Doğan Cüceloğlu
Korkuyoruz!
Yarın gözümüzü ekonomik krize açıp
bir anda borçlarımızın katlanmasından…
Durakta beklerken bir bombayla paramparça olmaktan…
Hiç beklemediğimiz bir anda işsiz kalmaktan…
Tüm yaşamımızın bir anda değişmesinden…
Çocuklarımıza karanlık bir dünya bırakmaktan…
Korkuyoruz!
Korktukça içimize kapanıyoruz,
yalnızlaşıyoruz,
mutsuzlaşıyoruz!
Tam da mutsuzluğun dibine vurduğum birgünde
Bir kitapçı vitrininde karşılaştım Doğan Cüceloğlu’nu son kitabıyla.
Kitap adıyla tavladı beni : Korku Kültürü!
Kitabın alt başlığı adından bile güzel:
Niçin Mış Gibi Yaşıyoruz?
Psikoloji Profesörü Cüceloğlu ile TV8’de
Cumartesi sabahları yayınlanan programının çıkışında konuştuk.
Uzun ve epey öğretici konuşmanın sonunda
anladım ki Türkiye’nin suyu hasta!
Niye mi?
İşte Doğan Cüceloğlu’nun ağzından nedenleri…
Bir arkadaşım anlatmıştı.
Japon balığı almış.
işten sonra evine gidip balığını seyrediyormuş.
Şahaneymiş seyretmesi, böyle dalga dalga gidiyormuş balık.
Ama bir süre sonra balık yan yatmış,
debelenmeye başlamış.
Kavanoza koyup deniz biyoloğu olan
bir arkadaşına götürmüş.
Biyolog incelemiş, demiş ki;
- İyi haberim var, kötü haberim var,
hangisinden başlayayım?
- Hangisinden istersen
- İyi haberim balık hasta değil.
Kötü haberim suyun hasta.
- Su hasta olur mu ya?
- Evet olur, iyi oksijen almıyor bu su.
Bundan dolayı bir bakteri girmiş .
Ve bu bakteri balığın sinir sistemini böyle etkilemiş.
- Ne yapmam lazım?
- Balığın suyunu değiştireceksin ,
bir de pompanı değiştireceksin.
Su değişince, pompa sistemi değişince
gerçekten de balık iyileşmiş bir süre sonra.
Balık yine şahane biçimde
dalga dalga gitmeye devam etmiş!
Bizim suyun hastalığı ne peki?
Korku kültürü.
Korku kültürü kavramını biraz açabilir misiniz?
Korku kültürü yaşamda gücü temel olarak kabul eder.
Hayatta en önemli şey güçtür.
Bu nedenle yaşam sürecinin kendisini sıfırlar.
Mutluymuşsun, coşkuluymuşsun, zevk alıyormuşsun
hiçbir önemi yok.
Seni güçlü kılıyor mu kılmıyor mu ona bakacaksın.
Bu da sonuçlarla belli olur.
Mevki edindin mi, para kazanıyor musun,
şöhretli misin, göster bana!
Böylelikle yaşamın bir süreç olarak değeri yok,
güç temel değerdir.
Güçlü olan haklıdır, çünkü o güçlüdür.
Güçlü olanın denetleme hakkı vardır, çünkü o güçlüdür.
Yönlendirir.
Böylelikle tüm ilişkiler ve yaşam
onun üzerine oluşmaya başlar.
O nedenle böyle bir toplumda
insan insana ilişki yoktur,
güçlü güçsüz ilişkisi vardır.
Kadın erkek ilişkisi yoktur,
güçlü güçsüz ilşkisi vardır.
Patron işveren ilişkisi yoktur,
güçlü güçsüz ilişkisi vardır.
Bir toplumda
“Sen benim kim olduğumu biliyor musun?”
diye soruluyorsa o toplumda
güçlü güçsüz ilişkisi vardır!
Korku kültüründe insanların ilk karşılaştıklarında
akıllarından geçen şudur:
Şimdi burada kimin borusu ötecek.
O yüzden kolay kolay gülümsemezler,
başka tarafa bakarak el sıkarlar.
Yani diyor ki:
Yersen, burada baba benim.
