Hayallerle geçti ömrüm!
26.02.2009 - 18:14
Bu hafta vizyonda yedi film var. Üçü yerli, dördü yabancı… Önce yerlilerden başlayalım. Umut, acıklı hikayesiyle, yeniden bir ağlama süreci yaratıyor, eski Türk filmlerinin tadını aratmıyor… Zamansız ve mekansız Gölgesizler, düşle gerçek arasında bir dünya açıyor seyircinin önünde… İki Çizgi, iki çizgide giden, ayrışan ve birleşen hayatları anlatıyor… Gelelim yabancılara… Zoraki Tatil, havaya çöken bir sisin aile içinde sebep oldukları üzerine… Limon Ağacı, politik çekişmelerin ortasında kalan limon ağaçları ve sahipleri olan kadının hayattan beklentileri üzerine. Milyoner, silip süpürdüğü ödüllerle hayatın çok farklı bir yanını işaret ediyor… Hayallerin Peşinde, koşulan, ulaşılan ve ulaşılamayan hayaller ve hayatlar üzerine… İyi seyirler…
Video için tıklayın:
http://www.gazeteport.com/TV-VIDEO/i...Name=GP_400532 Video için tıklayın :
http://www.gazeteport.com/TV-VIDEO/i...Name=GP_400534 Video için tıklayın:
Gazeteport'a Hoşgeldiniz Video için tıklayın :Gazeteport'a Hoşgeldiniz
Video için tıklayın:
Gazeteport'a Hoşgeldiniz
Hazırlayan: Banu BOZDEMİR
Umut
Türk sinemasında çok güldük, biraz ağlayalım sürecine giriyoruz. Türk sinemasının en acıklı ikinci filmi olarak lanse edilen Umut, birinci filmin hangisi olduğunu belirtmeden, biraz mütevazi, biraz da kendinden emin olarak ikinci sıraya yerleşiyor. Gönüllerde nasıl bir yer edinir, seyirciyi fazlaca ağlatan ve saran Babam ve Oğlum kadar derin bir yer endir mi bilemeyiz… Yönetmen Murat Aslan’ın Maskeli Beşler ve serisiyle ilgili olarak referans gösterebiliriz. Cezaevinde yattıktan sonra köyüne dönen Yılmaz karakteriyle başlıyor film; Yılmaz’ın döndüğü ev: Depremde yıkılmış, karısı Suna sağ ama kötürüm olarak kurtulmuş, trajik bir hayat içindeler. Suna’nın hayatını kaybetmesinden sonra oğlu Umut’la bir başına kalır Yılmaz. Oğlu Umut ilik kanseridir. Senaryosu gerçek öykülerden referanslar alınarak yazılan film, bazı fikirlerin harmanlanmasıyla oluşturulmuş.. İlk oyunculuk deneyimini başrollerden birini üstlenerek yaşayan altı yaşındaki Bertan Ceylan (Umut) masum bakışları ile izleyenleri bir Kemalettin Tuğcu romanı okuyormuş havasına sokabilir. Ama eski Türk filmlerinin tadının yakalanmaya çalışıldığı aşikar… Yılmaz Güney’in 1970 tarihli dehşet filminden sonra, Türk sinema tarihine giren ikinci ‘Umut’. Lütfen biraz daha umut!
Zoraki Tatil / Four Christmases
Herkesin en sevdiği şeylerden birisidir sanırım kar yüzünden bir dağ evinde mahsur kalmak. Dışarıda lapa lapa yağan karı seyretmek, romantik anlara demir etmek ve kafayı dinlemek, bir türlü kar yağmayan bu şehirde sıkışıp kalmış birçok insanın özlemlerinden birisi olsa gerek. Bunun adı çok istenilen bir tatil olur ancak. Ama zoraki tatil ise hayal edilen bir şeyin birdenbire dibe vurması olabilir ancak. Tıpkı Kate ve Brad’in başına gelenler gibi… Ama başlarına gelen de bir doğa olayı… O yüzden onu da sevinçli bir şekilde karşılamak gerek… Şortlarını ve güneş gözlüklerini bavullarına koyan çift şehrin üzerine amansız bir şekilde çöken sis yüzünden havaalanında sıkışıp kalırlar. Yerel bir kamera tarafından bütün şehre onların hala şehirde oldukları duyurulur. Her sene Noel tatilini yaz tatili olarak kutlamayı gelenek haline getiren ve ailecek koca bir yılbaşı geçirmeyi reddeden Kate ve Brad, ailelerinin yoğun ilgisine maruz kalırlar ve kendilerini aileleri ve seçimleri konusunda yoğun bir sorgulamanın içinde bulurlar. Belki de insanın karşısındakini tanımasının en doğru şekli, önce ailesinden başlamasıdır… Bir örnek vermek gerekirse Issız Adam’daki ana – oğul ilişkisine bakınız! Birisiyle dağ evinde mahsur kalması da olabilir tabii… Kar yağmayan bir şehrin insanlarının en büyük dileği şimdilik bu! Zoraki bir tatil…
Milyoner / Slumdog Millionaire
Bu aslında koca gözlü, iyi yürekli Jamal’in öyküsü… Zorluklarla geçen hayatı ona çok şey öğretir. Abisinden bile kazık yer, çocukluk aşkını asla unutmaz, her yerde onun izini sürer.
