“Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri” isimli eserimizin I. Cildinin neşredilmesi, değişik fikirlere mensup farklı meclislerde muhtelif yorumlara vesile oldu. İnsana ait her eser, mutlaka eksik doğar ve yapıcı tenkitlerle mükemmel hale gelir veya daha sonra bu mevzûda kalem oynatanlar tarafından kemal noktasına doğru götürülmeye çalışılır. Bu eser, altmış-yetmiş yıldır ciddi ma'nâda ve resmî plânda propogandası yapılan bir görüşü belgelerle çürütme özelliğini taşıdığından, her vesileyle neşrine gayret gösterilmiş ve ne acıdır ki, bütün ilmî platformlarda neredeyse kazıyye-i muhkeme olarak kabul edilmiş bir fikrin birden bertaraf edilemeyeceği anlaşılmıştır. Ancak hakka ve hakikata âşık ilim ve fikir adamlarımız tarafından, eserin bu gayeye tam hizmet ettiğinin belirtilmesi, bize önemli bir teşvik unsuru olmuştur. Türkiye içinde ve dışında eserin takdirle karşılanması ve hem İngilizce'ye ve hem de Arapça'ya tercüme gayretlerine hız verilmesi daha da sevindiricidir. Müsbet ve yapıcı tenkitleri memnuniyetle karşılıyoruz. Zira bu eser yapılan tenkitlerle daha da mükemmele doğru gidecektir.
Bütün bu müsbet gelişmelerin yanında, bizi en çok üzen, bu meseleye ciddi sahip çıkması ve yapılan bu hizmeti herkesten önce kendilerinin takdir etmesine inandığımız, bir-iki muhterem insanın, Osmanlı Kanunnâmeleri ve dolayısıyla bu eserle ilgili garip itirazlarıdır. Her zaman önemle ifade ettiğimiz gibi, I. Cildin birinci kısmını teşkil eden ve 10 ciltte tamamlanacak olan bu eserin bir mukaddimesi mahiyetinde bulunan 300 sayfalık bölüm okunmadan yapılan bütün tenkit ve yorumlar, maalesef hissîliğe ve peşin fikirliliğe ma'tûf sayılır. Zira Osmanlı Kanunnâmelerini, 300 sayfalık mezkûr kısım mütâla'a edilmeden değerlendirmek mümkün değildir.
Kanaatimize göre şu üç hakikat da unutulmamalıdır:
Birincisi, biz müslümanların 20. asırda müptela olduğu sathî zihinlilik hastalığıdır. Bilindiği gibi hazmedilmeyen ilim, ilim değildir. Bir ilim, hazmedilmeden aktarılmaya kalkışılırsa, o zaman, ilmin aktarılması değil, hazmedilmeyen artık maddelerin kusulması mevzubahistir. Bu hastalığın bizde yaygın olduğu acı bir vâkı'adır.
İkincisi, “Arı su içer bal akıtır; yılan su içer zehir kusar” hakikatı unutulmamalıdır. Ne acıdır ki, Osmanlı Devletinin İslâm Hukukunu tatbik ettiğini isbat için kaleme alınan bu eser, çok az da olsa, tam tersi gayelerle de izah edilmeye çalışılmıştır.
Üçüncüsü, Osmanlı devletini, bir İslâm devleti olarak görmek istemeyen bazı safdillerin yaklaşımını da burada unutmamak icabetmektedir.
İşte zikredilen sebeplerle ve okuyuculardan gelen ısrarlı talepler karşısında, yapılan itirazları iki ana grup halinde kısaca cevaplandırmanın zaruri ve faydalı olacağı kanaatine vardık ve orijinal belgelerle bazı meselelerin izahını zaruri gördük.
II. Kardeş Katli Meselesi ve Fatih Kanunnamesine Yapılan İtirazlar
Osmanlı devletinde kardeş katli meselesi ve bu meseleyi gündeme getiren Fâtih'e ait bir kanunnâmenin sıhhat durumu, Osmanlı Devleti ve Osmanlı Kanunnâmelerinden bahis açılan her meclisde, akla gelen ve dermeyan edilen en büyük meseledir. Bunun en önemli sebebi, meselenin hususan Cumhuriyet döneminde hep ***fî yorumlara tabi tutulması ve İslâm hukukunun hükümlerine göre meselenin değerlendirilemeyişidir. Burada önemle şu hususu belirtmekte yarar görüyoruz: “Osmanlı Kanunnâmeleri” adlı kitabımızın I. Cildinde, Fâtih devrinde hazırlanmış 75 kanunnâmeyi neşretmiş bulunuyoruz. Bu 75 kanunnameden 74'ünün Fâtih'e ait olduğunda, ne bir şüphe ve ne de bir tartışma söz konusu değildir. Bazı muhterem insanların, bütün Fâtih Kanunnâmelerinin sıhhatinde şüphe bulunduğu şeklindeki izah ve beyanları, ne ilmî ve ne de mantıkî hiç bir müstenedâta dayanmamaktadır. Hakkında farklı fikirler ileri sürülen ve tartışmalı olan kanunnâme, sadece I. Cildde 1 numara olarak neşrettiğimiz kanunnâmedir.