Böyle durumlarda ben kendimi nasıl tanıtacağım:
Ben, Profesör Doktor Doğan Cüceloğlu.
Mutlaka mevkimi söyleyeceğim.
Yani işte 15 kitap yazdım,
tv programı yapıyorum, filan, filan…
Bir kıdem listesi yapacağım sana
güçlü olduğumu göstermek için.
Çingeneler kavga ettiğinde
“bende bu var, sende ne var ” diye atışırlarmış ya…
Bizdekinin aynı.
Adam kitap yazıyor,
üzerine Prof bilmemkim diye titrini yazdırıyor,
Ne gerek var?
Korku kültüründe eşit ilişki yoktur,
Kim daha güçlü, kim daha üstün ilişkisi var.
Daha evlenirken bu karı koca ilişkisinde kendini belli eder,
ilk gece gözünü korkutuyor,
ilk gece.
Anne baba çocuk ilişkisinde de öyle.
Anne baba ilişkisinde nasıl?
Çocuk bir kere 0 - 7 yaş arasında
müthiş bir mücadele veriyor.
Ne mücadelesi veriyor?
Varolma mücadelesi veriyor.
“Yemiyeceğim” diyor,
“Doydum” diyor.
“Yiyeceksin” diye ağzına tıkıyoruz kaşığı.
“Aç değilim” diyor.
“Hayır açsın” diyoruz.
Düşünebiliyor musun ya?
Şu işkenceyi düşünebiliyor musun?
Geçen gün üniversite öğrencilerinden oluşan
70 kişilik bir gruba konuştum.
Bir kız öğrencinin önüne gittim.
“Merhaba” dedim ama görüyorum nasıl korkuyor.
inşallah doğru cevap veririm kaygısı var yüzünde.
“Sabahleyin karşılaşsak ben sana sorsam
‘Uykunu alabildin mi?’ diye.
Uykunu alıp almadığını bilebilir misin?” dedim.
“Bilmem, belki” dedi.
Bu çok acı birşey.
“Peki” dedim “Senin uykunu alıp almadığını
senden daha iyi bilecek kim var?”
Ona da cevap veremedi.
Üniversite öğrencisi bu!
Yandaki arkadaşa döndüm.
“Aç mısın tok musun bilir misin?” dedim.
Cevap veremedi, ııığğğ filan yapıyor.
“Senin aç ya da tok olduğunu
senden daha iyi bilebilecek biri var mı?” dedim.
“Lokantacı “dedi.
Bunlar üniversite öğrencisi!
Bunlar, bu kadar sınavdan sonra
üniversiteye girebilmiş seçilmiş insanlar!
Ama düşünün öyle bir yaşamı boşaltma durumu var ki
çocuk aç mı uykusuz mu bilmiyor.
Ve ben psikolog olarak şunu söylüyorum.
Bir insanın yaşmının temeli 0 - 7 yaş arasında atılıyor.
Bir vatandaşın vatandaşlığının temeli de
0 ile 7 yaş arasında atılıyor.
Neye benziyor bu biliyor musun,
eğer siz bir çocuğa 0 - 7 yaş arasında
Türkçe öğretemezseniz,
ondan sonra da düzgün Türkçe konuşamaz,
ona benziyor.
Eğer çocuklarınıza 0 ile 7 yaş arasında
vatandaş olma bilinci veremezseniz
ondan sonra ikinci dil öğrenirmiş gibi
zorlukla ağır ve aksak öğreneceklerdir.
O zaman o üniversitelinin aç olup olmadığını
bilmemesinin nedeni de annesinin
çocukken aç olmadığı halde zorla yedirmesi mi?
Onun adına kararlar vermesi mi?
Bu ufak bir örnek.
Genel olarak çocuğa verilen mesaj önemli.
“Sen küçüksün bilmezsin büyükler bilir.
Sen kimsin ki…”
Bu genel mesaj yerleşince
“ Ben kimim ki, otorite daha iyi bilir”
inancına dönüşüyor.
Korku kültürünün özü bu!
Öyle olunca yaşam
tamamıyla gerçeğin araştırılması değil,
özgürce bir yolculuk değil,
bireylerin, grupların, cemaatlerin
birinden daha güçlü olma mücadelesine dönüyor.
