Efsane valinin bilinmeyen öyküsü
03 09 2008 06:51
Recep Yazıcıoğlu, aramızdan ayrılalı 5 yıl oldu. Ve ailesi, sessizliğini ilk kez bozdu. Eşi Meryem Hanım ve kızı Rüveyda, sıra dışı valinin bilinmeyen portresini anlattı:
Nursel Dilek'in haberi
Yazıcoğlu ailesi, sessizliğini ilk kez Aksiyon’a bozdu.
Süper vali… Efsane vali… Zıpkın vali… Aykırı vali… Sıra dışı vali... Türkiye’de vali dendiğinde akla ilk gelen isimdi Recep Yazıcıoğlu. Türkiye onu, sisteme, bürokrasiye, klasik devlet anlayışına karşı sert çıkışlar yapan, sözünü esirgemeyen biri olarak tanıdı. O ilk önce şen kahkahalarıyla dikkat çekti. Çünkü vali gülmez, fazla konuşmaz, bir imza atar, yazar geçerdi. Onun ise hiç eksik etmediği kahkahaları vardı. Aslında dünyaya karşı çıkışı bu kahkahalarının ardında gizliydi. Çoğu kişi yaşadığı şehrin valisinin ismini bilmezken, onu tanımayan yoktu neredeyse. Çünkü o hep halkın içinde, halkla birlikteydi. Kâh dağ başında, kâh valilik makamında, kâh azgın Fırat sularında. Takım elbiseyle gezdiği pek görülmezdi. Bir tişört ve şorttu en sevdiği kıyafeti. Aykırılığı kadar, ‘olmaz’ denilen projelere imza atmasıydı onu bilinir kılan. Ancak Türkiye’nin en genç valisi, genç yaşında ayrıldı aramızdan.
Beş yıl önce geçirdiği trafik kazasıyla hayatını kaybeden Vali Yazıcıoğlu, Köprü dizisiyle ekranlarda hayat buluyordu. Ayşe Kulin’in valinin bizzat kendisinden dinleyerek kaleme aldığı romanı, Yazıcıoğlu’nun en önemli projelerinden Köprü’yü konu ediniyordu. Peki, valinin hayatını ekran başından izleyen ailesi neler hissediyordu? O günleri nasıl anıyordu? Bu ve benzeri soruların cevabı için onların kapısını çaldık. Karşımıza acılı; ama Yazıcıoğlu soyadını gururla taşıyan bir aile çıktı. Ölümünün üzerinden 5 yıl geçmesine rağmen Meryem Hanım ve kızı, Recep Yazıcıoğlu’nun ölümüyle ilgili suikast ihtimalinin hâlâ akıllarında olduğunu söylüyor. Ziyaretimizde merak ettiklerimizin yanı sıra, Yazıcıoğlu’nun hayatının bilinmeyen yönlerini de öğrendik ailesinden. Eşinin ve kızının ağzından ilk kez dinledik onun hikâyesini.
DOÐUMLA KESİŞEN İLGİNÇ KADER
Sene 1948. Trabzon Sürmene’de bir recep ayı… Sürmene ilçesi Yılmazlar köyü Köprübaşı’nda İbişoğulları’ndan müftü Mustafa ve Fatma Yazıcıoğlu çiftinin ilk çocukları dünyaya gelir. İçinde bulundukları mübarek aydan ötürü baba, ‘Recep olsun’ der oğlunun adına. Evleri, ormanın arasında, patika yolun en ücra köşesindedir.
Sene yine 1948. Sürmene ilçesi Köprübaşı. Aylardan yine recep. Köyün diğer ucundaki yayla evi. Hasan ve Hatice Güneş’in bir kızı dünyaya gelir. Hasan Bey, köyün en zengin ağasıdır. Her şeyi vardır; ama bir oğlan çocuğudur gönlünden geçen. Pek belli etmez kimselere; velâkin “Karadeniz’de oğlan olmazsa bacalar tütmezmiş” sözü kulağındadır her daim. O gün atıyla yayla evine çıkarken önünü keserler ağanın: “Senin hanım yine kız doğurmuş.” “Hanım iyi mi?” diye sorar ağa. Önemli olan hanımıdır onun için. İyi olduğunu duyduğunda ferahlar içi. Yolunu kesenlere ise cevabı hazırdır: “Benim bir kızım bir de oğlum oldu. Oğlumun adı Recep. Kız kardeşim doğum yaptı. Kızımı kız kardeşime veririm. Böylece o da benim oğlum olur.”
Hasan Ağa, o gün yayla evine gittiğinde aynı şeyi söyler hanımına da. Recep onun da oğludur artık; hep ‘oğlum’ diye sever onu. Böylece Recep ve Meryem’in hayat arkadaşlığı doğar doğmaz başlar bir nevi.
RECEP, MERYEM VE ADNAN KAHVECİ
Recep ve Meryem, dayı-hala çocuklarıdır. İlkokulu beraber okurlar Köprübaşı’nda. Babası, Meryem’i Recep’e emanet eder. Recep de kendi gözünden bile sakınır onu. Yakın bir de arkadaşları vardır; Adnan. Gün gelecek Recep ile Adnan’ın kaderleri de birbirine benzeyecektir. Trabzon’dan çıkan iki önemli isim olacaklardır. Biri Maliye Bakanı Adnan Kahveci, diğeri Vali Recep Yazıcıoğlu. Recep, Adnan ve Meryem ilkokul üçüncü sınıfa kadar beraber okur. Recep onlardan daha çalışkan olduğu için sınıf atlar. Artık ayrı sınıftadır üç arkadaş. Meryem’in peşini bırakmaz Recep. Nereye gitse yanındadır. Onu kaybetmekten öylesine korkar ki birgün sırtına vurup kaçar Meryem’in. O yumruğun sevgiden olduğunu anlamaz Meryem. Kızar, küser, ağlar, isyan eder Recep’e…
Kısa süre sonra Recep’in babası müftü olduğu için tayini Muğla Milas’a çıkar. Baba Yazıcıoğlu; Recep, Mustafa Sait, Leyla ve Selma’yı annelerine emanet edip gider Milas’a. Evin en büyük oğlu Recep için hayat başlamıştır artık. Odun kesip eve getirir, çayırları tırpanla keser, 10 kilometre uzaktaki değirmende mısır öğütür. Bir müddet sonra baba, onları da aldırır Milas’a. Meryem ve Recep’in ilk ayrılığı olur bu. Eşi Meryem Yazıcıoğlu çocukluk günlerini şöyle anlatıyor: “Bizim birbirimizi alacağımızı akrabalar söylerdi. Ben çok nazlanırdım onun karşısında. Beğenmez, havalara girerdim. Başka biriyle evleneceğimi söyleyip kızdırırdım onu. Onların tayini çıkınca uzun süre göremedim.”
Recep, Meryem’in sevgisini kalbine gömüp gider Milas’a. Onu en yakın arkadaşı Adnan’a emanet eder. Karadeniz’in uçsuz bucaksız serin yaylalarından, Ege’nin bu çok sıcak ilçesine gelir aile. Recep, ne zaman Meryem’i düşünse, içine bir sıkıntı düşse ve ne zaman çok sevinse atar kendini suya. Belki de “Beni bir tek ya dağlar ya da sular anlar” demesi bu yüzdendir.
BİR MÜHENDİS ÂŞIK OLDU KIZA, KAÇIRACAKLAR
Liseye gidinceye kadar göremez Meryem’i. Bir gün babasıyla çıkar gelir memlekete. İlk işi Meryem’i görmektir. Meryem’in babası ‘Oğlum geldi’ diyerek karşılar Recep’i. Meryem ise yüz vermez: “İçimde küçüklükten kalan bir korku var. O gün annem çağırdı, Recep geldi diye, ben de ‘Bana ne’ dedim. Sonra gittim ‘Hoş geldin’ deyip çıktım dışarı. Yanıma geldi, ‘Hoş geldin deyip gittin’ dedi. ‘Bu kadar yeter’ dedim. ‘İyi o zaman ben gidiyorum’ dedi. ‘Güle güle’ dedim…” Çocuklukta vurduğu yumruğun öcünü alır o gün Meryem. Ama Recep, ‘Beni bekle’ sözünü alamaz Meryem’den, döner Milas’a.
Ankara Hukuk Fakültesi’ni kazanır. Memlekete gelemese de mektuplarını yollar Meryem’e. Lamı cimi yoktur, alacaktır Meryem’i. En sonunda ikna eder, son mektubunda ‘tamam’ der Meryem. Üniversite imtihanlarından gelemez Recep köye. Kardeşinin eline bir yüzük, bir de inci kolye tutuşturur. O Ankara’da, Meryem Trabzon’da ayrı ayrı nişanlanırlar. Dört sene birbirlerini göremezler. Recep son sınıftayken bir mektup alır baba dediği dayısından: “Bir mühendis âşık oldu kıza. Peşini bırakmıyor. Camiye bile gidemiyorum, kızı kaçıracaklar diye. Gel al kızı.” Hemen atlar otobüse, köye gelir Recep. Bir nikâh kıyılır, apar topar getirir Meryem’i ailesinin yanına.
Gelinliği sevmediği için giydirmez Meryem’e. O da heves etmez zaten. Okulda çıkan boykotlar en çok onun işine yarar. Recep, Meryem’i görmek için yollarda geçirir bir seneyi.
