89 yıl önce Misak-ı Milli son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ında kabul ve ilan edilmişti. Yıldönümü vesilesiyle tekrar hatırlamakta fayda var. Buyurun...
Misak-ı Millî (Ulusal Yemin)
Erzurum ve Sivas Kongreleri' nde saptanıp olgunlaştırılan ilkeler doğrultusunda 28 Ocak 1920' de son Osmanlı Mebuslar Meclisi' nin gizli oturumunda oybirliği ile kabul edilen ve Türkiye' nin kabul edebileceği barış koşullarını açıklayan 6 maddelik bildiridir. Misak-ı Milli temelde Ulusal Kurtuluş ve Bağımsızlık Savaşı'nın bir programı niteliğindedir.
Günümüzde; ABD, AB ve Ortadoğu'daki bazı bölgesel yönetimlerin , Türkiyemiz'in haritasını değiştirmeye yönelik hayallerinede iyi bir cevap oluşturacağını düşünüyorum.
Misak-ı Millî (Ulusal Yemin) "Yazar, Cihangir ER ,Kaynak , Prof.Dr.İlker ALP ,İstanbul"
"Misâk-ı Millî'ye temel olan ilk metin, Mustafa Kemal Paşa tarafından, 1920 yılının Ocak ayı başlarında, tek tek veya gruplar halinde, Ankara'ya gelen milletvekilleriyle yapılan görüşmeler sırasında, Kongre kararları ve durum esas alınarak belirlenmiştir"
Türk milletinin kazandığı Millî Mücadele ile devletimizi tarih sahnesinden kaldırmayı öngören 1920'li Sevr Antlaşması kesinlikle reddedilmiş, millî sınırlarımız tespit edilmiş ve bu hususlar 1923'te imzalanan Lozan Barış Antlaşması'yla milletlerarası platformda teyit edilmiştir. Buna rağmen, XXI. yüzyıla girdiğimiz bu yıllarda, dış kaynaklı özendirmelerle kışkırtmalar ve içteki işbirlikçilerin gayretleri ile Sevr'i yeniden canlandırmaya ve Türkiye'yi küçültmeye yönelik girişimlerin arttığı gözlenmektedir. Öyle ki Batılı emperyalistler, Türk Devleti'ni ülkesi ve milletiyle parçalayıp yok etmeye yönelik açık ve gizli diplomatik, siyasî, iktisadî, sosyo-kültürel vs. yönlerdeki faaliyetlerini sürdürmektedirler. Söz konusu faaliyetlerin etkisiyle veya bilinçli olarak milletimizin düşüncesini değiştirmek amacıyla sürdürülen propagandalar sonucunda, Türk millî sınırlarına dahil olan yerlerle ilgili çoğu kez farklı görüşler öne sürülmektedir. Bu yüzden, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu aşamasında millî sınırlarımızın tespitinde Atatürk'ün oynadığı rolü ve temel alınan kriterleri, birinci elden belgeler ve bilimsel bir yaklaşımla araştırarak kamuoyuna açıklamak gerçeklerin ortaya çıkması bakımından faydalı olacaktır.
Türk Millî Sınırları'nın hangi prensiplere dayanılarak belirlendiği konusu gündeme geldiğinde, hiç düşünmeden "Misak-ı Millî Beyannamesi'ne göre" cevap verilmelidir. Çünkü Misak-ı Millî ile millî ve bölünmez bir Türk vatanının sınırları, Millî Mücadele'nin ana ruhu, Türk dış politikasının hedefleri, devletin bağımsızlığı, milletin geleceği ve devamlı bir barışın sağlanması için yapılabilecek en son fedakârlıklar tesbit edilmiştir.
Misâk-ı Millî'ye temel olan ilk metin ise, Mustafa Kemal Paşa tarafından, 1920 yılının Ocak ayı başlarında, tek tek veya gruplar halinde, Ankara'ya gelen milletvekilleri ile yapılan görüşmeler sırasında, ülkenin mevcut durumu gözönünde bulundurularak ve Erzurum ile Sivas Kongreleri kararları da esas alınarak belirlenmiştir [1].
Hazırlanan bu metin, Hey'et-i Temsiliye'nin tüm üyeleri tarafından imzalanmıştır. Heyette kâtiplik ve sözcülük görevi yapmakta olan Trabzon Milletvekili Hüsrev Sami (Gerede) Bey'e de teslim edilerek İstanbul'a gönderilmiştir [2].
Bu millî program, 28 Ocak 1920'de Meclis-i Meb'usan'ın gizli bir oturumunda gündeme getirilmiş ve bütün milletvekilleri tarafından kabul edilerek imzalanmıştır [3].
17 Şubat 1920 tarihinde, Edirne Milletvekili Mehmed Şeref Bey, Ahd-ı Millî'nin görüşülmesini ve Avrupa parlamentolarıyla bütün basına bildirilmesini teklif etmiştir [4]. Yapılan müzakerelerde ise milletvekilleri Misâk-ı Millî'yi destekleyen konuşmalarda bulunmuşlardır.
Hattâ, "Ahd-ı Millî Meclis-i Meb'ûsân'ın vücûda getirdiği en mühim bir vesîkadır." değerlendirmesini yapmışlardır. Daha sonra bu belge oy birliği ile onaylanmış, iç ve dış kamuoyuna ilân edilmesine karar verilmiş ve gereğinin yapılması için Meclis Başkanlığı'na yetki tanınmıştır [5]. Bu kararlardan sonra, "Ahd-ı Millî Esâsları" metni, Meclis matbaasında tek yapraklı örnekler şeklinde çoğaltılarak gazetelerde yayınlanmış ve 24 Şubat'ta Avrupa parlamentolarına sunulmuştur [6].
İşte bu belge tarihe "Misâk-ı Millî", " yani millî yemin, millî and, millî sözleşme olarak geçmiştir. Böylece Türk Milleti'nin düşüncelerinden oluşan, daha önce Erzurum ve Sivas kongrelerinde şekillenen ve barış şartlarını içeren, Misâk-ı Millî adlı belge Türk tarihindeki önemli yerini almıştır.
Misâk-ı Millî'nin Amaç ve Hedefleri:
Misâk-ı Millî Programı, giriş kısmı ile altı maddeden oluşmaktadır. Burada yer alan madde ve hükümleri ayrı ayrı değerlendirdiğimizde ise şu hususlar açıkça anlaşılmaktadır:
1. maddede, Mondros Mütarekesi'nin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihine kadar, düşman devletlerinin işgali altında kalan Arap çoğunluğunun yaşadığı yerlerdeki halka kendi geleceklerini tayin edebilme hakkının tanınması istenmektedir. Ayrıca mütarekenin çizdiği sınır içinde ve dışında din, ırk veya gaye bakımından birbirine bağlı Osmanlı-İslâm çoğunluğunca yerleşik bölgelerin tamamının bölünmez bir bütün olduğu belirtilmektedir. Böylece mütarekenin imzalandığı sıralarda elimizde bulunan topraklardan katiyetle taviz verilemeyeceği, hatta sınır dışında kalan ve Müslüman milletlerce yerleşik olan bölgelerin ülkemizin tabi uzantısını oluşturduğu ifade edilmektedir.