Kanunnâmenin sahte olduğunu ileri süren başta Ali Himmet Berki olmak üzere, bir çok ilim adamları, Fâtih Sultân Mehmed'e böyle bir zulmü yakıştıramadıklarından ve bu kanun hükmünü İslam Hukukuna göre yorumlayamadıklarından böyle bir yolu tutmuşlardır ve çoğu da iyi niyetli insanlardır. Ancak bu maddenin bulunduğu nüsha, Viyana Kraliyet Kütüphanesinde bulunsa ve bu nüshayı ilk neşreden yabancı bir tarihçi olsa da, aynı Kütüphânede ikinci bir nüshanın daha bulunması ve en önemlisi de bu hükmün tatbik edildiğine dair Osmanlı Tarihçilerinin muteber kaynaklarında açıkça bilgiler yer alması, böyle bir kanun hükmünü inkâr etmek yerine, hukukî tahlilini yapmanın daha makul ve ilmî olacağını ortaya koymaktadır. Biz de bu yolu tercih etmiş bulunuyoruz. Yani kanun hükmü İslâm Hukukuna aykırı olmayabilir; ancak uygulamada İslâm Hukukuna da kanun hükmüne de aykırı olaylar bulunabilir demek istiyoruz. Yoksa inkâr etmekle mesele çözülmüş olmamaktadır.
Kanunnâmenin ihtilâfa yol açan ve farklı fikirlerin doğmasına sebep olan asıl maddesi ise, kardeş katli meselesi ile alâkalı şu maddedir: “Ve her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem içün katletmek münâsibdir. Ekseri ulemâ dahi tecviz etmiştir. Anınla âmil olalar”[1].
Acaba bu madde ve dolayısıyla Kanunnâmenin Fâtih'e isnad tarzı nasıldır? Şayet Fâtih'e aid olduğu doğru ise, bu maddenin mânâ ve mefhumunun İslâm hukukundaki izahı nasıldır? Şayet bu madde sahih ve İslâm hukukuna uygun ise, Osmanlı tatbikatındaki örnekler, bu kanuna ne derece uygundur? Şer'î hükümlere ters düşen, Osmanlı tatbikatı mıdır yoksa bu kanun maddesi midir? Bütün bu ve benzeri suallerin doğru cevabı nedir?
Aslında bu sorular, mezkûr eserin I. cildinin muhtelif yerlerinde cevaplandırılmıştır ve Mukaddimeyi okuyanlar, bunların cevaplarını rahatlıkla verebileceklerdir[2]. Ancak meselenin efkâr-ı âmmede fazlaca gündeme gelmesi ve ters yorumlanması sebebiyle derli toplu olarak burada tekrar edeceğiz.
1. Kanunnâmenin Sıhhat Derecesi Nedir?
Söz konusu ihtilâflı maddenin bulunduğu ve Fâtih tarafından Osmanlı idarî teşkilatını tanzim etmek üzere hazırlanan bu kanunnâmenin sıhhati tartışmalıdır. Sıhhati konusundaki fikirleri, üç gruba ayırmak mümkündür:
Birincisi, değerli hukukçu Ali Himmet Berki tarafından ortaya atılan ve hamiyetli bir şekilde, kardeş katli meselesini kötüye yorumlayanlara kesin cevap verebilmek için müdafaa edilen, bu kanunnamenin tamamının uydurma olduğu görüşüdür. Bu iddia sahipleri gayet iyi niyet sahibidirler ve kardeş katli maddesinin tamamen İslâm hukukuna aykırı olduğu varsayımından hareket ederek, Kanunnâmenin tamamının inkârı yoluna gitmektedirler. Bunların en büyük delili, kendi zamanlarında kanunnâmeye ait tek nüsha olan Viyana Kütüphâne-i Kralîsi No 554 A.F.deki nüshada görülen şüphelerdir. Bunlara göre, bu nüsha uydurmadır ve Osmanlı düşmanı batılılar tarafından uydurulmuştur[3]. Ali Himmet Berki hoca, imanından ve Osmanlıya olan muhabbetinden gelen bir aşk ile, hem sadece bir nüshasının bulunmasını ve hem de kanunnâmenin üslubunu nazara alarak, Kanunnâmenin tamamını reddetmektedir.
