’nin insanlığını kaybetmiş azgınları arasında yalnızdır. Ancak Allah, Nemrud’un ve ona teslim olmuş kalabalıkların önünde İbrahim’i atıldığı ateşte yalnız bırakmaz ve onu çekip alır. Eşini ve oğlunu ekinsiz ve susuz topraklarda yalnız bırakmaz, zemzemi akıtır. Kalabalıkların kapısına yığıldığı Lut’u ve çocuklarını yalnız bırakmaz, kurtarıverir. Ancak kudurmuş arzuların kişnettiği kalabalıklar ise kendilerine bir sahip bulamadılar ve azap karşısında yapayalnız kaldılar.
Yalnızlık sürer gider. Bu yolculukta görevi yürütme sırası şimdi Yusuf ve Yakup’taydı. Bir babayı perişan eden on evlat ve kardeşe hainlik yapan aynı on kişi… Salih’e tuzak kuran dokuzlu çetenin uzantısı… Yalan, hased, hile, iftira, riya, kibir, tahammülsüzlük, menfaat, zayıflıktan, basiretsizlikten müteşekkil on felaketin taşıyıcısı bu zümrenin içinde Yakup’un kör olmaktan ve Yusuf’un kuyuya atılmaktan başka başına ne gelebilir ki? İşte bugün insanlığın eriştiği nokta budur. Bu vasıfların ahlakı oluşturduğu toplumlarda Yakup’un ve Yusuf’un çağrısı köreltilir ya da ortadan kaldırılır. Ya da din tacirlerinin elinde ihtiras ve iktidar uğruna ticari bir malzeme amacıyla bırakıldığı yerden çıkarılır. Ancak, kardeşler arasında yalnız, kuyuda yalnız, şehvet düşkünleri arasında yalnız ve zindanda uzunca yalnız kalan Yusuf’u, Allah yalnız bırakmaz. Artık karanlığın yerini aydınlık, zindanın yerini iktidar almıştır. Nübüvvetin iktidarıyla on zulüm dize gelmiştir.
Habil ve Kabil’in bitmeyen mücadelesi bu sefer de azlar ve kalabalıklarla Meyden’de karşı karşıya geldi. Bunlar da ataları Ad ve Semud’un yoluna uydular. Kazanma hırsı uğruna her türlü hileyi mübah kıldılar. Güçlü olanların kuralları güçsüzleri sefilleştirmiş ve susmaya mahkum etmişti. İşte peygamberler böyle zamanlarda suskunların ve güçsüzlerin gözü, kulağı ve dilidirler. Şeytanın gör dediğini değil, Allah’ın gör dediğini görürler, gösterirler. Şuayb, malın ve adaletin terazisindeki çarpıklığı, ölçüsüzlüğü gördü. İnsanların malları alınırken değersizleştiriliyor, birilerinin elinde tekelleşince alınır olmaktan çıkıyor, güç yetmez hale geliyordu. Malın verdiği gücün aynı zamanda iktidar olduğunu bilen müstekbirler, asla bu uygulamanın eleştirilmesine izin vermiyorlardı. Rızkın önüne geçerek iki dudakları arasından insan üzerine rızık tayini yapan zümrenin karşısına, Allah, Şuayb’ı çıkardı ve onların bu zalim uygulamalarından kendilerini yaratanın razı olmadığını söyledi. Kendisiyle birlikte olanlarla mevcut idareyi sahiplenenlere yaptığı çağrı adeta bugüne bir ikaz mahiyetindedir. Şimdi birisi çıkarak: "Sahip olduğunuz iktidar, kapalı kapılar arkasında işbirliği yaptığınız iç ve dış kaynaklı holding ve bankalarla, üzerinde her türlü spekülatif oyunlar oynadığınız borsanızla, devalüasyon ve enflasyonla oluşan döviz dalgasıyla, fabrikatörlerin arzusuna göre ayarlatılan asgari ücretle, koyulan ağır vergilerle, bunlara razı olmayanlara verilen cezalarla yapılan uygulama Allah’ın lanetine uğramış bir harekettir" derse yanılmış olur mu? Bu sözleri söyleten sosyalizm ve hümanizm anlayışları değil, doğrudan Şuayb’ın kıldığı namazıdır. Ancak ne acıdır ki böyle bir namaz ve bu namazın yürüttüğü yol sizi cemaat dışı bırakır. Birlikte saf tuttuğunuz insanlar tarafından kınanmanıza sebep olur. Çünkü bu namaz susturmaz konuşturur, yerinizde çakılmanıza müsaade etmez sizi ayağa kaldırır. Kısacası böyle bir namaz sizi yalnız bırakır. Tıpkı Şuayb’ın Medyen’de yalnız kaldığı gibi… Ancak yine değişen bir şey yoktur. Kalabalıklar bu sefer de her şeye eriştiklerini düşündükleri sırada helak olurken yalnızlar bir rahmet eseri kurtulmuşlardır.
