GENEL BİLGİLER
Yüzölçümü: 15.355 km²
Nüfus: 1.460.714 (2007)
İl Trafik No: 21
Isının 40-50 dereceye vardığı yaz günlerinin bunaltıcı sıcaklığından kurtulmak amacıyla gelişen düz damlı evleri ile tipik yöre mimarisinin günümüzde de yaşatıldığı Diyarbakır, uzun surları, Malabadi Köprüsüyle görülmesi gereken bir ildir.
İLÇELER:
Diyarbakır ilinin ilçeleri; Bismil, Çermik, Çınar, Çüngüş, Dicle, Eğil, Ergani, Hani, Hazro, Kocaköy, Kulp, Lice ve Silvan'dır.
COÐRAFYA
Diyarbakır, Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin orta kısmında, Elcezire'nin (Mezopotamya) kuzeyinde yer almaktadır. Doğuda Siirt ve Muş batıda Şanlıurfa, Adıyaman, Malatya kuzeyde Elazığ ve Bingöl güneyde ise Mardin illeri bulunmaktadır.
Diyarbakır, yeryüzü şekilleri açısından genelde dağlarla çevrili, ortası hafif çukurlaşmış görünümündedir. İl, Güneydoğu Torosların kollarıyla çevrilidir. İlin en yüksek dağı Muş sınırı yakınındaki Anduk Dağıdır (2830 m.)
Diyarbakır ilinde sert ve kurak bir yayla iklimi hakimdir.
TARİHÇE
Diyarbakır tarihinin, önceleri M.Ö.3000 yılına kadar uzandığı bilinirken, son zamanlarda Çayönü kazıları ile yapılan araştırmalar sonucunda uygarlık geçmişinin M.Ö.7500 yıllarına kadar uzandığı belirlenmiştir. Diyarbakır ve çevresinde Hurriler, Mitanniler, Hititler, Asurlar, Medler, Persler, Büyük İskender, Romalılar, Bizanslılar, Araplar, Selçuklular ve Osmanlılar hüküm sürmüştür.
NE YENİR?
Devasa boyutlardaki karpuzu ile tanınan Diyarbakır, yemek kültürü açısından da oldukça zengindir. Akşamın geç saatlerinde, tezgahlarda satılan cartlak kebabı olarak bilinen ciğer kebabı geleneksel yemekleri arasındadır.
Diyarbakır'ın en ağır yemeklerinden olan kibebumbar, işkembe ve bağırsakların et, pirinç, nane, biber ve tuz karışımı ile pişirilir. Bunların yanında içli köfte, çiğ köfte, bulgur pilavı, kaburga, keşkek, Kibukudur, lebeni, tatlılardan ise burma kadayıf ve Nuriye tatlısı ünlüdür. Üzümden yapılan pestil ve sucuk, otlu peynir, örgü peynir, sumak çokça yenen diğer yiyeceklerdir.
Diyarbakır'dan Yemek Tarifleri
Patlıcan meftunesi
Hazırlanışı: Bir tencere içinde yağda gerekli miktarda et iyice kızartılır, doğranmış sivri biber ilave edilir. Daha sonra salça ve pul biber iyice kızartılır. Az tuzlu suda doğranmış patlıcanlar bolca yıkanıp tencereye konur. Biraz pişirilir, doğranmış domatesler ilave edilir. Bir müddet sonra yemek kaynadıktan sonra, bir miktar süzülmüş sumak suyu ilave edilir. Yemek kaynatılır. Piştikten sonra ocaktan alınır. Ezilmiş sarımsak yemeğe katılır, servise sunulur.
Ekşili etli dolma
Hazırlanışı:
Dolma içi: Kuyruk tarafından seçilen yağlı etler küçük küçük doğranır, doğranmış soğan, sivri biber, domates, pirinç, baharat, tuz, pul biber, salça, sıvı yağ ile süzülmüş sumak suyu ile karıştırılıp dolma içi hazırlanır.
Daha sonra haşlanmış lahana ve oyulmuş patlıcan, kabak ve domateslerin içine doldurulup tencereye dizilir. Süzülmüş sumak suyu yeteri kadar ilave edilir, dolmaların dağılmaması için yassı bir taş dolmaların üzerine konur. Kaynayıncaya kadar pişirilir. Ocaktan alınır, tencerenin kapağı 15 dakika kadar açılmaz. Daha sonra servis yapılır.
İçli köfte
Köfte içi hazırlanması: Yağsız kıyma, ufak doğranmış kuru soğan, pul biber, baharat, kara reyhan ve maydanoz iyice kızartılıp pişirilir ve soğumaya bırakılır.
Bulgurun hazırlanışı: Köftelik bulgur ile döğme kırıntısı birbiriyle karıştırılıp biraz tuz ve sıcak su ilave edilir. Yarım saat bırakılır, köftelik hamur haline gelir. Köftelik iyice yoğrulur. Hazırlanan hamur yumurtadan küçük şekilde ayrılır, köfte içi açılır.
Pişirilmesi: İçi açılan köftelere hazırlanan iç doldurulup kapatılır. Kaynatılan suyun içine köfteler bırakılır. Köfteler kaynayan suda haşlanmış olarak su yüzüne çıkarsa pişmiş olur. Daha sonra yumurtalar kırılıp çırpılır ve haşlanmış köfteler yumurtaya batırılıp tavada kızartılır servise hazır hale gelir.
NE ALINIR?
El sanatları, hasır bilezik, kiniş gerdanlık, gümüş işlemeli nalın ve çekmeceler kuyumcuların beğenilen ürünleridir. Köylerden el dokuması halı ve kilim üretimi yapılmaktadır.
YAPMADAN DÖNME
Diyarbakır Surlarını gezmeden,
Malabadi Köprüsünü görmeden,
Eski Diyarbakır Evlerini görmeden,
Cahit Sıtkı Tarancı ve Arkeoloji Müzelerini görmeden,
Selim Amca'da kaburga yemeden, meyankökü içmeden,
Diyarbakır hasırı almadan
...Dönmeyin.
NASIL GİDİLİR?
Karayolu: Diyarbakır'dan hemen hemen Türkiye'nin her yerine otobüs ile yolculuk mümkündür. Otogar şehir merkezindedir. Yolcular şehir içi minibüsleri ile taşınmaktadır.
Otogar Tel: (+90-412) 221 10 27
Havayolu: Havalimanı: Şehir merkezine uzaklığı 3km.dir. Her gün düzenli olarak Ankara ve İstanbul'a uçak seferleri bulunmaktadır.
Hava Limanı Tel: (+90-412) 228 84 01 - 228 84 02
TESCİL EDİLMİŞ TAŞINMAZ KÜLTÜR VE TABİAT VARLIKLARI İLE SİT ALANLARI (AÐUSTOS 2005)
Sit Alanları
Arkeolojik Sit Alanı : 101
Kentsel Sit Alanı : 1
Doğal Sit Alanı : 1
Tarihi Sit Alanı : -
Diğer Sit Alanları
Arkeolojik ve Doğal Sit : 2
Toplam : 105
Kültür (Tekyapı Ölçeğinde) ve Tabiat Varlıkları : 462
GENEL TOPLAM : 567
İLETİŞİM BİLGİLERİ
İl Kültür Müdürlüğü
Tel: (412) 221 00 99
Faks: (412) 224 42 02
İl Turizm Müdürlüğü
Tel: (+90-412) 221 78 40
Turizm Danışma Müdürlüğü
Tel: (+90-412) 221 78 40 - 224 09 30
Diyarbakır Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü
Müdür: Sadrettin ÖZMEN
Adres: Kültür Sarayı Kat:6
Tel: (0412) 222 64 56
Fax: (0412) 224 12 66
Devlet Güzel Sanatlar Galerisi Müdürlüğü
Dağkapı Burcu
DİYARBAKIR
Tel: (0 412) 222 64 69
Faks: (0 412) 244 42 02
Diyarbakır Devlet Klasik Türk Müziği Korosu Müdürlüğü
Adres: Lise Cad. R.Ali Emiri Sok.
Eski T.M.O. Binası Zemin Kat
Diyarbakır
Koro Tel: (0 412) 224 60 14 - 15
Önemli Telefonlar
OHAL Bölge Valiliği: (+90-412) 228 63 00
Diyarbakır Valiliği: (+90-412)224 74 87
Belediye: (+90-412)224 11 55
Hastane: (+90-412)228 54 30-34
Polis: (+90-412) 248 83 55
Jandarma: (+90-412) 319 25 18
Gezilecek Yerler
Diyarbakır Müzesi
Adres: Ziya Gökalp Bulvarı - Diyarbakır
Tel: (412) 221 27 55
Faks: (412) 223 08 02
Hanlar, Kervansaraylar
Diyarbakır, Tarihi İpek Yolu'nun merkezlerinden olması sebebi ile önemli hanlara sahiptir. Deliller Hanı, Hasan Paşa, Çiftehan ve Yeni Han'da geçmişte olduğu gibi günümüzde de halı, kilim ve gümüş işleme satan dükkanlar bulunmaktadır.
Kervansaray
Mimarisi ve iç yapısı ile görülmesi gereken yerlerden biri olan Kervansaray, bugün restore edilerek otel haline getirilmiştir.
Malabadi Köprüsü:
Silvan ilçesi yakınlarında Batman çayı üzerindedir. Dünyadaki taş köprüler içinde kemeri en geniş olanıdır.
Çermik Termal Turizm Merkezi
Yeri: Diyarbakır-Çermik ilçe merkezinin doğusunda yer alır.
Suyun Isısı: 48oC
PH Değeri: 6,3
Özellikleri: Bikarbonatlı, Klorürlü, Karbondioksitli, Hidrojen Sülfürlü ve kısmen radyoaktif bir bileşime sahiptir.
Yararlanma Şekilleri: İçme ve banyo kürleri
Tedavi Ettiği Hastalıklar: Romatizma, deri, solunum yolu, kadın, eklem ve kireçlenme gibi hastalıklara olumlu etki yapar.
Konaklama Tesisleri: 100 yataklı tesis mevcuttur.
Cami ve Kiliseler
Cami ve Kiliseler
Tarihi ve mimari özellikleri ile muhteşem olan Ulu Cami, Nebi Cami ve Safa Cami Diyarbakır'ın en ünlü camilerdir. Selçuklu Sultanı Melik Şah tarafından yaptırılan Ulu Cami, orijinal dizaynı ve hem Bizans hem de daha eski mimari malzemeleri kullanması ile ilginç olup Türkiye'nin en eski camilerindendir.
Diyarbakır'ın 77 km doğusunda, Silvan'da 1185 yılında yapılmış, zarif görünümlü Ulu Cami, kemer kapıları ifade eden ince taş kabartmaları ile görülmeye değerdir.
Diyarbakır'ın önemli kiliseleri arasında Mart Thoma, Meryem Ana, Kırklar Kilisesi ve Mart Pityon Kilisesi sayılabilir. Meryem Ana Kilisesi, şehirde kalan az sayıdaki Süryani cemaati tarafından halen kullanılmaktadır.
Behram Paşa Cami (Merkez):
13. Osmanlı Valisi Behram Paşa tarafından yaptırılan cami, Osmanlı mimarisinin en güzel örneklerindendir. Caminin çok süslü minberi bir sanat harikasıdır.
Meryem Ana Kilisesi (Merkez):
VI. yy.dan kalma olup, zamanla birçok onarım görmüştür. Bizans devrinden kalma mihrabı, Roma biçimi kapısı ilgi çekicidir. Kilisede bazı azizlerin türbesi bulunmaktadır. Süryani Kadim Yakubi mezhebine ait olan kilisede bazı azizlerin tasvirleri bulunmaktadır.
Safa Cami (Merkez):
1532 yılında yapılan cami, Akkoyunlu eseridir. Eskiden bir kılıf içinde muhafaza edildiği söylenen minaresi oldukça zariftir.
Ulu Cami (Merkez):
İslam dünyasında beşinci Harem-i Şerif olarak bilinmektedir. Diyarbakır İslam ordularınca fethedildikten sonra, ildeki en büyük Hıristiyan tapınağı Mar-Tama kilisesi, M.S. 639 yılında camiye çevrilmiştir. 1091'de Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah zamanında tamir ettirilmiştir. 1115 tarihinde meydana gelen deprem ve yangında büyük hasar gören cami, 1240 yılında halkın yardımıyla onarılmıştır. Avlusundaki şadırvanları, çeşitli devirlere ait kitabeleri yönünden büyük değer taşıyan bu ilk İslam yapısı, kara taşlarla inşa edilmiştir.