Türkiye’de siyasal anlamda yaşanan da bu değil mi?
Evet!
İşte bu korku kültürünün aksi olan
saygı kültüründe çok temel bir değer vardır.
O da gerçeğe saygıdır.
Üniversite neden vardır?
Gerçeği keşfedip,öğrenip, yaymak için vardır.
Oysa bu korku kültürünün umurunda değil.
Korku kültüründe üniversite makam için vardır,
mevki için vardır,
daha güçlü olmak için vardır.
Araştırma yapmaktan daha çok
nasıl kulis faaliyetleriyle,
ayak oyunlarıyla makam elde edileceği öğrenilir.
Ayakta kalanlar,
mevki, makam sahibi olanlar bunlardır.
Ve bunlar
bir öğrenci çok akıllı ve yetenikliyse korkarlar,
onu asistan almazlar.
Sadece üniversitelerde değil,
Hiçbir yerde çok akıllı adam istemezler, Türkiye’de.
Evet, çünkü tehlikesin.
Ama, ben 25 yıl yurtdışında bulundum.
Orada adamın seni sevmesi veya sevmemesi
üçüncü dördüncü derecede ilgilendiği birşey.
“Sevmem ama harika bir kafası var,
ondan dolayı buraya getirmek zorundayım” diyor.
“Arkadaşım olarak görmem ama hakkını veririm” diyor.
Şöyle düşünmek lazım.
Hepimiz bir ekibin parçasıyız.
Ben şu çocuğun ( parkta oynayan çocuğu işaret ederek)
daha mutlu olmasının bir parçasıyım.
Herkes böyle düşünmeli.
O çocuk mutsuzsa emin ol şu veya bu şekilde
o mutsuzluk benim hayatımı etkiler.
Trafiği düşün,
herbir kişinin araba kullanışının kalitesi
diğerinin hayatını etkiler.
Sarhoş ise, yorgun ise, hızlı ise
trafikteki herkes etkilenir.
Toplumda da öyle.
Ben buna biz bilinci diyorum.
Korku kültüründe
biz bilincinin gelişmesi mümkün değil.
Ya ben bilinci denilen arsız saldırgan kültür gelişir,
ya da sen bilinci denilen ezik kişiliksiz kültür gelişir.
Arsızlar ezikleri daha da eziyor yani o zaman?
Zaten sen diyenler “Meee” diyor,
“Çoban yok mu?
Uykum var mı yok mu bana söylesin,
biri benim hakkımı korusun.”
Mesela sınıfa girin öğretmen olarak.
Korku kültürüyle yetişmiş çocuğa güleryüzlü davranın,
“Günaydın çocuklar nasılsınız?” filan deyin.
Üç dört ders sonra size parmak atmaya kalkarlar.
Siz üzülürsünüz
ben bunlara insan muamelesi yapıyorum,
yaptıklarına bak diye.
Size süratle öğretirler
nasıl öğretmen olunması gerektiğini.
Demek ki korku kültüründe
korkutulma ihtiyacının giderilmesi için
korkutan birisinin olması lazım.
El ve eldiven gibi.
Ve bu bir yaşam felsefesi.
Mesela korku kültüründe yetişmiş kadınlar da
korkutan erkek ister.
Onları korkutmayana “Ne biçim erkek” derler.
Türkiye’de yüzde kaç korku kültürü hakim?
Şimdi belirli bir azınlık grup var.
insan hakları, çocuk hakları diyen,
insanca bir yaşam isteyen,
birbirlerine “Günaydın” demek isteyen,
trafik kurallarına uyan…
Benim gördüğüm kadarıyla çok az…
Ve bu insanlar çok yalnız.
Eğer Türkiye’de uygar insan gibi
yaşamaya çalışırsanız
süratle kendinizi keriz olarak görürsünüz.
O sınıfa girip de “Günaydın” diyen
öğretmenin durumuna düşersiniz.
Başınıza gelmedik kalmaz yani?
Kendinizi korursunuz ama
o zaman da kendinize yabancılaşırsınız.
Bir mutsuzluk yaşamaya başlarsınız.
Ve altını çizmek lazım.
Kimsenin kabahati yok.
