PANEL: BAŞKENT ÜNİVERSİTESİ STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ; Vakıflar Yasası - 02.04.2008 08/04/2008 Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk (Halkın Yükselişi Partisi Genel Başkanı) - Teşekkür ediyorum Sayın Hocam.
Sayın Rektörüm, değerli konuklar,
Bu yeni Vakıflar Yasası, biliyorsunuz 2000’li yılların başından itibaren, özellikle AKP iktidarının gelişinden itibaren, ‘kamuda yeniden yapılanma’ ana başlığı altında çıkarılan yeni kanunlardan birisidir. Ama maalesef bu yeniden yapılanmanın bu Vakıflar Kanunu’na ilişkin kısmı, bizim lehimize bir yapılanma değildir. Türkiye'yi çok korkunç biçimde rahatsız edecek ve azınlıklara verilen imtiyazlarla –bu tâbiri özellikle kullanmak istiyorum- âdeta Türkiye'de gayrimüslim dükalıklar oluşturacak bir kanundur. Bu, Türkiye'de bir nevi Sevr ile yaratılmak istenen parçalanma, harita parçalanmasının, gayrimüslim unsurları dışarıyla da irtibatlı hale getirerek sağlanmasına yönelik bir faaliyettir.
Bunun daha Meclis komisyonlarında görüşüldüğü zamanlarda, AB’nin kurmayları, bizzat müdahale ederek bunun yönlendirilmesinde rol almışlardır. Bunları da ifade edelim. Bunlar tabiî kanun metninde yazmıyor, ama bunlar bildiğimiz şeylerdir. Ne yapılmıştır? Değerli hukuk âlimi hocamız anlattı bunları. Ben hukukçu olarak tanıtıldım burada, ama ben onların yanında haddimi aşmak istemem, ancak öğrencileri olurum. Ben ilahiyatçı ve felsefeciyim, benim kariyerim bu. Tabiî ki aynı zamanda hukukçuyum, ama orada otorite sizlersiniz.
Ben yeni Vakıflar Kanunu’nun Türkiye'nin bağımsızlığı ve geleceği açısından yaratabileceği tehlikelere dikkat çekmek istiyorum. Şunu hatırlayalım: Onuncu Cumhurbaşkanımız Sayın Ahmet Necdet Sezer ki, bir yetkin hukuk adamıdır, bunu veto ederken o zamanki şekliyle geçici 9. maddeye özellikle atıf yaparak, “Türkiye'nin bağımsızlığını tehdit edecek gelişmelere yol açacaktır” demiştir. Bir vetonun, bu şekilde gerekçesine ben daha önce rastlamış değilim. Fakat maalesef son 5730 sayıyla Şubat 2008’de çıkan ve şu anda yürürlüğe giren, yayınıyla yürürlüğe giren -ilginçtir o da, hiçbir uyum süresi tanınmadan yürürlüğe giren- bu yasada, söz konusu 9. madde aynı şekliyle 7. madde olarak çıkmıştır ve Türkiye'nin geleceğiyle ilgili korkunç bir mayın döşemesi yapmaya başlamıştır.
Bazı örnekler vereyim: Bir defa burada iki büyük tehdidi görelim. Birincisi, Türkiye aleyhine devletin egemenliğini sarsacak birtakım altyapılar getiriyor. İkinci tehlike de -buna çok temas edilmiyor, bunu bir ilahiyatçı ve hukukçu adamdan dinlemeniz daha isabetli olacak- azınlık vakıflarına tanınan hakları esas ve örnek alarak icraat sergileyecek dinci-tarikatçı vakıfların yaratacağı Anayasa'yı ihlal sıkıntısıdır. Biz sadece içte cemaat vakıfları, azınlık vakıfları, dışarıyla irtibat kuracaklar ve merkezi dışarıda olan vakıflar, yani yabancı vakıfların yaratacağı tehditler üzerinde duruyoruz. Bu tehditler tamam. Ancak bu Vakıflar Yasası’nın, AB’nin dayatmasıyla cemaatlere, gayrimüslim azınlıklara birtakım ‘haklar’ sağlamaya yönelik bu mevcut hali, içeride de birtakım işler yapacak. Yani bugüne kadar Medeni Kanun ve 7262 sayılı, 1935 tarihli Vakıflar Kanunu’yla yapılamayan birçok işi, Türkiye üzerindeki dinci tahribe destek verecek mahiyette ve dışarıdan destek alacak şekilde içerideki Müslüman insanlar tarafından geliştirilecek sıkıntılar var, bunlara da dikkat çekmemiz lazım.