Bu iddia, Fâtih'i ve Osmanlı devletini müdafaada yeterli olamayacaktır. Zira, tek nüsha olan kanunnâmenin üçüncü görüşün izahında görüleceği üzere, sonradan üç nüshası daha bulunmuştur. Üslûbuna ve Türkçesine yapılan itirazlar ise, tamamen yersizdir. Zira bu nüshaların hepsi de, Kanunnâmenin aslı ve orijinali değil, sadece ve sadece suretidir. Yani istinsâh edilmiş şeklidir. Kâtibin hatalarını, orijinalini göremediğimiz kanunnâmeye hamletmek doğru değildir. Bu arada muhtevasının tamamen Bizans'tan alındığı şeklindeki itiraz da, hiç bir ilmî değere hâiz değildir. Zira, kardeş katli dışında Kanunnâmenin diğer bütün hükümleri, daha sonraki bütün Osmanlı Teşkilat Kanunnâmelerinde tekrar edilegelmiştir. Ayrıca bu Kanunnâmedeki teşkilât hükümlerinin esasları, tamamen Selçuklu ve Abbasi devletleri vasıtasıyla, İslâm hukukundaki Siyaset-i Şer'iye kitaplarından alınmıştır. Her müessesenin, hangi şer'î hükme dayandığını, mezkûr eserin I. cildinin idare hukuku ile alakalı hükümlerin şer'i tahlilinde izahı yapılmıştır. Bütün bunları biraz sonra tafsilatıyla izah edeceğiz. Ancak şunu ifade edelim ki, Kanunnâmenin elimizde orijinal ve Hizâne-i Âmire'de muhafaza edilen aslı bulunmadığından, hükümlerin izahında ve kelimelerin tanziminde, her zaman kesin konuşmak da doğru değildir. Burada şunu da ifade edelim ki, kanunnâmenin nüshaları arasında 242 nüsha farkının bulunması, sıhhatine engel teşkil etmez. Zira Allah'ın Kitabından başka her kitabın, birden fazla nüshası bulunduğu takdirde, aralarında yüzlerce ve belki binlerce, ancak kelime yahut harf seviyesinde nüsha farkları bulunacağını, tenkidli basım işini bilenler çok iyi takdir edeceklerdir. Kur'ân'dan sonra en sahih kitap olan Buhari'de dahi nüsha farkları bulunması, haşa, onun sıhhatine en küçük bir şüphe irad etmez. Kanaatimize göre, bu görüşün esasını, kardeş katli meselesinin şer'î izahını yapamama teşkil etmektedir. Fakat metni inkâr ederek bir yere varılacağı da şüphelidir. Burada zikretmemiz gereken önemli bir husus da şudur: Bazı şahıslar, konuyla alâkaları olmadığı halde, daha sonraki bütün Osmanlı Kanunnâmelerine esas teşkil eden ve sıhhatinde asla şüphe bulunmayan Fâtih'e ait ikinci Umumi Kanunnâmeyi de sahteler grubuna sokmuş veya ikisini birbirine karıştırmıştır. Osmanlı Kanunnâmeleri I. ciltte 2 numara ile neşrettiğimiz bu kanunnâmeden bazı iktibaslarda bulunarak, şer'î dayanaklarını düşünmeden ve bu kanunnâmenin tazir cezalarını tanzim ettiğini hesaba katmadan, bu maddeyi Fâtih nasıl tanzim eder? diye sual sorma cesaretine bile girmişlerdir. Halbuki o madde, hem II. Bâyezid, hem Yavuz ve hem de Kanunî'ye ait umumi kanunnâmelerin de 1. maddesidir. Konuya daha sonra döneceğiz.
İkincisi, Müsteşrik Konrad Dilger'e ait bulunan ve Kanunnâmenin bir kısmının sonradan yazılıp Fâtih'e izafe edildiği şeklinde özetlenebilecek olan görüştür. Hem bazı üslûb ve ifadelerin Fâtih devrine izafe edilemeyecek şekilde olması ve hem de bazı müesseselerin, henüz Fâtih devrinde bulunmayışı iddiası, bu görüşün en nirengi noktasını teşkil etmektedir[4].
Konuyla alâkalı araştırma yapan Abdülkadir Özcan, Aydın Taneri ve Ahmet Mumcu gibi ilim adamları, bir kısım iddialarına hak vererek ve bir kısım iddialarını da reddederek bu görüşü cevaplandırdıklarından ve bu ilim adamı Kanunnâmenin aslını inkâr etmediğinden, meselenin üzerinde ayrıntılı olarak durmuyoruz[5]. Zaten Konrad'ın inkâr ettiği maddeler arasında, kardeş katli ile alâkalı madde de yoktur.
Üçüncüsü ise, Fâtih'e isnad edilen Kanunâme'nin sıhhatini kabul eden ve metnin inkârı yerine maddedeki meselelerin şer'i tahlilinin yapılmasına taraf olan görüştür. Çoğu araştırmacılar bu kanaattedirler ve bazılarının ileri sürdüğü hilâf-ı hakikat beyanların aksine, konuyla alâkalı çok ciddî bir araştırma yapan değerli tarihçi Abdülkadir Özcan da bunların içindedir. Bu durum hem konuyla alâkalı ilmî makalesinden ve hem de bir günlük gazetede aksi iddiaları yalanlayan beyanlarından anlaşılmaktadır. Bu görüşün gerekçeleri şunlardır:
A) Kanunnâmeyi inkâr etmekle mesele halledilmemektedir. Mühim olan meselenin şer'î izahını yapmaktır. Kanunnamedeki metin, ileride yapılacak şer'î tahlillerden anlaşılacağı üzere, bazı Osmanlı düşmanlarının iddia ettiği gibi, şer'î hükümlere ve hukukun yüce düsturlarına aykırı değildir. Tatbikatla madde metnini karıştırmamak icabeder.
