Konu: 'Tanrı kesinlikle var, inanın ve hayatı yaşayın'
Teolojik Çağ : Comte, bu dönemi kendi içinde ve zaman sırasına göre Fetişizm, Politeizm ve Monoteizm diye üç safhaya ayırır. Ancak bütün bunların ortak yanı, insan zekâsının bu aşamalarda mutlak bilgiye yönelmesidir. Farklı olgular insan tarafından tabiat üstü varlıkların etkisiyle açıklanır ve bu varlıkların mücadelesine bağlanır. Bu dönemde sosyal üstünlük, din adamlarındadır.
Metafizik Çağ : Bu dönemde tabiat üstü etkenler, yerini soyut kuvvetlere bırakmıştır. İlk nedenlerin yerini daha genel nedenler almıştır. Bütün gözlenen olaylar kendiliklerinden meydana gelebilecek güçte kabul edilir. Gözlenen olayların açıklaması, her olayı uygun bir töze bağlayarak olur. Devletin hayatında ise, dogmatizm hâkimdir.
Pozitif Çağ : Bu çağda insan zekâsı, “mutlak” ı bulmanın ne kadar imkânsız olduğunu anlamıştır. Evrenin nereden gelip nereye gittiğini ve olayların iç sebeplerini aramaktan vazgeçmiştir. Muhâkeme ve gözlem yardımıyla olayların gerçek kanunlarını yani değişmez devamlılık ve benzerlik münasebetlerini bulmaya yönelmiştir. Comte’a göre bu çağın temel karakteristiği, tabiat bilimlerinden fiziği andıran yeni bir ilmi disiplinin doğmuş olmasıdır. O, bu ilme ad olarak “sosyal fizik” veya “sosyoloji” adlarını teklif etmektedir.[41]
Comte’a göre pozitif ilim çağına giren insan, bütün tabiat olaylarını deney ve gözlem yoluyla anlamakta, açıklayabilmektedir. Beş duyu ile idrak edilen tabiatın ve tabiat olaylarının dışında, insanın kavrayabileceği bir gerçek yoktur. “Ben nereden geldim, nereye gideceğim?” tarzında düzenlenen, ilk sebebi (yaratıcı) ve son gâyeyi vurgulayan soru, pozitif ilim devresindeki insanın sorusu değildir. Bu problem, tabiat olayları hakkında doğru ve yeterli bilgisi olmayan bundan önceki insanların sorusuydu. Ona göre problemin çözümünde ne materyalistlerin ne de, Allah’a inananların ortaya koyduğu fikirler doğru değildir. Auguste Comte, pozitif ilime sığınarak hem felsefeyi (dolayısıyla materyalist felsefeyi) hem de dini inkâr etmiştir. Ancak onun izahları da, felsefeden başka bir şey değildir.[42] Dini, insanlık tarihinin belli bir merhalesine ait ve fonksiyonunu yitirmiş bir olay olarak gören Auguste Comte’un hayatının sonlarına doğru, kendisinin sistemleştirdiği pozitivizmle çelişen bir “insanlık dini”[43] peşinde koşması, pozitivist din anlayışının geçersizliğini ortaya koyan bir durumdur.[44]
Yirminci yüzyıl pozitivizmi, bilim ve teoloji alanlarının ayrılmasında ısrar etmektedir. Kuramların, deneysel ve toplumsal olarak test edilebilirliği özelliğine dikkat çeken, pozitivistler, bilimi yegane rasyonel ve nesnel bilgi edinme yolu olarak benimsediler. Onlar teolojik iddiaların bilimin metotlarına uymakta başarısız olduğunu, bu sebeple de aslâ herhangi bir meşru bilgi ortaya koyamadığını savundular. Pozitivistlere göre sadece deneysel konular, anlamlı bir dil için referans noktaları sağlar. Din dili ise ekseriyetle (Tanrı, rûh ve ölümsüzlük gibi) deneysel olmayan konulardan söz ettiği için pek çok pozitiviste göre, bilişsel açıdan anlamsızdır.[45]