Bir defa bu kanun, azınlık veya azınlık olmayan vakıfların, dışarıyla bütün irtibatlarını, bütün diyaloglarını, bütün destekleşmelerini terviç ediyor, legalleştiriyor. Bu desteğin Türkiye'nin geleceği bakımından özellikle irdelenmesi lazımdır. Vakıf adı altında bu yapılanmaların bizi nereye götüreceğini anlamak için, bu Vakıflar Kanunu’nun, vakıfların amacını tanımlamadığına dikkatinizi çekmek istiyorum. Türkiye'yi taciz edecek gelişmeler vakıf tabelası altında oluşturulacak, kurumlaştırılacak, ama bu Vakıflar Kanunu vakfın amacını tanımlamıyor. Bir kanun ki, vakfın gayesi nedir, bunu tanımlamıyor. Tabela vakıf, altını neyle istiyorsan onunla doldur; dışarıdan istediğin kadar para al, dışarıdan istediğin kadar destek al, daha diğerlerini de söyleyeceğiz. Ama vakıf dediğiniz bu tabelanın altında hangi gayelere hizmet edilecek, onun tanımı burada yok. Yani döşenmiş mayınları böyle bir bir tespit etmemiz lazım.
Lozan Antlaşması’nın 45. maddesindeki mütekabiliyeti kaldırıyor. Bunu da ortaya koyalım. Batı Trakya’da ve Kıbrıs’ta Osmanlı’nın oluşturduğu bütün vakıflar yok ediliyor, neredeyse Batı Trakya’da sıfırlandılar. Avrupa Birliği ülkesi olan Yunanistan’a bağlı Batı Trakya’daki Türk vakıflarını -bunun altını çizelim- Yunanlı kayyumlar idare ediyor. Avrupa ülkesi olacağız, AB bize bunu dayatıyor. Aynı AB’ye, bu ül***i yönetenler, AB ölçülerine göre neden iş yapmadıklarını bir türlü sormuyorlar. Sayın Başbakan diyor ki, “Oradaki vakıflardaki hataları buradakilere mahsup mu edeceğiz? O ayrı bir iş, bu ayrı bir iş. Biz insan haklarına saygımızın icabı olarak yapıyoruz.” Kardeşim, şu insan haklarına saygını biraz da kendi milletinin çocuklarına saygı haline bir dönüştürsene, bunlar insan değil mi? “Mahsup edemeyiz, biz burada gerekeni yapacağız” diyor.
İkincisi, Batı Trakya’da Lozan’da Müslüman azınlık tâbiri kullanıldığı için, siz orada oluşturduğunuz vakıfların adına Türk kelimesini koyamıyorsunuz. Şimdi dönelim Türkiye'ye: Sadece Rum vakıfları açısından bakalım; 66 tane Rum vakfı var, 55’inin isminde Rum kelimesi geçiyor. Siz Batı Trakya’da bir tane vakfın ismine Türk kelimesini koyamıyorsunuz.
Bu kanun, azınlıklar lehine akıl almaz bir arazi gaspı imkânı getiriyor. Bu arazi gaspı neye hizmet ediyor? Değerli arkadaşlar, bunu da irdelemek lazım. Bunu buradaki satırlarda ararsanız bulamazsınız, diğer gelişmelerle birlikte düşünüp çıkaracaksınız. Nedir o? Bu Vakıflar Kanunu’yla istihdaf edilen temel noktalardan biri de, ekümenikliğin sağlanması için içeriden ve dışarıdan büyük gayret sarf ettikleri Patrikhane'ye ekümenia hazırlamaktır. Patrikhaneyi ekümenik kıldığınız zaman, buna ekümenia lazım, yani arazi lazım. Sanmayın ki bu araziyi, bu ekümeniayı siz ona Haymana Ovası’nda falan verebilirsiniz, öyle bir şey yok. Hatta İstanbul’un Anadolu yakasında bile veremezsiniz, onu da kabul etmez. Onun ekümenia olarak istediği yer bellidir ve tek yerdir: Suriçi İstanbul, Yeditepe, yani Fatih’in kemiklerinin üstü. Bunu, bizim dinciliğiyle öne çıkmış, din hassasiyetleriyle öne çıkmış bugünkü yönetici kadrolara buradan tarihin ve sizin huzurunuzda bir kere daha ifade etmek istiyorum.