Yaratıcının yeryüzüne yaydığı bu rızkın üzerinde oynanan oyunlar yüzünden insanların yurtları güçlülerce işgal edilmekte, petrol hesapları uğruna on yıllarca ilaçsızlık ve kıtlık yüzünden yüzbinlerce çocuk can vermektedir. Geri kalan ülkelere sözde yardım hesabına verilen borçlarla, borçlar katlanmakta, doğmamış çocukların gelecekleri ipotek altına alınmaktadır. Dün Şuayb’ın haykırışı bu zulmeydi. Bugün Medyen’in varisleri hala vardırlar ve iktidarlarını yaşatmaktadırlar. Şuayb’ın peygamberliğine inandıklarını söyleyenler ise ne yazık ki yalnızlık korkusundan onun sözlerini söylememektedirler. Hakikaten bunlar ne bela getirici sözlerdir. İşte emperyalizmin barışmadığı İslam budur. Öyleyse bu hakikat susturulmalı ya da taşlanmalıdır. Bu yüzden Şuayb’ın çağrısı yasa dışıdır. Onun devletine ve yöneticilerine Allah’ın emirlerine uyun çağrısı şüphesiz ki dini devlete bulaştıran bir mantık olarak tehlikeli bulunmuştur. Öyleyse bu irticacı susturulmalı ve onun çağdaşlaşma yolunda oluşturacağı engel, terazilerinin yamukluğuna rağmen kaldırılmalıdır. Evet, biraz dertlenerek hanım efendinin süs köpeğine ayırdığı bakım giderlerinin emsali bir insanlık payı istemek yıkıcılıktır, bölücülüktür. Bu komünistliğin benim dinimde ne işi var ki?! Ben sessiz, kadere ram olmuş, beşi kılan ve işi bilen bir Müslüman olmalıyım. Geleceğimi düşünmeli, fitneyi uyandırmamalıyım. Aksi taktirde tarikat ve resmi din tarafından haricilik, vehhabilik ve yeşil komünistlikle suçlanabilirim. O zaman bu din vicdanlık bir iş olmalı, her şeye karışmamalıdır. Nas ve Felak’ı okumalı, mezarlıktan geçerken ölülerin ve cinlerin çarpmasından korunmak için önümüze ve arkamıza üfürmeliyiz. İşte din şimdi sizi cinlerin çarpmasından korumuştur! Ancak asla sizi yıllarca sömüren ve cüzdanınızı çarpan güçlerden korumayacaktır.
