Yazıya geçmeden bir tespit yapmam gerekli; “Türk milleti” ifadesini “etnik anlamda” kullanmadım. Hangi etnik kökenden gelirse gelsin, “ne mutlu Türküm” diyerek kendini bu toprakların, bu milletin “ortak kaderi” içinde gören herkes için kullandım...
Nasıl “sıkıştığımıza” ve “nasıl çıkacağımıza” gelince...
İlk önce manzarayı tarif edelim...
Bir milletvekili, devletin savcısının, askerinin önünde buyuruyor: Türkiye’nin eyaletlere bölünme zamanı geldi... Avrupa haykırıyor; Türklüğe hakareti serbest bırakın... IMF bastırıyor; biz ne dersek o olur! Bütün bunlar bazılarına göre gayet doğal; küreselleşme... Kopenhag kriterleri... Ne diyelim “Yok edilsek de globalleşme-kriter” diyenlere “Hayırlı olsun!”
Sevgili dostlarım, bu noktada başlığa dönelim ve soralım: Nasıl çıkacağız?
Gayet net ve açık...
Sizce “Türk milletinin” geçmişinden gelen ve “destan” olarak anlatılan “kurgular” neyi ifade ediyor? Arz edeyim; destanlarımız çaresizlik içinde yeni bir “çıkışı”, yeni bir açılımı anlatır... Demir dahi eritilir, yeni ufuklara yelken açılır. Gerçekten demir dağın eritilip eritilmediği, işin takılıp kaldığımız hikaye kısmıdır. Önemli olan ve verilmek istenen mesaj; çaresizlik içinde kalınsa bile “insan aklının, zekasının ve iradesinin”, gerektiğinde demiri dahi eritip, kendine yol bulabilmesidir... Bütün insanlığa örnek olabilecek Türk tarihinde sembolik bir anlatımdır ve “birinci çıkışımızdır”.
Peki ikinci çıkışımız? İkinci “sıkışmışlıktan-dışarı doğru açılım”, Osmanlı’nın Tuna boylarına geçmesidir. Bu geçiş ile birlikte Avrupa içlerine doğru genleşen, oradaki “egemenler” ile karşılıklı ilişkiler kuran, yeni bir yapı ortaya çıkar... Sıkıştıkları demir dağdan çıkanlar, bir sonraki aşamada sıkıştıkları ovadan çıkarlar ve yüzyıllar sonra Avrupa-Asya sınırını da geçerek yeni bir açılım daha yaparlar. Bu noktada Osmanlı’nın Avrupa topraklarına geçmesini “yeni bir açılım” değil, tam tersi “bir toprak parçasını kontrol altına almak” olarak düşünenler çıkabilir. O günün şartları düşünüldüğünde, özellikle Cem Sultan’ın İtalya’da kaldığı dönemde, Fransa Kralı’nın Papa’lığı dahi işgal ettiği dikkate alındığında, dönemin ilişki kurma şeklinin “güç kullanma” olduğu çok açıktır, ilk adım “sivil” bir ilişkiden çok, “güç kullanımı” ile başlar... İkinci çıkışı, “geri çekilme” hatta Avrupa’ya geçmeden önceki sınırların dahi tehli***e girmesi izler. Genleşme sonrası büzüşme ve yaratılan imparatorluğun yıkılması. Sırada tarih sahnesinde “üçüncü çıkışımız” var: Atatürk’ün kurduğu; laik, demokratik, modern değerlere dayanan, 1938 yılına kadar sorunsuz işleyen, 1946 sonrası bozulan ve 1997-2007 arasında içine iyice su kaçan yapı...
Sevgili dostlarım, bugün sormamız gereken soru şu: Dördüncü çıkışımız nerede? 1923’te kurduğumuz yapının ana damarlarını kesmeden “globalleşen dünya gerçeğinin” dayattığı dinamikleri de hatırlayarak nasıl bir sentez elde edebiliriz? Avrupa Birliği, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Türkiye’de öngörülüp dayatılan “federatif eğilimli yapı” ve/veya “ılımlı islam modeli”; bu topraklar ve bizler için “çıkış” olabilir mi? Bu saplantıların pompalanmasını ve “bizim olanı” bozmasını nasıl bir “paradigma” değişikliği ile engelleyeceğiz?
Sentez: Dünya tarihinde; sarkaç, Doğu ile Batı arasında salınır. Bir dönem dünyanın merkezi Doğu’ya kayarken, bir dönem sarkaç Batı üzerinde kalır. Bu gerçek ışığında aklıma şu soru geliyor: ABD’nin Ortadoğu ve Orta Asya’da bulunmak için bu kadar istekli olduğu bir devirde, acaba sarkaç 1950’lerden sonra üzerinde salındığı Batı’dan Doğu’ya mı kayıyor? Yeni dünya düzeni Doğu merkezli mi olacak? Böyle bir yapı içinde Türkiye’nin Avrupa’ya bu kadar endekslenmesi ne kadar akılcı? Doğu’nun merkezi olalım derken “Cumhuriyet” sentezinden kaymamız bize nelere mal olabilir?
Son söz: Ortaya attığım soruların cevaplarını önümüzdeki günlere bırakıyor ve Türk milletinin kader dönemecinde, dördüncü çıkışı arayan herkese; “Durum sandığınızdan çok daha ciddi” diyerek veda etmek istiyorum... Daha ciddi ama asla korkmayın! Sıkıştığımız “bu yapı” içinden bize “giydirilmek” istenen dar elbiseleri yırtıp, çıkacağız!