Bu arada filmin kurgusu gereği büyümüş, genç bir delikanlı olmuş Jamal’la bir yarışma programının içinde ve arka planında da karşılaşıyoruz. Sorulara doğru yanıtlar veren çaycı Jamal ve hile yaptığı gerekçesiyle işkence gören Jamal. Eğitimsiz birinin bu zor sorular karşısındaki rahatlığı, sunucuyu çileden çıkartır. Zira kendi karizması patır patır ortalığa saçılmaktadır. Oysa ki her sorunun cevabı Jamal’in zorlu yaşamının içindeki ***if ve acı anlarında gizlidir… Ancak ‘yaşayan bilir’ sorularıdır onlar…
İşte aylardır yankı yaratan, ödülleri silip süpüren Milyoner’in öyküsü bu. Sosyal, politik ve ekonomik olayların insan hayatına derin nüfuzlarını gösteren ve hayatını nasıl şekillendirdiğini acı bir dille anlatan film, görselliğiyle de aynı duyguların üzerinden bir kez daha geçiyor. Modern Hindistan’dan uzak, yoksulluğun hüküm sürdüğü toprakları kullanan Boyle, tepki alsa da, ustalılığıyla her karenin hakkını veriyor, sokakların ve duyguların atmosferini tüm inceliğiyle beyazperdeye taşıyor. Ama yönetmen ne de olsa İngiliz. Biraz kurcalamak gerekirse, bir üçüncü dünyasına üçüncü bir bakış da diyebiliriz…
Gölgesizler
Türk edebiyatının en kafkaesk yazarlarından Hasan Ali Toptaş’ın 1994 Yunus Nadi Roman Ödüllü romanı Gölgesizler, düşle gerçek arasında gezinen tasvirleri, şiirsel cümleleriyle modern Türk edebiyatının en önemli romanlarından biri. Ümit Ünal’ın Gölgesizler’e el atmış olması bu zamansız ve mekansız romana ne kadar doygunluk kazandırdığı herkes için farklı bir yol açacak gibi duruyor. ‘Gölgesizler’in konusu bir köyde geçiyor. Ama ‘Gölgesizler’, ‘köy romanı’ kavramını tersine çeviren ve yeniden icat eden bir roman. Şimdiye kadar gördüğümüz hiçbir köy romanına benzemiyor.” İstanbul’dan usanıp günün birinde izbe bir köye taşınan bir berberin hikâyesi anlatılıyor filmde. Köyün muhtarının çok önemli olduğu bu yerleşim biriminde garip kaybolma olayları vuku bulmaya başlıyor. Art arda insanlarının kayboluşunun ardından muhtar, devlete başvurmak amacıyla ilçeye gider. Ancak muhtardan da haber alınamaz ve o da kayıplara karışır. Berber tüm olan biteni kayıtsızca izlerken, kendisi de izlenmektedir. Oyuncu kadrosu şahane, müziklerse Candan Erçetin imzalı. Bu ayın en iddialı Türk filmi demekte sakınca yok. Zamansız ve mekansız bir film olması, insanların kafasını karıştırabilir ama hayat zaten kocaman bir karmaşadan ibaret değil mi sevgili okuyucu…
Hayallerin Peşinde / Revolutionary Road
Richard Yates’in 1961 senesinde yazmış olduğu romanından uyarlanan film, dışardan son derece özenilesi gözüken bir evliliğin, aslında nasıl da kasıcı mutluluklarla ayakta durduğunu gösteriyor. Kadın oyunculuğu denemiş ama başarılı bir aktris olamamış kadın, eninde sonunda iki çocuk doğurup ev kadını olmuş, banliyö hayatından nefret eder vaziyette yaşayıp gidiyor. Kocası ise o döneme ait ‘Amerikan Rüyası’ çarkının en büyük dişlilerinden birine kapılmış: kurumsal bir şirkette, her gün dünyayı kurtarıyormuşçasına gururlu çalışıyor. Erkek her zaman olduğu gibi işleri hepten zorlaştırıyor. Biraz feminist bir yorum oldu sanırsam! Kate Winslet, filmin ikinci yarısında olağanüstü bir depresyon haliyle izleyiciyi etkisi altına alıyor. Filmdeki karakterlerin neredeyse hepsi, bir şekilde istemedikleri hayatlar yaşıyorlar. Ya fark edemeyecek kadar sıradanlar, ya bunu fark etmelerine rağmen bir şey yapmayacak kadar korkaklar. Tıpkı günümüzdeki gibi. Yönetmen Sam Mendes, kişilerin yaşadığı bunalımların tavırlarındaki yansımalarıyla yakın çekim ilgilenmiş. Bir de gerçek hayattaki karısı Kate Winslet’in yakın plan portrelerini çekerken bir hayli özenli davranmış. Çünkü tüm birleşimler çok başarılı. Neticede film ağır; hem yavaş ilerliyor hem de ağır bir durum olan mutsuzluktan bahsediyor. Ama bittikten sonra kalan o garip duygu silsilesi ve oyuncuların performansları adına kaçırılmamalı.
İki Çizgi
İki Çizgi, kısaca iki çizgide giden, ayrışan, kavuşan hayatları anlatıyor. Tabii daha çok şehir insanları arasında… Yoksa kasabalarda ve köylerde böyle derin ve kasıcı sorgulamalar pek olmaz, herkes işe güce ve toprağa salar kötü enerjisini… Yani İki Çizgi’de kentli olmak, kentte kadın olmak, kentte ayakta durmak gibi durumlar var. Selin ve Mert birlikte yaşıyorlar, fonda bir metropol ve onun getirdikleri. Ardından bir yolculuk başlıyor, ne yöne gidildiği belli olmayan, bazen tipik bir tatil yolculuğu gibi görünen ve bu seyirdeki olayları, arayışları görüyoruz. Filmin aralarında yaş farkı olan iki ana karakteri, iş kadını Selin ve fotoğrafçı Mert birlikte yaşamaktadırlar. İlişkilerinde problemler yaşandığı bir dönemde çift, yaz zamanı güneye doğru yola çıkarlar. Bu yol hikâyesi, kendi çizdikleri yoldaki beklenti ve arayışlarının da yolculuğu olur. Dünya prömiyeri 65. Uluslararası Venedik Film Festivali’nde yapılan film, ülkemizde de birçok festivalde gösterildi.