Anadolu'nun en eski camisi olan Ulu Cami, çevresindeki iki medrese ve diğer yapılarla anıtsal yapılar topluluğu olarak günümüzde de dikkat çekmektedir. Plan olarak 705-715 yıllarında inşa edilen Şam'daki Ümmiye ve Emevi camilerine benzemektedir.
Şeyh Matar Cami (Merkez):
Dört ayaklı minare ve cami, Akkoyunlu eseri olup 1500 yılında Sultan Kasım tarafından yaptırılmıştır. Minare yekpare taş sütun üzerinde dört köşeli olarak inşa edilmiştir. Sütunların üzerinde fırınlanmış ağaç kullanılması da minarenin özelliklerinden biridir. Bir inanışa göre yedi defa sütunların arasından geçenin dileği kabul edilirmiş.
Diyarbakır Evleri
Diyarbakır Evi
Diyarbakır evinde, onu biçimlendiren elemanları (birimleri, ayrıntıları) tek tek inceledik. Şimdi bunları bir araya getirerek bütünü için son sözlerimizi belirtelim.
- Diyarbakır evinde ilk, yaşamsal, vazgeçilmez öğe avludur. Eyvan, oda, servis alanları bunu izler. Avlusuz Diyarbakır evi olmaz. Bu nedenle oda burada başlı başına bir yaşam birimi değildir. Avlu konutun gövdesi, diğerleri dallarıdır. Tek dal ile de olmaz. Diğer bir anlatımla Diyarbakır’da avlu- eyvan veya avlu-oda plânı olmaz. Parsel ne denli küçük olursa olsun avlu- oda- eyvan ve servis alanları bir bütündür. Bu nedenle Orta Asya Atlı Göçebe Kültürü “Yurt”u bundan ayrılır. O koşullar o kadarına elverdi. Güvenlik ve örtünme kavramında, o uygarlığı yaşayan atalarımızdan bir ayrıcalığımız yok. Çadırı kapamakla, sokak kapısını sürgülemede amaç ve kavram farkı yok. Gereç, boyut ve olay farklı, stepte yaşayanın sonsuz ufku burada avluyla sınırlanmış. Çünkü yerleşmiş ve mülkiyet (iyelik) duygusuna erişmiş. Her canlıda, her dönem ve uygarlıkta bu böyle. Türk’e özgü değil. Bu evlerin ilk örnekleri Hititlere, Hattilere dahası Çayönü (Diyarbakır- Ergani) ne kadar iniyor. (İ.Ö.~7000). Plân kurgusu, 3. boyut, örtü, ayrıntılar öylesine ortak ki! Subasmanını yükseltip alttan gelecek nemi bile onlar uygulanmışlar. Diyarbakır Ulu Camisini onarırken döşemesi altında aynı kanalları görmüş ve temizletmiştim. Diyarbakır evi Diyarbakır’ın anonim ürünüdür. Bu bölgenin kültür katmanıdır. O nedenle Türk Evi sözü uygun değildir.
- Diyarbakır evi suya, yeşilliği uzak değildir. Mahalle, meydan verileri avluya girer. Çeşme, ağaç yeşillik oradadır. Ağaçsız ev, gülsüz bahçe olmaz. Dut neredeyse şarttır. Boşuna mı Diyarbakır ipekböcekçilik endüstrisi kurmuş? İpekler, şallar, örtüler üretmiş, Tarım- hayvancılık ürünü dericiliği geliştirmiş.
- Diyarbakır evinde ailenin büyüklüğü parsele, oda sayısına yansır. Zengin biri bunlardan yoksununu yeğlemez. Etkin, edilgen ve saygın biri, yalnız evi değil semtini sokağını, dahası komşusunu bile seçer. Havuzu büyük, sayısı artar, haremliği selâmlığı oluşur. Servis alanı artar. Ancak süslemesi hemen hemen yine aynıdır. Öyleyse elbise büyüyüp küçülüyor. Özen ve takı neredeyse aynı.
- Diyarbakır evi temelinden damına kadar düşey taşıyıcılarda kâgirdir. O nedenle, ahşap karkasın elemanları (köşe pervazları, ahşap döşeme, pencere üstü, pervaz, terek, ahşap kaplama, yalıbaskısı vb.) yoktur.
- Sıcak iklim tavanları ara kat sığacak kadar yüksek tutulur. Bu nedenle üst tepe pencere değişik biçimde delikli havalandırma pencereleri (Dairesel, dilimli, dairesel dilimli damla vb.) yazlık kanatlar için sıklıkla kullanılır.
Tavan daima ahşap kirişlemelidir. Özendikçe sandıklananları, bezenenleri, koltuk pervazlarıyla, zenginleştirilenleri olur. Çok az yapıda kâgir düz tavan gördük. Saçaklar ya taş bingilere oturan Sal taşlı (daha zengin bir ürün) ya da, aynı taş bingilere oturan ahşap yastık ve kirişlidir. Örtü hep kildir.
Diyarbakır evinde genelde kışlıklar tek katlı olup kuzeyde sırtını bitişik parselin 2 katlı yazlığına dayar. İki katlı kendi yazlığı da güney komşusunun tek katlı kışlığına siper olur. Kuzey ve güney kanat çoğunluktadır. İklim buna zorlar. Parsel elverirse, oturanın zenginliğine göre kanatlar 3’e 4’de çıkar. Kat çıkmaları da buna ve ailenin kalabalığına bağlıdır. Kalabalık aile yeterli parseli arama durumundadır. O nedenle kişi sayısı, kültür düzeyi kendine uygun çeyreği, semti mahalleyi bulma gayreti içindedir. Böylece toplumsal bir seçim eleme (elektion) oluşur. Herkes dengine uyan çevresini arar. Varoşta oturanla, özel semt isteklisi aynı değildir.
- Diyarbakır evinde odalarda ısınma donanımı (zengin konağından en yoksununa kadar) yoktur. Baca (sadece mutfakta olmaz. yaygı, sergi, giyim, kuşam hep yündendir. Dışarıda karbondioksit atılmış meşe kömürü “köz” haline gelince mangalla içeriye alınır. Kışın bir masa, hamur tahtası veya o görevi yapan bir yükseltinin üstüne örtülen büyük yün battaniyeye bağdaş kuranlar yaklaşır, çevresini sarar, midesini örter, mangal alttadır. Sırtında hırka vardır. Ayak ısındımı vücut ısınır. Tek ocak mutfaktadır. Bu nedenle kış odası, mutfağa yakın, korunaklı, güneşe yönelik bol pencereli ve diğer yönüyle korumaklıdır. Bir yönü de sofaya açılır. Bu koşullarda besbelli kışlık kanatta sofa eyvana yeğlenmiştir. İç içe 2 oda da bu açıdan yararlıdır. Yaz etkenleri bunun tersidir, açılmak, gerekir. Eyvan sofaya, avlu eyvana yeğlenir. Sıcak arttıkça damda veya avluda yatılır. Pencereler buna göre azalır, çoğalır. Cumba buna göre yerini alır. Sokağa, onun doğrultusunda açılır. Komşuya rastlayan büyük duvar kapalıdır. Karşıda görüş,yoksa ancak pencere açılabilir. Odalar hemen daima sadece avluya açılır. Bu nedenle ister yaz ister kışlık olsun diğer 2 duvar sağır, üçüncüsü iç bağlantıya (sofa, eyvan veya diğer oda) açılır. Bu ara duvarlar eksendeki kapı ve 2 yanındaki birer pencereli, bu nedenle çoğu kez ahşap karkas, bazen inceltilmiş taş duvar olarak yerlerini alırlar. Ahşap kirişleme bunlara oturtulmaz.
- Tepe pencerelerinin görevi, yüksek tutulan üst yarıyı aydınlatmaktır. Açılır kapanır türde de değildirler. Renkli camlar yeğlenir. Dışta tel kafes vardır. Yazlık kanadın yuvarlak, doğramasız ufak üst pencereleri de böyledir. Oda kapıları ara duvarlarda camlı olup içeride perdeleri vardır. Kilitlenirler. Üst hızaları yanındakilerle uyumludur. İçe açılırlar ve oda birden algılanır. İki kanatlılar özenli yapılarda çoğunluktadır.
- Diyarbakır evinde ahşap ve tuğla döşeme yoktur. Sal taşı kaplılar. Eyvanlarda çoğunluktadır. Odaların taşlığına (seki altı) da uyarlanabilir. Kışlık odada döşeme Sal taşlı olmaz. Horasan harçlıdırlar. Yazlık konutta bazı Sal taşlı odalar bilinçli olarak yapılmışlardır.
- Hemen daima odalar, sofalar, eyvanlar, ister yazlık, ister kışlık avludan 50 cm’den başlayarak 1,00- 1,70 m’ye kadar yükseltilirler.
- Duvarlarda doğramasız ve doğramalı ufak dolaplar (taka), örtü, örtülen yüklükler vardır. Yarım daire kesitli, bazen önü dairesel dilimli taşkın tablalı, üstü mukarnas dizisiyle örtülü alçı süslemeli girintiler vardır. Örtülmezler çünkü süs öğesidir. Ne işe yaradığı tam olarak bilinmez. Ailenin bir iki fotoğrafı, ufak bir aynadan başka görevi olmasa gerekir. Gaz lambası da gömmemek koşuluyla konabilir. Önü ceviz doğramalı az sayıda dolap gördük. Yalnız 2 evde köşede üst katta alçı saf vardı.
- Odaların özellikle taşlık bölümünde yan veya çoğunlukla kapıya karşı gelen duvarında teğet kemerli, süslü girintiler (dolap) vardır. Yan duvarda iseler, oda- sofa- oda birimi gibi bunlar da yandakileri ufak ve alçak, ortadaki enli ve üstü yüksek üçlü birimdedirler. Yerden ~80 cm yukarıda başladıkları için her birinin altında daha ufak dolapları da bulunur. Bunların görevi oda eşyalarının toplanması içindir. Ortada döküntü bırakılmaz.
- Diyarbakır evinde helâlar, avluda ve az sayıda sokağa çıkmalı olarak sahanlığın başlangıcındadırlar. Odalarda gusulhane, kapıyı izleyen, görüşü kesen özel bölmeler, ahşap ranza türü yüklükler, parmaklıklar yoktur kapı genelde köşededir. Köşeye 450 konanları olmaz.
- Diyarbakır odasında ahşap dolaplı bölme yoktur. Kapıdan girince bütününü algılarsınız. Yalnız bir evde, taşlıkla bir basamak yükselen oturma kesimi arasında ahşap alçak parmaklık gördük ve çizimimize yansıttık.
- Diyarbakır odasında sadece 1 evde içeride yazıt vardır. Diğerleri eyvan, kapı üstü ve avlu yüzünde yer alır.
Evlerde Yaşam
Sokak kapısından başlayarak Diyarbakır konutlarında her yerde olduğu gibi ayrı bir dünya, düzen zevk ve anlam olduğuna değinmiştik. Avlu evin tek odağıydı. Görev burada başlar, buradan dağılır ve sonuçta yine burada toplanırdı. Hamal, sırtında küfesiyle evin erkeğinin arkasından erzağıyla gelince bunları yerine yerleştirmek, türlerine göre ayrı yerlere koymak hanımların göreviydi. Yaz ve sonbahardan özellikle yakacak ve bal, pekmez, yağ, şeker, bulgur, pirinç, mercimek gibi ana yiyecekler satın alınıp küplerde vb. korunurdu. İmece ile yapılan salça, şehriye, erişte, buğdayın öğütülmesi, yaprak ve dolma kurutulması, örgü peynir, kavurma, sucuk evde yapılmaktaydı. Bu yönüyle ev bir atölye ve üretme hazırlama merkeziydi.
