Birinci dünya savaşında hak ettiği için yenilmişti Almanya …
O’nun yanında(!) savaşa giren Osmanlı ise, bu savaşın en önemli cephesi olan Çanakkale’de bir destan yazdı…
Destanın bir numaralı kahramanı büyük komutan, dahi Mustafa Kemal Paşa, emperyalizmim birleşik güçlerini çok ağır bir yenilgiye uğrattı…
Türklerde ‘ulus olma bilinci’nin yeşermesinde, önemli bir dönüm noktası olarakkabul edilen Çanakkale Zaferi, Türk Ulusu için olağandışı bir lider de yarattı.
Ne var ki, cephede kazanılan savaş, müttefik Almanya’nın teslim olması ile masada kaybedildi…
Başında İngiltere olan emperyalist ittifak, ateşkes üzerine elini kolunu sallayarak İstanbul’a girdiğinde Takvimler 13 Kasım 1918’i gösteriyordu(1)...
Sanki gün 29 Mayıs 1453’ten bir gün öncesiydi(2)...İtilaf Devletlerinin gemileri Boğaz’da demirledi... Ancak Türkler bu işgali hiçbir zaman kabul etmeyeceklerdi.
İstanbul Hükümeti sonunda Sevr Anlaşmasını imzalayarak yenilgiyi tescil etti…
O günlerde İşgal kuvvetlerinin genç subayları Çanakkale yenilgisinin intikamını işgalden sonra Pera Palas’tarakı içip, Boğaz’daki yalılarda Rum kızları ile ***if çatarak alıyordu…
Osmanlı’nın elde kalan son topraklarını da pasta gibi bölüp, pay ettiler aralarında; orduyu dağıtmayı dayattılar saraya ve başardılar…
Başta padişah olmak üzere Daman Ferit Hükümeti “bunların tümüne müstahaktır bu millet” diyerek halkı aşağıladı... İngiliz Sevenler Cemiyeti’ni kurup üye sayısını artırmaya baktılar…
Sorsalar Padişah tüm İslam dünyasının ‘halifesi’ydi, ama o günlerde ‘dini önder’ olma sıfatı hiç bir işe yaramadı… Padişahın kullarına, söyleyecek bir tek sözü kalmamıştı!...
Ailesi ve kendinin geleceğini düşünmeye başladığı an, kaftanının içinde yitip gitmişti o koca sultan...
Sarayın ‘mehter takımı’ izine ayrılmıştı, derin bir sessizlik içinde ‘ulema’ ile baş başa verilmiş MANDA(3) fikri tartışılıyordu… Bu ‘fikir’e az sayıda olsa da, bazı paşalar katılıyordu…
Türk halkı Çanakkale Zaferinden sonraki teslimiyeti bir türlü içine sindirememişti… İzmir’in işgali ise ‘tuz biber’ oldu olup bitenlere; ‘gayrik yeter’(4) demişti Anadolu… Bundan böyle başının çaresine bakacaktı, başka yolu yoktu…
***
İşgal altındaki İstanbul’da isminin içine “müdafaa” ve ‘hukuk’ sözcüklerinin özellikle yerleştirilen yöresel dernekler mantar gibi bitiyordu…
Tüzüklerinin hemen hemen tümünde işgale karşı açıkça ‘silahlı direniş’ için kuruldukları yazılıydı…
O sıralar Anadolu’ya söz dinletecek bir Devlet yoktu!...