Limon ağacı / Lemon Tree
Bunlar daha önce gördüğünüz duyduğunuz limon ağaçlarına benzemiyor. Çünkü bunlar politik limon ağaçları desek yanlış olmaz. Filistin ve İsrail sınırında o kadar tehlike teşkil eder bir halde duruyorlar ki, bu filmde herkesin gözü bu ağaçlarda. Yalnız başına yaşayan ve bu limon ağaçlarından başka bir geçim kaynağı olmayan Selma’nın kaderi, karşısına İsrail Savunma Bakanı taşınınca değişir. Ağaçlar üzerinden yapılan politika herkesi farklı yollara sevk ediyor. Dünyanın tanık olduğu açık dehşet, burada gizlice hissediliyor. Limon ağaçları her şeyi göze alan Selma, bir anda ilgi odağı olur. Yani filmde limon bahane, politika şahane sistemi yaşanıyor. Filmdeki askerlerin, savunma bakanının eşinin ve Selma’nın gönlünü kaptırdığı avukatın da hikayesi var. Herkes bir şekilde bu limon ağaçlarının altında serinliyor. Uzun zamandır vizyon sırası bekleyen film, nihayet vizyonda…
kaynak:gazeteport
26.02.2009 - 18:14
Bu hafta vizyonda yedi film var. Üçü yerli, dördü yabancı… Önce yerlilerden başlayalım. Umut, acıklı hikayesiyle, yeniden bir ağlama süreci yaratıyor, eski Türk filmlerinin tadını aratmıyor… Zamansız ve mekansız Gölgesizler, düşle gerçek arasında bir dünya açıyor seyircinin önünde… İki Çizgi, iki çizgide giden, ayrışan ve birleşen hayatları anlatıyor… Gelelim yabancılara… Zoraki Tatil, havaya çöken bir sisin aile içinde sebep oldukları üzerine… Limon Ağacı, politik çekişmelerin ortasında kalan limon ağaçları ve sahipleri olan kadının hayattan beklentileri üzerine. Milyoner, silip süpürdüğü ödüllerle hayatın çok farklı bir yanını işaret ediyor… Hayallerin Peşinde, koşulan, ulaşılan ve ulaşılamayan hayaller ve hayatlar üzerine… İyi seyirler…
Video için tıklayın:
http://www.gazeteport.com/TV-VIDEO/i...Name=GP_400532 Video için tıklayın :
http://www.gazeteport.com/TV-VIDEO/i...Name=GP_400534 Video için tıklayın:
Gazeteport'a Hoşgeldiniz Video için tıklayın :Gazeteport'a Hoşgeldiniz
Video için tıklayın:
Gazeteport'a Hoşgeldiniz
Hazırlayan: Banu BOZDEMİR
Umut
Türk sinemasında çok güldük, biraz ağlayalım sürecine giriyoruz. Türk sinemasının en acıklı ikinci filmi olarak lanse edilen Umut, birinci filmin hangisi olduğunu belirtmeden, biraz mütevazi, biraz da kendinden emin olarak ikinci sıraya yerleşiyor. Gönüllerde nasıl bir yer edinir, seyirciyi fazlaca ağlatan ve saran Babam ve Oğlum kadar derin bir yer endir mi bilemeyiz… Yönetmen Murat Aslan’ın Maskeli