Mutfak doğrudan avluyla bağlantılı ve düzayak girilirdi. Ocaklarda odun yakılır, kazan tencere kaynar, odun kömürü maltızlarda kullanılırdı. Gazla çalışan prümüs ocakları daha sonraları yaşamımıza girdi. Evin hanımı, ninesi vb. pirinci odada ayıklar, hamuru halıya diz çöküp yoğurur, mayasını katıp, üstünü örterek sıcak yerde ekşimeye bırakırdı. Yere örtü serilir. Hamur tahtası konur, bakır kablarda yemek yenirdi. Ekmek torbası saygıya özenle açılır, dilimler dağıtılır, sonra bayatlamaması için yine örtülürdü. Bulaşık mutfakta yıkanmaktaydı. Topukları kızarmış çocuklar, gelinler tulumbadan su doldurur onlara taşırlardı. Elbet kış günleri buraları soğuktu. Yünlü elbiseler, hırkalar, yün çoraplar patikler giyerlerdi. Takunyalar avluda kullanılıyordu. Kilerde tel dolap, yiyeceklere ayrılır, kışlık besinler, bodrumda tereklere sıralanmış küplerde korunurdu. Bununla yetinmeyen bazı konutlarda burada 2. bir kuyu veya yere gömülmüş küp yaz ve kış gece ve gündüz ısı farkı az değişen konforu sağlarken, özel yiyecekler beklemesi zor besinler veya çabuk soğuması istenen yiyecekler, ucun ucun buradan alınırdı. Ancak buna karşın Cami Kebir Mahallesi Müze Sokak 25 bodrumsuz evlerde vardır. Bunların, bazı yiyecekleri, hiç yoksa geniş sepetlere koyup, suya değmeyecek şekilde kuyuya iple sarkıtma şansları vardı.
Oda ayrı bir dünya idi. Kuzey kanat kışın güneş görür, güney kanat yazın serin olurdu. İkisi arasında sürekli taşınma kaçınılmazdı. Ara katlar daha korunaklıydı. Evin yaşlıları elbet burayı yeğlemekteydiler. Yaygı ve sergiler, çoğunlukla yündendir. Yemeğini hazırlayan, temizliğini bitiren hanımlar burada toplanır, karbondioksiti atılmış odun kömürü mangalla içeriye alınır, külle örtülür ve odanın ortasına konurdu. Ninenin kenarını açıp sıcak küle sürdüğü cezve, torunu için gömdüğü patates, sallanan beşik, kapıya asılmış kilim, doğramaların kenarına yapıştırılmış kağıt veya hamurlu bezler, ayaklarını altına alıp sedire kurulmuş başörtülü nineler, ellerinde mekik, şiş veya kasnaklı çeyiz düzen gençler kızlar, yün çorap onaran anneler odanın ayrılmaz, sahipleriydi. Kedi sobanın kenarına kıvrılıp yatar, sıcaktan gevşer, yarı uyanık, ayaklarını öne uzatıp gerinirken, olabildiğince esnerdi.
Yastıklar hemen daima beyaz kırlentliydi. Uçlarına dantel örmek, gençlerin göreviydi. Dantel perdeleri, masa ve sehpa örtüleri, renkli iplikle dokunmuş işlemeleri konuklara göstermek en büyük zevkleriydi. Hele bir de sesi güzel olan, sohbeti tatlı olan, taklit yapan, hikâyeler anlatanlar varsa söyleşiye doyulmazdı. Bu kapalı ekonomide sözlü edebiyat ve müzik çok önemliydi. Sabah erken saate (imsak- namaz arası) sokak kapısını süpürüp yıkamakla başlayan, sobayı yakıp çayı hazırlamakla, evin erkeğini ve çocukları uğurlayıp yemek kaygısına koyulan, öğle üstü aç gelip anne yemek! diyen yavrulara sofra kurmak her günün kaçınılmaz zorunlu işleriydi. Kalabalık ailede ev işlerinden her birini ucundan biri tutar, yemek sonrası yorgunlukları bu kez ev gezmeleriyle tamamlanırdı. Çamaşır ayrı bir zorluktu. Mutfakta kazanda su kaynar, içine Öküzbaşı marka çivit veya odu külü atılır, bazı çamaşırlar bunda iyice yumuşatılırdı. Sonra oturak tahtasına oturan hanımlar, leğende sıcak suyu büyük kepçelerle alarak çamaşırı ova ova yıkar, buz gibi suda yıkar ve ipe asarlardı. Kışın odada kurutmaları gerekirdi. Kömürlü ağır demir ütüler vardı. Bir yandan sıcak diğer yandan soğuk su içinde kızaran eller, bükülen beller, kızaran topuklar ve yanaklarla bu her hafta yapılırdı.
Kaç evde hamam vardı ki? Haftanın belli günü natır gelir, çamaşırları alır ve hanımlar, hamama giderlerdi. Helâlar hemen hemen girişe en yakın yerde olup sıcak odadan ulaşmak ne denli tatsız ancak zorunluydu. Alaturka helâ nedeniyle evde kedi beslemek zorunluydu. İki katlı evlerde merdivenin bitip sahanlığın başladığı yerde gömme helâlar sanki daha havadar değil miydi? İbrikle su taşıyıp yıkanmak uzun yaz günlerini geçirmek, ikindiden sonra avluyu yıkayıp geceyi daha serin geçirmek, hele cibinlikli tahtlarda gece uykusunun zevkine doyum olmazdı. Tüm bu artı ve eksileriyle burada yaşam böyleydi. Bunun için ayrı bir dünyaydı. Taşıyla, duvarı, avlusu kuyusu, odası ve eyvanıyla birbirini bütünleyen fiziksel ortam ve içinde yaşayanlarla kendine özgüydü. Artık çocuklarımız bunları ancak duyacak, ondan sonrakiler bundan da yoksun yetişecekler. Bu bir yaşam biçimidir. Kuralları kendi içinde insanla beslenen, renklenen, anlam kazanan sevecen üretken, zor, ancak anlaklı bir dünya ve işte bu da böyle bir dünya. Kendi gitti tadı kaldı bizlerde.
Kentin Kimliği
Siyasal tarihini yukarıda özetlediğimiz Diyarbakır’ın sosyal, kültürel, ticaret ve inanç gibi yönlerini hiç yoksa yüzyıllarla haritalara dökmedikçe, bunların yansıyacağı mimarlık çevresini çözemeyeceğiz. Evliya Çelebi, gördüğü yapıları belirtiyor ve günümüze uyuyor. Ancak sözgelimi belgelere dayanarak çıkarılan mescit, hamam gibi yapıların rakamlarına bakıldıkça ve mevcutlar buna eklendiğinde ~1,5 km2 lik sur içine yollar, meydanlarla birlikte bunların nasıl sığacağını düşündürüyor. Bunlar genel bir dizin olup, hepsinin birden varlığını kabul etmek çor. Yıkılanların yerine yenileri yapılmış olmalı. Bir devingenlik var ki Kanunî günlerinde, 25 yıl arayla 2. sayıma gerek görüldü. Bu hızlı değişimin konut mimarlığına nasıl yansıyacağı da ayrı bir sorundur. Yenileri yapılırken, yorum değişmeleri de izlenemiyor. Bu nedenle en yaşlısından daha eski Diyarbakır konutu için varsayımlar başlıyor. 16. yy’a inen Şehzadeler Konağı, onun batısındaki ve İskender Paşa’nın 3 kubbeli yapısı siyasal gücün ürünüdür. Hemen bunun yanında, İskender Paşa’nın kendi haremlik binası veya Şehzadeler Konağı doğu bitişiğindeki yine haremlik evin aynı yüzyıla indiği bilinmiyor. Hassa Mimarlık Ocağının ürettiği bir yapı kadar güçlü değildir bu konutlar. Halkın kendi olanaklarıyla, ekonomik gücüyle ve o dönemdeki istekleriyle ilişkilidir bu ürünler. Ailenin boyutlarıyla yakın bağı vardır. Doğum, ölüm, miras gibi kaçınılmaz olaylar bunların boyutlarını, özellikle bakımını yakından ilgilendirir. Çok köklü bir aile, anılarına o denli bağlı kalarak bu konutlarda yaşamını sürdürmedikçe, bunların 200- 300 yıldan daha fazla dayanacağını sanmamak gerekir. Öyleyse 400 yıl önceki konutun bunun yorum, tasarım olarak (üslûp) aynı olduğunu kestirmek zor. Diyarbakır’ın bir şansı, çok daha ömürsüz olan ahşap yerine bunların taş, dahası bazalt oluşu.
Amida’nın 638’de İslâm Arap dünyasının eline geçmesi arkasından, ne kadar sürede bir “Müslüman Kenti” görünümüne girdiğini bilmiyoruz. Yunanlıların İzmir’e girdiklerinde Hükümet Binasına kendi bayraklarını asmaları veya Fatih Sultan Mehmet’in ilk Cuma namazını Ayasofyada kılması kadar günlük bir olay değil. Bu kimlik değişimi çok ince dengelere oturuyor. Birikim, deneyim, süre, ilgi, güç ve bilinç istiyor. Bunu çok iyi bilen Fatih Sultan, kentin hemen onarımını isterken değişim sürecini başlatmış oluyor. Diyarbakır’da da bu değişim belgelere yansımıyor. Ancak; yukarı Mezopotamya’nın bu önemli ve tarihsel kenti, Yukarı Suriye coğrafya ve kültür alanı içinde olsa bile, kendine özgü bir bütün ve kendine özgü mimarlık yorumunda olduğu anlaşılıyor. Sözgelimi Gazi Antep’e, Adana’ya yansıyan minare şerefesi burada görülmez. Artukluların uydukları “Mardin, Kızıltepe Ulu Camileri gibi enine plânlı bir örnek Silvan’da var da Diyarbakır’da yok. Sur için sıkışmış olmak mı buna elvermedi bilinmez. Amida’nın bu dönemde mimarlık çevresi olarak Araplaştığına buranın coğrafyasının ve çok belirleyici olan yapı gerecinin de olanak tanımadığı anlaşılıyor. Dantelli bir kemeri Zinciriye Medresesi dışında başka yerde göremiyoruz. Konut mimarlarının bu yeni sahiplere, alıştığının dışına çıkarak, sıcak baktığını sanmamak gerekir. Ancak bunu söylerken Diyarbakır konut mimarlığının kesin olarak o dönemde de, gördüklerimiz türünde veya çok yakın olduğunu belgelere dayanmadıkça söylemek ancak bir varsayım. Arap halkının bu tarihsel kenti, kentin sosyal kimliğini değiştirecek ölçüde bir göçü gerçekleştirmediği sezgisindeyiz.
O kadar değilse bile belli kaygılar, kentin Oğuz boylarına açıldığı günlerden, Osmanlılara geçtiği 1515’e kadar da sürüyor. Giderek katlanılmaz boyutlara erişen batıya göç karşısında, Büyük Selçuklu Sultanının, Küçük Asyayı yeni yurt edinme politikası “Anadolu ve Turcia” kavramlarını yarattı. “Atlı Göçebe” olan bu süvari alpleri toprağa bağlama politikası dünya çapında üstün bir yerleştirme “İskân” aşamasıdır.
Belgeler, bilgiler, bu göçebe topluluğun kırsal kesimde, gözden biraz uzak, ürkütmeden, koloniler, kurması şeklindedir. Bir dervişin, şeyhin alpin çevresinde, palasını aba altında gizleyen, barıştan, insanlıktan yana, kendi kendine üretken kümeler oluştu. Bunları yeni göçler yeni birimler izledi ve Hacı Bektaş, Seyit Gazi, Hacim Sultan gibi dinsel odaklar giderek doğdu. Bunlar yavaş yavaş gelişirken, kentleşmeye başlamış da olmalılar. Diyarbakır ve çevresinde bu denli önemli odak olmadı. Çünkü burası yol üstü idi. Günümüzde en yakın ziyaretler, Bitlis Vadisi ağzındaki Veysel Karanî, Mardin yolundaki Sultan Şeyhmus olup etkinlikleri çok sınırlıdır. Sadece birer mezardırlar. Kaldı ki Karanî’nin asıl mezarı, bugün Suriye sınırları içinde olup buradaki bir “makam”dır. Amida sur içinde, güçlü bir tarikat odağı bilmiyoruz. Bu, tarikat ehli yok anlamına gelmiyorsa da Balıklı Mescidi (Bektaşi veya İpariye Medresesinin) dinsel etkinlik boyutları sınırlı olsa gerek. Kavis Köşkü ve ona bağlı hikâye herkesçe bilinmektedir. Kapalı bir Orta Çağ kenti özelliğini Diyarbakır, 19. yy. 2. yarısında, dışa taşmaya başlayana kadar korudu. Bu inanç dünyasının sivil yapı olarak kente nasıl yansıdığı bilinmiyor. Balıklı Mescidinin verdiğimiz rölövesinden anlaşılacağı gibi, diğer mescitlerden hiçbir ayrıcalığı yok. Kavis Köşkü, Pamuk Köşkünden, Saman Köşkünden çok farklı değil ve herhalde bir süs olarak değil, gözden uzak olduğu için zaman içinde bu görevi üstlendi. Bu yoldan çıkarak, bu tarikat ehlinin, diğer hocaların, şeyhlerin oturdukları evlerin, diğerlerinden farklı olduğunu sanmıyoruz.