İş başa düşmüştü, halk ‘hukuk’unu arıyordu…
Devletin olmadığı bir yerde aranan hukukun iç hukuk olmadığını kuşkusuz İtilaf Devletleri pekâlâanlıyordu…
O gün istenen hukuk kısaca: ‘Özgürlük ve tam bağımsızlık’ olarak özetleniyordu… ‘Özgürlük ve tam bağımsızlık’ ise verilen bir şey değildi ve zorla alınması gerekiyordu. Bunu ‘Allah’ı bir bilir’ gibi Anadolu halkı biliyordu…
Düşman işgaline karşı direnme amacı ile kurulan dernekler 11 Eylül 1919 günü Sivas Kongresi’nde alınan bir kararla; Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleşip, ‘milli mücadele’yi kucaklayarak ‘Kuvayi Milliye’yi doğuruyordu…
Sonunu biliyorsunuz bu hikâyenin: Türkiye Büyük Millet Meclisi açılması ve düzenli ordunun kurulması sonucunda Büyük Taarruz... Polatlı önlerinde emperyalizmin kaçınılmaz ikinci büyük yenilgisi başlamıştı.
İşte Osmanlı’nın külleri üzerinde Türkiye Cumhuriyeti böyle kuruldu… Bu büyük zafer karşısında düşmanlar bile şapkasını çıkartıp ‘esas duruşa’ geçtiler…
Tarih baba, sadeceolup biteni seyretmekle yetinmedi; Lozan Antlaşması’nı kayıtlarına geçerek emperyalizmin ikinci büyük yenilgisini de tescil etti…
Tınaz Tepe’nin güneyindeki 15’nci Piyade Fırkası’ndan bizim emekli ihtiyat zabitleri, üzeri ay yıldız işlemeli tabakalarını çıkartıp birbirine tütün ikram ederken; emperyalistler dostlarının ‘geçmiş olsun!’ dileklerini kabul ediyorlardı!...
Doğal olarak bu durumu da emperyalistler hiçbir zaman içlerine sindiremediler. Nitekim gelecek günler bunu gösterecek ve intikam almak için fırsat kollayıp duracaklardı… Bunu anlamak mümkündü...
Peki ama!...
Bizim malakların(5) derdi neydi, onlara ne oluyordu..
***
Aradan 90 koca yıl geçti, bugüne geldik…
20’nci yüzyılın liderleri tarihteki yerlerini aldılar tek tek, ama çoğu unutulup gitti kendi ülkelerinde…
Aralarından bir tek ezilen uluslara da önderlik yapan; Mustafa Kemal gelebildi 21’nci yüzyıla kadar... Emperyalistlerin torunları AB içinde hasetlerinden kudurdular…
Bu süre içinde mandacılar da boş durmadılar; Cumhuriyetin sağladığı olanaklar ile çoğu kez yer altında, son zamanlarda da yer üstünde örgütlendiler… Günü geldi iktidar oldular; laiklik karşıtı eylemlerin odağı olarak mahkûm da oldular en yüksek Mahkemede! “Durmak yok, yola devam!” deyip geçip gittiler...
Bizim mandacılar, varlık nedenlerini temelinde ‘Atatürk İlkeleri’ olarak bilinen niteliklerle donanmış Cumhuriyete saldırmakta gördüler… Hiçbir zaman da Cumhuriyet karşıtı olduklarını açıkça söyleyemediler…
İkinci Cumhuriyetçiler olarak da bilinen mandacılar, asıl hesabı Cumhuriyetin “Laiklik İlkesi”yle göreceklerini bugüne dek gizleseler de bugün buna ihtiyaçları yoktu... Zira, ABD ve AB sözcüleri onlardan önce, fırsat buldukları her zeminde Mustafa Kemal’in fikirlerinin bu dönemde çağdışı kaldığını haykırıyordu...
Yetmedi “Ilımlı İslam” adıyla bir de din uydurmuşlardı “Laiklik İlkesi”nin yerine...