B) Kanunnâmeyi inkâr eden Ali Himmet Berki zamanında Kanunnâmenin tek nüshası biliniyordu. Şimdi ise üç nüshası elimizde mevcuttur:
Birincisi, Viyana Kütüphanesi, No: 554 A.F.'de bulunan ve hem Mehmet Arif Bey tarafından neşir ve istinsah edilen nüshadır. Bu nüshanın istinsah tarihi, 1029/1620'dir.
İkincisi ise, Osmanlı Reisülküttâblarından Bosnalı Koca Müverrih Hüseyin Efendi tarafından Bedâyi'ül-Vakâyi' adlı tarih kitabında derc edilen nüshadır. Müellif bu nüshayı, 1022 yani birinci nüshadan 5 sene önce, Padişaha has divandaki özel ve asıl nüshadan çıkararak istinsah ettiğini bizzat ifade etmektedir. Bizim, Osmanlı Kanunnâmeleri I. Cildde esas aldığımız nüsha da budur.
Üçüncüsü ise, Hezarfen Hüseyin Efendi'nin bazılarının iddia ettiği gibi tarih kitabına değil, Osmanlı Kanunlarını derlediği Telhîs'ül Beyân Fî Kavanin-i Al-i Osman adlı eserine derc ettiği nüshadır. 1083/1672 tarihli nüshanın diğerlerinden farkı, kardeş katli meselesinin burada bulunmayışıdır. İtiraz edenler sadece kardeş katli meselesine değil, bütün kanunnâmeye ettiklerine göre, bu üç nüshanın da aynı zamanda ve aynı şekillerde, kimin tarafından ve nasıl aynı yazılarla uydurulduğunu isbat etmeleri gerekmez mi? Eğer isbat ederlerse, bizim de memnun ve mütehassis olacağımızı şimdiden ifade ediyoruz[6]. Nüshalar arasındaki farkların çokluğunu, sahteliğe delil göstermek ise, çok meşhur kitapların dahi inkâr edilmesi sonucunu doğurur ve tenkidli basımın ne demek olduğunu bilmemenin alameti olarak kabul edilir. Ayrıca yukarda da belirttiğimiz gibi, bu üç nüsha da, kanunnâmenin aslı değillerdir, istinsah edilmiş suretleridirler. Elbetteki bozuk ifadeler ve nüsha farklılıkları bulunacaktır.
C) Kanunname, tamamen olmasa da, kısmen, hülasa olarak yahut tamamına yakın şekilde, diğer Osmanlı tarihlerinde ve kütüphanelerimizdeki kitaplarda da mevcuttur. Bunlardan bazılarını zikretmek faydalı olacaktır:
-Yavuz devrinin büyük tarihçisi İdris-i Bitlisî, Heşt Bihişt adlı tarih kitabında kanunnâmeyi, neredeyse tam olarak geniş bir özetlemeyle vermiş ve Fâtih'e isnad etmiştir. Ayrıca, yine aynı müellifin Kanun-ı Şehinşahî adlı eseri de, Fâtih Kanunnâmesinin bir nevi tekrarı ve genişletilmiş şeklidir[7].
-Gelibolulu Ali Mustafa Efendi ise, Ebül-Feth Kanunu adıyla Kanunnâmeyi Künh'ül-Ahbâr adlı eserinde aynen nakletmesi de bu meselenin mühim delillerindendir[8].
-XVII. yüzyılın sonlarında kaleme alınan Tevki'î Abdurrahman Paşa Kanunnâmesi ise, bazı teferruat dışında, Fâtih Kanunnamesinin aynen tekrarı mahiyetindedir.
-Bu zikrettiklerimizin dışında, neredeyse her tarihçi, maddelerini nakletmese de, Ebül-Feth kanunundan bahsetmektedir. Biz meseleyi uzatmamak için burada tekrara girişmiyoruz[9].
Bütün bu zikredilenler gösteriyor ki, kaynakları görmeden veya görenlerin araştırmalarını incelemeden, bizim kütüphanelerimizdeki kaynaklarda, bu kanunnâmeden bahsedilmiyor demek, ilmî olmaktan da öte gülünçtür.
Netice olarak, eldeki belgeler, Fâtih'e ait bu kanunnâmenin sıhhati lehindeki görüşleri teyid etmektedir. O halde, kanunnâmenin varlığını inkâr etmek yerine, onun dayandığı şer'î esas ve hükümleri izah etmek, bizlere düşen en büyük vazife olacaktır. Burada muhtevası ile alâkalı düşülen büyük bir hatayı da belirttikten sonra, kardeş katli meselesi üzerinde durmak istiyorum.