2. maddeye göre, halkı hür kalır kalmaz Anavatan'a kendi istekleri ile katılan, Kars, Ardahan ve Batum'dan oluşan üç sancak için gerekirse yeniden serbestçe halk oyuna başvurulması kabul edilecektir. Böylece halkının çoğunluğunu Türkler'in meydana getirdiği üç sancağın, Anavatan'ın ayrılmaz bir parçası olduğu vurgulanmaktadır.
3. maddeye göre, Batı Trakya'nın hukukî durumunun belirlenmesi oradaki halkın vereceği oylara uygun olmalıdır. Böyle bir kararın alınmasında ise Batı Trakya'nın nüfus yapısı etkili olmuştur. Çünkü Lozan Barış Konferansı sırasında sunulan belgelerden (Yunanistan'ın elinde bulunan) Batı Trakya'da (129.118 Türk, 33.904 Rum, 26.266 Bulgar, 1480 Yahudi, 923 Ermeni'nin yaşadığı), nüfusun %76.5'ini Türk, %23.5'ni diğer unsurların teşkil ettiği görülmektedir [7]. Bu demografik yapı, halkoyuna başvurulduğu taktirde, Batı Trakya halkının Türkiye'ye bağlanmak isteyeceğini göstermektedir.
4. maddeye göre, İslâm Halifeliği'nin, Saltanatın ve Osmanlı Hükûmeti'nin merkezi olan İstanbul şehri ile Marmara Denizi'nin güvenliği, her türlü tehlikeden korunmalıdır. Bu esasın saklı kalması şartıyla, devletimizle diğer ilgili devletlerin ortaklaşa alacakları kararlar çerçevesinde Akdeniz ve Karadeniz Boğazları dünya ulaşımına açılmalıdır. Böylece İstanbul, boğazlar ve çevresinde kayıtsız şartsız Türk hakimiyetinin sağlanması ve yabancıların boğazlardan geçişlerinde tabi olacakları kuralların Türk Devleti'nin onaylayacağı bir tarzda düzenlenmesi öngörülmektedir.
5. maddeye göre, ülkemizdeki azınlıkların hakları, İtilâf Devletleri ile diğer devletlerin arasında, azınlıklara dair yapılan antlaşmalardaki esaslar çerçevesinde, civar ülkelerdeki Müslüman halkın da aynı haklardan faydalanması şartıyla, tarafımızdan tanınacak ve sağlanacaktır. Bu suretle, ülkemizdeki azınlıklara devletlerarası antlaşmalar çerçevesinde kararlaştırılan hak ve hürriyetlerin verileceği ifade edilmektedir. Ancak diğer devletlerdeki Türkler'in, aynı insan hak ve hürriyetlerinden istifade edebilme şartı öne sürülerek mütekabiliyet prensibinin uygulanacağı vurgulanmaktadır.
6. maddeye göre, millî ve iktisadî gelişmemizi imkânlar çerçevesinde gerçekleştirmek ve çağdaş, düzenli bir idare kurabilmek için, her devlet gibi, ülkemizin de, tam bağımsızlığa ve hürriyete kavuşması lâzımdır. Bunun sağlanması için ise; siyasî, adlî, malî ve gelişmemizi önleyecek diğer sınırlamalara karşı olduğumuz, borçlarımızın ödeme şartlarının da bu esaslara uygun düzenlenmesi gerektiği belirtilmektedir. Böylece Türk Devleti'nin tam bağımsızlığa ve hürriyete kavuşmasını önlediği için yabacı müdahalelere ve kapitülasyonlara izin verilmeyeceği bildirilmektedir.
Misâk-ı Millî Sınırları:
[IMG]http://wowtur***.com/tr189/Nur_Ulusoy_Misaki_Milli_Haritasi_ve_Sinirlari.jpg[/IMG]
[IMG]http://wowtur***.com/tr189/Nur_Ulusoy_Turkiyenin_Milli_Misaka_gore_Har.jpg[/IMG]
Misâk-ı Millî'de tespit edilen ilkeler yalnız millî mücadele yıllarında değil, ondan sonraki dönemlerde de Türk dış politikasının temelini teşkil etmiştir. Bu sebeple Atatürk, Misâk-i Millî'yi "milletin emelleri ve maksatlarının kısa bir programı" [8] olarak tarif etmiştir. Söz konusu özelliklerinden dolayı Misâk-ı Millî üzerinde, kabulünden günümüze kadar, çeşitli tartışmalar yapılmıştır. Bunlar arasında en çok tartışılan konu ise sınırlar meselesidir. Bu yüzden, Misâk-ı Millî sınırlarımızın nerelerden geçtiğini belirtebilmek, Atatürk dönemindeki Türk dış politikasının millî hedeflerinin neler olduğunu anlayabilmek ve konuyla ilgili gerçekleri görebilmek için, Atatürk'ün düşünce, ifade ve icraatlarından örnekler vermek ve 1920'lere ait belgeleri değerlendirmek mecburiyetindeyiz.
Mustafa Kemal Paşa, 28 Aralık 1919 tarihinde, Ankara'da, kentin ileri gelenlerine verdiği konferansta, Wilson prensiplerindeki hükümlere, Osmanlı Devleti'nin durumuna ve İtilâf Devletleri'nin memleketimizi haksız yere işgal etmelerine değinmiştir. Devamında Mondros Mütarekesi'nin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihinde, Türk kuvvetlerinin hakimiyetinde bulunan yerlerin millî sınırlarımızın dahilinde olduğunu ifade etmiştir. Bu arada Erzurum ve Sivas kongrelerinde belirlenen yeni Türkiye'nin güney, güneydoğu sınırlarından ayrıntılı bir şekilde bahsetmiştir:
"Mütareke akdolunduğu gün ordularımız fiilen bu hatta hakim bulunuyordu. Bu sınır, İskenderun Körfezi'nin güneyinden, Antakya'dan Halep ile Katma İstasyonu arasında, Cerablus Köprüsü güneyindeki Fırat Nehri'ne ulaşır. Ordan Deyrizora iner; ondan sonra doğuya uzatılarak, Musul, Kerkük, Süleymaniye'yi ihtivâ eder. Bu sınır ordumuz tarafından silâhla müdâfaa olduğu gibi aynı zamanda Türk ve müslüman unsurların iskan ettiği vatanımızın kısımlarını sınırlar. Bunun güney tarafında Arapça konuşan dindaşlarımız vardır. Bu sınır dahilinde kalan memleketimizin kısımları câmi'a-i Osmâniye'den ayrılmaz bir bütün olarak kabul edilmişdir" [9].
Yukarıdaki ifade değerlendirildiğinde, Misâk-ı Millî'nin birinci maddesiyle, Türkiye'nin yeni sınırlarını, özellikle güney sınırını, Mondros Mütarekesi'nin imzalandığı gün, orduların durumuna göre, "hatt-ı mütareke" olarak adlandırılan hattın teşkil etmesinin öngörüldüğü anlaşılmaktadır. Ayrıca güney sınırımız oldukça ayrıntılı bir şekilde belirtilmiştir. Burada sınırımız İskenderun Körfezi'nin güneyinden, Antakya'dan, Halep ile Katma İstasyonu arasındaki Cerablus Köprüsü'nün güneyinde Fırat Nehri'ne uzanan ve oradan Deyrizora inen, doğuya doğru ise Musul, Kerkük, Süleymaniye'yi içeren bir hat olduğu ve Türk, Kürt ve İslâm unsurlarının yaşadığı bu yerlerin vatanımızın bölünmez bir parçasını teşkil ettiği kaydedilmiştir.