Nice zalimler vardır ki zorbalıklarıyla mazlumların kanı, canı hesabına taşıttıkları yüklerle son derece acımasız sahnelerle dolu bir hatıra ve dudak ısırtan sanat eserleri bırakmışlardır. Ve insanlık bu noktada çürümüştür. Gözleri, dünyanın harikalar kategorisine giren eserleri hayret ve hayranlıkla izlerken, kulakları asla bu mazinin taşıdığı acı çığlıkları duymaz. İşte yirminci yüzyılın bu bakış açısına ikramda bulunan zalimlerin öncülerinden birisidir Firavun. Anaların doğurmaya korktuğu, bebeklerin Firavun’un bekasına kurban edildiği Mısır. Bu zulümler içinde su ile gelen çocuk…
Güçlü bir iktidar, Nil’in münbit havzası, muhteşem bir mimari yükseliş; altın, köleler, ordular, din adamları… Hepsinin üzerine oturmuş ve altındaki Mısır mülküyle övünen bir Firavun. Bu saltanatın kendisini korumak uğuruna insana yapmayacağı şey yoktur. Taşlar taşıtılacak, çocuklar öldürülecek, diller tutulacak, bir zümre başı dik gezerken bazı boyunlar bükülecektir. İnsanlar sınıflaştırılacak, güven ortamı kaybettirilecek ve herkes birbirinin ayıbını ortaya koyma sevdasına düşmüşken iktidar zarar görmeyecektir. İşte Musa, susan toplum adına konuşan, yürüyen ve peşinden çağıran insandır. Onları içinde bulundukları zilletten izzete taşımak için Tur’daki gecenin sabahında Firavun’un karşısına çıkarak kavminin artık bırakılmasını isteyen ve ilahlaşan kafanın Allah’tan korkmasını hatırlatan peygamberdir. Korkutucu bir gücün karşısına yapayalnız çıktığı halde asla Firavun’un kendisini aşağılamasına fırsat vermez. Ancak bu kibir ve iktidardan doğan güç, bunun üzerine zulmünü kat kat arttırır. Nihayet Mısır, mazlumlar için dayanılmaz hale gelmiştir. Artık yürüyüşün zamanı gelmiş ve bir kavmin hicreti başlamıştır. Fakat bu ucuz iş gücünün göz göre göre o toprakları terketmesi Firavun ve hanedanı için kabul edilir bir durum değildir. Ordu, gün doğumuyla birlikte yeryüzü yalnızlarının peşine düşer. Öyle bir zamandır ki hayatın su ve Firavun arasında nihayetleneceğini düşünenlere Allah sahip çıkmıştır. Dün saraya suyla gelen çocuk, sarayın efendisini ve askerlerini suya düşürmüştür. Ve sahipsizler suyu geçerek bu tufandan kurtuldular. Tıpkı Nuh’un evlatları gibi karaya ayak basar basmaz kurtuldukları günü bayram ilan ettiler. Ancak bir süre sonra Kabil boğulduğu yerden yine sahile çıktı. Musa’nın yanında çoğaltma yarışına giremeyeceklerini anlayanlar Samiri’ye ve Karun’a sevdalandılar. Musa aralarından bir süre ayrılıverince altına ve iktidara tapmaya başladılar. Musa dağdan inince kendi kavmi içinde Firavun’un karşısındakinden daha yalnız kaldığını gördü. Dün Yehova’ya inanmayanlara karşı Yehova’ya inananlar vardı yanında. Şimdi ise inananlarla, inandıklarını söyleyenlerin kavgası başlıyordu. İşte bu savaştır ki safları bulanıktır ve düşman gizlenir. Hak söz, hak kılığındaki sözlere bu zaman mağlup ettirilir. Artık bu zamanın din adamı Musa’nın asasını eline alan Firavun’dur.
Yalnızlık tükenmez bir yoldur. Şimdi de din uluları tarafından, adanmış bir iffetin çekecekleri söz konusudur. Meryem, Allah’tan aldığı kelimesini kavmine taşımak zorundadır. Bu, belki de yeryüzünde bir insanın başına gelebilecek en büyük imtihanlardan birisidir. Onun içindir ki Allah, Meryem’i "alemlerin kadınlarına üstün" kılmıştır. Babası olmayan bir çocukla, hahamların ve onların güdümündeki bir kavmin karşısına çıkmak bir kızcağız için, korkunun ve güçsüzlüğün dorukta olduğu andır. Kendisine üflenen hayatı kucaklayıp bir toplumun karşısına çıkan, tükürük, iftira ve tehdit dolu bakışlar altında kalan bu masumenin hali ne olur? Ancak o Rabbinden kendisine emredileni dinlemiş ve ne pahasına olursa olsun o hakikati ve hayat verici kelimeyi kavminin ortasına getirmiştir. Böylece Allah, kendisini fedakarlığın son noktasına kadar feda eden bu kızı, yahudiliğin şeriatındaki recm cezasından, kucağındakini konuşturarak kurtarır. Evet, siz hakikati ne şartlar altında olursa olsun karşınızdaki zalimler zümresine önüne koyarsanız, o zaman, o sizin ve diğer çaresizlerin hesabına konuşur. Şimdi kaç erkek, o kadının çocuğunu taşıdığı gibi hakikatleri, ayetleri toplumun önüne, dosdoğru koyarak "bunlar Allah’ın sizi zalim veya köle olmaktan, kulluğa ve merhamete çağıran kelimeleridir" diyebilir. Nasıl olsun ki. Fikirlerin iffeti, Meryem’in iffetine ne kadar yakındır. Bu yalnızlığı kim göze alır? İşte yalnız, ancak tertemiz kalmış Meryem budur. O, Rabbinin küçükken yetiştirdiği bitkisidir. Kucağına İsa’yı aldığında yiyeceği ve içeceği ayağına getirilen güzide annedir. Peygamberin himayesinde büyütülecek kadar seçkindir. Bu ne muhteşem bir yalnızlıktır ve ne müthiş bir örnektir. Ne yazık ki bu ibretlik hayattan erkekler kendisine bir ders çıkaramadı. Kadınlara ise doğum öncesi hurma yemek gibi bir emanet kaldı! Oysa bu hareket bize mükemmel bir davranış örneği sergilemektedir. Bir kadının korkmadan, yalnız başına taşıdığı hakikati "biz erkeklerin" daha sıkı tutması gerekmektedir. Musa’nın, İsa’nın ve Muhammed’in kelimelerini sahiplenmeli, onları firavunlaşanların, rahiplerin, hahamların, idarecilerin, hocaların ve şeyhlerin huzuruna getirmelidir. İşte o zaman bu hakikat konuşur ve o zaman zalimlerin bir inkılaba uğrayarak devrilişi başlar.