Fâtih Kanunnâmesinin muhtevasını, Bizans müesseselerinin gerçek bir restorasyonu olarak değerlendirmek büyük bir hatadır. Biz, kanunnâmedeki her müessesenin, ya Siyaset-i Şer'iye kitaplarındaki şer'î hükümlere dayanan Abbasi Devleti başta olmak üzere müslüman devletlerden veyahut İslâm'a muhalif olmamak şartıyla eski Türk devlet geleneklerinden etkilendiğini, mukaddimede uzun uzadıya izah ettik. Bu sebeple ayrıntıya tekrar girmiyoruz[10]. Ancak şu soruları sormak istiyoruz:Abbasilerdeki Divan'üs-Saltanat ve Divan-ı Mezâlim'in daha da geliştirilmiş şekli olan Divan-ı Hümayun mu Bizans'tan alınmıştır? Yoksa tamamen İslâmî bir gelenek olan elkâb bölümü veya kadıların dereceleri mi Bizans'tan alınmıştır? Bütün bunlar, kuru iddialardır. Osmanlı devlet teşkilatının temelinde, Abbasi Devleti gibi sadece müslüman Selçuklu Devleti gibi hem Türk ve hem de müslüman olan devletlerin devlet anlayışı ve siyaset-i şer'iye kitaplarının izi vardır. Şimdi asıl mesele olan kardeş katli üzerinde duralım:
2- Kardeş Katli Meselesinin Şer’î Dayanağı Var mıdır?
Bu sorunun cevabı, ilgili maddenin de izahı demektir. Önce İslâm hukukundaki suç ve cezaları görelim: Bilindiği gibi İslâm hukukunda, üç çeşit suç ve ceza vardır:
a) Had suç ve cezalarıdır. Hırsızlık (hadd-i şirb), yol kesmek (kat’-ı tarik), zina (hadd-i zina), dinden dönmek (irtidâd) ve devlete isyan (bağy) suçlarından ibaret olan bu suçların, unsurları teşekkül ettiği takdirde, tatbik edilecek cezaları, Allah ve Resûlü tarafından tesbit edilmiştir. Bunlarda mühim olan, unsurların teşekkülüdür. Unsurlardan birisi eksik olursa had cezası tatbik edilmez; ancak ulul-emr tarafından tesbit edilecek tazir cezaları uygulanır. Meselâ, dört şahidle zina yaptığı isbat edilemeyen suçluya, zina haddi tatbik edilmeyecektir. Ancak üç şahitle zina yaptığı isbat edilen suçlu, bütün bütün cezasız da bırakılmayacaktır. İşte unsurları teşekkül etmeyen bu suçlara tatbik edilecek cezalara tazir cezaları denir ve ulul-emr tarafından tesbit edilir.
b) Şahsa karşı işlenen cinâyet suçlarıdır ki, cezaları kısas veya diyettir. Bunların da çoğu cezaları, Allah ve Resûlü tarafından tesbit edilmiştir.
c) Tazir suç ve cezalarıdır ki, biraz önce zikredilen had veya cinayet gruplarına girmeyen (esrar içmek gibi) yahut girdiği halde o cezaların tatbiki için gerekli unsurlara sahip olmayan (üç şahitle isbat edilen zina suçu gibi) suç ve cezalardır. İşte bu bölümde ulul-emrin tesbit ettiği veya kadı tarafından takdir edilen cezalar tatbik edilecektir[11]. Bu kısa mukaddimeden sonra, kardeş katli ve bunu emreden kanun maddesinin tahlilini, önce nazarî plânda ele alalım, sonra da tatbikattaki örneklerin hangi gruba girdiğini beraber mütalaa edelim. Bu mütalaamızdan önce şunu da gözü önüne alalım: Her hukuk sisteminde, Osmanlı Hukukunda nizam-ı âlem yani âlemin nizamı, günümüzdeki ifadesiyle kamu düzeni ve kamu yararı için vaz'edilen idam cezaları vardır. Biraz sonra açıklayacağımız vechile, Türk Ceza kanunun 125 ile 163. maddeleri arasındaki bütün hükümleri, devlete yani âlemin nizamına karşı işlenen suçları tanzim etmekte ve daha birinci maddesinde devletin toprağı ve bağımsızlığını dağıtmaya ve bölmeye ma'tuf bütün hareketleri, idam cezası ile cezalandırmaktadır. Dünyadaki bütün ceza hukuku sistemlerinde de, devlete isyan suçları, benzeri hükümlerle önlenmeye çalışılmıştır. Şimdi bu tür hükümlerin, İslâm hukukunda nasıl yer aldığını ve bu hükümlerin Fâtih'in kanunnâmesindeki hükümle nasıl bağdaştırılabildiğini açıklamaya çalışalım.