Kimse kötü niyetle yapmıyor bunu.
Bildiği başka bir şey yok.
0 - 7 yaş aralığında bunu öğreniyor.
Bildiğini de gelecek nesle bağırta çağırta aktarıyor.
Bu böyle gidiyor.
Nasıl ki alfabeyi değiştirmek için
seferberlik yaptık,
köy köy gezip anlattık.
Bence bizim ana babalığı öğrenmemiz için de
aynı şey lazım.
Çok ciddi olarak ve bilimsel olarak.
Ve bunu herhangi bir ideolojinin
herhangi bir güç kapma yarışının
parçası haline getirmeden yapmak çok önemli.
Türk politika tarihinde korku kültürü ne kadar hakim?
Hep korkutularak mı yönetilmiş Türkiye?
Korku kültürünün dışında başka bir akım olmamış.
Avrupa’nın yaşadığı aydınlanma,
birey olma hakkı mücadelesi olmamış.
İşte Atatürk devrimleriyle bunu yapmaya çalışmış.
Fakat korku kültüründe yetişmiş insanlar
onu da hemen bir canavar haline getirip
iki kampa ayrılmış,
hangisi güçlü olacak mücadelesi yapıyor.
İki tarafında anlaştığı temel değerler nedir
konusunda bir araştırma içerisine girmiş değiliz.
Ben şimdi olanların hepsini korku kültürü içinde
bir mücadele savaşı olarak görüyorum,
Bu da bana acı veriyor.
Bir de bu savaşın,
bu en tepedeki güç savaşının bizlerde,
sıradan insanlarda yarattığı korkular var.
Herkes endişeli, kaygı içinde ve mutsuz.
Gerçeğe saygı bir değer olarak
kurumlarda yaşamıyorsa
o zaman benim çok dikkat etmem gereken şeyler var.
Ailem var, işim var, düzenim var.
Yaşamımı devam ettirmek için
benim ya çok güçlü olmam lazım
ya da çok güçlü bir ekibin parçası olmam lazım.
Bütün mücadele böyle dönüyor şimdi Türkiye’de.
Karşı tarafın hakları umurunda değil,
zerre ilgilendirmiyor.
Bir onların gözüyle bakayım diye kimse demiyor.
Çünkü bakarsa gücünü kaybediverir.
O yüzden herkes yüzde 100 haklı olduğunu iddia ediyor.
O yüzden de diyalog imkanı ortadan kalkıyor.
Diyalog imkanının olabilmesi için herkesin
“Arkadaş sen de ben de farklı bakıyoruz ama
müşterek bir gayemiz var” diyebilmesi lazım.
Müşterek kabul ettiğimiz kriterler olması lazım.
Bu kriterler yok.
O yüzden ben sana baktığımda
acaba hangi taraftan diyorum.
Sana da sormuyorum, güvenim yok,
alttan alttan anlamaya çalışıyorum.
Benim gördüğüm kadarıyla hem parti içi
hem partiler arası politika
güç mücadelesinden başka birşey değil.
Kim mevkiye makama gelirse
nemalanma durumu olarak görüyorum bunu.
İçten içe hepimiz de bu böyle olur diye kabul etmişiz.
O nedenle korku kültürünü
bizim en önemli baş belamız olarak görüyorum.
Henüz daha farkında değiliz
nasıl ki balık suyun farkında değil,
biz de korku kültürünün farkında değiliz.
Bizim de suyumuz mu hasta?
Aynen öyle, akvaryumun suyu aynı olduğu sürece
yeni balıklar koysan bile bir süre sonra onlar da hastalanır.
Şimdi biz ne yapıyoruz,
milletvekillerini suçluyoruz.
Sanki onlar gökten zembille indi.
Onlar da bizim balığımız!
Peki suyu iyi etmek için ne yapmak lazım?
Suyun ilacı ne?
Değerler!
İlk değer gerçeğe saygı.
Anne baba olarak çocuğunun gerçeğine saygı duyacaksın.
İkinci değer, gerçeğe sevgi.
Anne baba olarak çocuğunu seveceksin.
En önemlisi de yaşama saygı.
Çocuğun kendi yaşamında kendisi olarak
var olabilmesine saygı duyacaksın!