Bakın, 1936 beyannamesi vardır. 1935 Vakıflar Kanunu’ndan sonra 1936 beyannamesiyle tesciller yapılmıştır. Bugün geldiğimiz duruma bakıyoruz, Türkiye genelindeki 2 bin 400 civarındaki arazinin 1800’ü İstanbul’dadır. Bunlar, hiçbir kayıt ve şart konulmaksızın, bu insanlar lehine, tapu dairesine gidip verdikleri bir beyanla kaydedilecektir. Bir şey daha var: Bunlar filan vakıf, falan vakıf adına kaydedilecek, ama yine bu yeni yasaya bir şey konulmuştur. Bunlar birbirlerine, birbirleri lehine bu arazilerden feragat edebileceklerdir, o vakıf buna, bu ona bağışlayacak. Bunlar bir elde toplanacaklar ve bir ekümenia yaratılacaktır. Bunu da gördüğümüzü burada ifade etmek istiyorum.
Çok tehlikeli mayınlardan bir tanesi de bu yasada, yabancı vakıfların yönetimlerinde bugüne kadar aranan çoğunluğun Türk uyruklu olması şartının kaldırılmış olmasıdır. Ne getiriyor onun yerine; Türkiye'de yerleşik olmayı getiriyor; ikamet kâfi. Bunu yapacaksa adam, o ikameti sağlar. Türk uyruklu olma şartı yok, istediğiniz vakfı kurup –yabancılar- ve istediğiniz şahıslarla bunun yönetimini elinize alıp dışarıyla akla gelebilecek siyasî, iktisadî, malî bütün koordinasyonları, bütün destek alışverişini kuracaksınız. Kanunun istediği bir tek şey var: “Dışarıdan gelecek paralar banka yoluyla gelsin, gidecek paralar da banka yoluyla gitsin.” Bunun dışında hiçbir teftiş yok, hiçbir soru yok, hiçbir sıkıntı yok.
Değerli arkadaşlarım; bu yasa diyor ki, “Bir gayrimüslim cemaat, bir arazinin kendileri lehine tescilini istedikleri zaman, o arazinin daha önce filan ada, falan ada kayıtlı olma şartını ben kaldırıyorum.” Bu kanunun tâbiri ile, arazi ‘nam-ı mevhum’a, yani hayali bir ada veya namı müsteara kayıtlı olabilir. Namı müstear olduğunu kim bildirecek? Çünkü bu kanun, namı müstearı da namı mevhumu da tanımlamıyor. Yani gelecek bir gayrimüslim vatandaş, diyecek ki, -dediler, başladı- “Başkent Üniversitesi’nin falan kampüsundaki falan arazi falancaya kayıtlıdır ve o bizimdir, bize vereceksiniz onu.” Haberal Hoca diyecek ki, “Hayır, o mevhum falan değil, o filancanın adına kayıtlı, işte Hans, Yorgo vesaire…”. “Hayır” diyecek, “O zaman biz vakıflar adına mülk edinemediğimiz için, gayrimenkul edinemediğimiz için, mecburen o isime kaydettik.” “Canım bu isim mevhum değil, bu yaşayan bir ad” diyeceksiniz. “Hayır, bu mahzuru aşmak için o ada kaydettirdik bunu, bu namı müsteardır, biz bu adı öyle itibar ettik. Bu araziyi bize verin.” Bunun teftişi yok, çünkü namı müstearın tanımı yok. Sadece “Bunu bizim lehimize tescil et” diyen şahsın beyanına bağlıyız. Tapu idaresi bir problem çıkarabilecek. Mevcut kanun, tapunun öyle bir problem çıkarabileceğini gösteriyor. Onun nasıl aşılacağı bellidir arkadaşlar; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi. Diyelim ki iç hukukta tapu idaresinin çıkardığı problemle bu tescili yaptıramadılar; derhal İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidecekler ve kararın nasıl çıkacağından da hiç kimsenin kuşkusu yok.