Sigmund Freud, “tekerlek ve elektriğin icadı kadar mühim” dediği psikanalizin kurucusudur. Ancak onun kendisini, hakkında yargıda bulunmaya yetkili gördüğü bir alan daha vardı: Din. O, bu alanda da birinci alanı olan psikanalizi kullandı. Bu yöntemden hareketle 18. asırdan itibaren başlayan ve 19. asırda, Darwin ile devam eden süreçte, dine bir darbe de o vurdu. Batı’da felsefe, biyoloji ve fiziğin temsil ettiği bilimle dine karşı kazanılan zaferin, psikoloji ayağı da Freud’la başarılmıştı. Darwin’le gelişen süreçte insan, eşref-i mahlukât olmaktan çıkarılmış, dinlerin kendisine sağladığı imtiyazlı pozisyondan aşağıya çekilmişti. Freud’la ise kutsal kitapların “Tanrı, insanı kendi imajında yarattı” şeklindeki öğretisi “insan, Tanrı’yı kendi imajında yarattı” ya dönüşmüş ve Tanrı yaratıcı pozisyondan, insan zihninin bir yaratığı derecesine düşürülmüştü. Freud, bilinçaltı ile bilincin birbirleriyle bir bütünlük, bir ayrılık arz etmemelerinden kaynaklanan yanılsamaların olduğu ve insanın iki alan arasındaki çatışmaları giderme için savunma mekanizmalarına başvurduğu inancındaydı. İşte Freud’un, Tanrı’nın, dolayısıyla dinin bir yanılsama, insan düşüncesinin bir vehmi olduğunu, bir gerçeklik olmadığını ileri sürmesinin altında yatan temel neden, onun yukarıda belirtilen psikolojik mekanizmanın varlığına olan katî inancıydı. [47]
“Bilimselci” anlayışın en önemli öncülerinden birisi Freud’dan yaklaşık 50 yıl önce yaşayan ve Freud’un “kendisinden çok etkilendiğim” dediği Darwin’di. O dönemdeki din-bilim mücadelesi, Darwin’in şahsında sembolleşmişti. Freud, din ile bilimi karşı karşıya getirirken üç alan belirler. Birincisi, din, âlemin varlığı ve kaynağı konusunda bir bilgi sunar, insanın bu konudaki anlama arzusunu tatmin eder. İkincisi, din, hayatın tüm kötü yönlerine rağmen insanlara ebedî mutluluk vaadinde bulunur. Üçüncüsü, din, çeşitli prensiplerle insanların düşünce ve davranışlarını yönlendirir, bunu da onlar üzerinde büyük bir otorite kurarak gerçekleştirir. Freud’a göre bilimin güçsüz olduğu devrelerde din, insanın bu alanlarda “anlama, mutluluk arama ve yönlendirme” arzularını tatmin etmiştir. Ancak artık bu alanlar dinin tekelinden çıkarılmalı, bilime devredilmelidir. Çünkü bilim hayatın gerçeklerini olduğu gibi algılamayı ve bunlarla nasıl baş edeceğini insana gerçekçi bir şekilde öğretmektedir. Bununla birlikte Freud, bilimin de üstesinden gelemediği birçok durum olduğunu ve insanı hayatın acılarına boyun eğmesi gereken bir alanla baş başa bıraktığını, dolayısıyla dinin bu fonksiyonunu hiçbir zaman kaybetmeyeceğini kabul eder. İşte bu sistem içinde Freud, dini bir önyargı ile incelemiştir. Bu sebeple o, ateizme, yaptığı araştırmalarının neticesinde ulaşmadı. Tam tersine, araştırmalarını ateist inançlarının gölgesinde yaptı.