23.03.2008
Korkuyoruz!
Yarın gözümüzü ekonomik krize açıp
bir anda borçlarımızın katlanmasından…
Durakta beklerken bir bombayla paramparça olmaktan…
Hiç beklemediğimiz bir anda işsiz kalmaktan…
Tüm yaşamımızın bir anda değişmesinden…
Çocuklarımıza karanlık bir dünya bırakmaktan…
Korkuyoruz!
Korktukça içimize kapanıyoruz,
yalnızlaşıyoruz,
mutsuzlaşıyoruz!
Tam da mutsuzluğun dibine vurduğum birgünde
Bir kitapçı vitrininde karşılaştım Doğan Cüceloğlu’nu son kitabıyla.
Kitap adıyla tavladı beni : Korku Kültürü!
Kitabın alt başlığı adından bile güzel:
Niçin Mış Gibi Yaşıyoruz?
Psikoloji Profesörü Cüceloğlu ile TV8’de
Cumartesi sabahları yayınlanan programının çıkışında konuştuk.
Uzun ve epey öğretici konuşmanın sonunda
anladım ki Türkiye’nin suyu hasta!
Niye mi?
İşte Doğan Cüceloğlu’nun ağzından nedenleri…
Bir arkadaşım anlatmıştı.
Japon balığı almış.
işten sonra evine gidip balığını seyrediyormuş.
Şahaneymiş seyretmesi, böyle dalga dalga gidiyormuş balık.
Ama bir süre sonra balık yan yatmış,
debelenmeye başlamış.
Kavanoza koyup deniz biyoloğu olan
bir arkadaşına götürmüş.
Biyolog incelemiş, demiş ki;
- İyi haberim var, kötü haberim var,
hangisinden başlayayım?
- Hangisinden istersen
- İyi haberim balık hasta değil.
Kötü haberim suyun hasta.
- Su hasta olur mu ya?
- Evet olur, iyi oksijen almıyor bu su.
Bundan dolayı bir bakteri girmiş .
Ve bu bakteri balığın sinir sistemini böyle etkilemiş.
- Ne yapmam lazım?
- Balığın suyunu değiştireceksin ,
bir de pompanı değiştireceksin.
Su değişince, pompa sistemi değişince
gerçekten de balık iyileşmiş bir süre sonra.
Balık yine şahane biçimde
dalga dalga gitmeye devam etmiş!
Bizim suyun hastalığı ne peki?
Korku kültürü.
Korku kültürü kavramını biraz açabilir misiniz?
Korku kültürü yaşamda gücü temel olarak kabul eder.
Hayatta en önemli şey güçtür.
Bu nedenle yaşam sürecinin kendisini sıfırlar.
Mutluymuşsun, coşkuluymuşsun, zevk alıyormuşsun
hiçbir önemi yok.
Seni güçlü kılıyor mu kılmıyor mu ona bakacaksın.
Bu da sonuçlarla belli olur.
Mevki edindin mi, para kazanıyor musun,
şöhretli misin, göster bana!
Böylelikle yaşamın bir süreç olarak değeri yok,
güç temel değerdir.
Güçlü olan haklıdır, çünkü o güçlüdür.
Güçlü olanın denetleme hakkı vardır, çünkü o güçlüdür.
Yönlendirir.
Böylelikle tüm ilişkiler ve yaşam
onun üzerine oluşmaya başlar.
O nedenle böyle bir toplumda
insan insana ilişki yoktur,
güçlü güçsüz ilişkisi vardır.
Kadın erkek ilişkisi yoktur,
güçlü güçsüz ilşkisi vardır.
Patron işveren ilişkisi yoktur,
güçlü güçsüz ilişkisi vardır.
Bir toplumda
“Sen benim kim olduğumu biliyor musun?”
diye soruluyorsa o toplumda
güçlü güçsüz ilişkisi vardır!
Korku kültüründe insanların ilk karşılaştıklarında
akıllarından geçen şudur:
Şimdi burada kimin borusu ötecek.
O yüzden kolay kolay gülümsemezler,
başka tarafa bakarak el sıkarlar.
Yani diyor ki:
Yersen, burada baba benim.