90 yıldır laiklik ilkesini din ve dince kutsal sayılan değerlere karşıymış gibi gösterip; Mustafa Kemal’i “din düşmanı” olarak tanıtmalarının nedeni daha yeni anlaşılıyordu…
Bizimkiler ‘Dinler arası diyalog’ diyerek kilise kilise gezdiler; müttefik aradılar kendilerine… ‘Medeniyetler çatışması’ tarihsel gerçeğini tersine çevirip; ‘medeniyetler buluşması’ ettiler…
Özetle, ‘Kuvayı Milliye’ ruhunu yok etmek için her zaman olduğu gibi yine emperyalistlerle işbirliği içine girdiler…
Düşman dışarıdan, mandacılar içerden sinsice Anadolu içlerine, ta Anıtkabir’e kadar ilerlediler…
Buna karşılık, 90 yıl önce ‘Müdafaa-i Hukuk’ (hukuku savunmak) ilkesini şiar ederek yola çıkan Türk milleti, bugün ancak ‘hukukun üstünlüğü ilkesini’ savunmak noktasına gelebildi…
Birbirine çok yakın gibi duran bu iki kavramı her düzlemde savunmak, Türk Gençliğinin birincil ve değişmez bir ödevi olarak ‘Gençliğe Hitabe’de duruyordu!…
***
Peki, ‘Hukukun Üstünlüğü İlkesi’nden nedir anlaşılması gereken..
Çağdaş demokrasiyi benimsemiş ülkelerde, hukukun üstünde başka bir gücün egemen olmadığıdır, bu kavramla anlatılmak istenen…
Ulusal ve uluslar arası hukuk kurallarına vatandaş gibi Devletin de kayıtsız ve koşulsuz uymasıdır ‘Hukukun Üstünlüğü İlkesi’…
Dolayısıyla Kurtuluş Savaşı öncesinde ‘Müdafaa-i Hukuk’ Türk ulusunun devletlerarası ilişkiler bağlamında hak ve hukukunu (özgürlük ve bağımsızlığını) anlatırken; ‘Hukukun Üstünlüğü İlkesi’ Devletle birey veya bireyler arasındaki ilişkilerde kesin olarak hukuka uygun davranılacağını ifade eder...
Bugün Ekonomik olarak bağımsızlığımızı yitirdiğimiz ve emperyalizmin kendine yetecek kadar işbirlikçi bulduğu bu ülkede; halkın gerçek temsilcilerinin yönetimde olmamasına şaşırmamak gerekir…
‘Karşılıklı bağımlılık’ gibi sevimli gösterilen bir kavram ile bağımsızlığımızın olmadığının ifade edildiği günümüzde;’küreselleşme’ sözcüğü ile de ulusal sınırlar döneminin kapandığı kabul ettirilmek istenmektedir… Ottawa Sözleşmesi ile sınırlardaki mayınların kaldırılmasının kararlaştırılması da bu yüzden olsa gerek…
Tarihi boyunca ilk defa Türklere yenilen emperyalizm, Kurtuluş Savaşımızda ikinci yenilgisini de aldıktan sonra, savaşarak geçemediği savunma hatlarımızı, bu 90 yıllık süre içinde ve mandacıların sayesinde yararak; büyük ölçüde amacına yaklaşmıştır… Emperyalist düşünce ‘en güçlü olduğunu’ kafamıza kazımaya çalışmaktadır!…
Öte yandan emperyalizmin temelinde yatan kapitalist düşünce bütün dünyanın gözü önünde çatırdayarak çöküp ‘İktisat Tarihi’ içindeki yerini almıştır… Kurtuluşunu ‘Planlı Ekonomi’de (Karma Ekonomik Sistem) arayan Kapitalist Sistem, aslında Atatürkçü Düşüncenin karşısında üçüncü yenilgisini de böyle almıştır...
Bu hususta tartışmalarda Atatürkçü Düşünce’nin es geçilerek, görmezden gelmesi ondandır…
Hadi onlar için kıskandılar (bence korkuyorlar!) da görmezden geliyorlar diyelim, peki bizim hainlere ne demeli..