SİLAH ZORUYLA AÇTIRILAN YOL
Yıl 1968. Çekingen, cılız, kimsenin yüzüne bakmadan konuşan Recep, maiyet memurudur (kaymakam vekili) artık. Görev yeri ise Aydın’dır. Altı ay boyunca ildeki bütün kurumlarda görev yapar. Mevzuatları inceler. Neler yapıldığını, müdürlerin nasıl çalıştığını, memur psikolojisini öğrenmeye çalışır. İlk iş, ilk deney, ilk görev her röportajında dile getireceği bir şeyi öğretir ona: “Bürokrasi hastalığı.” Halka karşı sert olmak, halka tepeden bakmak, işi yokuşa sürmek, vatandaşı engellemek, bugün git yarın gel anlayışı yani… Bürokrasi hastalığına karşı belki o zamanlarda bir nefret uyanır içinde. Ancak her zaman ‘Bu sistem değişmeli’ der Yazıcıoğlu. Ona göre bürokrat halka karşı değil, devlete karşı sorumludur. O dönemlerde yaptığı çıkışlarla farklı olacağının sinyallerini verir genç kaymakam vekili: “Her şeyin devletten beklenmemesi gerektiğini söylüyordu. Onun derdi sistemleydi. Hep bu sistem değişmeli derdi. Çünkü sistem değişirse, Türkiye değişecekti.”
Yazıcıoğlu’nun sistemle başa çıkma yarışı başlar artık. Her gittiği ilde çıkışlarıyla dikkat çeker. Halkın içindedir çoğu zaman. Bu da onu ‘farklı’ kılan en önemli özelliği. Aslında onun farklılığı sıradan olmasında yatar. Kaymakam vekilliğinde tecrübesi artınca Ankara’ya kaymakamlık kursuna çağrılır. Başarıyla tamamladığı kurstan sonra nihayet kaymakamdır Recep Yazıcıoğlu. İlk kaymakamlık deneyimini Rize Kalkandere’de edinir. Eski adı Kanlıdere’dir ilçenin. Sürüp giden kan davalarından dolayı bu ismi almıştır. 12 Mart Muhtırası o dönemde gerçekleşir. Ve sıkıyönetim ilan edilir ülkede. Türkiye genelinde yaşanan bu gerilimli havadan Kalkandere de nasibini alır. Çiçeği burnunda kaymakam da başına geleceklerden habersizdir: “Biz Kalkandere’ye gelmeden önce bir yol açılmış. Yol bir yere gelmiş, bir yerden sonra tıkalı. Halk yolun açılmasına, yaylalarından geçilmesine müsaade etmiyor. Kaymakam Bey de silah zoruyla yolu açtırdı.” O gün evden savaşa gider gibi çıkar kaymakam. Bir greyder, bir de gangster gibi cesaretli birini ister yanına. Bir taraftan ağaçlar, diğer taraftan mısırlar kesilir. Gürültüyü duyan halk koşar gelir. ‘Arazimiz gasp edildi’ diyerek bağırmaya başlar. Adamın biri bir kaya parçasını alarak üzerine yürür kaymakamın. Ancak cebinden çıkarttığı silahı dayar çenesine. Türkiye’de ilk kez bir yol silah zoruyla açılır. Ve kaymakam Recep Yazıcıoğlu ilk kez yetişemez cuma namazına.
Daha ilk kaymakamlığında politikacılarla çatışma yaşar ve tayini çıkarılır. Tayinin çıktığını öğrenip eve geldiğinde ise neden gönderildiğini şöyle anlatır eşine: “Hanım, biz hiçbir zaman el etek öpmedik, başımız dik, alnımız ak görev yaptık. Mükâfat olarak Adana-Bahçe’ye sürdüler.” Politikacılarla kavgası ilden ile sürükler onu. Sırasıyla Ağrı-Hamur, Çanakkale-Ayvacık, Hatay-Kırıkhan, Çorum-Alaca ve Bolu-Akçakoca’da kaymakamlık yapar. Ancak her gittiği yerde bir Recep Yazıcıoğlu değişimi yaşatır.
KAHVEHANELER OKUMA SALONU OLDU; EVREN YAŞI KÜÇÜK DİYE REDDETTİ, ÖZAL VALİ YAPTI
Değişim aslında, Yazıcıoğlu için sıradan olanı yapmak, sıra dışı bürokrasiyi reddetmektir. Makamının kapılarının ardına kadar açık olması da bu yüzdendir. Alaca Kaymakamı iken ilk defa makam odasına “Kapıyı vurmadan girin” şeklinde bir yazı asar. Halk ilk kez böyle bir şeyle karşılaştığı için kapının boyalı olduğunu zanneder. Yazı, uzun süre kapıda asılı kalınca herkes anlar kaymakamın niyetini. Son kaymakamlık yeri Bolu-Akçakoca’da adından söz ettiren çalışmalara imza atar Yazıcıoğlu. Kahvehaneleri kıraathaneye dönüştürerek okuma salonları açar, Akçakoca’nın çehresini değiştirir: “Akçakoca’da bir seferberlik başlatmıştı. Herkes evindeki kitapları kahvehaneye taşımaya başladı. İlçede yıllardır devam eden kaçakçılığın önüne geçti böylece.”
Kaymakam Recep Yazıcıoğlu 30 yaşlarına gelmiştir artık. Gittiği çoğu ilçede yaptığı hizmetler Ankara’dan duyulup hükümetin dikkatini çeker. Akçakoca’da kaçakçılığın önüne geçmesi, pislikten geçilmeyen fırınların temizlenmesi derken hakkında anlatılanlar dönemin başbakanı Turgut Özal’a kadar ulaşır: “Başbakanlık müsteşarı Hasan Celal Güzel, Özal’a ‘Tam istediğiniz biri’ diye tanıtmış kaymakam beyi. Özal da “O zaman git çalışmalarını izle, bana haber ver” demiş. Güzel, Ankara’ya döndüğünde kaymakamın çalışmalarını heyecanla anlatır Başbakan’a. Özal’ın direktifi ile valiler kararnamesine alınır Recep Yazıcıoğlu. Ancak dönemin cumhurbaşkanı Kenan Evren ‘yaşı küçük’ diyerek itiraz eder duruma. Recep Yazıcıoğlu’nun vali olması kararı Köşk’le krize neden olur. Aradaki buzlar ancak altı ay sonra erir. Sonunda 36 yaşındaki Recep Yazıcıoğlu, Türkiye’nin ‘en genç valisi’ olarak Tokat’a tayin edilir.
DEVLET-MİLLET EL ELE
Tokat’ta ilk işi eğitim alanında çalışmalar yapmak olur. Gerisini Meryem Hanım’dan dinliyoruz: “Tokat’a gittiğimizde köylerdeki çocuklar ahır gibi yerlerde okuyorlardı. Bunları izleyince hemen bir okul kampanyası başlattı. Devletten para gelmesini beklemezdi. Halkla birlikte para gelmeden işe başlardı. Kısa sürede 3-4 bin derslik açıldı.” Yazıcıoğlu Tokat’ta görev yaptığı beş yılda ‘devlet-millet el ele’ sloganıyla okulsuz köy bırakmaz. Yaptığı her okulda bir vali gibi değil, şantiye şefi gibi çalışır. Bakanlığın ödediği küçük meblağ henüz yoldayken o çimentoyu, demiri, pahalanmasını beklemeden depoya aktarır.
Önceleri tepki gösteren, çekinenler, sonraları onu takdir etmeye, kente can veren vali olarak anmaya başlar. Görev yaptığı yıllar Tokat’ın altın yılları olarak tanımlanır. Karakola ‘pembekol’ demesi, kola yerine süt için kampanyası, kepek ekmeğini önermesi onu dikkat çeken isim yapar. Yaptıkları Devlet Planlama Teşkilatı’na model, üniversitelere ise doktora tezi olur.
TOKAT’IN DÖRDÜNCÜ MURAT’I, YILIN BÜROKRATI
Sıra dışı, efsane, süper vali isimlerinin arasına valiliği döneminde ‘Dördüncü Murat’ lakabı da eklenir. Resmî dairelerde belli saat ve yerler dışında sigara, çay ve kahve içmeyi, kahvehanelerde kâğıt ve o*** oynamayı yasaklar. Bu yasak ve sınırlamaların yanında bir de bildiri yayımlar kentte. İçkili yerlerde kişi başına bir küçük şişe rakı veya üç şişeden fazla bira içilmeyeceğini duyurur. Bu nedenle Tokat’ta adı artık ‘Dördüncü Murat Recep Yazıcıoğlu’dur. Ancak kendisine atfedilen bu lakap, diğer isimlerinin yanında onu pek hoşnut etmez.
Kızı Rüveyda Durmaz Yazıcıoğlu’na göre babasının böyle bir kampanya başlatmasının altında yatan amaç ise aslında çok başkadır: “Babamın makamının kapıları açılınca kadınlar da gelmeye başladı. Özellikle kocasından dayak yiyenler. Baktı ki bir sürü kişi içki yüzünden Tokat’ta kocasından dayak yiyor. Babam da içkiyi yasakladı. Ama Ankara’dan çok tepki aldı.” İlk defa bir valinin sesini yükseltmesi Ankara’nın hoşuna gitmez. Ancak gelen tepkiler yıldırmaz valiyi. Halktan gelen destek ise kararlılığını artırır.
Hürriyet’in ‘Dördüncü Murat’ başlığıyla yayımladığı haber uzun süre canını sıkar valinin: “Ben Dördüncü Murat değilim. 20. yüzyılda Dördüncü Murat’ın işi ne? Hem o içkiyi yasaklamış, kendisi içmiş, ben içmiyorum ki. Ben halkın sağlığını düşünüyorum.” diye hayıflanır eşine. O gün eve geldiğinde suratı asıktır. Eve gelen telefonlar ise doğru bir iş yaptığının göstergesidir: “Zile’den hanımlar arayıp valinin elini öpmeye, ona teşekkür etmeye geleceklerini söylediler. Aylardır kocalarının eve uğramadığını, yasak sayesinde eve gelmeye, çocuklarıyla ilgilenmeye başladıklarını anlattılar. Bu, onu çok sevindirdi.” Tokat’ta kısa sürede yaptığı hizmetler yılın bürokratı unvanını kazanmasını sağlar. Evinin başköşesini süsleyen bu ödülün altında verilme nedeni olarak şöyle yazar: “Türkiye’nin en genç valisi olmasına karşın Tokat’ta döneminde yapılan ilkokul ve sağlık ocağı sayısının Cumhuriyet döneminden fazla olması!”