Musul, Kerkük ve Süleymaniye'nin Misâk-ı Millî sınırlarımız içinde yer aldıklarını ispatlayan diğer önemli arşiv belgeleri de bulunmaktadır. TBMM milletvekilleri tarafından 28 Ekim 1922 tarihinde hazırlanan ve Bakanlar Kurulu ile Dışişleri Bakanlığı'na gönderilen bir tutanakta:
"Musul, Süleymaniye, Kerkük, Türkiye'nin ayrılmaz kısımlarından olup Misâk-ı Millî göre hakimiyetimiz altına alınacağı şüphesiz olduğundan bu dahi arz etdiğimiz sûretle sınırın yeniden düzenlenmesi zorunlu ve gereklidir." [10]
denilmek suretiyle Musul, Süleymaniye ve Kerkük'ün Türkiye'nin ayrılmaz parçaları oldukları vurgulanarak Misâk-ı Millî gereğince, söz konusu yerlerin hakimiyetimiz altına alınmasının ve sınırlarımızın buna göre düzenlenmesinin zorunluluğu bildirilmektedir.
Doğu (Kafkas) Cephesi'ne gelince, Mondros Mütarekesi'nin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihinde, Türk kuvvetleri Kuzeybatı İran, Azerbaycan ve Kuzey Kafkasya'ya hakimdi [11]. Fakat, Mondros Mütarekesi'nin 11. ve 15. maddelerine dayanan İngilizler, 11 Kasım 1918'den itibaren Türk Birlikleri'ni 1914 yılındaki harpten önceki Türk-Rus hududuna dönerek, Kars, Ardahan ve Batum'u boşaltmaya zorlamışlardır. Böylece Brest-Litovsk Antlaşması ile alınan üç sancak, ayrıca Kuzeybatı İran ve Kuzey Kafkasya, Mondros Mütarekesi gereğince terkedilmiştir [12]. Bununla birlikte söz konusu yerlerin, özellikle Kars, Ardahan ve Batum'un, Anavatana bağlanması için yoğun faaliyetlere devam edilmiştir.
Kars, Ardahan ve Batum'un, millî sınırlarımız içinde düşünüldüğünü doğrulayan çok sayıda belge ve birinci elden kaynak bulunmaktadır. Örneğin "TBMM Gizli Celse Zabıtları"nda bulunan kayıtlara göre, TBMM'nin 21 Mart 1337 (1921) tarihli gizli oturumunda, Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan ve Sovyetler Birliği'yle ilgili ilişkilerimiz tartışılmıştır.
Konu üzerinde konuşan Mustafa Kemal Paşa, Kars, Ardahan ve Batum'un ve tabiatıyla bu bölgenin dahilinde bulunan Batum'un Misâk-ı Millî'de yer aldığını, Batum'un ülkemize dahil edilmesi için öncelikle barış yollarının deneneceğini, ancak netice alınamazsa gerekli diğer tedbirlere başvurulacağını açık bir dille şu sözlerle ifade etmiştir:
" Misâk-ı Millî'miz ve hududu millimiz dahilinde olduğunu iddia ettiğimiz Elviye-i Selâse'de (Kars, Ardahan ve Batum'dan oluşan üç sancak) ahalinin oyuna müracaat etmek suretiyle Kars, Ardahan ve Batum'u almak istiyoruz veyahut herhangi bir şekilde bir fikrimizi azami bir surette temin etmek istiyoruz...".
"...Binaenaleyh almak istiyor isek alınacak zaman bu defadır; alınacak an bu dakikadır. Sulh ile alınır; sulh ile alınamazsa tabiatıyla cebren alınır...".
" ... Harbetmemek için ne yapmak lazımsa (yapacağız. Çünkü, her zaman arz edildiği üzere Büyük Millet Meclisi'mizin takip ettiği siyaset) harp siyaseti değildir; barış yoluyla fayda sağlamaktır...".
"...Misâk-ı Millîmiz'de Kars, Ardahan ve Batum bizimdir, diyoruz. Vereceğiniz kararı... Bunun sureti teminidir. Onu düşününüz, ona karar veriniz;... Hey'et-i Vekîle tatbik edecektir." [13]
Resmî yazışmalarla meclisteki müzakerelerden de açıkça görüldüğü üzere 1920'li yıllarda, bütün milletvekilleri, Bakanlar Kurulu, Genelkurmay Başkanlığı ve ilgili kurumlarla kuruluşlar tarafından Kars, Ardahan ve Batum, Misâk-ı Millî sınırlarımız dahilinde düşünülmekte ve buraların ülkemize katılması için yoğun çaba harcanmaktadır.
24 Nisan 1920 tarihinde, yani TBMM'nin açılışının hemen ikinci gününde, Mustafa Kemal Paşa, Misâk-ı Millî metninde sınırlarla ilgili yer alan hususları ve buna dayanılarak Ankara Hükûmeti'nin takip edeceği dış politikayı açıklamıştır. Mustafa Kemal Paşa, hareket noktasını Erzurum Kongresi'nin ve burada alınan kararların teşkil ettiğini hatırlatıktan sonra, konuşmasına şöyle devam etmiştir:
"... Doğu sınırına, Kars-Ardahan, Batum'u dahil ederek düşününüz. Batı sınır Edirne'den bildiğiniz gibi geçiyor. En büyük değişiklikler güney sınırında olmuştur. Güney sınırı, İskenderun'un güneyinden başlar. Halep'le Katıma arasında Cerablus Köprüsü'ne uzanır bir hat ve doğu parçasında da Musul Vilâyeti, Süleymaniye ve Kerkük civarı ve bu iki bölgeyi bir diğerine bağlayan hat. Bu sınır sırf askerî düşünceler ile çizilmiş bir sınır değildir, Milli Sınırımız'dır. Milli Sınırımız olmak üzere tesbît edilmişdir. Fakat bu sınır dâhilinde düşünülmesin ki, İslâm unsurlarından yalnız bir cins millet vardır. Bu sınır dâhilinde Türk vardır, Çerkes vardır v.s. bir çok İslam unsuru vardır. İşte bu sınır birlikte yaşayan, bütün maksatlarını, bütün mânâsıyla birleştirmiş olan kardeş milletlerin, Milli Sınırı'dır. (Hepsi İslâm'dır, kardeştir)." [14]
Mustafa Kemal Paşa'nın yukarıdaki konuşmasında da, Misâk-ı Millî'nin hedeflediği sınırların genel hatları oldukça açık bir tarzda belirtilmektedir. Öyle ki; Doğu'da , Kars, Ardahan ve Batum'dan oluşan üç Sancak Anavatan'a dahil edilmektedir. Güney sınırımızın İskenderun'un güneyinden başlayarak, Halep'le Katıma arasında Cerablus Köprüsü'ne uzanan bir hat olduğu, buradan doğuya doğru devam ederek Musul Vilâyeti, Süleymaniye ve Kerkük yörelerini birbirine bağlayan hattın da ülkemizin sınırları içinde yer aldığı ifade edilmektedir. Ancak batı sınırımızın Edirne'den geçtiği kaydedilmektedir. Bununla birlikte, Misâk-ı Millî'nin 3. maddesindeki Batı Trakya'yla ilgili hüküm bu ifadeyle bir bütünlük içinde düşünüldüğünde, Söz konusu sınırın Edirne'nin Batısı'na doğru uzandığı anlaşılmaktadır [15].