İster kıskançlıktan olsun, ister ihanet içinde olduklarından O’ndan söz etmesinler; 21’nci yüzyılın da dünya lideri Mustafa Kemal Atatürk’tür, bu kesin…
Kuşkusuz Atatürk’ün bu defaki işi biraz daha zordur… Biliyorsunuz kendisi halen (!) Anıtkabir’dedir… Mandacılar ise yedeklerine düşmanları alıp, daha kalabalık ve donanımlı gelmişlerdir… Emperyalistler düne göre daha da deneyimlidirler…
Elbette ‘Misak-i Milli’ sınırları içinde bugün düşman postalı göremiyoruz... Kafamızın içini ise görmeye gözümüz ehil değil... İçimizde büyüttüğümüz düşmanı yenmedikçe, kendimize gelmemiz mümkün değil...
Bu defa işgal altında olan yerimiz:Bir türlü “bizimdir” deyip sahip çıkamadığımız beynimiz!… Düşman beynimizin içinde yuvalandığından, atış mesafesinin dışında kalmış... Bu yalın gerçeği görelim artık, savunma hatlarımız çok yetersiz…
O’nu görmedikçe başımızda, düşmanı büyütüyoruz gözümüzde, güven kaybediyoruz günden güne… Özetle söylemek gerekirse; pek çoğumuzun “dürbünü boynunda, vatan haritaları koynunda” kapı önlerinde ayakta yeni emirler bekliyoruz…
Biz birkaç kişilik bir arkadaş grubu geçenlerde Ulu Önder’i ziyarete gittik Anıtkabir’e... Önünde Türk Gençliği adına saygıyla başımızı öne eğip, esas duruşumuzu göstererek onu dikkatlice dinledik, son emirlerini de alarak geldik...
İçinde bulunduğumuz “ahval ve şeraiti” özetleyen sözcümüz;”bize bugüne uygun bir strateji oluşturur musunuz paşam!” diyerek girdi söze... Ulu önder kaşlarını çatarak baktı gözümüze... Başımızı öne eğdik hafifçe ve dinledik: “O gün hattı müdafaa yoktu, sathi müdafaa vardı çocuklar; bugünkü savunma hattı: ‘Hukukun Üstünlüğü İlkesi’dir” dedi bize!…
Av. Cemil Can
21.06.2009
alıntıdır..
O’nun yanında(!) savaşa giren Osmanlı ise, bu savaşın en önemli cephesi olan Çanakkale’de bir destan yazdı…
Destanın bir numaralı kahramanı büyük komutan, dahi Mustafa Kemal Paşa, emperyalizmim birleşik güçlerini çok ağır bir yenilgiye uğrattı…
Türklerde ‘ulus olma bilinci’nin yeşermesinde, önemli bir dönüm noktası olarakkabul edilen Çanakkale Zaferi, Türk Ulusu için olağandışı bir lider de yarattı.
Ne var ki, cephede kazanılan savaş, müttefik Almanya’nın teslim olması ile masada kaybedildi…
Başında İngiltere olan emperyalist ittifak, ateşkes üzerine elini kolunu sallayarak İstanbul’a girdiğinde Takvimler 13 Kasım 1918’i gösteriyordu(1)...
Sanki gün 29 Mayıs 1453’ten bir gün öncesiydi(2)...İtilaf Devletlerinin gemileri Boğaz’da demirledi... Ancak Türkler bu işgali hiçbir zaman kabul etmeyeceklerdi.
İstanbul Hükümeti sonunda Sevr Anlaşmasını imzalayarak yenilgiyi tescil etti…
O günlerde İşgal kuvvetlerinin genç subayları Çanakkale yenilgisinin intikamını işgalden sonra Pera Palas’tarakı içip, Boğaz’daki yalılarda Rum kızları ile ***if çatarak alıyordu…
Osmanlı’nın elde kalan son topraklarını da pasta gibi bölüp, pay ettiler aralarında; orduyu dağıtmayı dayattılar saraya ve başardılar…
Başta padişah olmak üzere Daman Ferit Hükümeti “bunların tümüne müstahaktır bu millet” diyerek halkı aşağıladı... İngiliz Sevenler Cemiyeti’ni kurup üye sayısını artırmaya baktılar…
Sorsalar Padişah tüm İslam dünyasının ‘halifesi’ydi, ama o günlerde ‘dini önder’ olma sıfatı hiç bir işe yaramadı… Padişahın kullarına, söyleyecek bir tek sözü kalmamıştı!...