YAZICIOÐLU’NDAN TURGUT ÖZAL’A: ÜSTSÜZLERE KARŞI BİR HATA MI YAPTIK?
Tokat’ın Dördüncü Murat’ı 41 yaşındadır artık. Ancak hoşlanmadığı bu lakap peşini bırakmaz Yazıcıoğlu’nun. Her gittiği ilde ‘yasakçı vali geldi’ diyerek karşılanır. İkinci görev yeri Aydın’da da durum farklı değildir. Aydın’a gitmeden önce yeni valiler Özal’ı ziyaret eder. Makamına gelen valilere Özal’ın nasihatleri vardır. Yazıcıoğlu’na doğru bakarak, “Yeni illerinizle eski illerinizi karıştırmayın. Tokat’ta bu işler eli sopalı yapılır ama Aydın’da üstsüzler var.” der. Yazıcıoğlu da “Biz eli sopalı iş yapmadık. Adımız Dördüncü Murat’a çıktı, biz halkla gönül bağı kurduk.” der.
Tokat’ta uygulamaya koyduğu eğitim ve sağlık seferberliğini burada devam ettirir süper vali. Aydın halkı alışık değildir böyle bir valiye. Yaptırmaya alışık oldukları istekleri, tayin talepleri ters tepince soluğu Ankara’da alır çoğu. Yeni Başbakan Mesut Yılmaz ise bu tepkilere bigâne kalmaz. İzmir veya İstanbul valisi olacağı kulaktan kulağa yayıldığı günlerde Erzincan’a gönderilir Yazıcıoğlu: “O gün ilk işi Özal’ı aramak oldu. ‘Üstsüzlere karşı bir hata mı yaptık da defterimizi dürdünüz?’ diye çıkışmıştı.” İki yıl görev yaptığı Aydın’dan Erzincan’a gider Yazıcıoğlu. Aslında Mesut Yılmaz istemeden de olsa ona bir iyilik yapmıştır. Yıllar sonra Erzincan’ı Erzincan yapacağı ve siyasete girmesi için politikacıların peşinden koşacağı bu ismi, kendince sürgüne göndermiştir. Ancak Vali Yazıcıoğlu, sürgün yerinden efsane olmayı başararak çıkacaktır.
ŞEHRE BİR VALİ GELİR, ŞEHİR DEÐİŞİR
Valinin Aydın’dan ayrılmasına üstsüzler değil, politikacılar sebep olur. Zaten hiç sevmediği siyaset, yine canını sıkar. Daha başladığı projeleri gerçekleştiremeden Erzincan’a gitmenin acısını yaşar. Ama yeni il, yeni projeler demektir. Bir puzzle gibidir şehirler onun için. Doğru zamanda, doğru kareyi yerine koymak, eksiksiz olarak tamamlamak için çabalar durur. Gittiği her ilde yaptığı gibi ilçeleri ve köyleri tek tek gezerek işe başlar. Erzincan’ın neye ihtiyacı olduğunu anlamak için saha taraması yapmak, halkın içine karışmak en doğru yöntemdir.
Ancak daha görevinin ilk yıllarında Erzincan’da meydana gelen deprem, hem şehri hem de valinin hayallerini yerle bir eder eşinin tabiriyle: “O gün Ankara’ya bir seminere gitmişti. Ben de Erzincan’daydım. Hemen arayıp iyi olduğumuzu söyledim. Ancak Erzincan yerle bir olmuştu.”
Vakit kaybetmeden Erzincan’a hareket eder vali. 6,8 büyüklüğündeki depremden geriye, yıkık dökük binalar, üstü örtülü cesetler kalır. Gördüğü manzara karşısında o da kalır enkaz altında. Günlerce bir bisküvi ve çayla valilik binasında sabahlar. Cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, vekiller… Hepsinin dilinde aynı şeyler terennüm eder: “Sabırlı olun, yaralar sarılacaktır!” Ne var ki Yazıcıoğlu her şeyin devletten beklenmeyeceğinin bilincindedir. Yine halkla birlikte bu yükün altından kalkmaya çalışır. Erzincan’daki ilk sınavını depremle veren vali, şehri sekiz ayda ayağa kaldırır. Erzincan’da deprem sonrasında edindiği tecrübeler ve şehri kısa zamanda hayata döndürmesi Marmara Depremi’nin yaşandığı günlerde adının sıkça anılmasına sebep olur: “Marmara Bölgesi’ne deprem valisi olarak gitmek istiyordu. Ancak devlet kendisine böyle bir teklif bile sunmadı.”
‘BAŞBAÐLAR KATLİAMI’NDA KOMANDO BİRLİÐİ İSTEDİ, GÖNDERİLMEDİ’
Yıl 1993. Aylardan temmuz. Erzincan’ın gündeminde depremden sonra terör vardır. Sabaha karşı çalan telefon ona insanın insana karşı yaptığı en akıl almaz vahşetlerden birini haber verir: “Sayın valim, Başbağlar’da katliam olmuş!” O gün evi arayan Erzincan kaymakamıyla birlikte Başbağlar köyüne doğru yol alır. Gördüğü manzara karşısında dehşete düşer. Kadın, erkek, çoluk, çocuk… Camiye toplanıp katledilmişlerdir. Duvara bir de yazı asılmıştır: “Bu, Sivas’ın misillemesidir. Devam edecek.”
Vali Yazıcıoğlu, Erzincan’da giderek tırmanan terörü önceden hissetmiş ve Ankara’dan bununla ilgili bir komando birliği gönderilmesini talep etmiştir. Ancak terörde Erzincan’ın önceliği olmadığı söylenerek bu isteği reddedilir. Vali depremin yaralarını henüz yeni sarmışken bu kez de terör belası vurmuştur şehri: “Başbağlar’a zaten çok sık giderdi. Gece bir kalkardım Vali Bey yerinde değil. ‘Neredeydin?’ diye sorardım. ‘Köyleri dolaştım, terörist avına çıktım’ derdi. Çoğu zaman cipine atlayıp koruma almadan en ücra köylerde dolaşırdı. Jandarmadan, emniyetten haber geldiğinde o da çatışmaya giderdi.” Bazı köyler onun sayesinde ilk kez bir vali görür. Onun da kendileri gibi bir insan olduğunu, aralarında kocaman duvarlar olmadan sohbet edebilmenin, derdini anlatabilmenin ***fini yaşar halk. Katliamın bu köyde yapılmasının sebebi, şehirle arasında köprünün olmamasıdır. Başbağlar Katliamı, valiye hayatının projesinin kararını verdirir.
DEVLET 30 YIL YAPAMADI, KÖPRÜ SEKİZ AYDA BİTTİ
Erzincan’da gerçekleştirmek istediği iki büyük hayali vardır valinin. Birisi yıllardır siyasilerin gelip gidip nutuk attığı, ancak 30 yıldır gerçekleştirmediği köprü. Diğeri ise Kemaliye ilçesini İç Anadolu’ya bağlayan, Ankara ile arasındaki mesafeyi 220 kilometre kısaltan Taşyol. Vali’nin iki projesi o günlerde ailesinden ve Erzincan’dan biraz uzaklaşmasına sebep olur: “O Kemaliye’yi Karadeniz’e benzetirdi. Erzincan’la arasında 4 saatlik mesafe olmasına rağmen çok sık gidip gelirdi. Hatta artık kendisinden kuşkulanıyordum. Her gün sekiz saatlik yol gelip gidiyorsun diye kızıyordum. O da ‘Kemaliye kayalarında bir hanım var, onu görmeye gidiyorum’ derdi. Ben de ‘Gelir o kadını kayalardan aşağı atarım’ derdim.” Vali’nin Kemaliye ziyareti memleket havasını burada bulmasından ziyade, ‘Hayatımın projesi’ dediği ve gün gelecek romana, diziye konu olacak ‘Köprü’yü inşa etmektir aslında.
Ne var ki Kemaliye’nin kaderinde köprüsüzlük, yıllardır çözüm bulamayan en önemli sorundu. Keban Barajı’nın yapımı nedeniyle Fırat Nehri’nin köprüyü yutması, ulaşımın 30 yıl boyunca feribot ve salla yapılmasına neden olmuştu. Köprünün olmaması 23 köyün bağlantısının kopmasına, buralarda terör olaylarının artmasına yol açmıştı. Ve göl kenarında doğum yaparak ölenler, hastaneye yetişemeyip hayatını kaybedenler... Bu nedenle köprü, hem Erzincan’ın hem de valinin hayatının projesi anlamına geliyordu. Ancak devletin 30 yıldır yapamadığı bu inşaatı yapmak onun için de kolay olmayacaktı.
1 TRİLYON YERİNE 300 MİLYAR
Gece gündüz göl kenarında yatar vali. Şantiye şefliğini burada da sürdürür. 30 yıldır devletin sadece bakıp gittiği yerde bir devlet adamının üzerinde şortu, yalınayak çalışması umutlarını artırır herkesin: “Eve gelirdi, sıcaktan dudakları çatlamış, kan akıyor. ‘Bu köprü bitecek hanım, ben bunun altından kalkacağım. Gerekirse gece gündüz çalışacağım’ derdi. Köprü bittiğindeki heyecanını hayatım boyunca unutamam.” Fırat’ın iki yakasını birbirine bağlayan Başpınar Köprüsü, 22 köyün çeyrek asırlık hasretini bitirir. Vali köprünün yerine yerleştirildiği üç gün boyunca oradan ayrılmaz.
Devlet köprünün yapımı için bir yıl önce 1 trilyon maliyet çıkarır valiye. Özel İdare, merkezden gelenler, yöre halkından toplanan para derken 300 milyara mal olur köprü. Hayatımın projesi dediği köprü ona yaşamının en anlamlı işi olarak ve dualarla geri döner.
APO GEL BERABER RAFTİNG YAPALIM!
