Sayın Başbakan, üç çocuk yapın diyor her aileye. Üç haftadan beri, her akşam bir çocuk yatıyor bizim apartmanın kapısında. Biliyorum: Duvarlar, duvarların üstüne tel örgüler çekilmiş, bazen de elektrik verilmiş, yetmeyip kapısına özel korumalar dikilmiş sitelerde oturanlara tuhaf, hatta inanılmaz gelebilir...
Başbakan da Kasımpaşa’da oturduğu yılları unutmuş olabilir...
Ama Türkiye’de insanların çoğu, eskiden olduğu gibi dış kapısında ziller bulunan, çalınca “otomatiğe” basılıp açılan, girişi de yekpare değil, kırık mermer parçalarıyla karılmış ve merdivenleri daima çarpık, trabzanı her zaman ahşapla kaplı olmayan apartmanlarda otururlar.
Böylesini sever ve simitçiye ve bozacıya ve kağıt helvacıya, hâlâ otoyol kenarlarından satın alınan, el örgüsü söğüt sepet sallandırırız biz...
***
Belki de böyle bir apartmanda oturduğum içindir ki, kimse kovmadı o çocuğu.
Tinercidir dellenir, hırsız olur, katil olur, evlerimizi soyar, mülkiyet sahiplerini boğazlar, kiracıları telef eder diye korkmadık hiçbirimiz. Hatta okul çağında çocukları olanlar bile ürkmedi varlığından.
Geceleri el ayak çekilince geliyor, sabahları geç gidiyor.
Geceyarısını bir iki saat geçe, benim tekir güzeli, karnı doyup kanepenin üzerinde sere serpe uyuduktan sonra, mahallenin tek iğdiş edilmemiş erkek kedisi olmak kolay mı, mart nöbetine çıkmak üzere, beni de yanına alıp asansörle indiğinde ve kapıyı zatıma açtırıp dışarı fırladığında, oracıkta yatıyor o çocuk.
Bazen de sabahları, dokunmadan geçiyoruz yanından.
Üstünden atlamak zorunda kalmıyoruz.
Kapı ile duvar arasına, rahatsız etmeyecek biçimde sığınıyor.
Öylece, soğuk betonun üzerinde yatıyor ve altına, çalınmasın diye paspas yerine koyduğumuz lime lime halı parçasını çekiyor.
Yüzünü hiç görmedim. Ayaklarını görüyorum yalnızca.
Utandığından mıdır, kirli parkası yüzüne çekili oluyor hep.
Ayaklarına yetmiyor parka.
Plastik bir çift sandalet içinde çorapsız.
Dikkatle baktım, elbette kirli, ama incecik, 39 numaradan büyük olmayan zarif ayaklar. Belki yüzü de güzeldir, kimbilir...
Doğuştan asil kapıcımız, hani kat sahipleri yönetici seçemediği için yıllarca apartmanı yöneten ve buna rağmen şımarıp tepemize çıkmayan Recep Efendi’den, neyin nesidir sorup öğrenmesini istedik.
Rapor verirken, gözleriyle çocuk için merhamet istiyordu Recep:
Ne tinerciymiş, ne marjinal.
Sadece, 18 yaşına geldiği için atılmış, büyüdüğü yetimhaneden.
Bilmiyordum, öyleymiş adet. Meğer Türkiye, yetimlerini 18 yaşına kadar “yetiştirir;” işsiz, aşsız ve belki bir iş, biraz aş bulabileceği bir meslek eğitimi bile vermeden, ne usta, ne çırak, nasıl doyacak, nasıl yaşayacak diye meraklanmadan salarmış sokağa, atarmış yetimhanelerinden!
***
Fransa’da yetimhane çocuklarına “milletin gözbebeği” (pupille de la nation) denir. Bu çocukların kapanmaz yaraları, ana baba yoksunluğu, en varsıl olanın ancak ulaşabileceği bir eğitimle telafi edilir. Hepsi önce devlet memuru olurlar ve aralarından bakanlar, valiler, polis müdürleri çıkar, bazıları bu görevlerden iş adamlığına atlarlar.
Sayın Başbakan üç çocuk yapın diyor, her aileye.
Başbakan yapın dedi diye çocuk yapacaklar, herhalde bizler değiliz. Kimler yapacak? Bugün zaten bir gözlük evde dokuz çocuk doğuran ve bakamayınca yetimhane kapısına bırakanlar...
Türk basını,
6 Nisan 2008: SHÇEK, yine!!! bir çocuk tecavüzüyle sarsılmış. Anne babasının “Bakmak istemiyoruz,” diye yetimhaneye bıraktığı iki kardeşten 12 yaşındaki K. Ç.’ye kuaförü kuru yemişçisi tecavüz etmiş de etmiş...
Türk basını,
7 Nisan: Kars’taki yetiştirme yurdunda kalan 16 yaşındaki
N. K’ya tecavüz eden 10 kişi arasında siyasetçi yakınları, asker ve gazeteci de var...
Sayın Başbakan, zaten fazlasıyla çocuk yapanlara, Türkiye’nin nüfusu genç kalsın diye, “en az üç çocuk” diyor.