Yiğit Bulut
Nasıl “sıkıştığımıza” ve “nasıl çıkacağımıza” gelince...
İlk önce manzarayı tarif edelim...
Bir milletvekili, devletin savcısının, askerinin önünde buyuruyor: Türkiye’nin eyaletlere bölünme zamanı geldi... Avrupa haykırıyor; Türklüğe hakareti serbest bırakın... IMF bastırıyor; biz ne dersek o olur! Bütün bunlar bazılarına göre gayet doğal; küreselleşme... Kopenhag kriterleri... Ne diyelim “Yok edilsek de globalleşme-kriter” diyenlere “Hayırlı olsun!”
Sevgili dostlarım, bu noktada başlığa dönelim ve soralım: Nasıl çıkacağız?
Gayet net ve açık...
Sizce “Türk milletinin” geçmişinden gelen ve “destan” olarak anlatılan “kurgular” neyi ifade ediyor? Arz edeyim; destanlarımız çaresizlik içinde yeni bir “çıkışı”, yeni bir açılımı anlatır... Demir dahi eritilir, yeni ufuklara yelken açılır. Gerçekten demir dağın eritilip eritilmediği, işin takılıp kaldığımız hikaye kısmıdır. Önemli olan ve verilmek istenen mesaj; çaresizlik içinde kalınsa bile “insan aklının, zekasının ve iradesinin”, gerektiğinde demiri dahi eritip, kendine yol bulabilmesidir... Bütün insanlığa örnek olabilecek Türk tarihinde sembolik bir anlatımdır ve “birinci çıkışımızdır”.
Peki ikinci çıkışımız? İkinci “sıkışmışlıktan-dışarı doğru açılım”, Osmanlı’nın Tuna boylarına geçmesidir. Bu geçiş ile birlikte Avrupa içlerine doğru genleşen, oradaki “egemenler” ile karşılıklı ilişkiler kuran, yeni bir yapı ortaya çıkar... Sıkıştıkları demir dağdan çıkanlar, bir sonraki aşamada sıkıştıkları ovadan çıkarlar ve yüzyıllar sonra Avrupa-Asya sınırını da geçerek yeni bir açılım daha yaparlar. Bu noktada Osmanlı’nın Avrupa topraklarına geçmesini “yeni bir açılım” değil, tam tersi “bir toprak parçasını kontrol altına almak” olarak düşünenler çıkabilir. O günün şartları düşünüldüğünde, özellikle Cem Sultan’ın İtalya’da kaldığı dönemde, Fransa Kralı’nın Papa’lığı dahi işgal ettiği dikkate alındığında, dönemin ilişki kurma şeklinin “güç kullanma” olduğu çok açıktır, ilk adım “sivil” bir ilişkiden çok, “güç kullanımı” ile başlar... İkinci çıkışı, “geri çekilme” hatta Avrupa’ya geçmeden önceki sınırların dahi tehli***e girmesi izler. Genleşme sonrası büzüşme ve yaratılan imparatorluğun yıkılması. Sırada tarih sahnesinde “üçüncü çıkışımız” var: Atatürk’ün kurduğu; laik, demokratik, modern değerlere dayanan, 1938 yılına kadar sorunsuz işleyen, 1946 sonrası bozulan ve 1997-2007 arasında içine iyice su kaçan yapı...
Sevgili dostlarım, bugün sormamız gereken soru şu: Dördüncü çıkışımız nerede? 1923’te kurduğumuz yapının ana damarlarını kesmeden “globalleşen dünya gerçeğinin” dayattığı dinamikleri de hatırlayarak nasıl bir sentez elde edebiliriz? Avrupa Birliği, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Türkiye’de öngörülüp dayatılan “federatif eğilimli yapı” ve/veya “ılımlı islam modeli”; bu topraklar ve bizler için “çıkış” olabilir mi? Bu saplantıların pompalanmasını ve “bizim olanı” bozmasını nasıl bir “paradigma” değişikliği ile engelleyeceğiz?
Sentez: Dünya tarihinde; sarkaç, Doğu ile Batı arasında salınır. Bir dönem dünyanın merkezi Doğu’ya kayarken, bir dönem sarkaç Batı üzerinde kalır. Bu gerçek ışığında aklıma şu soru geliyor: ABD’nin Ortadoğu ve Orta Asya’da bulunmak için bu kadar istekli olduğu bir devirde, acaba sarkaç 1950’lerden sonra üzerinde salındığı Batı’dan Doğu’ya mı kayıyor? Yeni dünya düzeni Doğu merkezli mi olacak? Böyle bir yapı içinde Türkiye’nin Avrupa’ya bu kadar endekslenmesi ne kadar akılcı? Doğu’nun merkezi olalım derken “Cumhuriyet” sentezinden kaymamız bize nelere mal olabilir?
Son söz: Ortaya attığım soruların cevaplarını önümüzdeki günlere bırakıyor ve Türk milletinin kader dönemecinde, dördüncü çıkışı arayan herkese; “Durum sandığınızdan çok daha ciddi” diyerek veda etmek istiyorum... Daha ciddi ama asla korkmayın! Sıkıştığımız “bu yapı” içinden bize “giydirilmek” istenen dar elbiseleri yırtıp, çıkacağız!
Yiğit Bulut