[48] Freud’u okurken kendini dine karşı çıkmaya mecbur gören, bu yüzden de kendisini “Tanrısız Yahudi” şeklinde tanımlayan bir materyalist ile karşı karşıya bulunulduğu bilinmelidir.[49] Nitekim, Freud dine yönelik eleştirilerini özetlerken: “Benim bütün yaptığım, benden öncekilerin dine yönelttikleri tenkide biraz psikolojik temel kazandırmaktır” demektedir.[50]
Agnostisizm (Bilinemezcilik), Yunanca ‘Bilinemez’ manasına gelen ‘Agonustos’ kelimesinden alınmış bir tabirdir. Sonsuz, ilk sebepler, cevher, eşya ve olayların son gâyesi gibi metafizik hakikatleri insan zihninin asla bilemeyeceğini ileri süren ve böylece metafiziğe bilinemez diyen sistemlerin adıdır. Buna göre, insan zihninin veya aklın reel değeri yoktur. Bu anlayış, görünülen âleminin ilk ve son sebeplerinin akıl için daima meçhul kalacağını iddia eder. Böyle olunca da agnostisizm objektif bir bilginin ve fizik ötesinin (metafiziğin) imkânsızlığını kabul etmiş olur. Agnostisizm, metafizik sahasıyla sınırlanmış bir şüpheciliktir. Agnostik, çoğu halde bir ilimcidir. Metafizik tezleri açıkça reddetmez; fakat tespit etmenin imkânsız olduğunu söyler, mutlak bilgi elde edilemez, bilgimiz problemi çözmeye yetmez der.[51] Tanrı’nın varlığı probleminde tavrını agnostik (bilinemezci) bir tavır olarak ortaya koyan Bertrand Russell “Bilinemezci Ne Demektir?” adlı yazısında agnostik için şu tanımı verir: “Agnostik, Hıristiyanlığın ve öteki dinlerin ilgilendiği Tanrı ve gelecek hayat gibi sorunlarda gerçeği bilmenin imkânsızlığına inanır. Yahut büsbütün imkânsız olmasa bile, en azından bugün için imkânsızlığına inanır.”[52] Batı’da agnostik terimi ilk defa 1869 yılında kendi zihni tutumunu nitelemek için Huxley tarafından kullanılmıştır. Huxley bu terimi, ateist, teist, panteist, materyalist, idealist, Hıristiyan veya serbest düşünenler gibi akımların, varlık problemini kendilerince çözdüklerini, ancak problemin kendisi için çözülemez olduğundan emin bulunduğunu ifade etmek için kullanmıştır. Huxley, teorik akla dayalı bilginin imkanını sorguladıkları için septik filozof David Hume ve Kritisizmin büyük filozofu Immanuel Kant ile kendini aynı safta görmüştür.[53]
Agnostisizm, İslâm düşüncesinde ‘Lâedriyye’, ‘Sûfestaiyye’, ‘Vâkıfiyye’ ve ‘Şek Ehli’ gibi tabirlerle ifade edilmiştir. Arapça’da ‘bilmiyorum’ anlamına gelen lâedrî fiilinden türetilmiş olan ‘Lâedriyye’ klasik İslâm düşünce geleneğinde, özellikle kelâmcıların sofistler hakkındaki değerlendirme ve eleştirileri çerçevesinde gerçekleşmiş, sonradan modern Müslüman müellifler tarafından 19. yüzyıl Batı felsefesinde benimsenen agnostisizme karşılık olarak kullanılmış, insan aklının Tanrı ve evren hakkındaki mutlak gerçeği bilemeyeceğini ileri süren felsefî akım olarak tarif edilmiştir.