Yukarıdaki belgelerde, özellikle Mustafa Kemal Paşa'ya ait beyanatlarda, önemli olan hususlardan biri de, bahsedilen sınırların, sadece askerî düşüncelerle çizilmediğinin, millî sınırlar olarak tespit edildiğinin vurgulanmasıdır. Ama bu millî sınırlar içinde, Türkler'in yanısıra, başka İslâm unsurlarının yaşadığı kaydedilmektedir. Bunlar ise ortak geçmişi olan kardeş milletler olarak telâkki edilmektedir. Buradaki Türk ve diğer unsurların yaşadığı yerlerin millî sınırlar içinde yer aldığı, millî birlik ve beraberlik ruhu içinde "vatan" oluşturduğu ve ülkemizin ayrılmaz bir parçasını teşkil ettiği belirtilmektedir. Ayrıca Atatürk, ülkenin bölünmezliğiyle millî birlik ve beraberlik konusuna değinirken son derece hassasiyetle durmaktadır.
Atatürk kendi el yazısıyla yazdığı belgede:
"Bugünkü Türk milletinin siyasî ve toplumsal yapısı içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hâtta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır. Fakat mazinin baskıcı devirlerinin ürünü olan bu yanlış isimlendirmeler birkaç düşman âleti, mürteci beyinsizden başka hiçbir millet ferdi üzerinde üzüntüden başka bir durum meydana getirmemiştir. Çünkü, bu milletlerin bireylerided tüm Türk toplumu gibi aynı müşterek maziye, tarihe, ahlâka, hukuka sahip bulunuyorlar."
sözleriyle, Türk milletini parçalamak ve ayrı gruplara bölmek amacıyla vatandaşlarımıza Kürt, Çerkez, Laz, Boşnak gibi farklı milletler oldukları tarzında fikirlerin aşılanmaya çalışıldığını, bu propaganda ve yanlış isimlendirmeleri düşman vasıtası olan bazı mürteci ve beyinsizlerin benimseyerek yürüttüğünü, bunun ise ortak geçmişe, kültüre, adet ve geleneklere sahip olan milletimizi rahatsız etmekle birlikte başarıya ulaşmadığını ve bu bolücü düşünceleri sadece düşmana hizmet edenlerle beyinsizlerin benimsediğini belirtmiştir 16
Halkımızı doğduğu veya yaşadığı bölgelere göre ayırmaya ve millî birlik ile beraberliğimizi zayıflatmaya yönelik faaliyetlere de karşıdır. Bu konuyla ilgili:
"Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlâtları, hep aynı cevherin damarlarıdır." 17
diyerek ülkemizin farklı bölgelerinde yaşayan vatandaşlarımızın aynı kökten geldiklerini ve aynı soylu milletin kollarını teşkil ettiklerini açık bir şekilde dile getirmiştir.
Mustafa Kemal'in, diğer bir ifadesinde de:
"...Yabancıların teşvikiyle veyahut ekmeğini yediği toprağa nankörlük ederek millî varlığımızı zedelemek, bozmak teşebbüslerinde bulunacakların fenalıklarına set çekmek, pek tabiî ve zarurîdir. Bugün en büyük, en kuvvetli ve en medenî milletlerin bu gibi meselelerde bize nispetle pek sert ve zorlayıcı muamelelere teşebbüs etmekte olduğu herkesçe bilinmektedir." [18]
diyerek ihanette bulunanlara, ülke bütünlüğümüzü parçalamaya, millî birlik ve beraberliğimizi bozmaya veya başka zararlı faaliyetlerde bulunmaya teşebbüs edenlere katiyetle müsaade edilmemesinin gerektiğini önemle vurgulamaktadır. Ayrıca gelişmiş ülkelerle medenî milletlerin, bu gibi meselelerde çok sert tedbirlere başvurduklarının herkesçe bilindiğine dikkat çekmektir.
Verdiğimiz bu örnekler dahi, Atatürk'ün, Misak-ı Milî sınırlarımız içinde milletimizle memleketimizin bir bütün olarak ele alınması gerektiğini vurgulaması açısından önemlidir. Burada, bölge ayrımı yapılmamaktadır. Ayrıca doğu, güneydoğu ve güney bölgelerimizi Anavatanımızın diğer yerlerinden ayıracak bir statünün oluşturulmasından, federal bir sistemin tesis edilmesinden veya bütünlüğü, birliği, beraberliği zedeleyecek herhangi başka bir idare tarzının kurulmasından da söz edilmemektedir. Tam tersine birlik-beraberlik ruhu içinde, Misak-ı Millî sınırlarını kapsayan, bölünmez, üniter bir Türk Devleti'nin varlığını sonsuza kadar devam ettirmesi öngörülmektedir.
21 Mart 1923 tarihinde, Adana Türk Ocağı'nda düzenlenen bir toplantıda, Mustafa Kemal Paşa yaptığı konuşmada ülkemizin genel durumu, iç ile dış tehlikelerden, özellikle bazı unsurların Türk toprakları üzerindeki iddialarından bahsederken:
"...Memleketiniz sizindir, Türklerindir..."
"Bu memleket tarihte Türktü, halde Türktür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır." [19]
diyerek ülkemizin, geçmişte, olduğu gibi, gelecekte de, kısacası her zaman Türk vatanı kalacağını açıkça vurgulamaktadır.
Pof.Dr.Tahsin Banguoğlu, yaptığı araştırmalarda, Mustafa Kemal Paşa'nın resmî beyanları dışında, güney ve doğu sınırlarımızdaki Misâk-ı Millî'nin hedeflerini gösteren iki belgenin varlığından bahsetmektedir. Bunlardan birincisi TBMM'nin açılışından sonra, Tayfur (Sökmen) Bey'in Mustafa Kemal'e gönderdiği mektup ve aldığı cevaptır. Tayfur Sökmen Bey mektubunda Hatay'la ilgili:
"Sancak Millî Misâk'a dahil midir?" sorusunu sormaktadır.
Mustafa Kemal Paşa ise bu soru i telgrafla, tartışma yapılamayan ve kesin bir anlam taşıyan şu önemli cevabı vermiştir:
"Türklerin yaşadığı her yer Millî Misâk'a dahildir." [20] Aynı tarihlerde kendisine Berlin'den mektuplar yazan Talat Paşa'ya verdiği bir cevap da ikinci belgeyi teşkil eder. Burada Mustafa Kemal Paşa sınırlarımızdan bahsederken:
"Türkçe ve Kürtçe konuşulan bütün vilâyetlerimiz bizim olacaktır"
demektedir [21].
