mustafaakyol@stargazete.comRSS
Türkiyeli Kürtler, her demokratik ülkede olması gereken hak ve özgürlükleri mi istiyor sadece? Yoksa asıl hedefleri, “ille de grup hakları” diye ısrar ederek, kendilerini önce ayrı bir “halk”, sonra da ayrı bir “ulus” olarak tanımlamak, zamanı gelip şartlar elverince de ayrı bir “ulus-devlet” kurmak mı? Bu ikisi arasında epey fark var.
Demokrasiye ve özgürlüğe inanan Türklerin birinci şıkka taraftar olduğuna kuşku yok. Böylesi “idealist” değerleri olmayan, meseleleri ancak kendi “yüksek menfaatleri” açısından değerlendiren “devlet” bile, salt pragmatik sebeplerle de olsa, hak ve özgürlükleri kabul etme noktasına geldi. Bu, birinci şıkkı, yani “hak ve özgürlükler ile çözüm”ü kolaylaştırıyor. Ancak eğer Kürt milliyetçilerinin kalbinde yatan aslan ille de ikinci şık, yani uzun vadede bir “Kürt ulus-devleti” ise, işimiz zor.
Aslında sorunumuzu çözecek ve kimsenin burnunu kanatmayacak olsaydı, böylesi bir “taksim” formülüne ben kendi adıma razı olurdum. Ancak durum o kadar basit değil. Kürtlerin ülke geneline dağılımı, nüfusun içiçe geçmişliği ve muhtemel bir “bölünme” durumunda karşılıklı köpürecek olan etnik milliyetçiliklerin şiddeti, “taksim” senaryosunu çok tehlikeli hale getiriyor. Hindistan’ın bölünmesinin ve Yugoslavya’nın parçalanmasının ne kadar kanlı olduğunu hatırlamak, yeterince uyarıcı.
Onun için Kürtlere, özellikle de milliyetçi Kürtlere, açık sözlü bir tavsiyede bulunmak istiyorum.
Eğer kendileriyle aynı kimliği taşıyan bir ulus-devlet çatısı altında yaşayınca dertlerinin biteceğini, başlarının göğe ereceğini sanıyorlarsa, yanılıyorlar. Türkiye, bunun apaçık bir örneği. Bu ülkede hakları devlet eliyle çiğnenmiş, “ devlet büyükleri” tarafından aşağılanmış, tehdit edilmiş ve ezilmiş milyonlarca “Türk” var. “Türk” olmak, üniversite kapısından geri çevrilmekten, suçsuz yere hapse atılmaktan veya işkence görmekten kurtarmıyor kimseyi. Bu zulümlerden sorumlu adamların “Türk” olması da, onların mağdur ettiği “Türk”lerin yarasına derman olmuyor. Darbeci generalin, işkenceci polisin veya masumları mahkum eden hakimin yaptıkları, bu adamlar bizim anadilimizi paylaşıyor diye, biz Türklere daha bir tatlı, sevimli, katlanabilir gelmiyor.
Aynı şekilde despot bir “Kürdistan”da yaşamak da Kürtleri mutlu etmeyecektir. Türkiye’deki Kürt hareketine egemen olan ve kendinden başka hiç bir alternatife hayat hakkı tanımayan PKK’nın tam da böyle bir sistem kuracağını kestirmek içinse kahin olmaya gerek yok. Emin olun, eğer PKK hareketi bir gün bir devletin başına geçerse, “ Kürtler için, Kürtlere rağmen” diyerek bir “devrim oligarşi”si yaratacak, kurduğu sistemin de “Ulu Önderlik”in etrafında kümelenecek “Beyaz Kürtler”den başkasına hayrı olmayacaktır. “Bağımsızlık”lar ve “devrim”ler zaten kaçınılmaz olarak bireysel hakları geri iter, “halk”ı ve onun “önderleri”ni ön plana çıkarır. Bizim coğrafyada ise durum iyice beterdir. Baas, Nasır veya FLN (Cezayir) örneklerinde görüldüğü, Kuzey Irak’ta görülmeye başladığı gibi...
Demek istediğim şöyle de özetlenebilir: Biz Türkler, bu “otoriter ulus-devlet” filmini gördük. Hiç tavsiye etmeyiz. Kaybettirdikleri, “kazanım”larından büyüktür. Ve aklın yolu, yeni savaşlar ve çatışmalarla yeni ve “ham” ulus-devletler yaratmak değil, elde olanı olgunlaştırıp demokratikleştirmektir.
Türkiye ise bu demokratikleşme yolunda zaten epey mesafe almış durumda. Kürtler, enerjilerini bunu bozmak yerine düzeltmeye harcarlarsa, başkaları kadar kendilerine de iyilik etmiş olacaklar.