O çocuk büyüdü. Doğduğu gün selam onun üzerineydi. Öleceği ana kadar da bu selam üzerine yaşadı. Kudüs ona göz açtırmadı. Din adamlarını dışı boyalı içi çürümüş kemik dolu mezarlara benzettiği için hahamların hışmına uğrarken diğer taraftan da Allah’ın hakkını kullara vermediği için Roma’nın saldırılarına maruz kaldı. O kadar yalnızdı ki hainlerin ve inkarcıların tuzaklarını görünce "Allah yolunda kimler benim yardımcımdır?" dedi. Havarileri ve İsa yeryüzünün yalnızlarıydı. Bir taraftan imparatorluğun baskısı diğer taraftan da Allah’ın seçkin kulları olduğunu söyleyenlerin lanetli bakışları altındaki kimsesizlik... Ama Allah, İsa’yı yalnız bırakmadı. Bu zalimlerin tuzaklarına İsa’yı kurban ettirmedi. O’nu aşağılamak isteyenlere karşın yüceltildi. Diri olarak kaldırılacağı gün ise selam o ve ona uyanların üzerinedir.
Daha sonraları gerçekten İsa’nın davasını samimiyetle takip eden muvahhidler geldi. Bunlar tarihin en büyük acılarını yaşadılar. Kimileri ateş dolu çukurlara atılırken bazıları da sığınacak mağara buldular. Her zaman olduğu gibi yine azgınların karşısında kalan bir avuç yalnız vardı. Bunlardan bir topluluk da sisteme ve sisteme uyum sağlayan kavme baş kaldırdıktan sonra mağaraya sığınan gruptu. Ne yazık ki bugün mevcut ilmimiz bunların sayıları ya da köpeklerinin adını bilmekten öteye gitmemektedir. Bu insanlar Allah’ın hükümleri uğruna orduları karşılarına aldılar ve yurtlarını, evlatlarını terk etmek zorunda kaldılar. Ancak bu yapayalnız müminlerin aziz hatıraları günümüze kadar gelirken onları kovalayan kalabalıkların arkalarına lanet takılmıştır. Üç yüz yıl sonra, silinmek isteyen ve mağaraya mahkum edilen hakikat yeniden inkışaf etmiş insanların gözleri önüne koyulmuştur. Bu kıssa sadece bir avuç gençten, mağaradan ve zalimlerden ibaret değildir. Allah, her ne şartta olursa olsun, ne kadar yalnızlık çekilirse çekilsin inanç uğruna başa gelen sıkıntıların ve bir kenara bırakılmışlığın mükafatını vereceğini ve hakkın yeniden inkişaf edeceğini ortaya koymaktadır. Zalimlerin de bütün güçlerine rağmen yok olup gideceklerini anlatmaktadır. Bu, Allah’ın "andolsun insanların çoğuna uyarsanız sizi haktan sapıtırlar" ifadesinin gerçekleşmesidir. Bu yüzden o gençler de İsa’yı dinlediler ve O’nun "insanların çok olduğu yerden değil az olduğu yerden yürüyün" sözüne ittiba ederek böyle bir şerefe nail oldular.
