Sevgili vatandaşlarım, vahametinin belki farkında değilsiniz ama tehlikedesiniz.
Hayır, depremden, selden, salgından söz etmiyorum. Onlar ileriye dönük ve uzak olasılıklar. Mevcut tehlikenin kaynağı ise yakın ve yaygın:
Başka vatandaşlar.
Tanışmadığınız halde, bir anlık öf***le üstünüze saldırabilecek sayısız "asabi" insan dolaşmakta sokaklarımızda. Yarattıkları irili ufaklı olayların haberleri her gün başlıklardan ve ekranlardan taşıyor.
Ne zaman, nerede, kimin niçin hır çıkaracağı belli değil. Örnek: barışçılık ve efendilik örneği Tarık Akan dostuma yapılan barbarlık.
***
Temelinde kaba güce dayanarak üstünlük taslamak olduğu için, kabadayılıktan hiç hoşlanmam.
Ama itliklerden korunmanın tek yolu güçlenmektir diye kolejde Boks Kulübü'ne girmiş, Amerika'da da bir süre spor niyetine karate çalışmıştım.
O hünerin hocaları öğreteceklerinin saldırıda değil, savunmada kullanılacağına söz verilmesini isterler eğitime başlarken. Müritler de "Elbette" derler.
Laftır. O eğitim her çatışmada saldırıyla tepki verme refleksini yerleştirir insanın içine.
Yani bendeniz bugünkü ortamımızda yalnız dıştan değil, kendi sinir sistemimden de gelebilecek bir tehlike karşısındayım: kontrolsüz bir diz çıkma ya da dirsek atma yüzünden bu yaşımda karakollara düşüp "Ramboluğa özenen dede" diye alaya alınma olasılığı.
Onun için hırgürden elimden geldiğince kaçınıyor, haksızca üstüme varıldığı zamanlarda bile kuzu kesilip alttan almaya çalışıyorum.
Yine de İstanbul sokaklarında acayip şeyler geliyor başıma.
***
Geçen gün bir kavşak karambolunun içinden sıyrılıp kırmızı ışıkta durdum. Gözleri öfkeden irileşmiş gençten biri küt küt vurunca camı indirip baktım. "Görmedin mi ulan, görmedin mi?" diye bağırmaya başladı.
Neden söz ettiğini sormaya ve edebini takınmasını söylemeye kalmadan bir kadın arkadan yetişti, onu kolundan çekerek götürürken bana seslendi:
"Kusura bakmayın! Bu hep böyle!"
Hangi arabaya gittiklerini görmek için çıkıp baktım. Işık değişince arkamdaki kamyonetin sürücüsü başını uzatıp bağırdı:
"Yürü be beybaba! Yürü be!"
Meselenin ne olduğunu anlayamadan uzaklaştım oradan. Civarda acele işim vardı. Sinir içinde hayli arandıktan sonra bir yer bulup park ettim. Arabadan çıkmamla dükkândan iki adamın fırlaması bir oldu. Önlerini kapatmışım.
"Beş dakika sürmeyecek" diye yüreklerini yumuşatmaya çalıştım.
"Olmaz," dedi biri. "Hadi, yallah!"
"Doğru konuşun lütfen. Burada park yasağı yok. Sokak malınız mı?"
"Çok konuşma. Çek!"
Refleksim devreye giriverdi. "Çekmiyorum," dedim. "Ne yapacaksınız?"
"Pişman olursun."
"Arabaya bir şey mi yaparsınız? Denerseniz siz pişman olursunuz."
Döndüğümde dokunulmamıştı arabaya. Ama sinirim yatışmamıştı.
***
Daha sonra bir gözlükçü dükkânına işim düştü. Anlatacağıma belki inanmazsınız diye adresini de vereyim: Büyükçekmece Atatürk Caddesi 15/A.
Oranın sahibiyle konuşurken içeri giren biri sözümüzü kesip gösterdiği gözlüğün tamirinin kaça yapılacağını sordu, "Bu işporta işi bir şey, uğraşmaya değmez" cevabını alır almaz ıstakoz gibi kızarıp bağırmaya başladı:
"Bana da hakaret ettin, gözlüğüme de! Sırasında gözlüğe 150 dolar ödemiş adamım ben!"
Dükkâncı şaşırdı, hakaret niyeti olmadığını anlatmaya çalıştı. Öteki dinlemiyordu. Sesler gitgide yükselince ben alıngan vatandaştan yana çıkmış görünerek dükkân sahibinden ricada bulundum: "Canım, uzatmayın. Beyin gözlüğünü tamir ediverin de üzülmesin."
Bey bu sefer bütün hışmıyla bana dönmez mi!
"Sen kimsin ulan? Avukatım mısın benim? Gözlüğümü korumak sana mı kaldı, hıyar?"
Tiyatro yazarlığı yaparak replik uydurmuyorum. Aynen böyle buyurdu. Sonrasını anlatmak gereksiz. Şu kadarını söyleyeyim: uygun bir Nobel verilmeli gözlükçüye. Onun çözüm becerisi olmasa karakolda, belki de savcılık ve mahkemede saatler geçirirdim.
Kıssadan hisse: tereddüdünüz var mı "Ne yapıp edip toplumumuzdaki gerginlikler azaltılmalı" sözüne katılmakta?