Bu mevhum ve müstear isimlere kayıtlı yerlere bir örnek vereyim: Gelmiş adam, Cebrail adına kayıtlı vakıf var, Meryem Ana adına kayıtlı vakıf var. Ama bir de bakın, Mecidiyeköy civarında bir Türkiye Hastanesi var. Vakıfların mülküydü, vakıflar onu kendi mevzuatına uygun olarak kiraya vermiş, birileri çalıştırıyor. Bu hastane, Bulgar Papazı Yofçov adına kayıtlı idi. Yofçov Türkiye’de yaşamış, din adamı olarak görev yapmış, gerçek bir şahıs, tarihî şahsiyet, belli. Ama bakın, şimdi ne diyorlar: “Hayır, biz o zaman burayı mülk olarak kendi adımıza kaydettiremediğimiz için vakıf olarak Yofçov adına kaydettirdik, aslında bu müstear bir addır, Yofçov yaşamış da olsa.” Sizin elinizde namı müstearı tanımlayan bir şey yok, bu beyana uymak zorundasınız. Böyle belki 40 tane, 50 tane, 60 tane, 100 tane yer bugün malikleri olan ve 1935 Yasası’na göre işlem görmüş, sahipli araziler, buradan gidilerek, namı müstear ve namı mevhumun tarif edilmemesi yüzünden, döşenmiş o mayın yüzünden tek tek gayrimüslim azınlıklar adına tescil ettirilecektir.
Özetleyelim: Bu Vakıflar Yasası, birincisi; gayrimüslim azınlıklara hak filan vermiyor, o haklar zaten verilmiş. Eğer tescilde bir noksanlık varsa, 1936 beyannamesiyle yaptırmamışsa, getirir, yine bakılır, yapılır. Bu Vakıflar Yasası imtiyazlar veriyor. Halbuki Anayasamıza göre kimseye göre imtiyaz verilemez; Lozan Antlaşması’na göre de bu imtiyazlar verilemez. Burada hem Lozan darmadağın ediliyor hem Anayasa çiğneniyor. Bu yasa, böyle bir yasadır.
İkincisi, Türkiye’deki dinci cemaatleşmenin ve tarikatçılığın dışarıyla Türkiye aleyhine istediği irtibatı kurmasını meşrulaştırıyor. Bunun önünü alamazsınız. Bakın, bunlar bugün konuşulmuyor, fakat Türkiye’yi esas rahatsız edecek yeni yapılanmalar bu noktadan gelecektir. O bakımdan, bütün ümidimiz Anayasa Mahkemesi’nin bu kanunu iptal etmesidir. Türk siyasetinin ve Türk aydınlarının bunları bilerek tavır koymasıdır. Bunu Türkiye, mutlaka ve muhakkak bir biçimde aşmalıdır. Anayasa Mahkemesi’nin iptali, şu an için en ideal, en sıkıntısız yoldur. Ama aksi olursa, Türkiye bunu mutlaka ve muhakkak aşmalıdır. Bu, Türkiye için olmak veya olmamak şeklinde ifade edilecek bir büyük sıkıntı ve bir büyük badiredir.
Hepinize teşekkür ediyorum.
SORU-CEVAP
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk - Herhalde bunu fark etmiş olacaklar ki, kanunun yürürlük tarihi, Resmi Gazete’de yayımlandığı tarihtir. Halbuki içeride bu kanunun uygulamasıyla ilgili çıkarılması istenen 3-4 tane yönetmelik vardır, “Yönetmelikler 6 ay içinde çıkacak” diyor. Hiç olmasa yürürlüğü de 6 ay sonra başlatarak bir teemmül ve tezekkür dönemi vermemiştir. Yani burada tâbiri caizse ne vururlarsa götürecekler o zamana kadar.