Böyle durumlarda ben kendimi nasıl tanıtacağım:
Ben, Profesör Doktor Doğan Cüceloğlu.
Mutlaka mevkimi söyleyeceğim.
Yani işte 15 kitap yazdım,
tv programı yapıyorum, filan, filan…
Bir kıdem listesi yapacağım sana
güçlü olduğumu göstermek için.
Çingeneler kavga ettiğinde
“bende bu var, sende ne var ” diye atışırlarmış ya…
Bizdekinin aynı.
Adam kitap yazıyor,
üzerine Prof bilmemkim diye titrini yazdırıyor,
Ne gerek var?
Korku kültüründe eşit ilişki yoktur,
Kim daha güçlü, kim daha üstün ilişkisi var.
Daha evlenirken bu karı koca ilişkisinde kendini belli eder,
ilk gece gözünü korkutuyor,
ilk gece.
Anne baba çocuk ilişkisinde de öyle.
Anne baba ilişkisinde nasıl?
Çocuk bir kere 0 - 7 yaş arasında
müthiş bir mücadele veriyor.
Ne mücadelesi veriyor?
Varolma mücadelesi veriyor.
“Yemiyeceğim” diyor,
“Doydum” diyor.
“Yiyeceksin” diye ağzına tıkıyoruz kaşığı.
“Aç değilim” diyor.
“Hayır açsın” diyoruz.
Düşünebiliyor musun ya?
Şu işkenceyi düşünebiliyor musun?
Geçen gün üniversite öğrencilerinden oluşan
70 kişilik bir gruba konuştum.
Bir kız öğrencinin önüne gittim.
“Merhaba” dedim ama görüyorum nasıl korkuyor.
inşallah doğru cevap veririm kaygısı var yüzünde.
“Sabahleyin karşılaşsak ben sana sorsam
‘Uykunu alabildin mi?’ diye.
Uykunu alıp almadığını bilebilir misin?” dedim.
“Bilmem, belki” dedi.
Bu çok acı birşey.
“Peki” dedim “Senin uykunu alıp almadığını
senden daha iyi bilecek kim var?”
Ona da cevap veremedi.
Üniversite öğrencisi bu!
Yandaki arkadaşa döndüm.
“Aç mısın tok musun bilir misin?” dedim.
Cevap veremedi, ııığğğ filan yapıyor.
“Senin aç ya da tok olduğunu
senden daha iyi bilebilecek biri var mı?” dedim.
“Lokantacı “dedi.
Bunlar üniversite öğrencisi!
Bunlar, bu kadar sınavdan sonra
üniversiteye girebilmiş seçilmiş insanlar!
Ama düşünün öyle bir yaşamı boşaltma durumu var ki
çocuk aç mı uykusuz mu bilmiyor.
Ve ben psikolog olarak şunu söylüyorum.
Bir insanın yaşmının temeli 0 - 7 yaş arasında atılıyor.
Bir vatandaşın vatandaşlığının temeli de
0 ile 7 yaş arasında atılıyor.
Neye benziyor bu biliyor musun,
eğer siz bir çocuğa 0 - 7 yaş arasında
Türkçe öğretemezseniz,
ondan sonra da düzgün Türkçe konuşamaz,
ona benziyor.
Eğer çocuklarınıza 0 ile 7 yaş arasında
vatandaş olma bilinci veremezseniz
ondan sonra ikinci dil öğrenirmiş gibi
zorlukla ağır ve aksak öğreneceklerdir.
O zaman o üniversitelinin aç olup olmadığını
bilmemesinin nedeni de annesinin
çocukken aç olmadığı halde zorla yedirmesi mi?
Onun adına kararlar vermesi mi?
Bu ufak bir örnek.
Genel olarak çocuğa verilen mesaj önemli.
“Sen küçüksün bilmezsin büyükler bilir.
Sen kimsin ki…”
Bu genel mesaj yerleşince
“ Ben kimim ki, otorite daha iyi bilir”
inancına dönüşüyor.
Korku kültürünün özü bu!
Öyle olunca yaşam
tamamıyla gerçeğin araştırılması değil,
özgürce bir yolculuk değil,
bireylerin, grupların, cemaatlerin
birinden daha güçlü olma mücadelesine dönüyor.