Beşler ve serisiyle ilgili olarak referans gösterebiliriz. Cezaevinde yattıktan sonra köyüne dönen Yılmaz karakteriyle başlıyor film; Yılmaz’ın döndüğü ev: Depremde yıkılmış, karısı Suna sağ ama kötürüm olarak kurtulmuş, trajik bir hayat içindeler. Suna’nın hayatını kaybetmesinden sonra oğlu Umut’la bir başına kalır Yılmaz. Oğlu Umut ilik kanseridir. Senaryosu gerçek öykülerden referanslar alınarak yazılan film, bazı fikirlerin harmanlanmasıyla oluşturulmuş.. İlk oyunculuk deneyimini başrollerden birini üstlenerek yaşayan altı yaşındaki Bertan Ceylan (Umut) masum bakışları ile izleyenleri bir Kemalettin Tuğcu romanı okuyormuş havasına sokabilir. Ama eski Türk filmlerinin tadının yakalanmaya çalışıldığı aşikar… Yılmaz Güney’in 1970 tarihli dehşet filminden sonra, Türk sinema tarihine giren ikinci ‘Umut’. Lütfen biraz daha umut!
Zoraki Tatil / Four Christmases
Herkesin en sevdiği şeylerden birisidir sanırım kar yüzünden bir dağ evinde mahsur kalmak. Dışarıda lapa lapa yağan karı seyretmek, romantik anlara demir etmek ve kafayı dinlemek, bir türlü kar yağmayan bu şehirde sıkışıp kalmış birçok insanın özlemlerinden birisi olsa gerek. Bunun adı çok istenilen bir tatil olur ancak. Ama zoraki tatil ise hayal edilen bir şeyin birdenbire dibe vurması olabilir ancak. Tıpkı Kate ve Brad’in başına gelenler gibi… Ama başlarına gelen de bir doğa olayı… O yüzden onu da sevinçli bir şekilde karşılamak gerek… Şortlarını ve güneş gözlüklerini bavullarına koyan çift şehrin üzerine amansız bir şekilde çöken sis yüzünden havaalanında sıkışıp kalırlar. Yerel bir kamera tarafından bütün şehre onların hala şehirde oldukları duyurulur. Her sene Noel tatilini yaz tatili olarak kutlamayı gelenek haline getiren ve ailecek koca bir yılbaşı geçirmeyi reddeden Kate ve Brad, ailelerinin yoğun ilgisine maruz kalırlar ve kendilerini aileleri ve seçimleri konusunda yoğun bir sorgulamanın içinde bulurlar. Belki de insanın karşısındakini tanımasının en doğru şekli, önce ailesinden başlamasıdır… Bir örnek vermek gerekirse Issız Adam’daki ana – oğul ilişkisine bakınız! Birisiyle dağ evinde mahsur kalması da olabilir tabii… Kar yağmayan bir şehrin insanlarının en büyük dileği şimdilik bu! Zoraki bir tatil…
Milyoner / Slumdog Millionaire
Bu aslında koca gözlü, iyi yürekli Jamal’in öyküsü… Zorluklarla geçen hayatı ona çok şey öğretir. Abisinden bile kazık yer, çocukluk aşkını asla unutmaz, her yerde onun izini sürer.