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk - Bu son iktidarın, iki dönem devleti, ül***i yöneten iktidarın temel amaçlarından birisi, Türkiye'yi çok hukuklu hale getirmek, çok hukukluluğu yaratmak. Bu nereden geliyor? Nereden aldılar bunu, nereden tevarüs ettiler? O zaman Parlamento’da da bunu bir vesileyle açmıştım. Bunun esas mürevvici, baş mimarı, başını çeken, Damat Ferit’tir: 1910’lu yıllarda -ki biliyorsunuz 5 kabineye sadrazamlık, başbakanlık yapmıştır- Osmanlı Mebuslar Meclisi’ne şu gerekçeyle kanun sevk etti: Dedi ki, “Biz hâkimiyetten filan bahsedemeyiz, biz çokuluslu bir milletiz. Binaenaleyh çok hukukluluk olacak; Osmanlı’nın egemenliği filan tâbirleri yersizdir.” Damat Ferit’in bu teklifi, Meclisi Âyan’dan dönmüştür. Şimdi onu ‘kamuda yeniden yapılanma’ adı altında getirdiler. Kamu Reformu Tasarısı münasebetiyle bunları gündeme getirdik, çünkü o tasarı, yerel yönetimleri güçlendirme tasarısı değildi. Tahlil ettiğiniz zaman, doğrudan doğruya Damat Ferit’in 1910’larda yabancıların bastırmasıyla Osmanlı Parlamentosu’na taşıdığı, ama çıkarmaya muvaffak olamadığı kanundur veya tekliftir. Şimdi bunu Kamu Reformu Tasarısı’yla bir bütün halinde birden yapamadılar, parçalara böldüler. Bu Vakıflar Yasası da onlardan bir tanesidir. Daha arkadan neler gelecek, bunu bilemiyoruz.
Bunu kendilerinin ifadesiyle şöyle özetlemişlerdir: AKP kurmaylarından bir arkadaş diyor ki, “Cumhuriyet tarihinde dış dinamiklerle iç dinamikler ilk defa örtüşüyor.” Bunu AKP bu şekilde ifade etmiştir. Alman Dışişleri Bakanı da aynı şekilde ifade etmiştir; demiştir ki, “Cumhuriyet tarihinde ilk defa hiçbir rahatsızlık duymadan çalıştığımız bir hükûmet mevcuttur.” Bunu işbaşındayken söylediler. Geçen gün kapatma davası açıldığında, eski Başbakan Schröder’in sözlerini burada hatırlayalım; Türk yargısını ve binnetice Türk Milletini onursuzlukla itham etti. Dedi ki, “Böyle bir hükûmetle bu kadar verimli çalışmaları yaparken, Türk yargısı tarafından bunlara problem çıkarmak, bir onursuzluktur.” Peki, Türkiye’deki sıkıntıların yargıya havale edilmesi, bir hukuk devletinde sıkıntıların hukuka havale edilmesi, bir iddiayla hukukun önüne getirilmesi onursuzluk ise, Schröder’in onuru nedir? Bunu Türk Milleti’nin cevaplaması ve aklında tutması lazım.
Gökçe Atlıhan (Uluslararası Ticaret Bölümü İkinci Sınıf Öğrencisi) - Sayın Öztürk, aktarılan fonlardan bahsetti. Ben bir şey sormak istiyorum: Yıllardır Soros Vakfı’nın yaptığı şey, bu başlık altına giriyor mu? Bir de Necip Hablemitoğlu’nun “Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası” adlı kitabında bu tehditten zaten yıllardan beri bahsediliyor, yasa 2008’de çıktı, yani çok daha yeni bir şey değil, değil mi? Teşekkürler.