Ailesi ve kendinin geleceğini düşünmeye başladığı an, kaftanının içinde yitip gitmişti o koca sultan...
Sarayın ‘mehter takımı’ izine ayrılmıştı, derin bir sessizlik içinde ‘ulema’ ile baş başa verilmiş MANDA(3) fikri tartışılıyordu… Bu ‘fikir’e az sayıda olsa da, bazı paşalar katılıyordu…
Türk halkı Çanakkale Zaferinden sonraki teslimiyeti bir türlü içine sindirememişti… İzmir’in işgali ise ‘tuz biber’ oldu olup bitenlere; ‘gayrik yeter’(4) demişti Anadolu… Bundan böyle başının çaresine bakacaktı, başka yolu yoktu…
***
İşgal altındaki İstanbul’da isminin içine “müdafaa” ve ‘hukuk’ sözcüklerinin özellikle yerleştirilen yöresel dernekler mantar gibi bitiyordu…
Tüzüklerinin hemen hemen tümünde işgale karşı açıkça ‘silahlı direniş’ için kuruldukları yazılıydı…
O sıralar Anadolu’ya söz dinletecek bir Devlet yoktu!...
İş başa düşmüştü, halk ‘hukuk’unu arıyordu…
Devletin olmadığı bir yerde aranan hukukun iç hukuk olmadığını kuşkusuz İtilaf Devletleri pekâlâanlıyordu…
O gün istenen hukuk kısaca: ‘Özgürlük ve tam bağımsızlık’ olarak özetleniyordu… ‘Özgürlük ve tam bağımsızlık’ ise verilen bir şey değildi ve zorla alınması gerekiyordu. Bunu ‘Allah’ı bir bilir’ gibi Anadolu halkı biliyordu…
Düşman işgaline karşı direnme amacı ile kurulan dernekler 11 Eylül 1919 günü Sivas Kongresi’nde alınan bir kararla; Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleşip, ‘milli mücadele’yi kucaklayarak ‘Kuvayi Milliye’yi doğuruyordu…
Sonunu biliyorsunuz bu hikâyenin: Türkiye Büyük Millet Meclisi açılması ve düzenli ordunun kurulması sonucunda Büyük Taarruz... Polatlı önlerinde emperyalizmin kaçınılmaz ikinci büyük yenilgisi başlamıştı.
İşte Osmanlı’nın külleri üzerinde Türkiye Cumhuriyeti böyle kuruldu… Bu büyük zafer karşısında düşmanlar bile şapkasını çıkartıp ‘esas duruşa’ geçtiler…
Tarih baba, sadeceolup biteni seyretmekle yetinmedi; Lozan Antlaşması’nı kayıtlarına geçerek emperyalizmin ikinci büyük yenilgisini de tescil etti…
Tınaz Tepe’nin güneyindeki 15’nci Piyade Fırkası’ndan bizim emekli ihtiyat zabitleri, üzeri ay yıldız işlemeli tabakalarını çıkartıp birbirine tütün ikram ederken; emperyalistler dostlarının ‘geçmiş olsun!’ dileklerini kabul ediyorlardı!...
Doğal olarak bu durumu da emperyalistler hiçbir zaman içlerine sindiremediler. Nitekim gelecek günler bunu gösterecek ve intikam almak için fırsat kollayıp duracaklardı… Bunu anlamak mümkündü...
Peki ama!...
Bizim malakların(5) derdi neydi, onlara ne oluyordu..