Çünkü O'na göre Türkçe ve Kürtçe konuşan bütün boylar aynı milleti teşkil etmektedir. Bunlar da aynı devletin içinde yer almalıdır. Nitekim, 1923 Lozan Konferansı sırasında, Anadolu Türklüğü'nü parçalamayı hedef alan Batılı diplomatların görüşleri karşısında İsmet İnönü:
"Kürt halkının, İran kökenli olduğu öne sürülmüştür. Oysa bu iddiayı Kürtlerin Turan kökenli olduğunu kabul eden Encyclopedia Britannica yalanlamaktadır. Zaten Anadolu'yu tanıyanlar bilirler ki, gerek töre, gerek gelenek ve görenek bakımından Kürtler hiçbir yönden Türklerden farklı değillerdir." [22]
sözleriyle Türk Heyeti adına, Türk-Kürt ayrımını reddetmiştir. Zaten Lozan'da, Kürtlerin, Türkler'den ayrı bir unsur olmadığı kabul edilmiştir. Dolayısıyla Lozan Antlaşması'yla bu vatandaşlarımız azınlıklar grubuna dahil edilmemiştir. Bu yüzden son yıllarda yabancı güçlerin ve ülkemizdeki bazı çevrelerin ayrı bir millet yaratma çabaları hem ilmî esaslara, hem de milletlerarası antlaşmalara dayanmamaktadır. Tamamen Türkiye'yi zayıflatmaya, bölmeye ve Sevr Antlaşması'nı gerçekleştirmeye yönelik emperyalist devletlerin amaçları doğrultusunda yürütülen planlı faaliyetler zincirinin halkalarından birini teşkil etmektedir.
Amaçlanan ve Gerçekleşen Milli Sınırlar:
Batılıların desteğindeki Yunanistan'ın mağlup olması sonucunda, 11 Ekim 1922 tarihinde, Mudanya Mütarekesi imzalanmıştır. Bunu takiben (20 Kasım 1922'de) Lozan Barış görüşmeleri başlamıştır. Lozan'da Türkiye'nin hareket noktası Misâk-ı Millî'ydi. Misâk-ı Millî sınırları dahilinde ise, başta Boğazlar hakimiyeti, Batı Trakya, Ege Adaları, Hatay, Musul Vilâyeti, Elviye-i Selâse'nin ülkemize dahil edilmesi ve iktisadî bağımsızlığın sağlanması yer almaktaydı. Yani Türklerin çoğunlukta bulunduğu yerlerde, her bakımdan bağımsız bir Türk Devleti'nin kurulması amaçlanmıştır. Zaten Türkiye bunu aşan bir talepte de bulunmamıştır. Fakat Müttefikler, 1914'ten önce terkedilen yerleri bu konferansta görüşmeye yanaşmamışlardır. Onlar, I. Dünya Savaşı'nın mağlubu olan bir Türkiye ile müzakerelerini sürdürme ısrarında idiler.
Müttefikler, Osmanlı Devleti üzerindeki iktisadî, malî vd. imtiyazlarından çok zor vazgeçmişlerdir. Yeni Türkiye'nin sınırları konusunda ise Mudanya Mütarekesi sınırlarını savunarak geri çekilmek istememişler, Boğazlar üzerindeki fiilî hakimiyetlerinden vazgeçmemişler, Hatay ve Musul Vilâyeti gibi yerleri vermeye yanaşmamışlardır. Bu yüzden 24 Temmuz 1923'te Lozan Barış Antlaşması'yla Misâk-ı Millî'de öngörülen hususların tamamı gerçekleşmemiştir. Bununla birlikte, Lozan'da elde edilen neticeler asla küçümsenemez. Çünkü o günkü siyasî şartları, milletimizin durumunu, devletimizin askerî gücünü, malî ve iktisadî yapısını gözönünde bulundurduğumuzda elde edilen neticeler gerçekten inanılmazdır. Ordusuyla bütünleşen Türk milleti, büyük fedakârlıkla verdiği mücadele sonucunda, yüzyıllardan beri yarı sömürge haline gelen devletlerinin millî sınırları içindeki istiklâlini kurtarmayı başarmıştır. Lozan'la birlikte tam bağımsız yeni bir Türk devleti kurulmuştur.
Ancak Atatürk'ün, Lozan'da elde edilen sonuçlardan ne derecede memnun olduğunu belirtmek hayli zordur. Atatürk, burada ülkemizin sınırlarıyla ilgili alınan kararları Misâk-ı Millî ve millî menfaatler doğrultusunda değiştirmeyi düşündüğü de bir gerçektir. Nitekim Amerikalı General Mc. Arthur'un, "Hatıralarında", "Büyük devlet adamlarından biri" olarak tanıdığını ifade ettiği Atatürk'le 1933'te Ankara'da yaptığı bir mülâkat buna örnektir.
Mülâkatta şöyle denilmektedir:
"Atatürk, Ankara'daki karşılaşmamızda bana: "Almanya'ya dikkat edin, eğer diğer devletler akıllı davranmazlarsa bu haliyle Almanya ikiye bölünecek ve bundan en fazla Rusya kazançlı çıkacak." dedi.
"Sizin Türkiye'nin geleceği hakkında tasavvurlarınız nedir?" diye sorduğumda ise:
"Allah nasip eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük, ve Adalar'ı geri alacağım. Selânik de dahil Batı Trakya'yı Türkiye hudutları içine katacağım." cevabını verdi." [23]
Buradan da, Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın, Misâk-ı Millî'den vazgeçmediğini, hedefe ulaşmak için ise uygun bir ortamın meydana gelmesini beklediğini görüyoruz. Bu arada Atatürk'ün bir maceraperest olmadığını vurgulamak gereklidir. O, büyük devletlerle komşularımızın iktisadî, malî, askerî güçleriyle takip edecekleri politikaları ve Türkiye'nin durumunu göz önünde bulundurarak dış politikamızı tespit etmiş ve uygulamıştır. Bu yüzden Misâk-ı Millî'yi gerçekleştirmek için ihtiyaç duyulan şartların oluşmasını beklemiştir. Bunun örneğini ise Boğazlar ve Hatay meselelerinde görmemiz mümkündür.
Hayatı boyunca Misâk-ı Millî'nin hedeflerini gerçekleştirmek isteyen Atatürk, II. Dünya Savaşı öncesinde, Avrupa devletleri arasında meydana gelen gergin ortamdan istifade ederek, Boğazlar konusunu 1933 yılından itibaren milletlerarası platformdaki gündemlere yeniden getirmeye başlamıştır. Sonuçta 20 Temmuz 1936'da imzalanan Montreux Boğazlar Sözleşmesi'yle, Lozan'da Boğazlar'a konulan bütün sınırlamalar kaldırılmış ve Türkiye'nin bölge üzerindeki hakimiyeti kabul edilmiştir [24].
Atatürk, Boğazlar konusundan hemen sonra, Misâk-ı Millî sınırlarımız dahilinde bulunan Hatay'la da yakından ilgilenerek meseleyi millî menfaatlerimiz doğrultusunda çözmeye çaba harcamıştır. Hatay meselesi, Atatürk'ün kararlı tutumu, ileri görüşlülüğü ve barışçı formülleri çerçevesinde, savaşa lüzum kalmadan, 1938'de Milletler Cemiyeti'nin gözetimi altında yapılan halk oylaması sonucunda, Hataylıların Suriye ve Fransa idaresini reddetmesi, 2 Eylül 1938'de toplanan Hatay Millet Meclisi'nce bağımsız Hatay Türk Devleti'nin kurulduğunun ilân edilmesi ve 23 Haziran 1939'da Hatay Meclisi'nin Türkiye'ye katılma kararı vermesi tarzında aşamalı olarak çözümlenmiştir [25].