A) Bağy Suçunun Tatbiki Sonucu Kardeşlerin Katledilme Meselesi
Kardeş katli meselesinin birinci şer'î dayanağı, her hukuk nizamında bulunan devlete isyan suçudur. Biraz önce açıkladığımız gibi, devlete isyan suçu, İslâm hukukunda, had suç ve cezaları arasında yer alan bağy adı altında düzenlenmiş ve unsurları tahakkuk ettiği takdirde idam cezası ile cezalandırılmıştır. Bağy suçunun unsurları, devlete (imama, sultana) karşı ayaklanmak, kuvvet kullanarak iktidarı ele geçirmeyi amaçlamak (muğalebe) ve açık bir isyan kasdı içinde bulunmaktır. Bağy suçunun cezaları, unsurlarının tahakkukuna göre değişir: Sultandan farklı düşündüğü halde bir isyan grubu teşkil etmeyen ve bir yerde toplanarak baş kaldırmayanlara dokunulmamalıdır. Propaganda yaparlarsa ikaz edilirler, ileri giderlerse tazir cezaları ile cezalandırılırlar. Devlete isyan ettikleri an, savaşla yola getirilirler ve cezaları idamdır. Yalnız bunlar müslüman oldukları için, çoluk-çocukları esir edilmez ve malları ganimet sayılmaz. Bunlara verilen ölüm cezası bir had cezasıdır ve hikmeti de devleti yani nizam-ı âlemi korumaktır[12].
İşte Osmanlı hukukçuları, padişahın meşru emirlerine yapılan her çeşit itaatsizliği, umumi rahatı ve nizam-ı âlemi ihlal edecek olan her türlü isyanı ve memlekette anarşi çıkarma hareketlerini (fesâd bis-sa'y), bağy suçu kabul etmiş ve buna sebep olanları da bâği olarak vasıflandırmışlardır. Bu isyan suçunun cezasının da idam cezası olduğunu, fetvalarında açıklamışlardır. İsyan eden Padişahın kardeşi de olsa, şer'î hüküm değişmeyecektir. Meselâ Yavuz Sultan Selim'in, birisi Şi'îlerle ve bir diğeri de eşkiya ile ittifak ederek Devlete isyan eden ve bağy suçunda aranan şartlara uygun bir şekilde bu suçu işleyen kardeşlerine karşı olan tutumu, tamamen şer'îdir. Fâtih'in kanun maddesindeki kardeş katlinin birinci grubunu, bu tip hâdiseler teşkil etmektedir. Ancak nazariyat bu olmakla beraber ve söz konusu madde bu şekilde tefsir edilebilmekle birlikte, tatbikat, her zaman nazariyatı takip etmemiş, kanuna rağmen, şartlar teşekkül etmeden idamlar verilmiştir. Beşikteki bir bebeğin öldürülmesini, elbetteki müdafaa etmek yahut buna uyuyor demek de mümkün değildir. Ancak Fâtih, kanunnâmesinde böyle bir durumu da emretmemektedir.
Osmanlı tarihindeki kardeş katilleri ve idamların yarıya yakının, bir had cezası olan bağy suçuna sokulduğunu verilen fetvalardan anlıyoruz. Ancak şunu da hatırlatmak istiyoruz ki, bazen bağy denilen had suçunun şartları teşekkül etmediği halde, araya giren jurnalcilerin ve yalancı şahitlerin beyanıyla, Şeyhülislâmlardan bağy suçu imiş gibi fetva alındığı da görülmüştür. Kanunî'nin oğlu Şehzade Mustafa hakkındaki fetvalar buna misal teşkil etmektedir[13]. Bu konuda Başbakanlık Osmanlı Arşivinde bulunan şu belgenin izahları enteresandır:
“Buğat yani asiler ise, Mülteka ve benzeri fıkıh kitaplarına göre, mevcut hükümete ve Padişaha karşı müslümanlardan bir veya bir kaç kişi isyan etmeleri ve hükümetin emirlerine itaat etmemelerinden ibarettir. Müslümanlar, bağy ve isyanda ısrar ederlerse, idam olunurlar. Ancak fitneyi teskin için idamdan hafif cezalar yeterli ise, bunlar tatbik olunmalıdır. Şurası dikkat çekicidir ki, Mülteka'yı şerheden âlimler, bağilerin cinayetleri hakkında, çok geniş mânâlar vermişlerdir. Meselâ Padişah'ın meşru emirlerine karşı her nevi itaatsizliği ve umumi rahatı (nizam-ı âlemi) ihlal edecek her çeşit kıyam, hareket, fitne, fesad, insanları katl, malları gasp ve devlet işlerini engelleme gibi halleri, bağy saymışlardır”[14].
Şimdi içinde Ebussuûd'un da bulunduğu büyük âlimlerin bu konuda verdikleri fetvalara geçelim ve orijinalleri ile birlikte zikredelim:
“Sultan Bayezid nâm şehzâde hakkında verilen mevâlî'nin fetvaları suretidir:
MES'ELE: Bir Sultân-ı âdilin ebnâsından biri tââtinden hurûc edüb ba'zı kılâ'a müstevlî olub ve ba'zı bilâdın ehline mal salub cebrle alub ve asker cem'edüb gayrı tarikle ref' mümkün olmayub kıtâla mübaşeret eyleseler ve sınub cem'iyetleri dağılıncaya değin katilleri şer'ân helâl olur mu?