Köprünün yapılması, köylerle bağlantının kurulmasına, bu sayede terörün azalmasına vesile olur. Ancak köprü, Erzincan halkına valinin pek bilmediği bir yönünü de gösterir. Yıllardır ocaklar yıkan azgın Fırat, artık valinin rafting yaptığı bir spor alanı hâline gelir. Başbağlar katliamıyla anılan Erzincan’ın çehresini yaptığı sporlarla değiştirmeye çalışır vali. Hatta Erzincan’ın terörle anılmasına mâni olmak için sık sık demeçler verir gazetelere: “En çok sevdiği sulardı. Hayatla boğuşur gibi sularla boğuşurdu. Terör onu korkutmazdı. ‘Apo, gel beraber rafting yapalım’ diye demeç bile verirdi.”
Vali Yazıcıoğlu, Erzincan için hayal ettiği çoğu projeyi hayata geçirir. Devletin ‘olmaz’ dediği işleri oldurur. Daha çok iş yapmaya, daha çok proje üretmeye çalışır. O dönemler emniyet müdürlerinin vali olarak atanması biraz kızdırır Vali Yazıcıoğlu’nu. ‘Polisten vali olmaz’ diyerek tepkisini gösterir Ankara’ya. Ancak sert çıkışları Ankara’yı yine rahatsız eder: “Evde otururken gece 12 gibi bir telefon çaldı. Arayan gazetecilerden biriydi. ‘Sayın valim merkeze alınmışsınız’ dedi. O da ‘Biz zaten valiliği bitirdik, hayırlı olsun’ dedi. O gece çok ağladım.”
Terfi etmesi beklenirken 9 yıl görev yaptığı Erzincan’dan merkez valiliğine alınır Yazıcıoğlu. Aileye belli etmese de hazmedemez durumu. Ankara’ya geldiğinde üzüntüsü yüzüne vurur, kilo verir hızla. Kendisini Türkiye’yi dolaşmaya, konferans vermeye, derdini anlatmaya adar. Üç yıl kaldığı Ankara’da siyasi teklifler de peşini bırakmaz Yazıcıoğlu’nun.
SEN BAŞKAN OLURSAN PARTİYE GİRERİM
Vali Recep Yazıcıoğlu içinde bulunduğu ortama ve halkın sevgisine rağmen hiçbir zaman siyasete girmeyi düşünmez. Neden siyasete girmediğini soranlara ise cevabı hazırdır: “Ben tek başıma bir partiyim. Partinin yaptığı bir yanlış benim yanlışım anlamına gelir. Ben kaldıramam. Parti valisi de olmam, partici de.” Görev yaptığı yıllarda Anavatan ve Doğru Yol Partisi’nden teklif alır. 2002 yılında ise AK Parti’den... Ancak o mevcut çarkın içinde yok olmaktansa halkın gönlünü fethetmeyi yeğler.
Siyasi arenada onun güvendiği tek isim vardır o da kader arkadaşı Adnan Kahveci: “Bir gün eve gelip, siyasete gir, dedi. O da, ‘Sen genel başkan olursan girerim’ dedi. Ama böyle bir ortam oluşmadı.” Elinin tersiyle ittiği siyasi teklifler, onu siyasete çekemez hayatı boyunca. 3,5 yıl merkez valiliği yapan Yazıcıoğlu, neden alındığını soranlara, ‘Erzincan’daki çalışmalarımın mükâfatı’ der. Valinin son görev yeri ise Denizli olur. Denizli’ye tayin edildiğinde tekrar aktif valiliğe dönmenin heyecanıyla proje üretmeye başlar. Ancak gözlerindeki rahatsızlık onu işlerden biraz alıkoyar.
BENİM SONUM YOLLARDA OLACAK
2 Eylül 2003... Bir süredir çift görme rahatsızlığı yaşayan vali, Ankara’ya gidip muayene olma niyetindedir. Devletin malını hiçbir şahsi işinde kullanmadığı için o gün makam arabasını da almak istemez. Kendi aracını hazırlamasını ister şoföründen. O gün Ziraat Odası Başkanı Haldun Tellioğlu kendisini arayarak birlikte gitmeyi teklif eder. Tellioğlu, ‘Valime Mercedes yakışır’ diyerek arkadaşından arabasını ödünç alır. Kendi kullanamayacağı için çaycısını görevlendirir. Vali Bey’in evine geldiklerinde ısrarla Mercedes’le gitmelerini ister. Vali de ısrara dayanamaz ve tamam der: “Adnan Kahveci’yi trafik kazasında kaybettiğimizde ‘Benim sonum da yollarda olacak’ dedi. Bu yüzden ne zaman arabayla bir yerlere gitse içimde hep bir endişe vardı. O gün aynı tedirginliği yine hissettim.”
Vali Bey’i taşıyan araç Ankara’ya 36 kilometre kala Temelli yakınlarında aşırı hızdan dolayı takla atarak duvara çarpar. Ziraat Odası Başkanı olay yerinde hayatını kaybeder, trafik raporuna göre de Recep Yazıcıoğlu araçtan fırlamıştır. Aracı kullanan kişi ise kazadan yara almadan kurtulur. Haber önce İzmir’deki kızına verilir valinin. Aile apar topar Ankara’ya gelir. Kaldırıldığı İbn-i Sina Hastanesi’nin önü, sevenleriyle dolup taşar. 55 yıldır taşıdığı yük, artık ağır gelir ona, daha fazla taşıyamaz. Vali Yazıcıoğlu, beş gün kaldığı yoğun bakımdan çıkamaz. Sürmene’de başlayan hayatı Ankara yakınlarında son bulur. Bir recep ayında geldiği dünyaya, yine bir recep ayında veda eder, Vali Recep Yazıcıoğlu.
Meryem Yazıcıoğlu’nun beş yıldır beynini kemiren bir soru var. Eşinin suikasta kurban gittiği iddiaları. Tehlikelerin üzerine cesurca giden birinin böylesi bir kazada hayatını kaybetmesini içine sindiremiyor Meryem Hanım. Aile birkaç kez bunun için araştırma yapmış; ama nafile. Kızı Rüveyda Hanım, babasının hızı sevmediğini, çift şeritli bir yolda böyle bir kaza ihtimalinin olmadığını dile getiriyor. Ailenin cevap bulamadığı sorular ise hâlâ akıllarını kurcalıyor: “Neden kendi arabasıyla gitmedi? Mercedes marka araba niye çaycıya emanet edildi? Takla atan ve iki kişinin öldüğü arabadan şoför, nasıl çizik almadan kurtuldu..”
Vali Yazıcıoğlu’nun ölümü mevzu bahis olunca ailenin acısı bir kat daha artıyor. Yıllardır gün yüzüne çıkmayan soruların cevapları aranıyor. Ancak onlar, akıllarındaki sorulara cevap bulsa bile bunun kendilerini tatmin etmeyeceği görüşünde: “Biz zaten her şeyimizi kaybettik. Suikast olsa ne olur olmasa ne…”
Beş yıl önce bir ateş düşer; ama bu kez düştüğü yeri yakmaz. Erzincan, Tokat, Aydın, Denizli bir yana, en genç valisini, genç yaşında kaybeder Türkiye. Onu bu kadar sevdiren hayata geçirdiği fiziki köprüler değildir aslında. 8 Eylül 2003 günü hayatla ölüm arasındaki köprü kesilse de onun halkla kurduğu köprü uzun yıllar devam edecektir. O demokrasinin ve halkın gücüne inananların zafer işeretiydi sanki…
Vali Yazıcıoğlu, acılı bir eş, kızları Rüveyda ve Necla, oğlu Mehmet Kemal’i ve çok sevdiği torunu İlayda’yı bırakır ardında. Yazıcıoğlu’nun vefat ettiği günkü acıyı hâlâ hissettiğini söyleyen Meryem Hanım, valinin gömleğini ise yanından ayırmıyor: “O gitti, eşyaları kaldı. Gömleğini yastığımın altında saklıyorum. Nereye gitsem onu da yanımda götürüyorum. Onsuz uyumuyorum.”
Kızı Rüveyda Yazıcıoğlu Durmaz: DİZİYİ ARTIK İZLEMİYORDUK
Köprü dizisiyle ekranlarda yeniden hayat bulan Yazıcoğlu’nun ailesi, diziye biraz tepkili. Yayınlandığı ilk günlerde ekran başından ayrılamayan Yazıcıoğlu ailesi, diziyi daha sonra izlemediklerini söylüyor. Sebebi ise dizinin, romanın aslından bir hayli uzaklaşması: “Köprü köprülükten çıktı, sürekli terör konu ediliyor. Babam Erzincan’da bu kadar terör olayıyla uğraşmadı ki.” Rüveyda Yazıcıoğlu, ilk gün diziden çok etkilendiğini belirterek ‘Sanki babamı gördüm’ diyor. Meryem Hanım ise hıçkırıklarla ağladığını anlatıyor: “Vali Bey’i canlandıran Erdal Beşikçioğlu’nun hareketleri birebir Recep’inkilerle örtüşüyor. Bakışları bile eşiminkine benziyor.”
EŞİNİN DİLİNDEN, EFSANE VALİNİN BAZI BİLİNMEYENLERİ
Rahat giyinmeyi severdi. Yaz aylarında kravatı dairelerde çıkarttırırdı. Korumasız gezerdi.
Devletin aracını şahsi işlerinde kullanmazdı. Yıkık dökük cipiyle gezerdi. Devletin aracı benim gittiğim dağa bayıra çıkamaz derdi.
Manevi yönü kuvvetliydi. Namazlarını kaçırmazdı. Dışarıda namaz kılınmasını gösteriş olur endişesiyle sevmezdi. Eve gelip bir saat kazalarını kılardı.
Tebdil-i kıyafet gezerek denetim yapardı.
En sevmediği huyu, çabuk parlamasıydı. Birilerini kırdığı zaman çok üzülür, çocuk gibi ağlardı.
Eve iş getirmezdi, ailesine düşkündü. Hiçbir zaman kendisine hizmet ettirmez, her işini kendi yapardı.
Parayla pulla işi olmazdı. Yanında para taşımazdı. Berbere gideceği zaman bile benden isterdi.