Bu suretle Atatürk, kısa ömrünün son yıllarında, Misâk-ı Millî'nin Lozan'da kabul ettiremediğimiz iki maddesini gerçekleştirmiştir. Söz konusu gelişme ise, dirayetli, kararlı, ileri görüşlü bir lider ile güçlü bir devletin barış yoluyla millî hedeflerine ulaşabileceğini açıkça göstermektedir. Ancak, Atatürk'ün yukarıdaki ifadeleri, direktifleri ve icraatları yanlış anlaşılmamalıdır. O, katiyetle irredandist, saldırgan ve emperyalist bir düşünceye sahip değildir. Atatürk'ün sınırlarla ilgili sözlerini ve hedeflerini zamanın şartları ve imkânları çerçevesinde değerlendirmemiz gerekir. Atatürk'ün belirlediği bu millî hedef, XIX ve XX. yüzyıllarda, Türk devletinin zayıflığından istifade edilerek zorla, haksız yere, işgal edilen vatan topraklarıyla esaret altına alınan soydaşlarımızın kurtarılması olarak algılanmalı ve Türk milletinin kendi haklarını meşru müdâfaa çerçevesinde savunması olarak düşünülmelidir.
Alıntı:
Misak-ı Millî (Ulusal Yemin)
Erzurum ve Sivas Kongreleri' nde saptanıp olgunlaştırılan ilkeler doğrultusunda 28 Ocak 1920' de son Osmanlı Mebuslar Meclisi' nin gizli oturumunda oybirliği ile kabul edilen ve Türkiye' nin kabul edebileceği barış koşullarını açıklayan 6 maddelik bildiridir. Misak-ı Milli temelde Ulusal Kurtuluş ve Bağımsızlık Savaşı'nın bir programı niteliğindedir.
Günümüzde; ABD, AB ve Ortadoğu'daki bazı bölgesel yönetimlerin , Türkiyemiz'in haritasını değiştirmeye yönelik hayallerinede iyi bir cevap oluşturacağını düşünüyorum.
Misak-ı Millî (Ulusal Yemin) "Yazar, Cihangir ER ,Kaynak , Prof.Dr.İlker ALP ,İstanbul"
"Misâk-ı Millî'ye temel olan ilk metin, Mustafa Kemal Paşa tarafından, 1920 yılının Ocak ayı başlarında, tek tek veya gruplar halinde, Ankara'ya gelen milletvekilleriyle yapılan görüşmeler sırasında, Kongre kararları ve durum esas alınarak belirlenmiştir"
Türk milletinin kazandığı Millî Mücadele ile devletimizi tarih sahnesinden kaldırmayı öngören 1920'li Sevr Antlaşması kesinlikle reddedilmiş, millî sınırlarımız tespit edilmiş ve bu hususlar 1923'te imzalanan Lozan Barış Antlaşması'yla milletlerarası platformda teyit edilmiştir. Buna rağmen, XXI. yüzyıla girdiğimiz bu yıllarda, dış kaynaklı özendirmelerle kışkırtmalar ve içteki işbirlikçilerin gayretleri ile Sevr'i yeniden canlandırmaya ve Türkiye'yi küçültmeye yönelik girişimlerin arttığı gözlenmektedir. Öyle ki Batılı emperyalistler, Türk Devleti'ni ülkesi ve milletiyle parçalayıp yok etmeye yönelik açık ve gizli diplomatik, siyasî, iktisadî, sosyo-kültürel vs. yönlerdeki faaliyetlerini sürdürmektedirler. Söz konusu faaliyetlerin etkisiyle veya bilinçli olarak milletimizin düşüncesini değiştirmek amacıyla sürdürülen propagandalar sonucunda, Türk millî sınırlarına dahil olan yerlerle ilgili çoğu kez farklı görüşler öne sürülmektedir. Bu yüzden, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu aşamasında millî sınırlarımızın tespitinde Atatürk'ün oynadığı rolü ve temel alınan kriterleri, birinci elden belgeler ve bilimsel bir yaklaşımla araştırarak kamuoyuna açıklamak gerçeklerin ortaya çıkması bakımından faydalı olacaktır.
Türk Millî Sınırları'nın hangi prensiplere dayanılarak belirlendiği konusu gündeme geldiğinde, hiç düşünmeden "Misak-ı Millî Beyannamesi'ne göre" cevap verilmelidir. Çünkü Misak-ı Millî ile millî ve bölünmez bir Türk vatanının sınırları, Millî Mücadele'nin ana ruhu, Türk dış politikasının hedefleri, devletin bağımsızlığı, milletin geleceği ve devamlı bir barışın sağlanması için yapılabilecek en son fedakârlıklar tesbit edilmiştir.
Misâk-ı Millî'ye temel olan ilk metin ise, Mustafa Kemal Paşa tarafından, 1920 yılının Ocak ayı başlarında, tek tek veya gruplar halinde, Ankara'ya gelen milletvekilleri ile yapılan görüşmeler sırasında, ülkenin mevcut durumu gözönünde bulundurularak ve Erzurum ile Sivas Kongreleri kararları da esas alınarak belirlenmiştir [1].
Hazırlanan bu metin, Hey'et-i Temsiliye'nin tüm üyeleri tarafından imzalanmıştır. Heyette kâtiplik ve sözcülük görevi yapmakta olan Trabzon Milletvekili Hüsrev Sami (Gerede) Bey'e de teslim edilerek İstanbul'a gönderilmiştir [2].
Bu millî program, 28 Ocak 1920'de Meclis-i Meb'usan'ın gizli bir oturumunda gündeme getirilmiş ve bütün milletvekilleri tarafından kabul edilerek imzalanmıştır [3].
17 Şubat 1920 tarihinde, Edirne Milletvekili Mehmed Şeref Bey, Ahd-ı Millî'nin görüşülmesini ve Avrupa parlamentolarıyla bütün basına bildirilmesini teklif etmiştir [4]. Yapılan müzakerelerde ise milletvekilleri Misâk-ı Millî'yi destekleyen konuşmalarda bulunmuşlardır.
Hattâ, "Ahd-ı Millî Meclis-i Meb'ûsân'ın vücûda getirdiği en mühim bir vesîkadır." değerlendirmesini yapmışlardır. Daha sonra bu belge oy birliği ile onaylanmış, iç ve dış kamuoyuna ilân edilmesine karar verilmiş ve gereğinin yapılması için Meclis Başkanlığı'na yetki tanınmıştır [5]. Bu kararlardan sonra, "Ahd-ı Millî Esâsları" metni, Meclis matbaasında tek yapraklı örnekler şeklinde çoğaltılarak gazetelerde yayınlanmış ve 24 Şubat'ta Avrupa parlamentolarına sunulmuştur [6].
İşte bu belge tarihe "Misâk-ı Millî", " yani millî yemin, millî and, millî sözleşme olarak geçmiştir. Böylece Türk Milleti'nin düşüncelerinden oluşan, daha önce Erzurum ve Sivas kongrelerinde şekillenen ve barış şartlarını içeren, Misâk-ı Millî adlı belge Türk tarihindeki önemli yerini almıştır.