[54] Agnostisizmin zıttı olarak kullanılan Gnostisizm (Bilinircilik) ise Arapça’da ‘İrfâniyye’ şeklinde kullanılmaktadır. ‘Tanrı başta olmak üzere varlık ve olaylara dair gerçek ve derunî bilginin duyu verilerine, akıl yürütmeye veya burhanî kanıtlamalara dayanmaksızın sadece keşif ve ilham yoluyla elde edilebileceğini ileri süren mistik ve felsefî bir akım’ olarak tarif edilebilecek olan ‘İrfâniyye’ terimi ‘bilmek, tanımak, kavramak’ anlamına gelen irfân kelimesinden oluşturulmuş, Yunanca ‘bilgi’ manâsındaki gnosisten türetilmiş gnostisizm karşılığında kullanılan bir terimdir. [55]
İslâm inancında iman kalbin tasdiki ile oluşur ki bunun içinde yakîn (kesin bilgi) bulunmaktadır. Dolayısıyla imanla bilinemezcilik bir araya getirilemediği gibi iman, şek, istisna, tereddüt ve kararsızlık da kabul etmez. Ebu Hanife karasız duruma düşen kişiye, bu tereddütlerini izah ederek makul bir süreyi tanımakla beraber, sürekli bir agnostisizmi kabul etmez. Aynı görüşü diğer kelâm bilginleri de benimsemişlerdir. Kelâm literatürünün bilgi teorisini ortaya koyan bölümleri incelendiğinde bu yaklaşımı görebiliriz.
Agnostik (bilinemezci) anlayış, “Tanrı’nın var olduğu ve maddenin yaratıldığı görüşü” veya “Tanrı’nın olmadığı ve maddenin ezeli olduğu görüşü” gibi belli bir görüşü savunmasa da, bunun yerine tüm bu görüşleri aynı derecede bilinemez olarak niteler. Bilinemezci tavır “Bunların hangisinin doğru olduğu bilinemez” der. Bu da bilinemezciliğin şüpheci yaklaşımını bir iddia haline getirir. Yani bilinemezci tavır da aktif olarak bir fikrin savunulmasıdır, kişi eğer sadece kendisi ile sınırlı olarak “Ben bilemiyorum” derse bu bir iddia olmaz. Fakat “İleri sürülen şıklardan hangisinin doğru olduğu bilinemez” demek de bir iddiadır.[56]
III. TANRI’NIN VARLIÐINA POZİTİVİST YAKLAŞIM
Sosyolojinin isim babası ve Pozitivizmin kurucusu kabul edilen Auguste Comte insanlık tarihini üç döneme ayırır. Ona göre, sosyolojinin kullanacağı metot gözleme ve tüme varıma dayanan bir metot olmalıdır. Bu teoriye göre, insanlar kendilerini çevreleyen dünyayı anlama ve açıklama çabaları boyunca ardarda gelen üç tavır içinde olmuşlardır : Teolojik Çağ : Comte, bu dönemi kendi içinde ve zaman sırasına göre Fetişizm, Politeizm ve Monoteizm diye üç safhaya ayırır. Ancak bütün bunların ortak yanı, insan zekâsının bu aşamalarda mutlak bilgiye yönelmesidir. Farklı olgular insan tarafından tabiat üstü varlıkların etkisiyle açıklanır ve bu varlıkların mücadelesine bağlanır. Bu dönemde sosyal üstünlük, din adamlarındadır.
Metafizik Çağ : Bu dönemde tabiat üstü etkenler, yerini soyut kuvvetlere bırakmıştır. İlk nedenlerin yerini daha genel nedenler almıştır. Bütün gözlenen olaylar kendiliklerinden meydana gelebilecek güçte kabul edilir. Gözlenen olayların açıklaması, her olayı uygun bir töze bağlayarak olur. Devletin hayatında ise, dogmatizm hâkimdir.