Çevrede, Türklerin gelmesiyle yeni oluşan köy, veya eski köyün büyümesi gibi toponomik bilgiler olmadıkça, bu atlı göçebelerin Amida’ya gelip burada nasıl oturur olduklarını anlamak zor. Yün ve dokuma sanatını, eyer ve koşum takımı üretimini çok iyi bilen, sözlü, müzik ve edebiyatla da dolu bu savaşçı alp süvariler, birden nasıl piyadeden de öteye oturur olabilirlerdi? İç Asya, Orta Asya Türk Dünyası döneminde, etkili olan Budizmin, 3 ay minderinden kalkmayan, et yemeyen anlayışı Türklere hiç uymadığı için, etkisi çok az ve kısa oldu. Bu Oğuzların kısa sürede tarımı öğrenip kırsal kesime yerleşme şansı da pek pratik gelmiyor. Ancak, boy boy, akın akın, Anadolu’ya gelen Oğuz boylarından, bu çok önemli kentin gerekli payı almaması da olanak dışı. Öyleyse bunlar, kısa sürede, ister kırsal kesimde, ister kentte, yerleşik olmanın zorunluluğunu hemen kavradılar ve üstün zekâlarıyla uyum sağladılar. Gelen Türklerin çoğunluğunun öncelikle asker veya yöneticiliği yeğlediğini düşünmek gerekir. Ancak, artık bu ülkenin yeni sahipleri bilincinde iseler, diğer dallara, özellikle ticarete de et atmaları gerekiyordur. Yerel zanaatkâr kesime nasıl yaklaşıp onlarla nasıl kaynaştıklarını ve bunun ne kadar zaman aldığını bilmiyoruz. Hiç bilmedikleri yapı gereç ve tekniğine uyum, daha fazla süre almış olmalı. Bu nedenle konuttan yana üretken değil uzun süre müşteri kaldılar. Kendi evlerini bile yapmadılar, yaptırdılar. Geldikleri ülkelerin mimarlık yorumlarının kente yansımadığı anlaşılıyor. Bu ancak Anadolu için, Moğol dönemiyle ilgilidir ve belli yönetsel kişi ve kentlerden öteye (Konya, Sivas, Amasya gibi) geçmez. Anlaşıldığı kadarıyla o günün siyasal haritasında Amida, Moğollar için bir taşra kentinden öteye geçmedi ve iyi ki böyle oldu.
Saldırgan Moğollar, Anadolu’yu bir gelir kaynağı olarak gördüler. Sömürdüler. Kısa sürede kaynakların tükenmesi, onların buradaki siyasal ömürlerinin sonunu hazırladı. Oysa Küçük Asya’yı yeni ülke hedefleyen Büyük Selçuklu Sultanı 2 yüzyıl öncesinde bunun çok tehlikeli bir yol olduğunu biliyor ve boyları ona göre bilgilendiriyordu. Oğuz boyları bu yeni vatanda, ne kentliye ne köylüye dokundular. Sessiz, sakin yerlerde odaklarla başladı komşulukları ve güven verdikçe bağları gelişti. Aynı yöntemin kentte, yönetim, memur kadrosu yanında zanaatkâr kesime de uygulanmış olması gerektiği bilincindeydiler. Bildikleri dokuma sanatı, bu eskilerle kaynaşma kapısını kısa sürede ve ciddi boyutlarda aralamış olmalı. Demircilik ve bakırcılığın bunu izlediğini kuşku yok. Ancak Osmanlı günlerinde bile sözgelimi 18. yy. başında kentte kaç kuyumcu olduğunu bilmiyoruz. Yapı ekibi de böyle. Kaldı ki göçeri düzenin kurulan, sökülen çadır dışında yapı bilgisi çok sınırlı. O nedenle mimarlık alanında, belirleyici, yönlendirici etkinliklerini düşünmemek gerekir.
Akla gelen ve pratik olan ilk iş, Oğuzların, boş buldukları evlere yerleşmeleri şeklindedir. Bizce bu tarihin her döneminde böyle olmuş olmalıdır. Nitekim 4 kardeşin doğup büyüdüğü evi de babam, devletten “metruk= terkedilmiş” olarak aldığını anlatmıştı. Bu gayrimüslim eve yeni sahibi olarak bir Müslüman aile yerleşti. Kurgusundan dekorasyonuna kadar hiçbir şey değişmedi. 1935- 36’larda eve, yarım masura su almak, avlu kaplamasını onartmak günün olanaklarından yararlanmak demekti.
Bir kentin kimlik değiştirmesi zamana bağlıdır. Anadolu Selçuklularının kente egemenlikleri çok kısadır. Bu süreçte Sultan Şücaeddin Kümbet ve Çeşmesi dışında başka yapı bilmiyoruz. Ulu Caminin onarımına B. Selçuklular da el atmıştı. Bunlar halkın değil, siyasal gücün atılımlarıdır. Amida’da Karakoyunlu yapısı da yoktur. Onlar siyasal tarihlerinin ötesine geçemediler. Türk Dönemi içinde Artuklulardan sonra en etkin güç Akkoyunlulardır. Ancak belgeler de bu döneme fazla ışık tutmuyor. İç Kalede, şimdiki Saray Kapısından girişte az ileride sağda (güney) olduğu belirtilen ve zamanla yok olan Akkoyunlu Hamza Bey Mescidi, bu dönemin en eski dinsel yapısı olmalı. Dörtyol’daki Akkoyunlu Nebi Camisi, Gazi Caddesi genişletilirken yıktırıldı. Şimdiki Cami Osmanlı ürünüdür. Günümüze erişen mescitlerden Ömer Şeddat, Balıklı (yok oldu), Kadı, Şeyh Yusuf, Hoca Ahmet, Lâle Bey, Tacettin, İbrahim Bey, Hacı Büzrük ile Kasım Padişah ve Parlı Camileri onlarındır. Dinsel yapıların bakım ve onarımına, halkın desteği de olduğu için günümüze gelebildiler. Bunların dışında hiçbir sivil veya resmi yapı gelebildiler. Bunların dışında hiçbir sivil veya resmi yapı kalmamıştır. Konut, kuşku yok ki bunların en ömürsüzü idi ve yaşı, doğrudan kullanıcının özeniyle orantılıydı.
Diyarbakır gerçek barışı 1515 ile başlayan Osmanlı Döneminde buldu ve hızla onarıldı. Yukarıda belirttiğimiz gibi konutun en eski örneği bu dönemden olup yerel yorumda değildir. Yaptıranın siyasal, ekonomik gücü, Hassa Mimarları yorumuyla somutlaşmıştır. Osmanlı Amida’sında güçlü bir “Lonca” düzeni vardı. Çeşitli esnaf gruplarının çarşılarını (yemenici, kuyumcu, bakırcı, puşucu, elbiseci vb.) anımsıyorum. Dökümcüler Çarşısında, çekiç seslerinin birbirine karıştığı Bakırcılar, Kalaycılar Çarşısından geçmek, demircilerin örs ve çekiçlerinden sıçrayan kıvılcımları seyretmek oldukça oyalayıcıydı. Sipahi Pazarında top keçeler, asılı abalar, kilimler, eyer ve koşum takımları, enli enli atkılar, Ulu Cami doğu kapısı önündeki satılık kitap sergisi bir dekordu, kültürdü, sanattı. Ancak bunlar basık, ufak, ensiz ahşap dükkânlarda çalışmaktaydılar. Balıkçılar Başından aşağıya (güney) inerken elleri boyalı puşucular, ipek şallar satar bir yandan da kaldırımda ip bükerlerdi. Tüm bunlara karşın sözgelimi bir esnaf hamamı,dua kubbesi veya Ahi Başı yapısı bilmiyoruz. Ulu Cami güneydoğusundaki esnaf kahvesi de günün modasına uymuş, cam yüzeyini arttırmış ahşap bir yapıydı ve besbelli özgünlüğü azalmıştı. “Ehli Süfyan”ın ayrı bir konut tipi ve semti olmadığı gibi, altı katı atölye, arkası depo ve üstü yaşamına ayrılan ev- atölye yapısı yoktur. Diyarbakır’da dükkânlar çarşıdadır, evler sokakta. Ana caddeye sıralı bu alanların, bunların arkasından konutlar başlar. Aralarında sadece seyrek olarak hamam ve çokça mahalle mescidi yer alır. Mescitleri daha çok siyasal, yönetsel kesime yakın halktan saygın ve etkin kişiler yaptırdılar. Etkinlikleriyle orantılıdır bu ürünleri. Zanaatkârların ekonomik güçlerinin kendi yaşamlarını sürdürebilmekten çok öteye geçmediği anlaşılıyor. O nedenle bir yemenicinin, terzinin veya puşucunun mescidi yok. Diyarbakır’da sokağa, mescide, mahalleye, çeşmeye, kısacası somut bir çevreye, yapıya çevrilmiş Ahi adı da yok. Oysa, sözgelimi Sivas’ta kaç tane var. Bunu, kentte ahi yok şeklinde yorumlamamalı. Tarih sel ve oturmuş bir kentte buna belki şans vermek daha fazla olmalı. Nedeni araştırılmalıdır. Ahi Baba’sının esnaftan biri olması ve Diyarbakır’da ayrı konut yorumlarının olmaması bir gerekçemidir bilinmez. Bu kesimin büyük çoğunluğunun gayrimüslim oluşu, sorun olmaması için devletin bu görevi (deneticilik) üstlenmiş olabilmesi şansı da gözardı edilmeyebilir. Nitekim yukarıda Kuyumculuk mesleğinin pirînin, Ahmet Çelebi olduğunu (Bektaşî) belirttik.
Diyarbakır ve Diyarbakırlılarda yaylak- kışlak düzeni yoktur. Bunlar göçeri terminolojisi veya bu yaşam biçiminden tam vazgeçilmese bile tümüyle uzaklaşmayanlara aittir. Oturanların geçim kaynağında ticaret, zanaat ve kuru tarım işi ağırlıklıydı. Kırsal kesim, sözcüğe çok uyarak kır idi, kurak idi, kara idi. Buğday, arpa gibileri ancak üretiliyordu. Traktör tarihinden önce köylerde, kerpiç evler, ahırlar, samanlık vb. bulunuyordu. Köylüyü çalıştıran veya paydaş eden sahipleri, kentte yine, bilinen yaygın konutlarda yaşamaktaydı ve zorunlu olarak yerel dili de kullanmaktaydılar. Ne kırsal kesim yaşam ve mimarlığı kente, ve ne de kentin yapı türü kırsal kesime yansıdı. Biri taşa, diğeri kerpiçe dayalı çok farklı ürünlerdi. Diyarbakır konutunun çekirdeği olan oda- eyvan ikilemi sadece Seyran Tepedeki bağ evlerine ve Mardin Kapı çıkışında Dicle Vadisi batısındaki köşklere yansıdı. Yukarı Mezopotamya, Suriye yapı birimi olan eyvan, bu coğrafik tanımda çok ve vazgeçilmez olarak kullanıldıysa da, Silvan’da, Mardin’de, Urfa’da (vb.) ayrı boyut, renk ve yorumlu kişilikteydiler.
Diyarbakır’ın soylu aileleri, kültür, sanat, edebiyattan yana okumuş ve toplumda bir adım ileride seçkin kişilerdi. Bunların evleri daha geniş, bakımlı ve zengin idi o kadar. bunlar konfor ve fiziksel tanımlardır. Oda sayısı artıyor, avlu genişliyor ve olsa olsa selâmlık ekleniyordu. İlmin, okumuşluğun verdiği alçak gönüllülük vardı. Kentli Türkçe konuşuyordu ve çoğunlukla Hanefiydi. Sade, duru, güçlü bir Akkoyunlu dili doyumsuzdu. Aşirete, tarıma dayalıların evleri daha büyük olup boyutu kapılarından bellidir. Burada bir konut agrandirmanından öteye ekonomik güç bilerek vurgulanmaktadır. Ahırlar, seyisler, abartılı, selâmlıklar, mutfaklar dikkat çeker. Soylusuyla, burjuvalısı arasındaki fark, Diyarbakır geleneksel konutlarının niteliğine değil, sadece niceliğine yansımıştır. Yöneticilerin 3 yapısı bu konuda yoruma yeterli değildir.