Misâk-ı Millî'nin Amaç ve Hedefleri:
Misâk-ı Millî Programı, giriş kısmı ile altı maddeden oluşmaktadır. Burada yer alan madde ve hükümleri ayrı ayrı değerlendirdiğimizde ise şu hususlar açıkça anlaşılmaktadır:
1. maddede, Mondros Mütarekesi'nin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihine kadar, düşman devletlerinin işgali altında kalan Arap çoğunluğunun yaşadığı yerlerdeki halka kendi geleceklerini tayin edebilme hakkının tanınması istenmektedir. Ayrıca mütarekenin çizdiği sınır içinde ve dışında din, ırk veya gaye bakımından birbirine bağlı Osmanlı-İslâm çoğunluğunca yerleşik bölgelerin tamamının bölünmez bir bütün olduğu belirtilmektedir. Böylece mütarekenin imzalandığı sıralarda elimizde bulunan topraklardan katiyetle taviz verilemeyeceği, hatta sınır dışında kalan ve Müslüman milletlerce yerleşik olan bölgelerin ülkemizin tabi uzantısını oluşturduğu ifade edilmektedir.
2. maddeye göre, halkı hür kalır kalmaz Anavatan'a kendi istekleri ile katılan, Kars, Ardahan ve Batum'dan oluşan üç sancak için gerekirse yeniden serbestçe halk oyuna başvurulması kabul edilecektir. Böylece halkının çoğunluğunu Türkler'in meydana getirdiği üç sancağın, Anavatan'ın ayrılmaz bir parçası olduğu vurgulanmaktadır.
3. maddeye göre, Batı Trakya'nın hukukî durumunun belirlenmesi oradaki halkın vereceği oylara uygun olmalıdır. Böyle bir kararın alınmasında ise Batı Trakya'nın nüfus yapısı etkili olmuştur. Çünkü Lozan Barış Konferansı sırasında sunulan belgelerden (Yunanistan'ın elinde bulunan) Batı Trakya'da (129.118 Türk, 33.904 Rum, 26.266 Bulgar, 1480 Yahudi, 923 Ermeni'nin yaşadığı), nüfusun %76.5'ini Türk, %23.5'ni diğer unsurların teşkil ettiği görülmektedir [7]. Bu demografik yapı, halkoyuna başvurulduğu taktirde, Batı Trakya halkının Türkiye'ye bağlanmak isteyeceğini göstermektedir.
4. maddeye göre, İslâm Halifeliği'nin, Saltanatın ve Osmanlı Hükûmeti'nin merkezi olan İstanbul şehri ile Marmara Denizi'nin güvenliği, her türlü tehlikeden korunmalıdır. Bu esasın saklı kalması şartıyla, devletimizle diğer ilgili devletlerin ortaklaşa alacakları kararlar çerçevesinde Akdeniz ve Karadeniz Boğazları dünya ulaşımına açılmalıdır. Böylece İstanbul, boğazlar ve çevresinde kayıtsız şartsız Türk hakimiyetinin sağlanması ve yabancıların boğazlardan geçişlerinde tabi olacakları kuralların Türk Devleti'nin onaylayacağı bir tarzda düzenlenmesi öngörülmektedir.
5. maddeye göre, ülkemizdeki azınlıkların hakları, İtilâf Devletleri ile diğer devletlerin arasında, azınlıklara dair yapılan antlaşmalardaki esaslar çerçevesinde, civar ülkelerdeki Müslüman halkın da aynı haklardan faydalanması şartıyla, tarafımızdan tanınacak ve sağlanacaktır. Bu suretle, ülkemizdeki azınlıklara devletlerarası antlaşmalar çerçevesinde kararlaştırılan hak ve hürriyetlerin verileceği ifade edilmektedir. Ancak diğer devletlerdeki Türkler'in, aynı insan hak ve hürriyetlerinden istifade edebilme şartı öne sürülerek mütekabiliyet prensibinin uygulanacağı vurgulanmaktadır.
6. maddeye göre, millî ve iktisadî gelişmemizi imkânlar çerçevesinde gerçekleştirmek ve çağdaş, düzenli bir idare kurabilmek için, her devlet gibi, ülkemizin de, tam bağımsızlığa ve hürriyete kavuşması lâzımdır. Bunun sağlanması için ise; siyasî, adlî, malî ve gelişmemizi önleyecek diğer sınırlamalara karşı olduğumuz, borçlarımızın ödeme şartlarının da bu esaslara uygun düzenlenmesi gerektiği belirtilmektedir. Böylece Türk Devleti'nin tam bağımsızlığa ve hürriyete kavuşmasını önlediği için yabacı müdahalelere ve kapitülasyonlara izin verilmeyeceği bildirilmektedir.
Misâk-ı Millî Sınırları:
[IMG]http://wowtur***.com/tr189/Nur_Ulusoy_Misaki_Milli_Haritasi_ve_Sinirlari.jpg[/IMG]
[IMG]http://wowtur***.com/tr189/Nur_Ulusoy_Turkiyenin_Milli_Misaka_gore_Har.jpg[/IMG]
Misâk-ı Millî'de tespit edilen ilkeler yalnız millî mücadele yıllarında değil, ondan sonraki dönemlerde de Türk dış politikasının temelini teşkil etmiştir. Bu sebeple Atatürk, Misâk-i Millî'yi "milletin emelleri ve maksatlarının kısa bir programı" [8] olarak tarif etmiştir. Söz konusu özelliklerinden dolayı Misâk-ı Millî üzerinde, kabulünden günümüze kadar, çeşitli tartışmalar yapılmıştır. Bunlar arasında en çok tartışılan konu ise sınırlar meselesidir. Bu yüzden, Misâk-ı Millî sınırlarımızın nerelerden geçtiğini belirtebilmek, Atatürk dönemindeki Türk dış politikasının millî hedeflerinin neler olduğunu anlayabilmek ve konuyla ilgili gerçekleri görebilmek için, Atatürk'ün düşünce, ifade ve icraatlarından örnekler vermek ve 1920'lere ait belgeleri değerlendirmek mecburiyetindeyiz.
Mustafa Kemal Paşa, 28 Aralık 1919 tarihinde, Ankara'da, kentin ileri gelenlerine verdiği konferansta, Wilson prensiplerindeki hükümlere, Osmanlı Devleti'nin durumuna ve İtilâf Devletleri'nin memleketimizi haksız yere işgal etmelerine değinmiştir. Devamında Mondros Mütarekesi'nin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihinde, Türk kuvvetlerinin hakimiyetinde bulunan yerlerin millî sınırlarımızın dahilinde olduğunu ifade etmiştir. Bu arada Erzurum ve Sivas kongrelerinde belirlenen yeni Türkiye'nin güney, güneydoğu sınırlarından ayrıntılı bir şekilde bahsetmiştir:
"Mütareke akdolunduğu gün ordularımız fiilen bu hatta hakim bulunuyordu. Bu sınır, İskenderun Körfezi'nin güneyinden, Antakya'dan Halep ile Katma İstasyonu arasında, Cerablus Köprüsü güneyindeki Fırat Nehri'ne ulaşır. Ordan Deyrizora iner; ondan sonra doğuya uzatılarak, Musul, Kerkük, Süleymaniye'yi ihtivâ eder. Bu sınır ordumuz tarafından silâhla müdâfaa olduğu gibi aynı zamanda Türk ve müslüman unsurların iskan ettiği vatanımızın kısımlarını sınırlar. Bunun güney tarafında Arapça konuşan dindaşlarımız vardır. Bu sınır dahilinde kalan memleketimizin kısımları câmi'a-i Osmâniye'den ayrılmaz bir bütün olarak kabul edilmişdir" [9].