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk - Eski şartlarla, yani cemaat vakıflarına ve yabancı vakıflara bu imtiyazların hiçbiri verilmediği halde, Alman vakıflarının Türkiye’deki icraatından duyulan rahatsızlık, bir yığın insan tarafından gündeme getirilmiştir. Şimdi ise o şikâyetleri yapamayacaksınız, öyle bir tartışma açamayacaksınız. Gelecekler ve istediklerini alıp istediklerini yapacaklar. Bunlar demin de söyledim, bir tavaif-i mülûk yaratıyorlar, yani küçük devletçikler. Bu devletçikler, bunlar maddî anlamda küçük görünecekler, ama en büyük güçlerden malî, stratejik ve siyasî destek aldıkları için, Türkiye'nin bunların herhangi biriyle baş etmesi mümkün olmayacaktır, bunu göreceksiniz. Yani bu yaratılacak devletçiklerin hiçbiriyle Türkiye baş edemez. Kaldı ki bunlar, belki ileride aralarında federasyonlar, konfederasyonlar kurarak âdeta yeni bir süper güç federatif sistemiyle Türkiye'nin üstüne çullanacaklar. Bir ifade kullanmıştım; Sevr’le gerçekleştirilmek istenen harita parçalanması bu yolla gerçekleştirilecek. Zaten Büyük Ortadoğu Projesi dediğimiz, Ilımlı İslam projesi dediğimiz projenin esas hedefi de Ortadoğu coğrafyasında İsrail’den büyük devlet bırakmamadır. Bunun ana hedefi budur ve tabiî bunun göbeğinde Türkiye vardır. Bu hesaba göre Türkiye’den 3 tane, 4 tane devlet çıkarmak istiyorlar. Siz buna terörle yaratılmak istenen parçalanmayı engelleyerek problem çıkardıysanız, yaptırmadıysanız, terörü dinle kucaklaştırarak işi bitirecekler.
Bakın, ben bunu, Meclis kürsüsünden 23 Nisan olağanüstü toplantısında, 2005 ve 2006’da gündeme getirdim. Amerika’nın Apo’yu Türkiye’ye teslim etmesi, Türkiye’ye jest yapmak için falan değildi. Marksist bir örgüt olan PKK’yı, ondan rahatsız olan, bu devlete bağlı olan Müslüman-dindar insanlarla kaynaştırma hedefine yönelikti. Amerika bunda başarılı olmuştur. Esas, PKK, bundan sonra Türkiye'nin başına dert olacaktır. Nitekim tarihimizde ilk defa –geçen gün bir ekranda da söyledim- Kürtçülük lehine cami eylemleri yapılmıştır. Bu çok hayatî bir noktadır.
İkincisi, birkaç gün önce basına, sitelere düştü, Öcalan, peygamberler şehri Urfa’da bir ilahiyat akademisi kurulması için taraftarlarına talimat veriyor ve ilave ediyor: “Bu iş dine dönmeden olmaz. Ben de oraya döndüm ve Hazreti İbrahim’den beri bütün dinleri tetkike başladım, buna önem verin” diyor. İşte sonuç alınmıştır.
Bakın, Amerika bin yıllık dinimizin adını değiştirip ‘Ilımlı İslam’ koyuyor, bu işe müdahale ediyor. Huntington her konuşmasında İslam’la ilgili 30-40 tane tespit yapıyor. Bunlar bunu yapıyor, ama Türkiye'de bu zehrin panzehirini üretmemiz lazım dediğimizde, kendine göre laik geçinen bir yığın insan, başta benim bidayette içinde olduğum partinin Genel Başkanı, “Biz laik adamız, böyle din söylemleri falan kullanmayız” demiştir. Ama Bush kullanıyor ve Türkiye için kullanıyor, Huntington kullanıyor, Dick Chaney kullanıyor, Blair kullanıyor. Siz nasıl kullanmayacaksınız? Yani bu din üzerinden tahribi nasıl aşacaksınız? O zaman çaresini gösterin. Bunların cevabı olmamıştır, ama birkaç hafta önce, “Biz laik insanız, din söylemi kullanmayız” diyen zât, ayet, hadis okumaya başlamıştır!.. Şimdi Türkiye buradadır.
Bu Vakıflar Yasası ile bu tahribat içeride ve dışarıda güçlendiriliyor. Bunun Türkiye'nin başına açacağı dert, tarihte eşi-menendi görülmemiş bir dert olacaktır. Anayasa Mahkemesi bu işi durdurur, durdurur, durdurmazsa Türk halkının bunu bir kurtuluş savaşı gibi telakki ederek ayağa kalkması lazım diye düşünüyorum, başka bir çıkışı yok bunun.
02.04.2008 - Başkent Üniversitesi
Yorum