***
Aradan 90 koca yıl geçti, bugüne geldik…
20’nci yüzyılın liderleri tarihteki yerlerini aldılar tek tek, ama çoğu unutulup gitti kendi ülkelerinde…
Aralarından bir tek ezilen uluslara da önderlik yapan; Mustafa Kemal gelebildi 21’nci yüzyıla kadar... Emperyalistlerin torunları AB içinde hasetlerinden kudurdular…
Bu süre içinde mandacılar da boş durmadılar; Cumhuriyetin sağladığı olanaklar ile çoğu kez yer altında, son zamanlarda da yer üstünde örgütlendiler… Günü geldi iktidar oldular; laiklik karşıtı eylemlerin odağı olarak mahkûm da oldular en yüksek Mahkemede! “Durmak yok, yola devam!” deyip geçip gittiler...
Bizim mandacılar, varlık nedenlerini temelinde ‘Atatürk İlkeleri’ olarak bilinen niteliklerle donanmış Cumhuriyete saldırmakta gördüler… Hiçbir zaman da Cumhuriyet karşıtı olduklarını açıkça söyleyemediler…
İkinci Cumhuriyetçiler olarak da bilinen mandacılar, asıl hesabı Cumhuriyetin “Laiklik İlkesi”yle göreceklerini bugüne dek gizleseler de bugün buna ihtiyaçları yoktu... Zira, ABD ve AB sözcüleri onlardan önce, fırsat buldukları her zeminde Mustafa Kemal’in fikirlerinin bu dönemde çağdışı kaldığını haykırıyordu...
Yetmedi “Ilımlı İslam” adıyla bir de din uydurmuşlardı “Laiklik İlkesi”nin yerine...
90 yıldır laiklik ilkesini din ve dince kutsal sayılan değerlere karşıymış gibi gösterip; Mustafa Kemal’i “din düşmanı” olarak tanıtmalarının nedeni daha yeni anlaşılıyordu…
Bizimkiler ‘Dinler arası diyalog’ diyerek kilise kilise gezdiler; müttefik aradılar kendilerine… ‘Medeniyetler çatışması’ tarihsel gerçeğini tersine çevirip; ‘medeniyetler buluşması’ ettiler…
Özetle, ‘Kuvayı Milliye’ ruhunu yok etmek için her zaman olduğu gibi yine emperyalistlerle işbirliği içine girdiler…
Düşman dışarıdan, mandacılar içerden sinsice Anadolu içlerine, ta Anıtkabir’e kadar ilerlediler…
Buna karşılık, 90 yıl önce ‘Müdafaa-i Hukuk’ (hukuku savunmak) ilkesini şiar ederek yola çıkan Türk milleti, bugün ancak ‘hukukun üstünlüğü ilkesini’ savunmak noktasına gelebildi…
Birbirine çok yakın gibi duran bu iki kavramı her düzlemde savunmak, Türk Gençliğinin birincil ve değişmez bir ödevi olarak ‘Gençliğe Hitabe’de duruyordu!…
***
Peki, ‘Hukukun Üstünlüğü İlkesi’nden nedir anlaşılması gereken..
Çağdaş demokrasiyi benimsemiş ülkelerde, hukukun üstünde başka bir gücün egemen olmadığıdır, bu kavramla anlatılmak istenen…
Ulusal ve uluslar arası hukuk kurallarına vatandaş gibi Devletin de kayıtsız ve koşulsuz uymasıdır ‘Hukukun Üstünlüğü İlkesi’…
Dolayısıyla Kurtuluş Savaşı öncesinde ‘Müdafaa-i Hukuk’ Türk ulusunun devletlerarası ilişkiler bağlamında hak ve hukukunu (özgürlük ve bağımsızlığını) anlatırken; ‘Hukukun Üstünlüğü İlkesi’ Devletle birey veya bireyler arasındaki ilişkilerde kesin olarak hukuka uygun davranılacağını ifade eder...