Pozitif Çağ : Bu çağda insan zekâsı, “mutlak” ı bulmanın ne kadar imkânsız olduğunu anlamıştır. Evrenin nereden gelip nereye gittiğini ve olayların iç sebeplerini aramaktan vazgeçmiştir. Muhâkeme ve gözlem yardımıyla olayların gerçek kanunlarını yani değişmez devamlılık ve benzerlik münasebetlerini bulmaya yönelmiştir. Comte’a göre bu çağın temel karakteristiği, tabiat bilimlerinden fiziği andıran yeni bir ilmi disiplinin doğmuş olmasıdır. O, bu ilme ad olarak “sosyal fizik” veya “sosyoloji” adlarını teklif etmektedir.[41]
Comte’a göre pozitif ilim çağına giren insan, bütün tabiat olaylarını deney ve gözlem yoluyla anlamakta, açıklayabilmektedir. Beş duyu ile idrak edilen tabiatın ve tabiat olaylarının dışında, insanın kavrayabileceği bir gerçek yoktur. “Ben nereden geldim, nereye gideceğim?” tarzında düzenlenen, ilk sebebi (yaratıcı) ve son gâyeyi vurgulayan soru, pozitif ilim devresindeki insanın sorusu değildir. Bu problem, tabiat olayları hakkında doğru ve yeterli bilgisi olmayan bundan önceki insanların sorusuydu. Ona göre problemin çözümünde ne materyalistlerin ne de, Allah’a inananların ortaya koyduğu fikirler doğru değildir. Auguste Comte, pozitif ilime sığınarak hem felsefeyi (dolayısıyla materyalist felsefeyi) hem de dini inkâr etmiştir. Ancak onun izahları da, felsefeden başka bir şey değildir.[42] Dini, insanlık tarihinin belli bir merhalesine ait ve fonksiyonunu yitirmiş bir olay olarak gören Auguste Comte’un hayatının sonlarına doğru, kendisinin sistemleştirdiği pozitivizmle çelişen bir “insanlık dini”[43] peşinde koşması, pozitivist din anlayışının geçersizliğini ortaya koyan bir durumdur.[44]
Yirminci yüzyıl pozitivizmi, bilim ve teoloji alanlarının ayrılmasında ısrar etmektedir. Kuramların, deneysel ve toplumsal olarak test edilebilirliği özelliğine dikkat çeken, pozitivistler, bilimi yegane rasyonel ve nesnel bilgi edinme yolu olarak benimsediler. Onlar teolojik iddiaların bilimin metotlarına uymakta başarısız olduğunu, bu sebeple de aslâ herhangi bir meşru bilgi ortaya koyamadığını savundular. Pozitivistlere göre sadece deneysel konular, anlamlı bir dil için referans noktaları sağlar. Din dili ise ekseriyetle (Tanrı, rûh ve ölümsüzlük gibi) deneysel olmayan konulardan söz ettiği için pek çok pozitiviste göre, bilişsel açıdan anlamsızdır.[45]
IV. TANRI’NIN VARLIÐINA FREUDİST YAKLAŞIM
17. yüzyıl bilim felsefecisi Francis Bacon, dünyanın seyrini değiştiren üç keşfin barut, pusula ve matbaa olduğunu belirtir. Freud’un ise bu üç keşfe karşılık, üç kâşifi vardır. Bunlar da insanoğlunun evreni algılama biçiminin ve âlemde kendisine biçtiği rolün değişmesine, dolayısıyla dinin darbe almasına sebep oldular. Bunların ilki olan Kopernik’le gelen kozmolojik darbe insanın ve onun mekânı olan dünyanın evrenin merkezi olduğu illüzyonunu yıktı. İkinci darbe Darwin’dendi. Evrim teorisiyle dinlerin savunduğu yaratılış teorileri artık bir efsâne muâmelesi görmeye başladı ve Tanrı, “yaratıcı olma” unvanını kaybetti. Üçüncü darbe ise