(Aksiyon)
03 09 2008 06:51
Recep Yazıcıoğlu, aramızdan ayrılalı 5 yıl oldu. Ve ailesi, sessizliğini ilk kez bozdu. Eşi Meryem Hanım ve kızı Rüveyda, sıra dışı valinin bilinmeyen portresini anlattı:
Nursel Dilek'in haberi
Yazıcoğlu ailesi, sessizliğini ilk kez Aksiyon’a bozdu.
Süper vali… Efsane vali… Zıpkın vali… Aykırı vali… Sıra dışı vali... Türkiye’de vali dendiğinde akla ilk gelen isimdi Recep Yazıcıoğlu. Türkiye onu, sisteme, bürokrasiye, klasik devlet anlayışına karşı sert çıkışlar yapan, sözünü esirgemeyen biri olarak tanıdı. O ilk önce şen kahkahalarıyla dikkat çekti. Çünkü vali gülmez, fazla konuşmaz, bir imza atar, yazar geçerdi. Onun ise hiç eksik etmediği kahkahaları vardı. Aslında dünyaya karşı çıkışı bu kahkahalarının ardında gizliydi. Çoğu kişi yaşadığı şehrin valisinin ismini bilmezken, onu tanımayan yoktu neredeyse. Çünkü o hep halkın içinde, halkla birlikteydi. Kâh dağ başında, kâh valilik makamında, kâh azgın Fırat sularında. Takım elbiseyle gezdiği pek görülmezdi. Bir tişört ve şorttu en sevdiği kıyafeti. Aykırılığı kadar, ‘olmaz’ denilen projelere imza atmasıydı onu bilinir kılan. Ancak Türkiye’nin en genç valisi, genç yaşında ayrıldı aramızdan.
Beş yıl önce geçirdiği trafik kazasıyla hayatını kaybeden Vali Yazıcıoğlu, Köprü dizisiyle ekranlarda hayat buluyordu. Ayşe Kulin’in valinin bizzat kendisinden dinleyerek kaleme aldığı romanı, Yazıcıoğlu’nun en önemli projelerinden Köprü’yü konu ediniyordu. Peki, valinin hayatını ekran başından izleyen ailesi neler hissediyordu? O günleri nasıl anıyordu? Bu ve benzeri soruların cevabı için onların kapısını çaldık. Karşımıza acılı; ama Yazıcıoğlu soyadını gururla taşıyan bir aile çıktı. Ölümünün üzerinden 5 yıl geçmesine rağmen Meryem Hanım ve kızı, Recep Yazıcıoğlu’nun ölümüyle ilgili suikast ihtimalinin hâlâ akıllarında olduğunu söylüyor. Ziyaretimizde merak ettiklerimizin yanı sıra, Yazıcıoğlu’nun hayatının bilinmeyen yönlerini de öğrendik ailesinden. Eşinin ve kızının ağzından ilk kez dinledik onun hikâyesini.
DOÐUMLA KESİŞEN İLGİNÇ KADER
Sene 1948. Trabzon Sürmene’de bir recep ayı… Sürmene ilçesi Yılmazlar köyü Köprübaşı’nda İbişoğulları’ndan müftü Mustafa ve Fatma Yazıcıoğlu çiftinin ilk çocukları dünyaya gelir. İçinde bulundukları mübarek aydan ötürü baba, ‘Recep olsun’ der oğlunun adına. Evleri, ormanın arasında, patika yolun en ücra köşesindedir.
Sene yine 1948. Sürmene ilçesi Köprübaşı. Aylardan yine recep. Köyün diğer ucundaki yayla evi. Hasan ve Hatice Güneş’in bir kızı dünyaya gelir. Hasan Bey, köyün en zengin ağasıdır. Her şeyi vardır; ama bir oğlan çocuğudur gönlünden geçen. Pek belli etmez kimselere; velâkin “Karadeniz’de oğlan olmazsa bacalar tütmezmiş” sözü kulağındadır her daim. O gün atıyla yayla evine çıkarken önünü keserler ağanın: “Senin hanım yine kız doğurmuş.” “Hanım iyi mi?” diye sorar ağa. Önemli olan hanımıdır onun için. İyi olduğunu duyduğunda ferahlar içi. Yolunu kesenlere ise cevabı hazırdır: “Benim bir kızım bir de oğlum oldu. Oğlumun adı Recep. Kız kardeşim doğum yaptı. Kızımı kız kardeşime veririm. Böylece o da benim oğlum olur.”
Hasan Ağa, o gün yayla evine gittiğinde aynı şeyi söyler hanımına da. Recep onun da oğludur artık; hep ‘oğlum’ diye sever onu. Böylece Recep ve Meryem’in hayat arkadaşlığı doğar doğmaz başlar bir nevi.
RECEP, MERYEM VE ADNAN KAHVECİ
Recep ve Meryem, dayı-hala çocuklarıdır. İlkokulu beraber okurlar Köprübaşı’nda. Babası, Meryem’i Recep’e emanet eder. Recep de kendi gözünden bile sakınır onu. Yakın bir de arkadaşları vardır; Adnan. Gün gelecek Recep ile Adnan’ın kaderleri de birbirine benzeyecektir. Trabzon’dan çıkan iki önemli isim olacaklardır. Biri Maliye Bakanı Adnan Kahveci, diğeri Vali Recep Yazıcıoğlu. Recep, Adnan ve Meryem ilkokul üçüncü sınıfa kadar beraber okur. Recep onlardan daha çalışkan olduğu için sınıf atlar. Artık ayrı sınıftadır üç arkadaş. Meryem’in peşini bırakmaz Recep. Nereye gitse yanındadır. Onu kaybetmekten öylesine korkar ki birgün sırtına vurup kaçar Meryem’in. O yumruğun sevgiden olduğunu anlamaz Meryem. Kızar, küser, ağlar, isyan eder Recep’e…
Kısa süre sonra Recep’in babası müftü olduğu için tayini Muğla Milas’a çıkar. Baba Yazıcıoğlu; Recep, Mustafa Sait, Leyla ve Selma’yı annelerine emanet edip gider Milas’a. Evin en büyük oğlu Recep için hayat başlamıştır artık. Odun kesip eve getirir, çayırları tırpanla keser, 10 kilometre uzaktaki değirmende mısır öğütür. Bir müddet sonra baba, onları da aldırır Milas’a. Meryem ve Recep’in ilk ayrılığı olur bu. Eşi Meryem Yazıcıoğlu çocukluk günlerini şöyle anlatıyor: “Bizim birbirimizi alacağımızı akrabalar söylerdi. Ben çok nazlanırdım onun karşısında. Beğenmez, havalara girerdim. Başka biriyle evleneceğimi söyleyip kızdırırdım onu. Onların tayini çıkınca uzun süre göremedim.”
Recep, Meryem’in sevgisini kalbine gömüp gider Milas’a. Onu en yakın arkadaşı Adnan’a emanet eder. Karadeniz’in uçsuz bucaksız serin yaylalarından, Ege’nin bu çok sıcak ilçesine gelir aile. Recep, ne zaman Meryem’i düşünse, içine bir sıkıntı düşse ve ne zaman çok sevinse atar kendini suya. Belki de “Beni bir tek ya dağlar ya da sular anlar” demesi bu yüzdendir.
BİR MÜHENDİS ÂŞIK OLDU KIZA, KAÇIRACAKLAR
Liseye gidinceye kadar göremez Meryem’i. Bir gün babasıyla çıkar gelir memlekete. İlk işi Meryem’i görmektir. Meryem’in babası ‘Oğlum geldi’ diyerek karşılar Recep’i. Meryem ise yüz vermez: “İçimde küçüklükten kalan bir korku var. O gün annem çağırdı, Recep geldi diye, ben de ‘Bana ne’ dedim. Sonra gittim ‘Hoş geldin’ deyip çıktım dışarı. Yanıma geldi, ‘Hoş geldin deyip gittin’ dedi. ‘Bu kadar yeter’ dedim. ‘İyi o zaman ben gidiyorum’ dedi. ‘Güle güle’ dedim…” Çocuklukta vurduğu yumruğun öcünü alır o gün Meryem. Ama Recep, ‘Beni bekle’ sözünü alamaz Meryem’den, döner Milas’a.
Ankara Hukuk Fakültesi’ni kazanır. Memlekete gelemese de mektuplarını yollar Meryem’e. Lamı cimi yoktur, alacaktır Meryem’i. En sonunda ikna eder, son mektubunda ‘tamam’ der Meryem. Üniversite imtihanlarından gelemez Recep köye. Kardeşinin eline bir yüzük, bir de inci kolye tutuşturur. O Ankara’da, Meryem Trabzon’da ayrı ayrı nişanlanırlar. Dört sene birbirlerini göremezler. Recep son sınıftayken bir mektup alır baba dediği dayısından: “Bir mühendis âşık oldu kıza. Peşini bırakmıyor. Camiye bile gidemiyorum, kızı kaçıracaklar diye. Gel al kızı.” Hemen atlar otobüse, köye gelir Recep. Bir nikâh kıyılır, apar topar getirir Meryem’i ailesinin yanına.
Gelinliği sevmediği için giydirmez Meryem’e. O da heves etmez zaten. Okulda çıkan boykotlar en çok onun işine yarar. Recep, Meryem’i görmek için yollarda geçirir bir seneyi.
SİLAH ZORUYLA AÇTIRILAN YOL
Yıl 1968. Çekingen, cılız, kimsenin yüzüne bakmadan konuşan Recep, maiyet memurudur (kaymakam vekili) artık. Görev yeri ise Aydın’dır. Altı ay boyunca ildeki bütün kurumlarda görev yapar. Mevzuatları inceler. Neler yapıldığını, müdürlerin nasıl çalıştığını, memur psikolojisini öğrenmeye çalışır. İlk iş, ilk deney, ilk görev her röportajında dile getireceği bir şeyi öğretir ona: “Bürokrasi hastalığı.” Halka karşı sert olmak, halka tepeden bakmak, işi yokuşa sürmek, vatandaşı engellemek, bugün git yarın gel anlayışı yani… Bürokrasi hastalığına karşı belki o zamanlarda bir nefret uyanır içinde. Ancak her zaman ‘Bu sistem değişmeli’ der Yazıcıoğlu. Ona göre bürokrat halka karşı değil, devlete karşı sorumludur. O dönemlerde yaptığı çıkışlarla farklı olacağının sinyallerini verir genç kaymakam vekili: “Her şeyin devletten beklenmemesi gerektiğini söylüyordu. Onun derdi sistemleydi. Hep bu sistem değişmeli derdi. Çünkü sistem değişirse, Türkiye değişecekti.”