Hayır, depremden, selden, salgından söz etmiyorum. Onlar ileriye dönük ve uzak olasılıklar. Mevcut tehlikenin kaynağı ise yakın ve yaygın:
Başka vatandaşlar.
Tanışmadığınız halde, bir anlık öf***le üstünüze saldırabilecek sayısız "asabi" insan dolaşmakta sokaklarımızda. Yarattıkları irili ufaklı olayların haberleri her gün başlıklardan ve ekranlardan taşıyor.
Ne zaman, nerede, kimin niçin hır çıkaracağı belli değil. Örnek: barışçılık ve efendilik örneği Tarık Akan dostuma yapılan barbarlık.
***
Temelinde kaba güce dayanarak üstünlük taslamak olduğu için, kabadayılıktan hiç hoşlanmam.
Ama itliklerden korunmanın tek yolu güçlenmektir diye kolejde Boks Kulübü'ne girmiş, Amerika'da da bir süre spor niyetine karate çalışmıştım.
O hünerin hocaları öğreteceklerinin saldırıda değil, savunmada kullanılacağına söz verilmesini isterler eğitime başlarken. Müritler de "Elbette" derler.
Laftır. O eğitim her çatışmada saldırıyla tepki verme refleksini yerleştirir insanın içine.
Yani bendeniz bugünkü ortamımızda yalnız dıştan değil, kendi sinir sistemimden de gelebilecek bir tehlike karşısındayım: kontrolsüz bir diz çıkma ya da dirsek atma yüzünden bu yaşımda karakollara düşüp "Ramboluğa özenen dede" diye alaya alınma olasılığı.
Onun için hırgürden elimden geldiğince kaçınıyor, haksızca üstüme varıldığı zamanlarda bile kuzu kesilip alttan almaya çalışıyorum.
Yine de İstanbul sokaklarında acayip şeyler geliyor başıma.
***
Geçen gün bir kavşak karambolunun içinden sıyrılıp kırmızı ışıkta durdum. Gözleri öfkeden irileşmiş gençten biri küt küt vurunca camı indirip baktım. "Görmedin mi ulan, görmedin mi?" diye bağırmaya başladı.
Neden söz ettiğini sormaya ve edebini takınmasını söylemeye kalmadan bir kadın arkadan yetişti, onu kolundan çekerek götürürken bana seslendi:
"Kusura bakmayın! Bu hep böyle!"
Hangi arabaya gittiklerini görmek için çıkıp baktım. Işık değişince arkamdaki kamyonetin sürücüsü başını uzatıp bağırdı:
"Yürü be beybaba! Yürü be!"
Meselenin ne olduğunu anlayamadan uzaklaştım oradan. Civarda acele işim vardı. Sinir içinde hayli arandıktan sonra bir yer bulup park ettim. Arabadan çıkmamla dükkândan iki adamın fırlaması bir oldu. Önlerini kapatmışım.
"Beş dakika sürmeyecek" diye yüreklerini yumuşatmaya çalıştım.
"Olmaz," dedi biri. "Hadi, yallah!"
"Doğru konuşun lütfen. Burada park yasağı yok. Sokak malınız mı?"
"Çok konuşma. Çek!"
Refleksim devreye giriverdi. "Çekmiyorum," dedim. "Ne yapacaksınız?"
"Pişman olursun."
"Arabaya bir şey mi yaparsınız? Denerseniz siz pişman olursunuz."
Döndüğümde dokunulmamıştı arabaya. Ama sinirim yatışmamıştı.
***
Daha sonra bir gözlükçü dükkânına işim düştü. Anlatacağıma belki inanmazsınız diye adresini de vereyim: Büyükçekmece Atatürk Caddesi 15/A.
Oranın sahibiyle konuşurken içeri giren biri sözümüzü kesip gösterdiği gözlüğün tamirinin kaça yapılacağını sordu, "Bu işporta işi bir şey, uğraşmaya değmez" cevabını alır almaz ıstakoz gibi kızarıp bağırmaya başladı:
"Bana da hakaret ettin, gözlüğüme de! Sırasında gözlüğe 150 dolar ödemiş adamım ben!"
Dükkâncı şaşırdı, hakaret niyeti olmadığını anlatmaya çalıştı. Öteki dinlemiyordu. Sesler gitgide yükselince ben alıngan vatandaştan yana çıkmış görünerek dükkân sahibinden ricada bulundum: "Canım, uzatmayın. Beyin gözlüğünü tamir ediverin de üzülmesin."
Bey bu sefer bütün hışmıyla bana dönmez mi!
"Sen kimsin ulan? Avukatım mısın benim? Gözlüğümü korumak sana mı kaldı, hıyar?"
Tiyatro yazarlığı yaparak replik uydurmuyorum. Aynen böyle buyurdu. Sonrasını anlatmak gereksiz. Şu kadarını söyleyeyim: uygun bir Nobel verilmeli gözlükçüye. Onun çözüm becerisi olmasa karakolda, belki de savcılık ve mahkemede saatler geçirirdim.
Kıssadan hisse: tereddüdünüz var mı "Ne yapıp edip toplumumuzdaki gerginlikler azaltılmalı" sözüne katılmakta?