Acaba daha çok **** kölesine mi ihtiyaç var?
Önce şu yetimhanelerin adını koysak, daha dürüstçe olmaz mı?
Mine G. Kırıkkanat
Başbakan da Kasımpaşa’da oturduğu yılları unutmuş olabilir...
Ama Türkiye’de insanların çoğu, eskiden olduğu gibi dış kapısında ziller bulunan, çalınca “otomatiğe” basılıp açılan, girişi de yekpare değil, kırık mermer parçalarıyla karılmış ve merdivenleri daima çarpık, trabzanı her zaman ahşapla kaplı olmayan apartmanlarda otururlar.
Böylesini sever ve simitçiye ve bozacıya ve kağıt helvacıya, hâlâ otoyol kenarlarından satın alınan, el örgüsü söğüt sepet sallandırırız biz...
***
Belki de böyle bir apartmanda oturduğum içindir ki, kimse kovmadı o çocuğu.
Tinercidir dellenir, hırsız olur, katil olur, evlerimizi soyar, mülkiyet sahiplerini boğazlar, kiracıları telef eder diye korkmadık hiçbirimiz. Hatta okul çağında çocukları olanlar bile ürkmedi varlığından.
Geceleri el ayak çekilince geliyor, sabahları geç gidiyor.
Geceyarısını bir iki saat geçe, benim tekir güzeli, karnı doyup kanepenin üzerinde sere serpe uyuduktan sonra, mahallenin tek iğdiş edilmemiş erkek kedisi olmak kolay mı, mart nöbetine çıkmak üzere, beni de yanına alıp asansörle indiğinde ve kapıyı zatıma açtırıp dışarı fırladığında, oracıkta yatıyor o çocuk.
Bazen de sabahları, dokunmadan geçiyoruz yanından.
Üstünden atlamak zorunda kalmıyoruz.
Kapı ile duvar arasına, rahatsız etmeyecek biçimde sığınıyor.
Öylece, soğuk betonun üzerinde yatıyor ve altına, çalınmasın diye paspas yerine koyduğumuz lime lime halı parçasını çekiyor.
Yüzünü hiç görmedim. Ayaklarını görüyorum yalnızca.
Utandığından mıdır, kirli parkası yüzüne çekili oluyor hep.
Ayaklarına yetmiyor parka.
Plastik bir çift sandalet içinde çorapsız.
Dikkatle baktım, elbette kirli, ama incecik, 39 numaradan büyük olmayan zarif ayaklar. Belki yüzü de güzeldir, kimbilir...
Doğuştan asil kapıcımız, hani kat sahipleri yönetici seçemediği için yıllarca apartmanı yöneten ve buna rağmen şımarıp tepemize çıkmayan Recep Efendi’den, neyin nesidir sorup öğrenmesini istedik.
Rapor verirken, gözleriyle çocuk için merhamet istiyordu Recep:
Ne tinerciymiş, ne marjinal.
Sadece, 18 yaşına geldiği için atılmış, büyüdüğü yetimhaneden.
Bilmiyordum, öyleymiş adet. Meğer Türkiye, yetimlerini 18 yaşına kadar “yetiştirir;” işsiz, aşsız ve belki bir iş, biraz aş bulabileceği bir meslek eğitimi bile vermeden, ne usta, ne çırak, nasıl doyacak, nasıl yaşayacak diye meraklanmadan salarmış sokağa, atarmış yetimhanelerinden!
***
Fransa’da yetimhane çocuklarına “milletin gözbebeği” (pupille de la nation) denir. Bu çocukların kapanmaz yaraları, ana baba yoksunluğu, en varsıl olanın ancak ulaşabileceği bir eğitimle telafi edilir. Hepsi önce devlet memuru olurlar ve aralarından bakanlar, valiler, polis müdürleri çıkar, bazıları bu görevlerden iş adamlığına atlarlar.
Sayın Başbakan üç çocuk yapın diyor, her aileye.
Başbakan yapın dedi diye çocuk yapacaklar, herhalde bizler değiliz. Kimler yapacak? Bugün zaten bir gözlük evde dokuz çocuk doğuran ve bakamayınca yetimhane kapısına bırakanlar...
Türk basını,
6 Nisan 2008: SHÇEK, yine!!! bir çocuk tecavüzüyle sarsılmış. Anne babasının “Bakmak istemiyoruz,” diye yetimhaneye bıraktığı iki kardeşten 12 yaşındaki K. Ç.’ye kuaförü kuru yemişçisi tecavüz etmiş de etmiş...
Türk basını,
7 Nisan: Kars’taki yetiştirme yurdunda kalan 16 yaşındaki
N. K’ya tecavüz eden 10 kişi arasında siyasetçi yakınları, asker ve gazeteci de var...
Sayın Başbakan, zaten fazlasıyla çocuk yapanlara, Türkiye’nin nüfusu genç kalsın diye, “en az üç çocuk” diyor.
Acaba daha çok **** kölesine mi ihtiyaç var?
Önce şu yetimhanelerin adını koysak, daha dürüstçe olmaz mı?
Mine G. Kırıkkanat