Yazıcıoğlu’nun sistemle başa çıkma yarışı başlar artık. Her gittiği ilde çıkışlarıyla dikkat çeker. Halkın içindedir çoğu zaman. Bu da onu ‘farklı’ kılan en önemli özelliği. Aslında onun farklılığı sıradan olmasında yatar. Kaymakam vekilliğinde tecrübesi artınca Ankara’ya kaymakamlık kursuna çağrılır. Başarıyla tamamladığı kurstan sonra nihayet kaymakamdır Recep Yazıcıoğlu. İlk kaymakamlık deneyimini Rize Kalkandere’de edinir. Eski adı Kanlıdere’dir ilçenin. Sürüp giden kan davalarından dolayı bu ismi almıştır. 12 Mart Muhtırası o dönemde gerçekleşir. Ve sıkıyönetim ilan edilir ülkede. Türkiye genelinde yaşanan bu gerilimli havadan Kalkandere de nasibini alır. Çiçeği burnunda kaymakam da başına geleceklerden habersizdir: “Biz Kalkandere’ye gelmeden önce bir yol açılmış. Yol bir yere gelmiş, bir yerden sonra tıkalı. Halk yolun açılmasına, yaylalarından geçilmesine müsaade etmiyor. Kaymakam Bey de silah zoruyla yolu açtırdı.” O gün evden savaşa gider gibi çıkar kaymakam. Bir greyder, bir de gangster gibi cesaretli birini ister yanına. Bir taraftan ağaçlar, diğer taraftan mısırlar kesilir. Gürültüyü duyan halk koşar gelir. ‘Arazimiz gasp edildi’ diyerek bağırmaya başlar. Adamın biri bir kaya parçasını alarak üzerine yürür kaymakamın. Ancak cebinden çıkarttığı silahı dayar çenesine. Türkiye’de ilk kez bir yol silah zoruyla açılır. Ve kaymakam Recep Yazıcıoğlu ilk kez yetişemez cuma namazına.
Daha ilk kaymakamlığında politikacılarla çatışma yaşar ve tayini çıkarılır. Tayinin çıktığını öğrenip eve geldiğinde ise neden gönderildiğini şöyle anlatır eşine: “Hanım, biz hiçbir zaman el etek öpmedik, başımız dik, alnımız ak görev yaptık. Mükâfat olarak Adana-Bahçe’ye sürdüler.” Politikacılarla kavgası ilden ile sürükler onu. Sırasıyla Ağrı-Hamur, Çanakkale-Ayvacık, Hatay-Kırıkhan, Çorum-Alaca ve Bolu-Akçakoca’da kaymakamlık yapar. Ancak her gittiği yerde bir Recep Yazıcıoğlu değişimi yaşatır.
KAHVEHANELER OKUMA SALONU OLDU; EVREN YAŞI KÜÇÜK DİYE REDDETTİ, ÖZAL VALİ YAPTI
Değişim aslında, Yazıcıoğlu için sıradan olanı yapmak, sıra dışı bürokrasiyi reddetmektir. Makamının kapılarının ardına kadar açık olması da bu yüzdendir. Alaca Kaymakamı iken ilk defa makam odasına “Kapıyı vurmadan girin” şeklinde bir yazı asar. Halk ilk kez böyle bir şeyle karşılaştığı için kapının boyalı olduğunu zanneder. Yazı, uzun süre kapıda asılı kalınca herkes anlar kaymakamın niyetini. Son kaymakamlık yeri Bolu-Akçakoca’da adından söz ettiren çalışmalara imza atar Yazıcıoğlu. Kahvehaneleri kıraathaneye dönüştürerek okuma salonları açar, Akçakoca’nın çehresini değiştirir: “Akçakoca’da bir seferberlik başlatmıştı. Herkes evindeki kitapları kahvehaneye taşımaya başladı. İlçede yıllardır devam eden kaçakçılığın önüne geçti böylece.”
Kaymakam Recep Yazıcıoğlu 30 yaşlarına gelmiştir artık. Gittiği çoğu ilçede yaptığı hizmetler Ankara’dan duyulup hükümetin dikkatini çeker. Akçakoca’da kaçakçılığın önüne geçmesi, pislikten geçilmeyen fırınların temizlenmesi derken hakkında anlatılanlar dönemin başbakanı Turgut Özal’a kadar ulaşır: “Başbakanlık müsteşarı Hasan Celal Güzel, Özal’a ‘Tam istediğiniz biri’ diye tanıtmış kaymakam beyi. Özal da “O zaman git çalışmalarını izle, bana haber ver” demiş. Güzel, Ankara’ya döndüğünde kaymakamın çalışmalarını heyecanla anlatır Başbakan’a. Özal’ın direktifi ile valiler kararnamesine alınır Recep Yazıcıoğlu. Ancak dönemin cumhurbaşkanı Kenan Evren ‘yaşı küçük’ diyerek itiraz eder duruma. Recep Yazıcıoğlu’nun vali olması kararı Köşk’le krize neden olur. Aradaki buzlar ancak altı ay sonra erir. Sonunda 36 yaşındaki Recep Yazıcıoğlu, Türkiye’nin ‘en genç valisi’ olarak Tokat’a tayin edilir.
DEVLET-MİLLET EL ELE
Tokat’ta ilk işi eğitim alanında çalışmalar yapmak olur. Gerisini Meryem Hanım’dan dinliyoruz: “Tokat’a gittiğimizde köylerdeki çocuklar ahır gibi yerlerde okuyorlardı. Bunları izleyince hemen bir okul kampanyası başlattı. Devletten para gelmesini beklemezdi. Halkla birlikte para gelmeden işe başlardı. Kısa sürede 3-4 bin derslik açıldı.” Yazıcıoğlu Tokat’ta görev yaptığı beş yılda ‘devlet-millet el ele’ sloganıyla okulsuz köy bırakmaz. Yaptığı her okulda bir vali gibi değil, şantiye şefi gibi çalışır. Bakanlığın ödediği küçük meblağ henüz yoldayken o çimentoyu, demiri, pahalanmasını beklemeden depoya aktarır.
Önceleri tepki gösteren, çekinenler, sonraları onu takdir etmeye, kente can veren vali olarak anmaya başlar. Görev yaptığı yıllar Tokat’ın altın yılları olarak tanımlanır. Karakola ‘pembekol’ demesi, kola yerine süt için kampanyası, kepek ekmeğini önermesi onu dikkat çeken isim yapar. Yaptıkları Devlet Planlama Teşkilatı’na model, üniversitelere ise doktora tezi olur.
TOKAT’IN DÖRDÜNCÜ MURAT’I, YILIN BÜROKRATI
Sıra dışı, efsane, süper vali isimlerinin arasına valiliği döneminde ‘Dördüncü Murat’ lakabı da eklenir. Resmî dairelerde belli saat ve yerler dışında sigara, çay ve kahve içmeyi, kahvehanelerde kâğıt ve o*** oynamayı yasaklar. Bu yasak ve sınırlamaların yanında bir de bildiri yayımlar kentte. İçkili yerlerde kişi başına bir küçük şişe rakı veya üç şişeden fazla bira içilmeyeceğini duyurur. Bu nedenle Tokat’ta adı artık ‘Dördüncü Murat Recep Yazıcıoğlu’dur. Ancak kendisine atfedilen bu lakap, diğer isimlerinin yanında onu pek hoşnut etmez.
Kızı Rüveyda Durmaz Yazıcıoğlu’na göre babasının böyle bir kampanya başlatmasının altında yatan amaç ise aslında çok başkadır: “Babamın makamının kapıları açılınca kadınlar da gelmeye başladı. Özellikle kocasından dayak yiyenler. Baktı ki bir sürü kişi içki yüzünden Tokat’ta kocasından dayak yiyor. Babam da içkiyi yasakladı. Ama Ankara’dan çok tepki aldı.” İlk defa bir valinin sesini yükseltmesi Ankara’nın hoşuna gitmez. Ancak gelen tepkiler yıldırmaz valiyi. Halktan gelen destek ise kararlılığını artırır.
Hürriyet’in ‘Dördüncü Murat’ başlığıyla yayımladığı haber uzun süre canını sıkar valinin: “Ben Dördüncü Murat değilim. 20. yüzyılda Dördüncü Murat’ın işi ne? Hem o içkiyi yasaklamış, kendisi içmiş, ben içmiyorum ki. Ben halkın sağlığını düşünüyorum.” diye hayıflanır eşine. O gün eve geldiğinde suratı asıktır. Eve gelen telefonlar ise doğru bir iş yaptığının göstergesidir: “Zile’den hanımlar arayıp valinin elini öpmeye, ona teşekkür etmeye geleceklerini söylediler. Aylardır kocalarının eve uğramadığını, yasak sayesinde eve gelmeye, çocuklarıyla ilgilenmeye başladıklarını anlattılar. Bu, onu çok sevindirdi.” Tokat’ta kısa sürede yaptığı hizmetler yılın bürokratı unvanını kazanmasını sağlar. Evinin başköşesini süsleyen bu ödülün altında verilme nedeni olarak şöyle yazar: “Türkiye’nin en genç valisi olmasına karşın Tokat’ta döneminde yapılan ilkokul ve sağlık ocağı sayısının Cumhuriyet döneminden fazla olması!”