tabiî ki, Freud’un kendisindendi. Onun öğretileriyle de insan artık Tanrı’nın yeryüzündeki halifesi olan mâsum bir varlık değildi. İnsanın cinsel dürtüleri tamamıyla ehlileştirilemezdi ve onun zihninde bilinçli gibi görünen süreçler aslında bilincinde olunmayan bir alanın tesiri altındaydılar. Freud’a göre bu üç keşifle dinin evren ve insan üzerine iddialarının doğru olmadığı anlaşılmıştı. İnsan artık evreni ve kendisini yeniden değerlendirmeliydi.[46]Sigmund Freud, “tekerlek ve elektriğin icadı kadar mühim” dediği psikanalizin kurucusudur. Ancak onun kendisini, hakkında yargıda bulunmaya yetkili gördüğü bir alan daha vardı: Din. O, bu alanda da birinci alanı olan psikanalizi kullandı. Bu yöntemden hareketle 18. asırdan itibaren başlayan ve 19. asırda, Darwin ile devam eden süreçte, dine bir darbe de o vurdu. Batı’da felsefe, biyoloji ve fiziğin temsil ettiği bilimle dine karşı kazanılan zaferin, psikoloji ayağı da Freud’la başarılmıştı. Darwin’le gelişen süreçte insan, eşref-i mahlukât olmaktan çıkarılmış, dinlerin kendisine sağladığı imtiyazlı pozisyondan aşağıya çekilmişti. Freud’la ise kutsal kitapların “Tanrı, insanı kendi imajında yarattı” şeklindeki öğretisi “insan, Tanrı’yı kendi imajında yarattı” ya dönüşmüş ve Tanrı yaratıcı pozisyondan, insan zihninin bir yaratığı derecesine düşürülmüştü. Freud, bilinçaltı ile bilincin birbirleriyle bir bütünlük, bir ayrılık arz etmemelerinden kaynaklanan yanılsamaların olduğu ve insanın iki alan arasındaki çatışmaları giderme için savunma mekanizmalarına başvurduğu inancındaydı. İşte Freud’un, Tanrı’nın, dolayısıyla dinin bir yanılsama, insan düşüncesinin bir vehmi olduğunu, bir gerçeklik olmadığını ileri sürmesinin altında yatan temel neden, onun yukarıda belirtilen psikolojik mekanizmanın varlığına olan katî inancıydı. [47]
“Bilimselci” anlayışın en önemli öncülerinden birisi Freud’dan yaklaşık 50 yıl önce yaşayan ve Freud’un “kendisinden çok etkilendiğim” dediği Darwin’di. O dönemdeki din-bilim mücadelesi, Darwin’in şahsında sembolleşmişti. Freud, din ile bilimi karşı karşıya getirirken üç alan belirler. Birincisi, din, âlemin varlığı ve kaynağı konusunda bir bilgi sunar, insanın bu konudaki anlama arzusunu tatmin eder. İkincisi, din, hayatın tüm kötü yönlerine rağmen insanlara ebedî mutluluk vaadinde bulunur. Üçüncüsü, din, çeşitli prensiplerle insanların düşünce ve davranışlarını yönlendirir, bunu da onlar üzerinde büyük bir otorite kurarak gerçekleştirir. Freud’a göre bilimin güçsüz olduğu devrelerde din, insanın bu alanlarda “anlama, mutluluk arama ve yönlendirme” arzularını tatmin etmiştir. Ancak artık bu alanlar dinin tekelinden çıkarılmalı, bilime devredilmelidir. Çünkü bilim hayatın gerçeklerini olduğu gibi algılamayı ve bunlarla nasıl baş edeceğini insana gerçekçi bir şekilde öğretmektedir. Bununla birlikte Freud, bilimin de üstesinden gelemediği birçok durum olduğunu ve insanı hayatın acılarına boyun eğmesi gereken bir alanla baş başa bıraktığını, dolayısıyla dinin bu fonksiyonunu hiçbir zaman kaybetmeyeceğini kabul eder. İşte bu sistem içinde Freud, dini bir önyargı ile incelemiştir. Bu sebeple o, ateizme, yaptığı araştırmalarının neticesinde ulaşmadı. Tam tersine, araştırmalarını ateist inançlarının gölgesinde yaptı.