Türkiye’de siyasal anlamda yaşanan da bu değil mi?
Evet!
İşte bu korku kültürünün aksi olan
saygı kültüründe çok temel bir değer vardır.
O da gerçeğe saygıdır.
Üniversite neden vardır?
Gerçeği keşfedip,öğrenip, yaymak için vardır.
Oysa bu korku kültürünün umurunda değil.
Korku kültüründe üniversite makam için vardır,
mevki için vardır,
daha güçlü olmak için vardır.
Araştırma yapmaktan daha çok
nasıl kulis faaliyetleriyle,
ayak oyunlarıyla makam elde edileceği öğrenilir.
Ayakta kalanlar,
mevki, makam sahibi olanlar bunlardır.
Ve bunlar
bir öğrenci çok akıllı ve yetenikliyse korkarlar,
onu asistan almazlar.
Sadece üniversitelerde değil,
Hiçbir yerde çok akıllı adam istemezler, Türkiye’de.
Evet, çünkü tehlikesin.
Ama, ben 25 yıl yurtdışında bulundum.
Orada adamın seni sevmesi veya sevmemesi
üçüncü dördüncü derecede ilgilendiği birşey.
“Sevmem ama harika bir kafası var,
ondan dolayı buraya getirmek zorundayım” diyor.
“Arkadaşım olarak görmem ama hakkını veririm” diyor.
Şöyle düşünmek lazım.
Hepimiz bir ekibin parçasıyız.
Ben şu çocuğun ( parkta oynayan çocuğu işaret ederek)
daha mutlu olmasının bir parçasıyım.
Herkes böyle düşünmeli.
O çocuk mutsuzsa emin ol şu veya bu şekilde
o mutsuzluk benim hayatımı etkiler.
Trafiği düşün,
herbir kişinin araba kullanışının kalitesi
diğerinin hayatını etkiler.
Sarhoş ise, yorgun ise, hızlı ise
trafikteki herkes etkilenir.
Toplumda da öyle.
Ben buna biz bilinci diyorum.
Korku kültüründe
biz bilincinin gelişmesi mümkün değil.
Ya ben bilinci denilen arsız saldırgan kültür gelişir,
ya da sen bilinci denilen ezik kişiliksiz kültür gelişir.
Arsızlar ezikleri daha da eziyor yani o zaman?
Zaten sen diyenler “Meee” diyor,
“Çoban yok mu?
Uykum var mı yok mu bana söylesin,
biri benim hakkımı korusun.”
Mesela sınıfa girin öğretmen olarak.
Korku kültürüyle yetişmiş çocuğa güleryüzlü davranın,
“Günaydın çocuklar nasılsınız?” filan deyin.
Üç dört ders sonra size parmak atmaya kalkarlar.
Siz üzülürsünüz
ben bunlara insan muamelesi yapıyorum,
yaptıklarına bak diye.
Size süratle öğretirler
nasıl öğretmen olunması gerektiğini.
Demek ki korku kültüründe
korkutulma ihtiyacının giderilmesi için
korkutan birisinin olması lazım.
El ve eldiven gibi.
Ve bu bir yaşam felsefesi.
Mesela korku kültüründe yetişmiş kadınlar da
korkutan erkek ister.
Onları korkutmayana “Ne biçim erkek” derler.
Türkiye’de yüzde kaç korku kültürü hakim?
Şimdi belirli bir azınlık grup var.
insan hakları, çocuk hakları diyen,
insanca bir yaşam isteyen,
birbirlerine “Günaydın” demek isteyen,
trafik kurallarına uyan…
Benim gördüğüm kadarıyla çok az…
Ve bu insanlar çok yalnız.
Eğer Türkiye’de uygar insan gibi
yaşamaya çalışırsanız
süratle kendinizi keriz olarak görürsünüz.
O sınıfa girip de “Günaydın” diyen
öğretmenin durumuna düşersiniz.
Başınıza gelmedik kalmaz yani?
Kendinizi korursunuz ama
o zaman da kendinize yabancılaşırsınız.
Bir mutsuzluk yaşamaya başlarsınız.
Ve altını çizmek lazım.
Kimsenin kabahati yok.
Kimse kötü niyetle yapmıyor bunu.