YAZICIOÐLU’NDAN TURGUT ÖZAL’A: ÜSTSÜZLERE KARŞI BİR HATA MI YAPTIK?
Tokat’ın Dördüncü Murat’ı 41 yaşındadır artık. Ancak hoşlanmadığı bu lakap peşini bırakmaz Yazıcıoğlu’nun. Her gittiği ilde ‘yasakçı vali geldi’ diyerek karşılanır. İkinci görev yeri Aydın’da da durum farklı değildir. Aydın’a gitmeden önce yeni valiler Özal’ı ziyaret eder. Makamına gelen valilere Özal’ın nasihatleri vardır. Yazıcıoğlu’na doğru bakarak, “Yeni illerinizle eski illerinizi karıştırmayın. Tokat’ta bu işler eli sopalı yapılır ama Aydın’da üstsüzler var.” der. Yazıcıoğlu da “Biz eli sopalı iş yapmadık. Adımız Dördüncü Murat’a çıktı, biz halkla gönül bağı kurduk.” der.
Tokat’ta uygulamaya koyduğu eğitim ve sağlık seferberliğini burada devam ettirir süper vali. Aydın halkı alışık değildir böyle bir valiye. Yaptırmaya alışık oldukları istekleri, tayin talepleri ters tepince soluğu Ankara’da alır çoğu. Yeni Başbakan Mesut Yılmaz ise bu tepkilere bigâne kalmaz. İzmir veya İstanbul valisi olacağı kulaktan kulağa yayıldığı günlerde Erzincan’a gönderilir Yazıcıoğlu: “O gün ilk işi Özal’ı aramak oldu. ‘Üstsüzlere karşı bir hata mı yaptık da defterimizi dürdünüz?’ diye çıkışmıştı.” İki yıl görev yaptığı Aydın’dan Erzincan’a gider Yazıcıoğlu. Aslında Mesut Yılmaz istemeden de olsa ona bir iyilik yapmıştır. Yıllar sonra Erzincan’ı Erzincan yapacağı ve siyasete girmesi için politikacıların peşinden koşacağı bu ismi, kendince sürgüne göndermiştir. Ancak Vali Yazıcıoğlu, sürgün yerinden efsane olmayı başararak çıkacaktır.
ŞEHRE BİR VALİ GELİR, ŞEHİR DEÐİŞİR
Valinin Aydın’dan ayrılmasına üstsüzler değil, politikacılar sebep olur. Zaten hiç sevmediği siyaset, yine canını sıkar. Daha başladığı projeleri gerçekleştiremeden Erzincan’a gitmenin acısını yaşar. Ama yeni il, yeni projeler demektir. Bir puzzle gibidir şehirler onun için. Doğru zamanda, doğru kareyi yerine koymak, eksiksiz olarak tamamlamak için çabalar durur. Gittiği her ilde yaptığı gibi ilçeleri ve köyleri tek tek gezerek işe başlar. Erzincan’ın neye ihtiyacı olduğunu anlamak için saha taraması yapmak, halkın içine karışmak en doğru yöntemdir.
Ancak daha görevinin ilk yıllarında Erzincan’da meydana gelen deprem, hem şehri hem de valinin hayallerini yerle bir eder eşinin tabiriyle: “O gün Ankara’ya bir seminere gitmişti. Ben de Erzincan’daydım. Hemen arayıp iyi olduğumuzu söyledim. Ancak Erzincan yerle bir olmuştu.”
Vakit kaybetmeden Erzincan’a hareket eder vali. 6,8 büyüklüğündeki depremden geriye, yıkık dökük binalar, üstü örtülü cesetler kalır. Gördüğü manzara karşısında o da kalır enkaz altında. Günlerce bir bisküvi ve çayla valilik binasında sabahlar. Cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, vekiller… Hepsinin dilinde aynı şeyler terennüm eder: “Sabırlı olun, yaralar sarılacaktır!” Ne var ki Yazıcıoğlu her şeyin devletten beklenmeyeceğinin bilincindedir. Yine halkla birlikte bu yükün altından kalkmaya çalışır. Erzincan’daki ilk sınavını depremle veren vali, şehri sekiz ayda ayağa kaldırır. Erzincan’da deprem sonrasında edindiği tecrübeler ve şehri kısa zamanda hayata döndürmesi Marmara Depremi’nin yaşandığı günlerde adının sıkça anılmasına sebep olur: “Marmara Bölgesi’ne deprem valisi olarak gitmek istiyordu. Ancak devlet kendisine böyle bir teklif bile sunmadı.”
‘BAŞBAÐLAR KATLİAMI’NDA KOMANDO BİRLİÐİ İSTEDİ, GÖNDERİLMEDİ’
Yıl 1993. Aylardan temmuz. Erzincan’ın gündeminde depremden sonra terör vardır. Sabaha karşı çalan telefon ona insanın insana karşı yaptığı en akıl almaz vahşetlerden birini haber verir: “Sayın valim, Başbağlar’da katliam olmuş!” O gün evi arayan Erzincan kaymakamıyla birlikte Başbağlar köyüne doğru yol alır. Gördüğü manzara karşısında dehşete düşer. Kadın, erkek, çoluk, çocuk… Camiye toplanıp katledilmişlerdir. Duvara bir de yazı asılmıştır: “Bu, Sivas’ın misillemesidir. Devam edecek.”
Vali Yazıcıoğlu, Erzincan’da giderek tırmanan terörü önceden hissetmiş ve Ankara’dan bununla ilgili bir komando birliği gönderilmesini talep etmiştir. Ancak terörde Erzincan’ın önceliği olmadığı söylenerek bu isteği reddedilir. Vali depremin yaralarını henüz yeni sarmışken bu kez de terör belası vurmuştur şehri: “Başbağlar’a zaten çok sık giderdi. Gece bir kalkardım Vali Bey yerinde değil. ‘Neredeydin?’ diye sorardım. ‘Köyleri dolaştım, terörist avına çıktım’ derdi. Çoğu zaman cipine atlayıp koruma almadan en ücra köylerde dolaşırdı. Jandarmadan, emniyetten haber geldiğinde o da çatışmaya giderdi.” Bazı köyler onun sayesinde ilk kez bir vali görür. Onun da kendileri gibi bir insan olduğunu, aralarında kocaman duvarlar olmadan sohbet edebilmenin, derdini anlatabilmenin ***fini yaşar halk. Katliamın bu köyde yapılmasının sebebi, şehirle arasında köprünün olmamasıdır. Başbağlar Katliamı, valiye hayatının projesinin kararını verdirir.
DEVLET 30 YIL YAPAMADI, KÖPRÜ SEKİZ AYDA BİTTİ
Erzincan’da gerçekleştirmek istediği iki büyük hayali vardır valinin. Birisi yıllardır siyasilerin gelip gidip nutuk attığı, ancak 30 yıldır gerçekleştirmediği köprü. Diğeri ise Kemaliye ilçesini İç Anadolu’ya bağlayan, Ankara ile arasındaki mesafeyi 220 kilometre kısaltan Taşyol. Vali’nin iki projesi o günlerde ailesinden ve Erzincan’dan biraz uzaklaşmasına sebep olur: “O Kemaliye’yi Karadeniz’e benzetirdi. Erzincan’la arasında 4 saatlik mesafe olmasına rağmen çok sık gidip gelirdi. Hatta artık kendisinden kuşkulanıyordum. Her gün sekiz saatlik yol gelip gidiyorsun diye kızıyordum. O da ‘Kemaliye kayalarında bir hanım var, onu görmeye gidiyorum’ derdi. Ben de ‘Gelir o kadını kayalardan aşağı atarım’ derdim.” Vali’nin Kemaliye ziyareti memleket havasını burada bulmasından ziyade, ‘Hayatımın projesi’ dediği ve gün gelecek romana, diziye konu olacak ‘Köprü’yü inşa etmektir aslında.
Ne var ki Kemaliye’nin kaderinde köprüsüzlük, yıllardır çözüm bulamayan en önemli sorundu. Keban Barajı’nın yapımı nedeniyle Fırat Nehri’nin köprüyü yutması, ulaşımın 30 yıl boyunca feribot ve salla yapılmasına neden olmuştu. Köprünün olmaması 23 köyün bağlantısının kopmasına, buralarda terör olaylarının artmasına yol açmıştı. Ve göl kenarında doğum yaparak ölenler, hastaneye yetişemeyip hayatını kaybedenler... Bu nedenle köprü, hem Erzincan’ın hem de valinin hayatının projesi anlamına geliyordu. Ancak devletin 30 yıldır yapamadığı bu inşaatı yapmak onun için de kolay olmayacaktı.
1 TRİLYON YERİNE 300 MİLYAR
Gece gündüz göl kenarında yatar vali. Şantiye şefliğini burada da sürdürür. 30 yıldır devletin sadece bakıp gittiği yerde bir devlet adamının üzerinde şortu, yalınayak çalışması umutlarını artırır herkesin: “Eve gelirdi, sıcaktan dudakları çatlamış, kan akıyor. ‘Bu köprü bitecek hanım, ben bunun altından kalkacağım. Gerekirse gece gündüz çalışacağım’ derdi. Köprü bittiğindeki heyecanını hayatım boyunca unutamam.” Fırat’ın iki yakasını birbirine bağlayan Başpınar Köprüsü, 22 köyün çeyrek asırlık hasretini bitirir. Vali köprünün yerine yerleştirildiği üç gün boyunca oradan ayrılmaz.
Devlet köprünün yapımı için bir yıl önce 1 trilyon maliyet çıkarır valiye. Özel İdare, merkezden gelenler, yöre halkından toplanan para derken 300 milyara mal olur köprü. Hayatımın projesi dediği köprü ona yaşamının en anlamlı işi olarak ve dualarla geri döner.
APO GEL BERABER RAFTİNG YAPALIM!