EL-CEVÂB: Helâldır. Nass-ı Kur'ân-ı Azîm ile sâbit olmuştur. Hükm-i şer'îdir ve icmâ-ı sahâbe-i kirâm dahi bunun üzerinedir. Kıtâla kâdir olanlar kıtâl ile, âciz olanlar kelâm-ı hak ile ve hayır dua ile def-i fitne ve fesâda sa'y etmek vâcibdir.
MES'ELE: Bir tâife sultân-ı âdil tâatinden hurûc edüb ba'zı kıla'a müstevlî olub asker cem 'edüb ve ba'zı bilâd ehline mal salub cebr ile alub kıtâla mübâşeret eyleseler, anlara ihtiyârları ile mal verüb muâvenet edenler veya bunlara kılıç çekmek helâl değildir diyenler dahi anlar hükmünde olub kıtâlleri lâzımdır ve kam-ı ehl-i bağy ü fesâd emr-i vâcib ve mühim olub anların katli helâldir. Ve kâdir olanlara tekâsül ve ihmâl vebâldir. Eğer mübteği ve müctemi ‘olanlar müteferrik olub fesâddan mürtedi’ olmazlar ise ve onlardan bu hal ile katlolanlar azâb-ı elîm ve ikâb-ı azîme müstahak olurlar ve onlar ile kıtâl eden müslümanların kâtili gâzi ve maktûlü şehîd olub yevm-i cezâda adâlet-i Kübrâ ve mesubât-ı azîme ihraz ederler.
“Tarih-i mezkûrda Anadolu Kazaskeri olan Muhammed bin Abdülvehhâb eş-şehîr bi’bni’l-Kerîm’indir.”
CEVÂB-I DİÐER: Ehl-i bağyin kıtâlı şer'an sahihdir. Nass-ı şerr ile sâbittir. Hilâfına kavl yokdur ve muâvenet edenler müfsidlerdir; cezaları hapis ve katldir.
"Sabıkan Rumeli Kazaskerliğinden munfasıl Abdurrahman Çelebi'nindir.”
CEVÂB-I DİÐER: Ehl-i bağyın katli helâl olduğu Kur'ân-ı Kerîm ve Furkân-ı Azîm ve icmâ-ı ashâb ile sâbittir ve âmme-i kütüb–i fetvâda mestûrdur. El-iyâzu billâh bunları inkâr küfürdür. Ve bilcümle âmme-i müslimîn üzerine farz ve vâcibdir. Fitne ve fesâdın def'ine her ne tarik ile mümkün ise, muâvenet ve muzâheretden taksîr etmeyeler. Ve ehl-i adl cânibinden maktûl olanlar şehîdlerdir. Mahşerde zümre-i şühedâ ile haşrolunur. Ehl-i bağy tarafından maktûl olanlar gaslolunmaz ve namazları kılınmaz ve katilleri şer'ân helâl olur mu?
EL-CEVÂB: Mal ile ve kavlile ve fi'l ile muâvenet edenler, onların cemiyetlerinde bile olmıyacak darb-ı şedidden sonra tevbeleri ve salâhları zâhir oluncaya değin habs olunmak vâcib olur. Amma anlara kılıç çekmek helâl değildir, diyenler, nass-ı kâtı'ı inkâr edüb ashâb-ı icmâ-i izâma muhâlefet etmek ile kâfir olub katilleri helâl olur. Ve anlara kılıç çekmek hemân helâl olmak mertebesinde değildir, belki kâdir olanlar kıtâlleri vâcibdir.
“Müftî-i izâm sadrül-ahali Ebüssuud’ül-enâm Hazretlerinin cevâb-ı sahihdir”.
MES'ELE: Mezbûreye cevâb-ı âherdir.
EL-CEVÂB: Padişah-ı âlem-penâh-sellemehullahu te'âlâ fid-dâreyn-Hazretlerine âsî olub emrinden tecâvüz eden tâifenin ki, sûret-i fetvâda zikrolunmuşdur, anların demleri helâldir deyü tâifeden maktûl olanlar yunmaz ve namazları kılınmaz. Hakk Te'âlâ aktında azîm ikâba ve azâba müstahaklardır. Ve devletlû saâdetlû padişaha muâvenet edenlerden maktûl olanlar şehidlerdir. Vallâhu a'lem.
“Tarih-i mezkûrda Rumeli Kazaskeri olan Hamid Efendi'nindir”.
CEVÂB-I DİÐER: Padişah-ı âlem-penah-azze evliyâuhû ve zelle a'dâ'uhû-emrinden tecâvüz ve hurûc eden taifenin su-i sanî'leri varak-ı menşûrda meşrûh ve mestûrdur. Ehl-i bağy oldukları zâhir olub ref'i enâma lâzib ve yevm-i cezâda ehl-i nar ile haşrolunur.