[48] Freud’u okurken kendini dine karşı çıkmaya mecbur gören, bu yüzden de kendisini “Tanrısız Yahudi” şeklinde tanımlayan bir materyalist ile karşı karşıya bulunulduğu bilinmelidir.[49] Nitekim, Freud dine yönelik eleştirilerini özetlerken: “Benim bütün yaptığım, benden öncekilerin dine yönelttikleri tenkide biraz psikolojik temel kazandırmaktır” demektedir.[50]
V. TANRI’NIN VARLIÐINA AGNOSTİK YAKLAŞIM
Agnostisizm, İslâm düşüncesinde ‘Lâedriyye’, ‘Sûfestaiyye’, ‘Vâkıfiyye’ ve ‘Şek Ehli’ gibi tabirlerle ifade edilmiştir. Arapça’da ‘bilmiyorum’ anlamına gelen lâedrî fiilinden türetilmiş olan ‘Lâedriyye’ klasik İslâm düşünce geleneğinde, özellikle kelâmcıların sofistler hakkındaki değerlendirme ve eleştirileri çerçevesinde gerçekleşmiş, sonradan modern Müslüman müellifler tarafından 19. yüzyıl Batı felsefesinde benimsenen agnostisizme karşılık olarak kullanılmış, insan aklının Tanrı ve evren hakkındaki mutlak gerçeği bilemeyeceğini ileri süren felsefî akım olarak tarif edilmiştir.[54] Agnostisizmin zıttı olarak kullanılan Gnostisizm (Bilinircilik) ise Arapça’da ‘İrfâniyye’ şeklinde kullanılmaktadır. ‘Tanrı başta olmak üzere varlık ve olaylara dair gerçek ve derunî bilginin duyu verilerine, akıl yürütmeye veya burhanî kanıtlamalara dayanmaksızın sadece keşif ve ilham yoluyla elde edilebileceğini ileri süren mistik ve felsefî bir akım’ olarak tarif edilebilecek olan ‘İrfâniyye’ terimi ‘bilmek, tanımak, kavramak’ anlamına gelen irfân kelimesinden oluşturulmuş, Yunanca ‘bilgi’ manâsındaki gnosisten türetilmiş gnostisizm karşılığında kullanılan bir terimdir. [55]
İslâm inancında iman kalbin tasdiki ile oluşur ki bunun içinde yakîn (kesin bilgi) bulunmaktadır. Dolayısıyla imanla bilinemezcilik bir araya getirilemediği gibi iman, şek, istisna, tereddüt ve kararsızlık da kabul etmez. Ebu Hanife karasız duruma düşen kişiye, bu tereddütlerini izah ederek makul bir süreyi tanımakla beraber, sürekli bir agnostisizmi kabul etmez. Aynı görüşü diğer kelâm bilginleri de benimsemişlerdir. Kelâm literatürünün bilgi teorisini ortaya koyan bölümleri incelendiğinde bu yaklaşımı görebiliriz.
Agnostik (bilinemezci) anlayış, “Tanrı’nın var olduğu ve maddenin yaratıldığı görüşü” veya “Tanrı’nın olmadığı ve maddenin ezeli olduğu görüşü” gibi belli bir görüşü savunmasa da, bunun yerine tüm bu görüşleri aynı derecede bilinemez olarak niteler. Bilinemezci tavır “Bunların hangisinin doğru olduğu bilinemez” der. Bu da bilinemezciliğin şüpheci yaklaşımını bir iddia haline getirir. Yani bilinemezci tavır da aktif olarak bir fikrin savunulmasıdır, kişi eğer sadece kendisi ile sınırlı olarak “Ben bilemiyorum” derse bu bir iddia olmaz. Fakat “İleri sürülen şıklardan hangisinin doğru olduğu bilinemez” demek de bir iddiadır.[56]
Yorum