Köprünün yapılması, köylerle bağlantının kurulmasına, bu sayede terörün azalmasına vesile olur. Ancak köprü, Erzincan halkına valinin pek bilmediği bir yönünü de gösterir. Yıllardır ocaklar yıkan azgın Fırat, artık valinin rafting yaptığı bir spor alanı hâline gelir. Başbağlar katliamıyla anılan Erzincan’ın çehresini yaptığı sporlarla değiştirmeye çalışır vali. Hatta Erzincan’ın terörle anılmasına mâni olmak için sık sık demeçler verir gazetelere: “En çok sevdiği sulardı. Hayatla boğuşur gibi sularla boğuşurdu. Terör onu korkutmazdı. ‘Apo, gel beraber rafting yapalım’ diye demeç bile verirdi.”
Vali Yazıcıoğlu, Erzincan için hayal ettiği çoğu projeyi hayata geçirir. Devletin ‘olmaz’ dediği işleri oldurur. Daha çok iş yapmaya, daha çok proje üretmeye çalışır. O dönemler emniyet müdürlerinin vali olarak atanması biraz kızdırır Vali Yazıcıoğlu’nu. ‘Polisten vali olmaz’ diyerek tepkisini gösterir Ankara’ya. Ancak sert çıkışları Ankara’yı yine rahatsız eder: “Evde otururken gece 12 gibi bir telefon çaldı. Arayan gazetecilerden biriydi. ‘Sayın valim merkeze alınmışsınız’ dedi. O da ‘Biz zaten valiliği bitirdik, hayırlı olsun’ dedi. O gece çok ağladım.”
Terfi etmesi beklenirken 9 yıl görev yaptığı Erzincan’dan merkez valiliğine alınır Yazıcıoğlu. Aileye belli etmese de hazmedemez durumu. Ankara’ya geldiğinde üzüntüsü yüzüne vurur, kilo verir hızla. Kendisini Türkiye’yi dolaşmaya, konferans vermeye, derdini anlatmaya adar. Üç yıl kaldığı Ankara’da siyasi teklifler de peşini bırakmaz Yazıcıoğlu’nun.
SEN BAŞKAN OLURSAN PARTİYE GİRERİM
Vali Recep Yazıcıoğlu içinde bulunduğu ortama ve halkın sevgisine rağmen hiçbir zaman siyasete girmeyi düşünmez. Neden siyasete girmediğini soranlara ise cevabı hazırdır: “Ben tek başıma bir partiyim. Partinin yaptığı bir yanlış benim yanlışım anlamına gelir. Ben kaldıramam. Parti valisi de olmam, partici de.” Görev yaptığı yıllarda Anavatan ve Doğru Yol Partisi’nden teklif alır. 2002 yılında ise AK Parti’den... Ancak o mevcut çarkın içinde yok olmaktansa halkın gönlünü fethetmeyi yeğler.
Siyasi arenada onun güvendiği tek isim vardır o da kader arkadaşı Adnan Kahveci: “Bir gün eve gelip, siyasete gir, dedi. O da, ‘Sen genel başkan olursan girerim’ dedi. Ama böyle bir ortam oluşmadı.” Elinin tersiyle ittiği siyasi teklifler, onu siyasete çekemez hayatı boyunca. 3,5 yıl merkez valiliği yapan Yazıcıoğlu, neden alındığını soranlara, ‘Erzincan’daki çalışmalarımın mükâfatı’ der. Valinin son görev yeri ise Denizli olur. Denizli’ye tayin edildiğinde tekrar aktif valiliğe dönmenin heyecanıyla proje üretmeye başlar. Ancak gözlerindeki rahatsızlık onu işlerden biraz alıkoyar.
BENİM SONUM YOLLARDA OLACAK
2 Eylül 2003... Bir süredir çift görme rahatsızlığı yaşayan vali, Ankara’ya gidip muayene olma niyetindedir. Devletin malını hiçbir şahsi işinde kullanmadığı için o gün makam arabasını da almak istemez. Kendi aracını hazırlamasını ister şoföründen. O gün Ziraat Odası Başkanı Haldun Tellioğlu kendisini arayarak birlikte gitmeyi teklif eder. Tellioğlu, ‘Valime Mercedes yakışır’ diyerek arkadaşından arabasını ödünç alır. Kendi kullanamayacağı için çaycısını görevlendirir. Vali Bey’in evine geldiklerinde ısrarla Mercedes’le gitmelerini ister. Vali de ısrara dayanamaz ve tamam der: “Adnan Kahveci’yi trafik kazasında kaybettiğimizde ‘Benim sonum da yollarda olacak’ dedi. Bu yüzden ne zaman arabayla bir yerlere gitse içimde hep bir endişe vardı. O gün aynı tedirginliği yine hissettim.”
Vali Bey’i taşıyan araç Ankara’ya 36 kilometre kala Temelli yakınlarında aşırı hızdan dolayı takla atarak duvara çarpar. Ziraat Odası Başkanı olay yerinde hayatını kaybeder, trafik raporuna göre de Recep Yazıcıoğlu araçtan fırlamıştır. Aracı kullanan kişi ise kazadan yara almadan kurtulur. Haber önce İzmir’deki kızına verilir valinin. Aile apar topar Ankara’ya gelir. Kaldırıldığı İbn-i Sina Hastanesi’nin önü, sevenleriyle dolup taşar. 55 yıldır taşıdığı yük, artık ağır gelir ona, daha fazla taşıyamaz. Vali Yazıcıoğlu, beş gün kaldığı yoğun bakımdan çıkamaz. Sürmene’de başlayan hayatı Ankara yakınlarında son bulur. Bir recep ayında geldiği dünyaya, yine bir recep ayında veda eder, Vali Recep Yazıcıoğlu.
Meryem Yazıcıoğlu’nun beş yıldır beynini kemiren bir soru var. Eşinin suikasta kurban gittiği iddiaları. Tehlikelerin üzerine cesurca giden birinin böylesi bir kazada hayatını kaybetmesini içine sindiremiyor Meryem Hanım. Aile birkaç kez bunun için araştırma yapmış; ama nafile. Kızı Rüveyda Hanım, babasının hızı sevmediğini, çift şeritli bir yolda böyle bir kaza ihtimalinin olmadığını dile getiriyor. Ailenin cevap bulamadığı sorular ise hâlâ akıllarını kurcalıyor: “Neden kendi arabasıyla gitmedi? Mercedes marka araba niye çaycıya emanet edildi? Takla atan ve iki kişinin öldüğü arabadan şoför, nasıl çizik almadan kurtuldu..”
Vali Yazıcıoğlu’nun ölümü mevzu bahis olunca ailenin acısı bir kat daha artıyor. Yıllardır gün yüzüne çıkmayan soruların cevapları aranıyor. Ancak onlar, akıllarındaki sorulara cevap bulsa bile bunun kendilerini tatmin etmeyeceği görüşünde: “Biz zaten her şeyimizi kaybettik. Suikast olsa ne olur olmasa ne…”
Beş yıl önce bir ateş düşer; ama bu kez düştüğü yeri yakmaz. Erzincan, Tokat, Aydın, Denizli bir yana, en genç valisini, genç yaşında kaybeder Türkiye. Onu bu kadar sevdiren hayata geçirdiği fiziki köprüler değildir aslında. 8 Eylül 2003 günü hayatla ölüm arasındaki köprü kesilse de onun halkla kurduğu köprü uzun yıllar devam edecektir. O demokrasinin ve halkın gücüne inananların zafer işeretiydi sanki…
Vali Yazıcıoğlu, acılı bir eş, kızları Rüveyda ve Necla, oğlu Mehmet Kemal’i ve çok sevdiği torunu İlayda’yı bırakır ardında. Yazıcıoğlu’nun vefat ettiği günkü acıyı hâlâ hissettiğini söyleyen Meryem Hanım, valinin gömleğini ise yanından ayırmıyor: “O gitti, eşyaları kaldı. Gömleğini yastığımın altında saklıyorum. Nereye gitsem onu da yanımda götürüyorum. Onsuz uyumuyorum.”
Kızı Rüveyda Yazıcıoğlu Durmaz: DİZİYİ ARTIK İZLEMİYORDUK
Köprü dizisiyle ekranlarda yeniden hayat bulan Yazıcoğlu’nun ailesi, diziye biraz tepkili. Yayınlandığı ilk günlerde ekran başından ayrılamayan Yazıcıoğlu ailesi, diziyi daha sonra izlemediklerini söylüyor. Sebebi ise dizinin, romanın aslından bir hayli uzaklaşması: “Köprü köprülükten çıktı, sürekli terör konu ediliyor. Babam Erzincan’da bu kadar terör olayıyla uğraşmadı ki.” Rüveyda Yazıcıoğlu, ilk gün diziden çok etkilendiğini belirterek ‘Sanki babamı gördüm’ diyor. Meryem Hanım ise hıçkırıklarla ağladığını anlatıyor: “Vali Bey’i canlandıran Erdal Beşikçioğlu’nun hareketleri birebir Recep’inkilerle örtüşüyor. Bakışları bile eşiminkine benziyor.”
EŞİNİN DİLİNDEN, EFSANE VALİNİN BAZI BİLİNMEYENLERİ
Rahat giyinmeyi severdi. Yaz aylarında kravatı dairelerde çıkarttırırdı. Korumasız gezerdi.
Devletin aracını şahsi işlerinde kullanmazdı. Yıkık dökük cipiyle gezerdi. Devletin aracı benim gittiğim dağa bayıra çıkamaz derdi.
Manevi yönü kuvvetliydi. Namazlarını kaçırmazdı. Dışarıda namaz kılınmasını gösteriş olur endişesiyle sevmezdi. Eve gelip bir saat kazalarını kılardı.
Tebdil-i kıyafet gezerek denetim yapardı.
En sevmediği huyu, çabuk parlamasıydı. Birilerini kırdığı zaman çok üzülür, çocuk gibi ağlardı.
Eve iş getirmezdi, ailesine düşkündü. Hiçbir zaman kendisine hizmet ettirmez, her işini kendi yapardı.
Parayla pulla işi olmazdı. Yanında para taşımazdı. Berbere gideceği zaman bile benden isterdi.
(Aksiyon)
Yorum