Bildiği başka bir şey yok.
0 - 7 yaş aralığında bunu öğreniyor.
Bildiğini de gelecek nesle bağırta çağırta aktarıyor.
Bu böyle gidiyor.
Nasıl ki alfabeyi değiştirmek için
seferberlik yaptık,
köy köy gezip anlattık.
Bence bizim ana babalığı öğrenmemiz için de
aynı şey lazım.
Çok ciddi olarak ve bilimsel olarak.
Ve bunu herhangi bir ideolojinin
herhangi bir güç kapma yarışının
parçası haline getirmeden yapmak çok önemli.
Türk politika tarihinde korku kültürü ne kadar hakim?
Hep korkutularak mı yönetilmiş Türkiye?
Korku kültürünün dışında başka bir akım olmamış.
Avrupa’nın yaşadığı aydınlanma,
birey olma hakkı mücadelesi olmamış.
İşte Atatürk devrimleriyle bunu yapmaya çalışmış.
Fakat korku kültüründe yetişmiş insanlar
onu da hemen bir canavar haline getirip
iki kampa ayrılmış,
hangisi güçlü olacak mücadelesi yapıyor.
İki tarafında anlaştığı temel değerler nedir
konusunda bir araştırma içerisine girmiş değiliz.
Ben şimdi olanların hepsini korku kültürü içinde
bir mücadele savaşı olarak görüyorum,
Bu da bana acı veriyor.
Bir de bu savaşın,
bu en tepedeki güç savaşının bizlerde,
sıradan insanlarda yarattığı korkular var.
Herkes endişeli, kaygı içinde ve mutsuz.
Gerçeğe saygı bir değer olarak
kurumlarda yaşamıyorsa
o zaman benim çok dikkat etmem gereken şeyler var.
Ailem var, işim var, düzenim var.
Yaşamımı devam ettirmek için
benim ya çok güçlü olmam lazım
ya da çok güçlü bir ekibin parçası olmam lazım.
Bütün mücadele böyle dönüyor şimdi Türkiye’de.
Karşı tarafın hakları umurunda değil,
zerre ilgilendirmiyor.
Bir onların gözüyle bakayım diye kimse demiyor.
Çünkü bakarsa gücünü kaybediverir.
O yüzden herkes yüzde 100 haklı olduğunu iddia ediyor.
O yüzden de diyalog imkanı ortadan kalkıyor.
Diyalog imkanının olabilmesi için herkesin
“Arkadaş sen de ben de farklı bakıyoruz ama
müşterek bir gayemiz var” diyebilmesi lazım.
Müşterek kabul ettiğimiz kriterler olması lazım.
Bu kriterler yok.
O yüzden ben sana baktığımda
acaba hangi taraftan diyorum.
Sana da sormuyorum, güvenim yok,
alttan alttan anlamaya çalışıyorum.
Benim gördüğüm kadarıyla hem parti içi
hem partiler arası politika
güç mücadelesinden başka birşey değil.
Kim mevkiye makama gelirse
nemalanma durumu olarak görüyorum bunu.
İçten içe hepimiz de bu böyle olur diye kabul etmişiz.
O nedenle korku kültürünü
bizim en önemli baş belamız olarak görüyorum.
Henüz daha farkında değiliz
nasıl ki balık suyun farkında değil,
biz de korku kültürünün farkında değiliz.
Bizim de suyumuz mu hasta?
Aynen öyle, akvaryumun suyu aynı olduğu sürece
yeni balıklar koysan bile bir süre sonra onlar da hastalanır.
Şimdi biz ne yapıyoruz,
milletvekillerini suçluyoruz.
Sanki onlar gökten zembille indi.
Onlar da bizim balığımız!
Peki suyu iyi etmek için ne yapmak lazım?
Suyun ilacı ne?
Değerler!
İlk değer gerçeğe saygı.
Anne baba olarak çocuğunun gerçeğine saygı duyacaksın.
İkinci değer, gerçeğe sevgi.
Anne baba olarak çocuğunu seveceksin.
En önemlisi de yaşama saygı.
Çocuğun kendi yaşamında kendisi olarak
var olabilmesine saygı duyacaksın!
23.03.2008