Bu arada filmin kurgusu gereği büyümüş, genç bir delikanlı olmuş Jamal’la bir yarışma programının içinde ve arka planında da karşılaşıyoruz. Sorulara doğru yanıtlar veren çaycı Jamal ve hile yaptığı gerekçesiyle işkence gören Jamal. Eğitimsiz birinin bu zor sorular karşısındaki rahatlığı, sunucuyu çileden çıkartır. Zira kendi karizması patır patır ortalığa saçılmaktadır. Oysa ki her sorunun cevabı Jamal’in zorlu yaşamının içindeki ***if ve acı anlarında gizlidir… Ancak ‘yaşayan bilir’ sorularıdır onlar…
İşte aylardır yankı yaratan, ödülleri silip süpüren Milyoner’in öyküsü bu. Sosyal, politik ve ekonomik olayların insan hayatına derin nüfuzlarını gösteren ve hayatını nasıl şekillendirdiğini acı bir dille anlatan film, görselliğiyle de aynı duyguların üzerinden bir kez daha geçiyor. Modern Hindistan’dan uzak, yoksulluğun hüküm sürdüğü toprakları kullanan Boyle, tepki alsa da, ustalılığıyla her karenin hakkını veriyor, sokakların ve duyguların atmosferini tüm inceliğiyle beyazperdeye taşıyor. Ama yönetmen ne de olsa İngiliz. Biraz kurcalamak gerekirse, bir üçüncü dünyasına üçüncü bir bakış da diyebiliriz…
Gölgesizler
Türk edebiyatının en kafkaesk yazarlarından Hasan Ali Toptaş’ın 1994 Yunus Nadi Roman Ödüllü romanı Gölgesizler, düşle gerçek arasında gezinen tasvirleri, şiirsel cümleleriyle modern Türk edebiyatının en önemli romanlarından biri. Ümit Ünal’ın Gölgesizler’e el atmış olması bu zamansız ve mekansız romana ne kadar doygunluk kazandırdığı herkes için farklı bir yol açacak gibi duruyor. ‘Gölgesizler’in konusu bir köyde geçiyor. Ama ‘Gölgesizler’, ‘köy romanı’ kavramını tersine çeviren ve yeniden icat eden bir roman. Şimdiye kadar gördüğümüz hiçbir köy romanına benzemiyor.” İstanbul’dan usanıp günün birinde izbe bir köye taşınan bir berberin hikâyesi anlatılıyor filmde. Köyün muhtarının çok önemli olduğu bu yerleşim biriminde garip kaybolma olayları vuku bulmaya başlıyor. Art arda insanlarının kayboluşunun ardından muhtar, devlete başvurmak amacıyla ilçeye gider. Ancak muhtardan da haber alınamaz ve o da kayıplara karışır. Berber tüm olan biteni kayıtsızca izlerken, kendisi de izlenmektedir. Oyuncu kadrosu şahane, müziklerse Candan Erçetin imzalı. Bu ayın en iddialı Türk filmi demekte sakınca yok. Zamansız ve mekansız bir film olması, insanların kafasını karıştırabilir ama hayat zaten kocaman bir karmaşadan ibaret değil mi sevgili okuyucu…
Hayallerin Peşinde / Revolutionary Road
Richard Yates’in 1961 senesinde yazmış olduğu romanından uyarlanan film, dışardan son derece özenilesi gözüken bir evliliğin, aslında nasıl da kasıcı mutluluklarla ayakta durduğunu gösteriyor. Kadın oyunculuğu denemiş ama başarılı bir aktris olamamış kadın, eninde sonunda iki çocuk doğurup ev kadını olmuş, banliyö hayatından nefret eder vaziyette yaşayıp gidiyor. Kocası ise o döneme ait ‘Amerikan Rüyası’ çarkının en büyük dişlilerinden