Türkiyeli Kürtler, her demokratik ülkede olması gereken hak ve özgürlükleri mi istiyor sadece? Yoksa asıl hedefleri, “ille de grup hakları” diye ısrar ederek, kendilerini önce ayrı bir “halk”, sonra da ayrı bir “ulus” olarak tanımlamak, zamanı gelip şartlar elverince de ayrı bir “ulus-devlet” kurmak mı? Bu ikisi arasında epey fark var.
Demokrasiye ve özgürlüğe inanan Türklerin birinci şıkka taraftar olduğuna kuşku yok. Böylesi “idealist” değerleri olmayan, meseleleri ancak kendi “yüksek menfaatleri” açısından değerlendiren “devlet” bile, salt pragmatik sebeplerle de olsa, hak ve özgürlükleri kabul etme noktasına geldi. Bu, birinci şıkkı, yani “hak ve özgürlükler ile çözüm”ü kolaylaştırıyor. Ancak eğer Kürt milliyetçilerinin kalbinde yatan aslan ille de ikinci şık, yani uzun vadede bir “Kürt ulus-devleti” ise, işimiz zor.
Aslında sorunumuzu çözecek ve kimsenin burnunu kanatmayacak olsaydı, böylesi bir “taksim” formülüne ben kendi adıma razı olurdum. Ancak durum o kadar basit değil. Kürtlerin ülke geneline dağılımı, nüfusun içiçe geçmişliği ve muhtemel bir “bölünme” durumunda karşılıklı köpürecek olan etnik milliyetçiliklerin şiddeti, “taksim” senaryosunu çok tehlikeli hale getiriyor. Hindistan’ın bölünmesinin ve Yugoslavya’nın parçalanmasının ne kadar kanlı olduğunu hatırlamak, yeterince uyarıcı.
Onun için Kürtlere, özellikle de milliyetçi Kürtlere, açık sözlü bir tavsiyede bulunmak istiyorum.
Eğer kendileriyle aynı kimliği taşıyan bir ulus-devlet çatısı altında yaşayınca dertlerinin biteceğini, başlarının göğe ereceğini sanıyorlarsa, yanılıyorlar. Türkiye, bunun apaçık bir örneği. Bu ülkede hakları devlet eliyle çiğnenmiş, “ devlet büyükleri” tarafından aşağılanmış, tehdit edilmiş ve ezilmiş milyonlarca “Türk” var. “Türk” olmak, üniversite kapısından geri çevrilmekten, suçsuz yere hapse atılmaktan veya işkence görmekten kurtarmıyor kimseyi. Bu zulümlerden sorumlu adamların “Türk” olması da, onların mağdur ettiği “Türk”lerin yarasına derman olmuyor. Darbeci generalin, işkenceci polisin veya masumları mahkum eden hakimin yaptıkları, bu adamlar bizim anadilimizi paylaşıyor diye, biz Türklere daha bir tatlı, sevimli, katlanabilir gelmiyor.
Aynı şekilde despot bir “Kürdistan”da yaşamak da Kürtleri mutlu etmeyecektir. Türkiye’deki Kürt hareketine egemen olan ve kendinden başka hiç bir alternatife hayat hakkı tanımayan PKK’nın tam da böyle bir sistem kuracağını kestirmek içinse kahin olmaya gerek yok. Emin olun, eğer PKK hareketi bir gün bir devletin başına geçerse, “ Kürtler için, Kürtlere rağmen” diyerek bir “devrim oligarşi”si yaratacak, kurduğu sistemin de “Ulu Önderlik”in etrafında kümelenecek “Beyaz Kürtler”den başkasına hayrı olmayacaktır. “Bağımsızlık”lar ve “devrim”ler zaten kaçınılmaz olarak bireysel hakları geri iter, “halk”ı ve onun “önderleri”ni ön plana çıkarır. Bizim coğrafyada ise durum iyice beterdir. Baas, Nasır veya FLN (Cezayir) örneklerinde görüldüğü, Kuzey Irak’ta görülmeye başladığı gibi...
Demek istediğim şöyle de özetlenebilir: Biz Türkler, bu “otoriter ulus-devlet” filmini gördük. Hiç tavsiye etmeyiz. Kaybettirdikleri, “kazanım”larından büyüktür. Ve aklın yolu, yeni savaşlar ve çatışmalarla yeni ve “ham” ulus-devletler yaratmak değil, elde olanı olgunlaştırıp demokratikleştirmektir.
Türkiye ise bu demokratikleşme yolunda zaten epey mesafe almış durumda. Kürtler, enerjilerini bunu bozmak yerine düzeltmeye harcarlarsa, başkaları kadar kendilerine de iyilik etmiş olacaklar.