Yine aynı insanlar… yine aynı adamların inlettiği, hayattan mahrum edilen, suya ve ekine hasret bırakılan, susturulan insanlar… Diğer taraftan da bu mahrumiyeti planlayan ve sürmesi için bütün güçleriyle hareket eden kafalar… Ve yine bir adam çıkıyor, dağlardan aşağı indiğinde Adem’in son mirasçısı olduğunu ve insanlığa tanınan son fırsatı ilan ediyor. Muhammed, her elçinin yaptığı gibi Kabil yanlılarının elinden acı çeken Habil yanlılarını ayağa kaldırmak için çağrısına başlamıştır. İnsanın canına okuyan hayatın ilgası için "Yaratan Rab adına okumaya" gelmiş, davetini efendiler ve yandaşlar hesabına değil de susanların konuşabilmesi, körlerin görebilmesi, sağırların işitmesi hesabına başlatmıştır. Bu çağrı öyle dirilticidir ki Mekke’nin kenar mahallesinde kalmış, okuma-yazma bilmeyen, hayatını kocası ve çocuğuna adamış, ne verilirse ona razı olan, kadınlığı üzerine yüklenen aşağılayıcı bakışları kabullenmek zorunda kalan bir kadını, Mekke’yi sarsacak bir kimliğe bürümüştür. Kendisine hayatı verene hayat tarzının şekillenmesi için tam anlamıyla teslim olan bu kadın, Mekke ilahlarının ve onların sırtından geçinenlerin hayatlara hükmetme arzusu yüzünden kocasıyla birlikte şehid edilmiştir. Bu iki mümin kuvvetçe zayıf, malca fakir ve akraba yoksuluydular. Ancak onları çok güçlü yapan şey ağızlarından çıkan sözlerin büyüklüğüydü. Bu ifadeler Mekke’nin yıkılışının başlangıcıydı. Herkesin, ebter olunacaklar listesine aldığı bu yalnızlara, Allah kevseri vermişti.
İblisin doğru yolun önüne oturup insanları saptırmaya yemin ettiği günden bu yana çoğunluk ona uymuş, az ve sebatlı bir topluluk ise nimet verilenlerin yoluna girmiştir. Haysiyet sahibi ve kararlı bu zümreler hiçbir zaman Allah’ın indirdiği kitabın önüne –marjinal kalacaksınız tehditlerine rağmen- ne başka bir kitabı ne de başka insanları koymuştur. Peygamberlerinin kendilerine bıraktığı kaynağa sıkıca sarılarak, zannın akidelerine yansımasına fırsat vermeden, eğilip bükülmeden yürümüşlerdir. Asla kilise ve Sezar işbirliğine geçmemiş, resmi din oluşumuna yandaş olmamışlardır. Taraftarı az ama dosdoğru olan bu yol Adem’le başlayan ve kıyamete kadar sürecek olan bir yoldur. Haktan sapanların oluşturduğu kalabalıkların baskısı altında katedilen sarp yokuştur. Bu yolun sonlarına doğru gelindiğinde kuvvetlilerin bitişini, ayak takımı olarak sunulanların da gerçekten nasıl ayakta kaldığını görürsünüz. İnananları bitirdiklerini, inananların da "Allah’ın yardımı ne zaman?" diyecek hale geldikleri anda yardım yetişmiş, Musa’nın ensesine yapışmak isteyen Firavun yapayalnız kalmıştır. Mekke’yi mazlumlar açısından yaşanmaz hale getirenler Bedir günü başlarına bela gördüklerini yok edeceklerini zannettikleri sırada yeryüzünden silinmişlerdir. Ancak ne pahasına olursa olsun bu noktaya gelene kadar varolan bütün gücün sonuna kadar kullanılması gerekmektedir. Yattığı yerden kurtarıcı bekleyenlerin veya yağlarını eritecek idman mesabesinde kalanların Allah’ın yardımını bekleme gibi bir hakları yoktur. Bu İbrahim’in imtihanı gibidir. Bıçak gırtlağa dayanmadıkça İsmail hayat bulmaz. Ancak bu gayretin sonunda insanın insana kurban oluşu ortadan kalkar. O zaman kurtuluşa layık oluşun şartları doğar ve yalnızların inkılabı gerçekleşir.
Yorum