birine kapılmış: kurumsal bir şirkette, her gün dünyayı kurtarıyormuşçasına gururlu çalışıyor. Erkek her zaman olduğu gibi işleri hepten zorlaştırıyor. Biraz feminist bir yorum oldu sanırsam! Kate Winslet, filmin ikinci yarısında olağanüstü bir depresyon haliyle izleyiciyi etkisi altına alıyor. Filmdeki karakterlerin neredeyse hepsi, bir şekilde istemedikleri hayatlar yaşıyorlar. Ya fark edemeyecek kadar sıradanlar, ya bunu fark etmelerine rağmen bir şey yapmayacak kadar korkaklar. Tıpkı günümüzdeki gibi. Yönetmen Sam Mendes, kişilerin yaşadığı bunalımların tavırlarındaki yansımalarıyla yakın çekim ilgilenmiş. Bir de gerçek hayattaki karısı Kate Winslet’in yakın plan portrelerini çekerken bir hayli özenli davranmış. Çünkü tüm birleşimler çok başarılı. Neticede film ağır; hem yavaş ilerliyor hem de ağır bir durum olan mutsuzluktan bahsediyor. Ama bittikten sonra kalan o garip duygu silsilesi ve oyuncuların performansları adına kaçırılmamalı.
İki Çizgi
İki Çizgi, kısaca iki çizgide giden, ayrışan, kavuşan hayatları anlatıyor. Tabii daha çok şehir insanları arasında… Yoksa kasabalarda ve köylerde böyle derin ve kasıcı sorgulamalar pek olmaz, herkes işe güce ve toprağa salar kötü enerjisini… Yani İki Çizgi’de kentli olmak, kentte kadın olmak, kentte ayakta durmak gibi durumlar var. Selin ve Mert birlikte yaşıyorlar, fonda bir metropol ve onun getirdikleri. Ardından bir yolculuk başlıyor, ne yöne gidildiği belli olmayan, bazen tipik bir tatil yolculuğu gibi görünen ve bu seyirdeki olayları, arayışları görüyoruz. Filmin aralarında yaş farkı olan iki ana karakteri, iş kadını Selin ve fotoğrafçı Mert birlikte yaşamaktadırlar. İlişkilerinde problemler yaşandığı bir dönemde çift, yaz zamanı güneye doğru yola çıkarlar. Bu yol hikâyesi, kendi çizdikleri yoldaki beklenti ve arayışlarının da yolculuğu olur. Dünya prömiyeri 65. Uluslararası Venedik Film Festivali’nde yapılan film, ülkemizde de birçok festivalde gösterildi.
Limon ağacı / Lemon Tree
Bunlar daha önce gördüğünüz duyduğunuz limon ağaçlarına benzemiyor. Çünkü bunlar politik limon ağaçları desek yanlış olmaz. Filistin ve İsrail sınırında o kadar tehlike teşkil eder bir halde duruyorlar ki, bu filmde herkesin gözü bu ağaçlarda. Yalnız başına yaşayan ve bu limon ağaçlarından başka bir geçim kaynağı olmayan Selma’nın kaderi, karşısına İsrail Savunma Bakanı taşınınca değişir. Ağaçlar üzerinden yapılan politika herkesi farklı yollara sevk ediyor. Dünyanın tanık olduğu açık dehşet, burada gizlice hissediliyor. Limon ağaçları her şeyi göze alan Selma, bir anda ilgi odağı olur. Yani filmde limon bahane, politika şahane sistemi yaşanıyor. Filmdeki askerlerin, savunma bakanının eşinin ve Selma’nın gönlünü kaptırdığı avukatın da hikayesi var. Herkes bir şekilde bu limon ağaçlarının altında serinliyor. Uzun zamandır vizyon sırası bekleyen film, nihayet vizyonda…
kaynak:gazeteport
Yorum