Bugün Ekonomik olarak bağımsızlığımızı yitirdiğimiz ve emperyalizmin kendine yetecek kadar işbirlikçi bulduğu bu ülkede; halkın gerçek temsilcilerinin yönetimde olmamasına şaşırmamak gerekir…
‘Karşılıklı bağımlılık’ gibi sevimli gösterilen bir kavram ile bağımsızlığımızın olmadığının ifade edildiği günümüzde;’küreselleşme’ sözcüğü ile de ulusal sınırlar döneminin kapandığı kabul ettirilmek istenmektedir… Ottawa Sözleşmesi ile sınırlardaki mayınların kaldırılmasının kararlaştırılması da bu yüzden olsa gerek…
Tarihi boyunca ilk defa Türklere yenilen emperyalizm, Kurtuluş Savaşımızda ikinci yenilgisini de aldıktan sonra, savaşarak geçemediği savunma hatlarımızı, bu 90 yıllık süre içinde ve mandacıların sayesinde yararak; büyük ölçüde amacına yaklaşmıştır… Emperyalist düşünce ‘en güçlü olduğunu’ kafamıza kazımaya çalışmaktadır!…
Öte yandan emperyalizmin temelinde yatan kapitalist düşünce bütün dünyanın gözü önünde çatırdayarak çöküp ‘İktisat Tarihi’ içindeki yerini almıştır… Kurtuluşunu ‘Planlı Ekonomi’de (Karma Ekonomik Sistem) arayan Kapitalist Sistem, aslında Atatürkçü Düşüncenin karşısında üçüncü yenilgisini de böyle almıştır...
Bu hususta tartışmalarda Atatürkçü Düşünce’nin es geçilerek, görmezden gelmesi ondandır…
Hadi onlar için kıskandılar (bence korkuyorlar!) da görmezden geliyorlar diyelim, peki bizim hainlere ne demeli..
İster kıskançlıktan olsun, ister ihanet içinde olduklarından O’ndan söz etmesinler; 21’nci yüzyılın da dünya lideri Mustafa Kemal Atatürk’tür, bu kesin…
Kuşkusuz Atatürk’ün bu defaki işi biraz daha zordur… Biliyorsunuz kendisi halen (!) Anıtkabir’dedir… Mandacılar ise yedeklerine düşmanları alıp, daha kalabalık ve donanımlı gelmişlerdir… Emperyalistler düne göre daha da deneyimlidirler…
Elbette ‘Misak-i Milli’ sınırları içinde bugün düşman postalı göremiyoruz... Kafamızın içini ise görmeye gözümüz ehil değil... İçimizde büyüttüğümüz düşmanı yenmedikçe, kendimize gelmemiz mümkün değil...
Bu defa işgal altında olan yerimiz:Bir türlü “bizimdir” deyip sahip çıkamadığımız beynimiz!… Düşman beynimizin içinde yuvalandığından, atış mesafesinin dışında kalmış... Bu yalın gerçeği görelim artık, savunma hatlarımız çok yetersiz…
O’nu görmedikçe başımızda, düşmanı büyütüyoruz gözümüzde, güven kaybediyoruz günden güne… Özetle söylemek gerekirse; pek çoğumuzun “dürbünü boynunda, vatan haritaları koynunda” kapı önlerinde ayakta yeni emirler bekliyoruz…
Biz birkaç kişilik bir arkadaş grubu geçenlerde Ulu Önder’i ziyarete gittik Anıtkabir’e... Önünde Türk Gençliği adına saygıyla başımızı öne eğip, esas duruşumuzu göstererek onu dikkatlice dinledik, son emirlerini de alarak geldik...
İçinde bulunduğumuz “ahval ve şeraiti” özetleyen sözcümüz;”bize bugüne uygun bir strateji oluşturur musunuz paşam!” diyerek girdi söze... Ulu önder kaşlarını çatarak baktı gözümüze... Başımızı öne eğdik hafifçe ve dinledik: “O gün hattı müdafaa yoktu, sathi müdafaa vardı çocuklar; bugünkü savunma hattı: ‘Hukukun Üstünlüğü İlkesi’dir” dedi bize!…
Av. Cemil Can
21.06.2009
alıntıdır..