“Sabıkan Anadolu kazaskerliğinden ma'zûl Ahi Çelebi'nindir”.
CEVÂB-I DİÐER: Bu iki sûret-i istiftâda ketbolunan cevablar sahihdir ve Kütüb-i mu'teberede mansûs ve mestûrdur. Vallâhu te'âlâ a'lem.
“Sâbıkan Rumeli Kazaskeri Mustafa Çelebi eş-şehir bi Bostan Efendi'nindir”.
CEVÂB-I DİÐER: İşbu meselelerin cevablarında zikrolunan fetvâlar cümleten sahihdir ve kâffesi kavl-i sahihdir. Kur'ân-ı Azîm'de Sûre-i Hucurât'da mufassaldır. Dahi nice yerlerde vârid olmuşdur ve mücme'unaleyhdir.
“Sabıkan Anadolu Kazaskerliğinden ma'zûl Sinan Efendi'nindir”.
CEVÂB-I DİÐER: Bu iki sûret-i istiftâda ketbolunan cevâblar sahihdir ve kütüb-i mu'teberede mansûs ve mestûrdur.
“İstanbul Kadısı Mevlâna Mustafa Eş-şehir bi İbn-i Mimar'ındır”.
CEVÂB-I DİÐER: Bu sûretlerden bizim de kavlimiz bu kavle muvâfıkdır ve cümle dedikleri vefk-ı şer'-i şerif üzerinedir.
“Haleb Kazâsından ma'zûl Ahmet Efendi'nindir”
CEVÂB-I DİÐER:Sultân-ı âdilin üzerine hurûc edüb bağî olan tâifenin katli ve kıtâli helâl idüği Kütüb-i mu'teberede musarrah. Hakk Celle ve Alâ'nın Kur'ân-ı Azîminde:“Eğer inanlardan iki gurup vuruşurlarsa onların arasını düzeltin; şayet biri ötekine saldırırsa Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun. (Allah’ın buyruğuna) dönerse artık adaletle onların arasına düzeltin ve ( her hususta ) adil olun. Allah, adalet (le hareket) edenleri sever. (Hucurat / 6) ”deyu buyurduğu bu husûsa delil-i kâfidir. Ve Hz. Ali kerremellâhu vechehû-icmâ-ı ashâb-ı kiram-rıdvânullâhi aleyhim ecma'în-ile tâife-i havâric ile kıtâl eyledükleri dahi bu emre vâzıh hüccettir.
“Mısır Kâdısı Mevlâna Bâki Efendi'nindir”.
CEVÂB-I DİÐER: Hurûc alel-imam'il-hak bağy idüği muhakkakdır. Harbe kâdir olan enâma zümre-i buğat üzerine imama nusret vâcib ve cem'iyyetlerin tefrik edinceye değin fırka-i özümreyi ahz ve katl lâzib ve lâzımdır.
“Mekke Kadısı El-Cemâl Efendi'nindir”.
CEVÂB-I DİÐER: Padişah-ı âlem-penâh Hazretlerine-E'azellâhu ensârahû-bâğî olub emr-i şeriflerinden tecâvüz eden tâifenin katl olunması mütûnda ve şurûhda ve fetvâda mestûr ve nass-ı Kur'ân-ı Azim bunun üzerinedir.
“Hâmid Efendi bin Muhammed'indir”.
CEVÂB-I DİÐER: Bu iki sûret-i istiftâya mektûb olan cevâb ayn-ı sıdk ve mahz-ı savâbdır. Kütüb-i mu'teberede mestûrdur. Hidâye'de ve şürûhunda meşrûh ve mezkûrdur.
(Revşen-zâr'ındır.)
CEVÂB-I DİÐER: Bu sûret-i istiftâya buyurulan cevabların cemî'isi şer-i mutahhara ve nâmûs-ı münevvere muvâfık ve mutâbıkdır. Vallâhu a'lem.
(Bağdad Müftüsü Yahya).”
Netice olarak bağy suçunu işleyen Padişahın kardeşi de olsa, eğer unsurları tahakkuk etmişse, gereken cezayı vermek, elbetteki şer'îdir. Ancak İslâm hukukunun hükümlerine aykırı olarak, şunun-bunun tahrikiyle unsurları tam teşekkül etmeden insanları dünyevî saltanat uğruna idam etmek, elbetteki şer'î değildir. Aksini kim iddia edebilir ki?
Osmanlı Devletinde devlete isyân suçunun cezası olarak ortaya çıkan öldürme vak’alarından bazıları şunlardır:
I. Murad’ın oğlu Savcı Bey.
II. I. Murad’ın kardeşleri Halil Ve İbrahim.
III. II. Murad’ın kardeşi Mustafa.
IV. II. Murad’ın amcası Düzme Mustafa.
V. Yavuz Sultân Selim’in kardeşleri Korkut ve Ahmed.
VI. Kanunî Sultân Süleyman’ın oğlu Bâyezid ve bunun beş oğlu[15].
ALINTI