Yüzölçümü: 15.355 km²
Nüfus: 1.460.714 (2007)
İl Trafik No: 21
Isının 40-50 dereceye vardığı yaz günlerinin bunaltıcı sıcaklığından kurtulmak amacıyla gelişen düz damlı evleri ile tipik yöre mimarisinin günümüzde de yaşatıldığı Diyarbakır, uzun surları, Malabadi Köprüsüyle görülmesi gereken bir ildir.
İLÇELER:
Diyarbakır ilinin ilçeleri; Bismil, Çermik, Çınar, Çüngüş, Dicle, Eğil, Ergani, Hani, Hazro, Kocaköy, Kulp, Lice ve Silvan'dır.
COÐRAFYA
Diyarbakır, Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin orta kısmında, Elcezire'nin (Mezopotamya) kuzeyinde yer almaktadır. Doğuda Siirt ve Muş batıda Şanlıurfa, Adıyaman, Malatya kuzeyde Elazığ ve Bingöl güneyde ise Mardin illeri bulunmaktadır.
Diyarbakır, yeryüzü şekilleri açısından genelde dağlarla çevrili, ortası hafif çukurlaşmış görünümündedir. İl, Güneydoğu Torosların kollarıyla çevrilidir. İlin en yüksek dağı Muş sınırı yakınındaki Anduk Dağıdır (2830 m.)
Diyarbakır ilinde sert ve kurak bir yayla iklimi hakimdir.
TARİHÇE
Diyarbakır tarihinin, önceleri M.Ö.3000 yılına kadar uzandığı bilinirken, son zamanlarda Çayönü kazıları ile yapılan araştırmalar sonucunda uygarlık geçmişinin M.Ö.7500 yıllarına kadar uzandığı belirlenmiştir. Diyarbakır ve çevresinde Hurriler, Mitanniler, Hititler, Asurlar, Medler, Persler, Büyük İskender, Romalılar, Bizanslılar, Araplar, Selçuklular ve Osmanlılar hüküm sürmüştür.
NE YENİR?
Devasa boyutlardaki karpuzu ile tanınan Diyarbakır, yemek kültürü açısından da oldukça zengindir. Akşamın geç saatlerinde, tezgahlarda satılan cartlak kebabı olarak bilinen ciğer kebabı geleneksel yemekleri arasındadır.
Diyarbakır'ın en ağır yemeklerinden olan kibebumbar, işkembe ve bağırsakların et, pirinç, nane, biber ve tuz karışımı ile pişirilir. Bunların yanında içli köfte, çiğ köfte, bulgur pilavı, kaburga, keşkek, Kibukudur, lebeni, tatlılardan ise burma kadayıf ve Nuriye tatlısı ünlüdür. Üzümden yapılan pestil ve sucuk, otlu peynir, örgü peynir, sumak çokça yenen diğer yiyeceklerdir.
Diyarbakır'dan Yemek Tarifleri
Patlıcan meftunesi
Hazırlanışı: Bir tencere içinde yağda gerekli miktarda et iyice kızartılır, doğranmış sivri biber ilave edilir. Daha sonra salça ve pul biber iyice kızartılır. Az tuzlu suda doğranmış patlıcanlar bolca yıkanıp tencereye konur. Biraz pişirilir, doğranmış domatesler ilave edilir. Bir müddet sonra yemek kaynadıktan sonra, bir miktar süzülmüş sumak suyu ilave edilir. Yemek kaynatılır. Piştikten sonra ocaktan alınır. Ezilmiş sarımsak yemeğe katılır, servise sunulur.
Ekşili etli dolma
Hazırlanışı:
Dolma içi: Kuyruk tarafından seçilen yağlı etler küçük küçük doğranır, doğranmış soğan, sivri biber, domates, pirinç, baharat, tuz, pul biber, salça, sıvı yağ ile süzülmüş sumak suyu ile karıştırılıp dolma içi hazırlanır.
Daha sonra haşlanmış lahana ve oyulmuş patlıcan, kabak ve domateslerin içine doldurulup tencereye dizilir. Süzülmüş sumak suyu yeteri kadar ilave edilir, dolmaların dağılmaması için yassı bir taş dolmaların üzerine konur. Kaynayıncaya kadar pişirilir. Ocaktan alınır, tencerenin kapağı 15 dakika kadar açılmaz. Daha sonra servis yapılır.
İçli köfte
Köfte içi hazırlanması: Yağsız kıyma, ufak doğranmış kuru soğan, pul biber, baharat, kara reyhan ve maydanoz iyice kızartılıp pişirilir ve soğumaya bırakılır.
Bulgurun hazırlanışı: Köftelik bulgur ile döğme kırıntısı birbiriyle karıştırılıp biraz tuz ve sıcak su ilave edilir. Yarım saat bırakılır, köftelik hamur haline gelir. Köftelik iyice yoğrulur. Hazırlanan hamur yumurtadan küçük şekilde ayrılır, köfte içi açılır.
Pişirilmesi: İçi açılan köftelere hazırlanan iç doldurulup kapatılır. Kaynatılan suyun içine köfteler bırakılır. Köfteler kaynayan suda haşlanmış olarak su yüzüne çıkarsa pişmiş olur. Daha sonra yumurtalar kırılıp çırpılır ve haşlanmış köfteler yumurtaya batırılıp tavada kızartılır servise hazır hale gelir.
NE ALINIR?
El sanatları, hasır bilezik, kiniş gerdanlık, gümüş işlemeli nalın ve çekmeceler kuyumcuların beğenilen ürünleridir. Köylerden el dokuması halı ve kilim üretimi yapılmaktadır.
YAPMADAN DÖNME
Diyarbakır Surlarını gezmeden,
Malabadi Köprüsünü görmeden,
Eski Diyarbakır Evlerini görmeden,
Cahit Sıtkı Tarancı ve Arkeoloji Müzelerini görmeden,
Selim Amca'da kaburga yemeden, meyankökü içmeden,
Diyarbakır hasırı almadan
...Dönmeyin.
NASIL GİDİLİR?
Karayolu: Diyarbakır'dan hemen hemen Türkiye'nin her yerine otobüs ile yolculuk mümkündür. Otogar şehir merkezindedir. Yolcular şehir içi minibüsleri ile taşınmaktadır.
Otogar Tel: (+90-412) 221 10 27
Havayolu: Havalimanı: Şehir merkezine uzaklığı 3km.dir. Her gün düzenli olarak Ankara ve İstanbul'a uçak seferleri bulunmaktadır.
Hava Limanı Tel: (+90-412) 228 84 01 - 228 84 02
TESCİL EDİLMİŞ TAŞINMAZ KÜLTÜR VE TABİAT VARLIKLARI İLE SİT ALANLARI (AÐUSTOS 2005)
Sit Alanları
Arkeolojik Sit Alanı : 101
Kentsel Sit Alanı : 1
Doğal Sit Alanı : 1
Tarihi Sit Alanı : -
Diğer Sit Alanları
Arkeolojik ve Doğal Sit : 2
Toplam : 105
Kültür (Tekyapı Ölçeğinde) ve Tabiat Varlıkları : 462
GENEL TOPLAM : 567
İLETİŞİM BİLGİLERİ
İl Kültür Müdürlüğü
Tel: (412) 221 00 99
Faks: (412) 224 42 02
İl Turizm Müdürlüğü
Tel: (+90-412) 221 78 40
Turizm Danışma Müdürlüğü
Tel: (+90-412) 221 78 40 - 224 09 30
Diyarbakır Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü
Müdür: Sadrettin ÖZMEN
Adres: Kültür Sarayı Kat:6
Tel: (0412) 222 64 56
Fax: (0412) 224 12 66
Devlet Güzel Sanatlar Galerisi Müdürlüğü
Dağkapı Burcu
DİYARBAKIR
Tel: (0 412) 222 64 69
Faks: (0 412) 244 42 02
Diyarbakır Devlet Klasik Türk Müziği Korosu Müdürlüğü
Adres: Lise Cad. R.Ali Emiri Sok.
Eski T.M.O. Binası Zemin Kat
Diyarbakır
Koro Tel: (0 412) 224 60 14 - 15
Önemli Telefonlar
OHAL Bölge Valiliği: (+90-412) 228 63 00
Diyarbakır Valiliği: (+90-412)224 74 87
Belediye: (+90-412)224 11 55
Hastane: (+90-412)228 54 30-34
Polis: (+90-412) 248 83 55
Jandarma: (+90-412) 319 25 18
Gezilecek Yerler
Diyarbakır Müzesi
Adres: Ziya Gökalp Bulvarı - Diyarbakır
Tel: (412) 221 27 55
Faks: (412) 223 08 02
Hanlar, Kervansaraylar
Diyarbakır, Tarihi İpek Yolu'nun merkezlerinden olması sebebi ile önemli hanlara sahiptir. Deliller Hanı, Hasan Paşa, Çiftehan ve Yeni Han'da geçmişte olduğu gibi günümüzde de halı, kilim ve gümüş işleme satan dükkanlar bulunmaktadır.
Kervansaray
Mimarisi ve iç yapısı ile görülmesi gereken yerlerden biri olan Kervansaray, bugün restore edilerek otel haline getirilmiştir.
Malabadi Köprüsü:
Silvan ilçesi yakınlarında Batman çayı üzerindedir. Dünyadaki taş köprüler içinde kemeri en geniş olanıdır.
Çermik Termal Turizm Merkezi
Yeri: Diyarbakır-Çermik ilçe merkezinin doğusunda yer alır.
Suyun Isısı: 48oC
PH Değeri: 6,3
Özellikleri: Bikarbonatlı, Klorürlü, Karbondioksitli, Hidrojen Sülfürlü ve kısmen radyoaktif bir bileşime sahiptir.
Yararlanma Şekilleri: İçme ve banyo kürleri
Tedavi Ettiği Hastalıklar: Romatizma, deri, solunum yolu, kadın, eklem ve kireçlenme gibi hastalıklara olumlu etki yapar.
Konaklama Tesisleri: 100 yataklı tesis mevcuttur.
Cami ve Kiliseler
Cami ve Kiliseler
Tarihi ve mimari özellikleri ile muhteşem olan Ulu Cami, Nebi Cami ve Safa Cami Diyarbakır'ın en ünlü camilerdir. Selçuklu Sultanı Melik Şah tarafından yaptırılan Ulu Cami, orijinal dizaynı ve hem Bizans hem de daha eski mimari malzemeleri kullanması ile ilginç olup Türkiye'nin en eski camilerindendir.
Diyarbakır'ın 77 km doğusunda, Silvan'da 1185 yılında yapılmış, zarif görünümlü Ulu Cami, kemer kapıları ifade eden ince taş kabartmaları ile görülmeye değerdir.
Diyarbakır'ın önemli kiliseleri arasında Mart Thoma, Meryem Ana, Kırklar Kilisesi ve Mart Pityon Kilisesi sayılabilir. Meryem Ana Kilisesi, şehirde kalan az sayıdaki Süryani cemaati tarafından halen kullanılmaktadır.
Behram Paşa Cami (Merkez):
13. Osmanlı Valisi Behram Paşa tarafından yaptırılan cami, Osmanlı mimarisinin en güzel örneklerindendir. Caminin çok süslü minberi bir sanat harikasıdır.
Meryem Ana Kilisesi (Merkez):
VI. yy.dan kalma olup, zamanla birçok onarım görmüştür. Bizans devrinden kalma mihrabı, Roma biçimi kapısı ilgi çekicidir. Kilisede bazı azizlerin türbesi bulunmaktadır. Süryani Kadim Yakubi mezhebine ait olan kilisede bazı azizlerin tasvirleri bulunmaktadır.
Safa Cami (Merkez):
1532 yılında yapılan cami, Akkoyunlu eseridir. Eskiden bir kılıf içinde muhafaza edildiği söylenen minaresi oldukça zariftir.
Ulu Cami (Merkez):
İslam dünyasında beşinci Harem-i Şerif olarak bilinmektedir. Diyarbakır İslam ordularınca fethedildikten sonra, ildeki en büyük Hıristiyan tapınağı Mar-Tama kilisesi, M.S. 639 yılında camiye çevrilmiştir. 1091'de Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah zamanında tamir ettirilmiştir. 1115 tarihinde meydana gelen deprem ve yangında büyük hasar gören cami, 1240 yılında halkın yardımıyla onarılmıştır. Avlusundaki şadırvanları, çeşitli devirlere ait kitabeleri yönünden büyük değer taşıyan bu ilk İslam yapısı, kara taşlarla inşa edilmiştir.
Anadolu'nun en eski camisi olan Ulu Cami, çevresindeki iki medrese ve diğer yapılarla anıtsal yapılar topluluğu olarak günümüzde de dikkat çekmektedir. Plan olarak 705-715 yıllarında inşa edilen Şam'daki Ümmiye ve Emevi camilerine benzemektedir.
Şeyh Matar Cami (Merkez):
Dört ayaklı minare ve cami, Akkoyunlu eseri olup 1500 yılında Sultan Kasım tarafından yaptırılmıştır. Minare yekpare taş sütun üzerinde dört köşeli olarak inşa edilmiştir. Sütunların üzerinde fırınlanmış ağaç kullanılması da minarenin özelliklerinden biridir. Bir inanışa göre yedi defa sütunların arasından geçenin dileği kabul edilirmiş.
Diyarbakır Evleri
Diyarbakır Evi
Diyarbakır evinde, onu biçimlendiren elemanları (birimleri, ayrıntıları) tek tek inceledik. Şimdi bunları bir araya getirerek bütünü için son sözlerimizi belirtelim.
- Diyarbakır evinde ilk, yaşamsal, vazgeçilmez öğe avludur. Eyvan, oda, servis alanları bunu izler. Avlusuz Diyarbakır evi olmaz. Bu nedenle oda burada başlı başına bir yaşam birimi değildir. Avlu konutun gövdesi, diğerleri dallarıdır. Tek dal ile de olmaz. Diğer bir anlatımla Diyarbakır’da avlu- eyvan veya avlu-oda plânı olmaz. Parsel ne denli küçük olursa olsun avlu- oda- eyvan ve servis alanları bir bütündür. Bu nedenle Orta Asya Atlı Göçebe Kültürü “Yurt”u bundan ayrılır. O koşullar o kadarına elverdi. Güvenlik ve örtünme kavramında, o uygarlığı yaşayan atalarımızdan bir ayrıcalığımız yok. Çadırı kapamakla, sokak kapısını sürgülemede amaç ve kavram farkı yok. Gereç, boyut ve olay farklı, stepte yaşayanın sonsuz ufku burada avluyla sınırlanmış. Çünkü yerleşmiş ve mülkiyet (iyelik) duygusuna erişmiş. Her canlıda, her dönem ve uygarlıkta bu böyle. Türk’e özgü değil. Bu evlerin ilk örnekleri Hititlere, Hattilere dahası Çayönü (Diyarbakır- Ergani) ne kadar iniyor. (İ.Ö.~7000). Plân kurgusu, 3. boyut, örtü, ayrıntılar öylesine ortak ki! Subasmanını yükseltip alttan gelecek nemi bile onlar uygulanmışlar. Diyarbakır Ulu Camisini onarırken döşemesi altında aynı kanalları görmüş ve temizletmiştim. Diyarbakır evi Diyarbakır’ın anonim ürünüdür. Bu bölgenin kültür katmanıdır. O nedenle Türk Evi sözü uygun değildir.
- Diyarbakır evi suya, yeşilliği uzak değildir. Mahalle, meydan verileri avluya girer. Çeşme, ağaç yeşillik oradadır. Ağaçsız ev, gülsüz bahçe olmaz. Dut neredeyse şarttır. Boşuna mı Diyarbakır ipekböcekçilik endüstrisi kurmuş? İpekler, şallar, örtüler üretmiş, Tarım- hayvancılık ürünü dericiliği geliştirmiş.
- Diyarbakır evinde ailenin büyüklüğü parsele, oda sayısına yansır. Zengin biri bunlardan yoksununu yeğlemez. Etkin, edilgen ve saygın biri, yalnız evi değil semtini sokağını, dahası komşusunu bile seçer. Havuzu büyük, sayısı artar, haremliği selâmlığı oluşur. Servis alanı artar. Ancak süslemesi hemen hemen yine aynıdır. Öyleyse elbise büyüyüp küçülüyor. Özen ve takı neredeyse aynı.
- Diyarbakır evi temelinden damına kadar düşey taşıyıcılarda kâgirdir. O nedenle, ahşap karkasın elemanları (köşe pervazları, ahşap döşeme, pencere üstü, pervaz, terek, ahşap kaplama, yalıbaskısı vb.) yoktur.
- Sıcak iklim tavanları ara kat sığacak kadar yüksek tutulur. Bu nedenle üst tepe pencere değişik biçimde delikli havalandırma pencereleri (Dairesel, dilimli, dairesel dilimli damla vb.) yazlık kanatlar için sıklıkla kullanılır.
Tavan daima ahşap kirişlemelidir. Özendikçe sandıklananları, bezenenleri, koltuk pervazlarıyla, zenginleştirilenleri olur. Çok az yapıda kâgir düz tavan gördük. Saçaklar ya taş bingilere oturan Sal taşlı (daha zengin bir ürün) ya da, aynı taş bingilere oturan ahşap yastık ve kirişlidir. Örtü hep kildir.
Diyarbakır evinde genelde kışlıklar tek katlı olup kuzeyde sırtını bitişik parselin 2 katlı yazlığına dayar. İki katlı kendi yazlığı da güney komşusunun tek katlı kışlığına siper olur. Kuzey ve güney kanat çoğunluktadır. İklim buna zorlar. Parsel elverirse, oturanın zenginliğine göre kanatlar 3’e 4’de çıkar. Kat çıkmaları da buna ve ailenin kalabalığına bağlıdır. Kalabalık aile yeterli parseli arama durumundadır. O nedenle kişi sayısı, kültür düzeyi kendine uygun çeyreği, semti mahalleyi bulma gayreti içindedir. Böylece toplumsal bir seçim eleme (elektion) oluşur. Herkes dengine uyan çevresini arar. Varoşta oturanla, özel semt isteklisi aynı değildir.
- Diyarbakır evinde odalarda ısınma donanımı (zengin konağından en yoksununa kadar) yoktur. Baca (sadece mutfakta olmaz. yaygı, sergi, giyim, kuşam hep yündendir. Dışarıda karbondioksit atılmış meşe kömürü “köz” haline gelince mangalla içeriye alınır. Kışın bir masa, hamur tahtası veya o görevi yapan bir yükseltinin üstüne örtülen büyük yün battaniyeye bağdaş kuranlar yaklaşır, çevresini sarar, midesini örter, mangal alttadır. Sırtında hırka vardır. Ayak ısındımı vücut ısınır. Tek ocak mutfaktadır. Bu nedenle kış odası, mutfağa yakın, korunaklı, güneşe yönelik bol pencereli ve diğer yönüyle korumaklıdır. Bir yönü de sofaya açılır. Bu koşullarda besbelli kışlık kanatta sofa eyvana yeğlenmiştir. İç içe 2 oda da bu açıdan yararlıdır. Yaz etkenleri bunun tersidir, açılmak, gerekir. Eyvan sofaya, avlu eyvana yeğlenir. Sıcak arttıkça damda veya avluda yatılır. Pencereler buna göre azalır, çoğalır. Cumba buna göre yerini alır. Sokağa, onun doğrultusunda açılır. Komşuya rastlayan büyük duvar kapalıdır. Karşıda görüş,yoksa ancak pencere açılabilir. Odalar hemen daima sadece avluya açılır. Bu nedenle ister yaz ister kışlık olsun diğer 2 duvar sağır, üçüncüsü iç bağlantıya (sofa, eyvan veya diğer oda) açılır. Bu ara duvarlar eksendeki kapı ve 2 yanındaki birer pencereli, bu nedenle çoğu kez ahşap karkas, bazen inceltilmiş taş duvar olarak yerlerini alırlar. Ahşap kirişleme bunlara oturtulmaz.
- Tepe pencerelerinin görevi, yüksek tutulan üst yarıyı aydınlatmaktır. Açılır kapanır türde de değildirler. Renkli camlar yeğlenir. Dışta tel kafes vardır. Yazlık kanadın yuvarlak, doğramasız ufak üst pencereleri de böyledir. Oda kapıları ara duvarlarda camlı olup içeride perdeleri vardır. Kilitlenirler. Üst hızaları yanındakilerle uyumludur. İçe açılırlar ve oda birden algılanır. İki kanatlılar özenli yapılarda çoğunluktadır.
- Diyarbakır evinde ahşap ve tuğla döşeme yoktur. Sal taşı kaplılar. Eyvanlarda çoğunluktadır. Odaların taşlığına (seki altı) da uyarlanabilir. Kışlık odada döşeme Sal taşlı olmaz. Horasan harçlıdırlar. Yazlık konutta bazı Sal taşlı odalar bilinçli olarak yapılmışlardır.
- Hemen daima odalar, sofalar, eyvanlar, ister yazlık, ister kışlık avludan 50 cm’den başlayarak 1,00- 1,70 m’ye kadar yükseltilirler.
- Duvarlarda doğramasız ve doğramalı ufak dolaplar (taka), örtü, örtülen yüklükler vardır. Yarım daire kesitli, bazen önü dairesel dilimli taşkın tablalı, üstü mukarnas dizisiyle örtülü alçı süslemeli girintiler vardır. Örtülmezler çünkü süs öğesidir. Ne işe yaradığı tam olarak bilinmez. Ailenin bir iki fotoğrafı, ufak bir aynadan başka görevi olmasa gerekir. Gaz lambası da gömmemek koşuluyla konabilir. Önü ceviz doğramalı az sayıda dolap gördük. Yalnız 2 evde köşede üst katta alçı saf vardı.
- Odaların özellikle taşlık bölümünde yan veya çoğunlukla kapıya karşı gelen duvarında teğet kemerli, süslü girintiler (dolap) vardır. Yan duvarda iseler, oda- sofa- oda birimi gibi bunlar da yandakileri ufak ve alçak, ortadaki enli ve üstü yüksek üçlü birimdedirler. Yerden ~80 cm yukarıda başladıkları için her birinin altında daha ufak dolapları da bulunur. Bunların görevi oda eşyalarının toplanması içindir. Ortada döküntü bırakılmaz.
- Diyarbakır evinde helâlar, avluda ve az sayıda sokağa çıkmalı olarak sahanlığın başlangıcındadırlar. Odalarda gusulhane, kapıyı izleyen, görüşü kesen özel bölmeler, ahşap ranza türü yüklükler, parmaklıklar yoktur kapı genelde köşededir. Köşeye 450 konanları olmaz.
- Diyarbakır odasında ahşap dolaplı bölme yoktur. Kapıdan girince bütününü algılarsınız. Yalnız bir evde, taşlıkla bir basamak yükselen oturma kesimi arasında ahşap alçak parmaklık gördük ve çizimimize yansıttık.
- Diyarbakır odasında sadece 1 evde içeride yazıt vardır. Diğerleri eyvan, kapı üstü ve avlu yüzünde yer alır.
Evlerde Yaşam
Sokak kapısından başlayarak Diyarbakır konutlarında her yerde olduğu gibi ayrı bir dünya, düzen zevk ve anlam olduğuna değinmiştik. Avlu evin tek odağıydı. Görev burada başlar, buradan dağılır ve sonuçta yine burada toplanırdı. Hamal, sırtında küfesiyle evin erkeğinin arkasından erzağıyla gelince bunları yerine yerleştirmek, türlerine göre ayrı yerlere koymak hanımların göreviydi. Yaz ve sonbahardan özellikle yakacak ve bal, pekmez, yağ, şeker, bulgur, pirinç, mercimek gibi ana yiyecekler satın alınıp küplerde vb. korunurdu. İmece ile yapılan salça, şehriye, erişte, buğdayın öğütülmesi, yaprak ve dolma kurutulması, örgü peynir, kavurma, sucuk evde yapılmaktaydı. Bu yönüyle ev bir atölye ve üretme hazırlama merkeziydi.
Mutfak doğrudan avluyla bağlantılı ve düzayak girilirdi. Ocaklarda odun yakılır, kazan tencere kaynar, odun kömürü maltızlarda kullanılırdı. Gazla çalışan prümüs ocakları daha sonraları yaşamımıza girdi. Evin hanımı, ninesi vb. pirinci odada ayıklar, hamuru halıya diz çöküp yoğurur, mayasını katıp, üstünü örterek sıcak yerde ekşimeye bırakırdı. Yere örtü serilir. Hamur tahtası konur, bakır kablarda yemek yenirdi. Ekmek torbası saygıya özenle açılır, dilimler dağıtılır, sonra bayatlamaması için yine örtülürdü. Bulaşık mutfakta yıkanmaktaydı. Topukları kızarmış çocuklar, gelinler tulumbadan su doldurur onlara taşırlardı. Elbet kış günleri buraları soğuktu. Yünlü elbiseler, hırkalar, yün çoraplar patikler giyerlerdi. Takunyalar avluda kullanılıyordu. Kilerde tel dolap, yiyeceklere ayrılır, kışlık besinler, bodrumda tereklere sıralanmış küplerde korunurdu. Bununla yetinmeyen bazı konutlarda burada 2. bir kuyu veya yere gömülmüş küp yaz ve kış gece ve gündüz ısı farkı az değişen konforu sağlarken, özel yiyecekler beklemesi zor besinler veya çabuk soğuması istenen yiyecekler, ucun ucun buradan alınırdı. Ancak buna karşın Cami Kebir Mahallesi Müze Sokak 25 bodrumsuz evlerde vardır. Bunların, bazı yiyecekleri, hiç yoksa geniş sepetlere koyup, suya değmeyecek şekilde kuyuya iple sarkıtma şansları vardı.
Oda ayrı bir dünya idi. Kuzey kanat kışın güneş görür, güney kanat yazın serin olurdu. İkisi arasında sürekli taşınma kaçınılmazdı. Ara katlar daha korunaklıydı. Evin yaşlıları elbet burayı yeğlemekteydiler. Yaygı ve sergiler, çoğunlukla yündendir. Yemeğini hazırlayan, temizliğini bitiren hanımlar burada toplanır, karbondioksiti atılmış odun kömürü mangalla içeriye alınır, külle örtülür ve odanın ortasına konurdu. Ninenin kenarını açıp sıcak küle sürdüğü cezve, torunu için gömdüğü patates, sallanan beşik, kapıya asılmış kilim, doğramaların kenarına yapıştırılmış kağıt veya hamurlu bezler, ayaklarını altına alıp sedire kurulmuş başörtülü nineler, ellerinde mekik, şiş veya kasnaklı çeyiz düzen gençler kızlar, yün çorap onaran anneler odanın ayrılmaz, sahipleriydi. Kedi sobanın kenarına kıvrılıp yatar, sıcaktan gevşer, yarı uyanık, ayaklarını öne uzatıp gerinirken, olabildiğince esnerdi.
Yastıklar hemen daima beyaz kırlentliydi. Uçlarına dantel örmek, gençlerin göreviydi. Dantel perdeleri, masa ve sehpa örtüleri, renkli iplikle dokunmuş işlemeleri konuklara göstermek en büyük zevkleriydi. Hele bir de sesi güzel olan, sohbeti tatlı olan, taklit yapan, hikâyeler anlatanlar varsa söyleşiye doyulmazdı. Bu kapalı ekonomide sözlü edebiyat ve müzik çok önemliydi. Sabah erken saate (imsak- namaz arası) sokak kapısını süpürüp yıkamakla başlayan, sobayı yakıp çayı hazırlamakla, evin erkeğini ve çocukları uğurlayıp yemek kaygısına koyulan, öğle üstü aç gelip anne yemek! diyen yavrulara sofra kurmak her günün kaçınılmaz zorunlu işleriydi. Kalabalık ailede ev işlerinden her birini ucundan biri tutar, yemek sonrası yorgunlukları bu kez ev gezmeleriyle tamamlanırdı. Çamaşır ayrı bir zorluktu. Mutfakta kazanda su kaynar, içine Öküzbaşı marka çivit veya odu külü atılır, bazı çamaşırlar bunda iyice yumuşatılırdı. Sonra oturak tahtasına oturan hanımlar, leğende sıcak suyu büyük kepçelerle alarak çamaşırı ova ova yıkar, buz gibi suda yıkar ve ipe asarlardı. Kışın odada kurutmaları gerekirdi. Kömürlü ağır demir ütüler vardı. Bir yandan sıcak diğer yandan soğuk su içinde kızaran eller, bükülen beller, kızaran topuklar ve yanaklarla bu her hafta yapılırdı.
Kaç evde hamam vardı ki? Haftanın belli günü natır gelir, çamaşırları alır ve hanımlar, hamama giderlerdi. Helâlar hemen hemen girişe en yakın yerde olup sıcak odadan ulaşmak ne denli tatsız ancak zorunluydu. Alaturka helâ nedeniyle evde kedi beslemek zorunluydu. İki katlı evlerde merdivenin bitip sahanlığın başladığı yerde gömme helâlar sanki daha havadar değil miydi? İbrikle su taşıyıp yıkanmak uzun yaz günlerini geçirmek, ikindiden sonra avluyu yıkayıp geceyi daha serin geçirmek, hele cibinlikli tahtlarda gece uykusunun zevkine doyum olmazdı. Tüm bu artı ve eksileriyle burada yaşam böyleydi. Bunun için ayrı bir dünyaydı. Taşıyla, duvarı, avlusu kuyusu, odası ve eyvanıyla birbirini bütünleyen fiziksel ortam ve içinde yaşayanlarla kendine özgüydü. Artık çocuklarımız bunları ancak duyacak, ondan sonrakiler bundan da yoksun yetişecekler. Bu bir yaşam biçimidir. Kuralları kendi içinde insanla beslenen, renklenen, anlam kazanan sevecen üretken, zor, ancak anlaklı bir dünya ve işte bu da böyle bir dünya. Kendi gitti tadı kaldı bizlerde.
Kentin Kimliği
Siyasal tarihini yukarıda özetlediğimiz Diyarbakır’ın sosyal, kültürel, ticaret ve inanç gibi yönlerini hiç yoksa yüzyıllarla haritalara dökmedikçe, bunların yansıyacağı mimarlık çevresini çözemeyeceğiz. Evliya Çelebi, gördüğü yapıları belirtiyor ve günümüze uyuyor. Ancak sözgelimi belgelere dayanarak çıkarılan mescit, hamam gibi yapıların rakamlarına bakıldıkça ve mevcutlar buna eklendiğinde ~1,5 km2 lik sur içine yollar, meydanlarla birlikte bunların nasıl sığacağını düşündürüyor. Bunlar genel bir dizin olup, hepsinin birden varlığını kabul etmek çor. Yıkılanların yerine yenileri yapılmış olmalı. Bir devingenlik var ki Kanunî günlerinde, 25 yıl arayla 2. sayıma gerek görüldü. Bu hızlı değişimin konut mimarlığına nasıl yansıyacağı da ayrı bir sorundur. Yenileri yapılırken, yorum değişmeleri de izlenemiyor. Bu nedenle en yaşlısından daha eski Diyarbakır konutu için varsayımlar başlıyor. 16. yy’a inen Şehzadeler Konağı, onun batısındaki ve İskender Paşa’nın 3 kubbeli yapısı siyasal gücün ürünüdür. Hemen bunun yanında, İskender Paşa’nın kendi haremlik binası veya Şehzadeler Konağı doğu bitişiğindeki yine haremlik evin aynı yüzyıla indiği bilinmiyor. Hassa Mimarlık Ocağının ürettiği bir yapı kadar güçlü değildir bu konutlar. Halkın kendi olanaklarıyla, ekonomik gücüyle ve o dönemdeki istekleriyle ilişkilidir bu ürünler. Ailenin boyutlarıyla yakın bağı vardır. Doğum, ölüm, miras gibi kaçınılmaz olaylar bunların boyutlarını, özellikle bakımını yakından ilgilendirir. Çok köklü bir aile, anılarına o denli bağlı kalarak bu konutlarda yaşamını sürdürmedikçe, bunların 200- 300 yıldan daha fazla dayanacağını sanmamak gerekir. Öyleyse 400 yıl önceki konutun bunun yorum, tasarım olarak (üslûp) aynı olduğunu kestirmek zor. Diyarbakır’ın bir şansı, çok daha ömürsüz olan ahşap yerine bunların taş, dahası bazalt oluşu.
Amida’nın 638’de İslâm Arap dünyasının eline geçmesi arkasından, ne kadar sürede bir “Müslüman Kenti” görünümüne girdiğini bilmiyoruz. Yunanlıların İzmir’e girdiklerinde Hükümet Binasına kendi bayraklarını asmaları veya Fatih Sultan Mehmet’in ilk Cuma namazını Ayasofyada kılması kadar günlük bir olay değil. Bu kimlik değişimi çok ince dengelere oturuyor. Birikim, deneyim, süre, ilgi, güç ve bilinç istiyor. Bunu çok iyi bilen Fatih Sultan, kentin hemen onarımını isterken değişim sürecini başlatmış oluyor. Diyarbakır’da da bu değişim belgelere yansımıyor. Ancak; yukarı Mezopotamya’nın bu önemli ve tarihsel kenti, Yukarı Suriye coğrafya ve kültür alanı içinde olsa bile, kendine özgü bir bütün ve kendine özgü mimarlık yorumunda olduğu anlaşılıyor. Sözgelimi Gazi Antep’e, Adana’ya yansıyan minare şerefesi burada görülmez. Artukluların uydukları “Mardin, Kızıltepe Ulu Camileri gibi enine plânlı bir örnek Silvan’da var da Diyarbakır’da yok. Sur için sıkışmış olmak mı buna elvermedi bilinmez. Amida’nın bu dönemde mimarlık çevresi olarak Araplaştığına buranın coğrafyasının ve çok belirleyici olan yapı gerecinin de olanak tanımadığı anlaşılıyor. Dantelli bir kemeri Zinciriye Medresesi dışında başka yerde göremiyoruz. Konut mimarlarının bu yeni sahiplere, alıştığının dışına çıkarak, sıcak baktığını sanmamak gerekir. Ancak bunu söylerken Diyarbakır konut mimarlığının kesin olarak o dönemde de, gördüklerimiz türünde veya çok yakın olduğunu belgelere dayanmadıkça söylemek ancak bir varsayım. Arap halkının bu tarihsel kenti, kentin sosyal kimliğini değiştirecek ölçüde bir göçü gerçekleştirmediği sezgisindeyiz.
O kadar değilse bile belli kaygılar, kentin Oğuz boylarına açıldığı günlerden, Osmanlılara geçtiği 1515’e kadar da sürüyor. Giderek katlanılmaz boyutlara erişen batıya göç karşısında, Büyük Selçuklu Sultanının, Küçük Asyayı yeni yurt edinme politikası “Anadolu ve Turcia” kavramlarını yarattı. “Atlı Göçebe” olan bu süvari alpleri toprağa bağlama politikası dünya çapında üstün bir yerleştirme “İskân” aşamasıdır.
Belgeler, bilgiler, bu göçebe topluluğun kırsal kesimde, gözden biraz uzak, ürkütmeden, koloniler, kurması şeklindedir. Bir dervişin, şeyhin alpin çevresinde, palasını aba altında gizleyen, barıştan, insanlıktan yana, kendi kendine üretken kümeler oluştu. Bunları yeni göçler yeni birimler izledi ve Hacı Bektaş, Seyit Gazi, Hacim Sultan gibi dinsel odaklar giderek doğdu. Bunlar yavaş yavaş gelişirken, kentleşmeye başlamış da olmalılar. Diyarbakır ve çevresinde bu denli önemli odak olmadı. Çünkü burası yol üstü idi. Günümüzde en yakın ziyaretler, Bitlis Vadisi ağzındaki Veysel Karanî, Mardin yolundaki Sultan Şeyhmus olup etkinlikleri çok sınırlıdır. Sadece birer mezardırlar. Kaldı ki Karanî’nin asıl mezarı, bugün Suriye sınırları içinde olup buradaki bir “makam”dır. Amida sur içinde, güçlü bir tarikat odağı bilmiyoruz. Bu, tarikat ehli yok anlamına gelmiyorsa da Balıklı Mescidi (Bektaşi veya İpariye Medresesinin) dinsel etkinlik boyutları sınırlı olsa gerek. Kavis Köşkü ve ona bağlı hikâye herkesçe bilinmektedir. Kapalı bir Orta Çağ kenti özelliğini Diyarbakır, 19. yy. 2. yarısında, dışa taşmaya başlayana kadar korudu. Bu inanç dünyasının sivil yapı olarak kente nasıl yansıdığı bilinmiyor. Balıklı Mescidinin verdiğimiz rölövesinden anlaşılacağı gibi, diğer mescitlerden hiçbir ayrıcalığı yok. Kavis Köşkü, Pamuk Köşkünden, Saman Köşkünden çok farklı değil ve herhalde bir süs olarak değil, gözden uzak olduğu için zaman içinde bu görevi üstlendi. Bu yoldan çıkarak, bu tarikat ehlinin, diğer hocaların, şeyhlerin oturdukları evlerin, diğerlerinden farklı olduğunu sanmıyoruz.
Çevrede, Türklerin gelmesiyle yeni oluşan köy, veya eski köyün büyümesi gibi toponomik bilgiler olmadıkça, bu atlı göçebelerin Amida’ya gelip burada nasıl oturur olduklarını anlamak zor. Yün ve dokuma sanatını, eyer ve koşum takımı üretimini çok iyi bilen, sözlü, müzik ve edebiyatla da dolu bu savaşçı alp süvariler, birden nasıl piyadeden de öteye oturur olabilirlerdi? İç Asya, Orta Asya Türk Dünyası döneminde, etkili olan Budizmin, 3 ay minderinden kalkmayan, et yemeyen anlayışı Türklere hiç uymadığı için, etkisi çok az ve kısa oldu. Bu Oğuzların kısa sürede tarımı öğrenip kırsal kesime yerleşme şansı da pek pratik gelmiyor. Ancak, boy boy, akın akın, Anadolu’ya gelen Oğuz boylarından, bu çok önemli kentin gerekli payı almaması da olanak dışı. Öyleyse bunlar, kısa sürede, ister kırsal kesimde, ister kentte, yerleşik olmanın zorunluluğunu hemen kavradılar ve üstün zekâlarıyla uyum sağladılar. Gelen Türklerin çoğunluğunun öncelikle asker veya yöneticiliği yeğlediğini düşünmek gerekir. Ancak, artık bu ülkenin yeni sahipleri bilincinde iseler, diğer dallara, özellikle ticarete de et atmaları gerekiyordur. Yerel zanaatkâr kesime nasıl yaklaşıp onlarla nasıl kaynaştıklarını ve bunun ne kadar zaman aldığını bilmiyoruz. Hiç bilmedikleri yapı gereç ve tekniğine uyum, daha fazla süre almış olmalı. Bu nedenle konuttan yana üretken değil uzun süre müşteri kaldılar. Kendi evlerini bile yapmadılar, yaptırdılar. Geldikleri ülkelerin mimarlık yorumlarının kente yansımadığı anlaşılıyor. Bu ancak Anadolu için, Moğol dönemiyle ilgilidir ve belli yönetsel kişi ve kentlerden öteye (Konya, Sivas, Amasya gibi) geçmez. Anlaşıldığı kadarıyla o günün siyasal haritasında Amida, Moğollar için bir taşra kentinden öteye geçmedi ve iyi ki böyle oldu.
Saldırgan Moğollar, Anadolu’yu bir gelir kaynağı olarak gördüler. Sömürdüler. Kısa sürede kaynakların tükenmesi, onların buradaki siyasal ömürlerinin sonunu hazırladı. Oysa Küçük Asya’yı yeni ülke hedefleyen Büyük Selçuklu Sultanı 2 yüzyıl öncesinde bunun çok tehlikeli bir yol olduğunu biliyor ve boyları ona göre bilgilendiriyordu. Oğuz boyları bu yeni vatanda, ne kentliye ne köylüye dokundular. Sessiz, sakin yerlerde odaklarla başladı komşulukları ve güven verdikçe bağları gelişti. Aynı yöntemin kentte, yönetim, memur kadrosu yanında zanaatkâr kesime de uygulanmış olması gerektiği bilincindeydiler. Bildikleri dokuma sanatı, bu eskilerle kaynaşma kapısını kısa sürede ve ciddi boyutlarda aralamış olmalı. Demircilik ve bakırcılığın bunu izlediğini kuşku yok. Ancak Osmanlı günlerinde bile sözgelimi 18. yy. başında kentte kaç kuyumcu olduğunu bilmiyoruz. Yapı ekibi de böyle. Kaldı ki göçeri düzenin kurulan, sökülen çadır dışında yapı bilgisi çok sınırlı. O nedenle mimarlık alanında, belirleyici, yönlendirici etkinliklerini düşünmemek gerekir.
Akla gelen ve pratik olan ilk iş, Oğuzların, boş buldukları evlere yerleşmeleri şeklindedir. Bizce bu tarihin her döneminde böyle olmuş olmalıdır. Nitekim 4 kardeşin doğup büyüdüğü evi de babam, devletten “metruk= terkedilmiş” olarak aldığını anlatmıştı. Bu gayrimüslim eve yeni sahibi olarak bir Müslüman aile yerleşti. Kurgusundan dekorasyonuna kadar hiçbir şey değişmedi. 1935- 36’larda eve, yarım masura su almak, avlu kaplamasını onartmak günün olanaklarından yararlanmak demekti.
Bir kentin kimlik değiştirmesi zamana bağlıdır. Anadolu Selçuklularının kente egemenlikleri çok kısadır. Bu süreçte Sultan Şücaeddin Kümbet ve Çeşmesi dışında başka yapı bilmiyoruz. Ulu Caminin onarımına B. Selçuklular da el atmıştı. Bunlar halkın değil, siyasal gücün atılımlarıdır. Amida’da Karakoyunlu yapısı da yoktur. Onlar siyasal tarihlerinin ötesine geçemediler. Türk Dönemi içinde Artuklulardan sonra en etkin güç Akkoyunlulardır. Ancak belgeler de bu döneme fazla ışık tutmuyor. İç Kalede, şimdiki Saray Kapısından girişte az ileride sağda (güney) olduğu belirtilen ve zamanla yok olan Akkoyunlu Hamza Bey Mescidi, bu dönemin en eski dinsel yapısı olmalı. Dörtyol’daki Akkoyunlu Nebi Camisi, Gazi Caddesi genişletilirken yıktırıldı. Şimdiki Cami Osmanlı ürünüdür. Günümüze erişen mescitlerden Ömer Şeddat, Balıklı (yok oldu), Kadı, Şeyh Yusuf, Hoca Ahmet, Lâle Bey, Tacettin, İbrahim Bey, Hacı Büzrük ile Kasım Padişah ve Parlı Camileri onlarındır. Dinsel yapıların bakım ve onarımına, halkın desteği de olduğu için günümüze gelebildiler. Bunların dışında hiçbir sivil veya resmi yapı gelebildiler. Bunların dışında hiçbir sivil veya resmi yapı kalmamıştır. Konut, kuşku yok ki bunların en ömürsüzü idi ve yaşı, doğrudan kullanıcının özeniyle orantılıydı.
Diyarbakır gerçek barışı 1515 ile başlayan Osmanlı Döneminde buldu ve hızla onarıldı. Yukarıda belirttiğimiz gibi konutun en eski örneği bu dönemden olup yerel yorumda değildir. Yaptıranın siyasal, ekonomik gücü, Hassa Mimarları yorumuyla somutlaşmıştır. Osmanlı Amida’sında güçlü bir “Lonca” düzeni vardı. Çeşitli esnaf gruplarının çarşılarını (yemenici, kuyumcu, bakırcı, puşucu, elbiseci vb.) anımsıyorum. Dökümcüler Çarşısında, çekiç seslerinin birbirine karıştığı Bakırcılar, Kalaycılar Çarşısından geçmek, demircilerin örs ve çekiçlerinden sıçrayan kıvılcımları seyretmek oldukça oyalayıcıydı. Sipahi Pazarında top keçeler, asılı abalar, kilimler, eyer ve koşum takımları, enli enli atkılar, Ulu Cami doğu kapısı önündeki satılık kitap sergisi bir dekordu, kültürdü, sanattı. Ancak bunlar basık, ufak, ensiz ahşap dükkânlarda çalışmaktaydılar. Balıkçılar Başından aşağıya (güney) inerken elleri boyalı puşucular, ipek şallar satar bir yandan da kaldırımda ip bükerlerdi. Tüm bunlara karşın sözgelimi bir esnaf hamamı,dua kubbesi veya Ahi Başı yapısı bilmiyoruz. Ulu Cami güneydoğusundaki esnaf kahvesi de günün modasına uymuş, cam yüzeyini arttırmış ahşap bir yapıydı ve besbelli özgünlüğü azalmıştı. “Ehli Süfyan”ın ayrı bir konut tipi ve semti olmadığı gibi, altı katı atölye, arkası depo ve üstü yaşamına ayrılan ev- atölye yapısı yoktur. Diyarbakır’da dükkânlar çarşıdadır, evler sokakta. Ana caddeye sıralı bu alanların, bunların arkasından konutlar başlar. Aralarında sadece seyrek olarak hamam ve çokça mahalle mescidi yer alır. Mescitleri daha çok siyasal, yönetsel kesime yakın halktan saygın ve etkin kişiler yaptırdılar. Etkinlikleriyle orantılıdır bu ürünleri. Zanaatkârların ekonomik güçlerinin kendi yaşamlarını sürdürebilmekten çok öteye geçmediği anlaşılıyor. O nedenle bir yemenicinin, terzinin veya puşucunun mescidi yok. Diyarbakır’da sokağa, mescide, mahalleye, çeşmeye, kısacası somut bir çevreye, yapıya çevrilmiş Ahi adı da yok. Oysa, sözgelimi Sivas’ta kaç tane var. Bunu, kentte ahi yok şeklinde yorumlamamalı. Tarih sel ve oturmuş bir kentte buna belki şans vermek daha fazla olmalı. Nedeni araştırılmalıdır. Ahi Baba’sının esnaftan biri olması ve Diyarbakır’da ayrı konut yorumlarının olmaması bir gerekçemidir bilinmez. Bu kesimin büyük çoğunluğunun gayrimüslim oluşu, sorun olmaması için devletin bu görevi (deneticilik) üstlenmiş olabilmesi şansı da gözardı edilmeyebilir. Nitekim yukarıda Kuyumculuk mesleğinin pirînin, Ahmet Çelebi olduğunu (Bektaşî) belirttik.
Diyarbakır ve Diyarbakırlılarda yaylak- kışlak düzeni yoktur. Bunlar göçeri terminolojisi veya bu yaşam biçiminden tam vazgeçilmese bile tümüyle uzaklaşmayanlara aittir. Oturanların geçim kaynağında ticaret, zanaat ve kuru tarım işi ağırlıklıydı. Kırsal kesim, sözcüğe çok uyarak kır idi, kurak idi, kara idi. Buğday, arpa gibileri ancak üretiliyordu. Traktör tarihinden önce köylerde, kerpiç evler, ahırlar, samanlık vb. bulunuyordu. Köylüyü çalıştıran veya paydaş eden sahipleri, kentte yine, bilinen yaygın konutlarda yaşamaktaydı ve zorunlu olarak yerel dili de kullanmaktaydılar. Ne kırsal kesim yaşam ve mimarlığı kente, ve ne de kentin yapı türü kırsal kesime yansıdı. Biri taşa, diğeri kerpiçe dayalı çok farklı ürünlerdi. Diyarbakır konutunun çekirdeği olan oda- eyvan ikilemi sadece Seyran Tepedeki bağ evlerine ve Mardin Kapı çıkışında Dicle Vadisi batısındaki köşklere yansıdı. Yukarı Mezopotamya, Suriye yapı birimi olan eyvan, bu coğrafik tanımda çok ve vazgeçilmez olarak kullanıldıysa da, Silvan’da, Mardin’de, Urfa’da (vb.) ayrı boyut, renk ve yorumlu kişilikteydiler.
Diyarbakır’ın soylu aileleri, kültür, sanat, edebiyattan yana okumuş ve toplumda bir adım ileride seçkin kişilerdi. Bunların evleri daha geniş, bakımlı ve zengin idi o kadar. bunlar konfor ve fiziksel tanımlardır. Oda sayısı artıyor, avlu genişliyor ve olsa olsa selâmlık ekleniyordu. İlmin, okumuşluğun verdiği alçak gönüllülük vardı. Kentli Türkçe konuşuyordu ve çoğunlukla Hanefiydi. Sade, duru, güçlü bir Akkoyunlu dili doyumsuzdu. Aşirete, tarıma dayalıların evleri daha büyük olup boyutu kapılarından bellidir. Burada bir konut agrandirmanından öteye ekonomik güç bilerek vurgulanmaktadır. Ahırlar, seyisler, abartılı, selâmlıklar, mutfaklar dikkat çeker. Soylusuyla, burjuvalısı arasındaki fark, Diyarbakır geleneksel konutlarının niteliğine değil, sadece niceliğine yansımıştır. Yöneticilerin 3 yapısı bu konuda yoruma yeterli değildir.
Yorum