Yukarıdaki ifade değerlendirildiğinde, Misâk-ı Millî'nin birinci maddesiyle, Türkiye'nin yeni sınırlarını, özellikle güney sınırını, Mondros Mütarekesi'nin imzalandığı gün, orduların durumuna göre, "hatt-ı mütareke" olarak adlandırılan hattın teşkil etmesinin öngörüldüğü anlaşılmaktadır. Ayrıca güney sınırımız oldukça ayrıntılı bir şekilde belirtilmiştir. Burada sınırımız İskenderun Körfezi'nin güneyinden, Antakya'dan, Halep ile Katma İstasyonu arasındaki Cerablus Köprüsü'nün güneyinde Fırat Nehri'ne uzanan ve oradan Deyrizora inen, doğuya doğru ise Musul, Kerkük, Süleymaniye'yi içeren bir hat olduğu ve Türk, Kürt ve İslâm unsurlarının yaşadığı bu yerlerin vatanımızın bölünmez bir parçasını teşkil ettiği kaydedilmiştir.
Musul, Kerkük ve Süleymaniye'nin Misâk-ı Millî sınırlarımız içinde yer aldıklarını ispatlayan diğer önemli arşiv belgeleri de bulunmaktadır. TBMM milletvekilleri tarafından 28 Ekim 1922 tarihinde hazırlanan ve Bakanlar Kurulu ile Dışişleri Bakanlığı'na gönderilen bir tutanakta:
"Musul, Süleymaniye, Kerkük, Türkiye'nin ayrılmaz kısımlarından olup Misâk-ı Millî göre hakimiyetimiz altına alınacağı şüphesiz olduğundan bu dahi arz etdiğimiz sûretle sınırın yeniden düzenlenmesi zorunlu ve gereklidir." [10]
denilmek suretiyle Musul, Süleymaniye ve Kerkük'ün Türkiye'nin ayrılmaz parçaları oldukları vurgulanarak Misâk-ı Millî gereğince, söz konusu yerlerin hakimiyetimiz altına alınmasının ve sınırlarımızın buna göre düzenlenmesinin zorunluluğu bildirilmektedir.
Doğu (Kafkas) Cephesi'ne gelince, Mondros Mütarekesi'nin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihinde, Türk kuvvetleri Kuzeybatı İran, Azerbaycan ve Kuzey Kafkasya'ya hakimdi [11]. Fakat, Mondros Mütarekesi'nin 11. ve 15. maddelerine dayanan İngilizler, 11 Kasım 1918'den itibaren Türk Birlikleri'ni 1914 yılındaki harpten önceki Türk-Rus hududuna dönerek, Kars, Ardahan ve Batum'u boşaltmaya zorlamışlardır. Böylece Brest-Litovsk Antlaşması ile alınan üç sancak, ayrıca Kuzeybatı İran ve Kuzey Kafkasya, Mondros Mütarekesi gereğince terkedilmiştir [12]. Bununla birlikte söz konusu yerlerin, özellikle Kars, Ardahan ve Batum'un, Anavatana bağlanması için yoğun faaliyetlere devam edilmiştir.
Kars, Ardahan ve Batum'un, millî sınırlarımız içinde düşünüldüğünü doğrulayan çok sayıda belge ve birinci elden kaynak bulunmaktadır. Örneğin "TBMM Gizli Celse Zabıtları"nda bulunan kayıtlara göre, TBMM'nin 21 Mart 1337 (1921) tarihli gizli oturumunda, Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan ve Sovyetler Birliği'yle ilgili ilişkilerimiz tartışılmıştır.
Konu üzerinde konuşan Mustafa Kemal Paşa, Kars, Ardahan ve Batum'un ve tabiatıyla bu bölgenin dahilinde bulunan Batum'un Misâk-ı Millî'de yer aldığını, Batum'un ülkemize dahil edilmesi için öncelikle barış yollarının deneneceğini, ancak netice alınamazsa gerekli diğer tedbirlere başvurulacağını açık bir dille şu sözlerle ifade etmiştir:
" Misâk-ı Millî'miz ve hududu millimiz dahilinde olduğunu iddia ettiğimiz Elviye-i Selâse'de (Kars, Ardahan ve Batum'dan oluşan üç sancak) ahalinin oyuna müracaat etmek suretiyle Kars, Ardahan ve Batum'u almak istiyoruz veyahut herhangi bir şekilde bir fikrimizi azami bir surette temin etmek istiyoruz...".
"...Binaenaleyh almak istiyor isek alınacak zaman bu defadır; alınacak an bu dakikadır. Sulh ile alınır; sulh ile alınamazsa tabiatıyla cebren alınır...".
" ... Harbetmemek için ne yapmak lazımsa (yapacağız. Çünkü, her zaman arz edildiği üzere Büyük Millet Meclisi'mizin takip ettiği siyaset) harp siyaseti değildir; barış yoluyla fayda sağlamaktır...".
"...Misâk-ı Millîmiz'de Kars, Ardahan ve Batum bizimdir, diyoruz. Vereceğiniz kararı... Bunun sureti teminidir. Onu düşününüz, ona karar veriniz;... Hey'et-i Vekîle tatbik edecektir." [13]
Resmî yazışmalarla meclisteki müzakerelerden de açıkça görüldüğü üzere 1920'li yıllarda, bütün milletvekilleri, Bakanlar Kurulu, Genelkurmay Başkanlığı ve ilgili kurumlarla kuruluşlar tarafından Kars, Ardahan ve Batum, Misâk-ı Millî sınırlarımız dahilinde düşünülmekte ve buraların ülkemize katılması için yoğun çaba harcanmaktadır.
24 Nisan 1920 tarihinde, yani TBMM'nin açılışının hemen ikinci gününde, Mustafa Kemal Paşa, Misâk-ı Millî metninde sınırlarla ilgili yer alan hususları ve buna dayanılarak Ankara Hükûmeti'nin takip edeceği dış politikayı açıklamıştır. Mustafa Kemal Paşa, hareket noktasını Erzurum Kongresi'nin ve burada alınan kararların teşkil ettiğini hatırlatıktan sonra, konuşmasına şöyle devam etmiştir:
"... Doğu sınırına, Kars-Ardahan, Batum'u dahil ederek düşününüz. Batı sınır Edirne'den bildiğiniz gibi geçiyor. En büyük değişiklikler güney sınırında olmuştur. Güney sınırı, İskenderun'un güneyinden başlar. Halep'le Katıma arasında Cerablus Köprüsü'ne uzanır bir hat ve doğu parçasında da Musul Vilâyeti, Süleymaniye ve Kerkük civarı ve bu iki bölgeyi bir diğerine bağlayan hat. Bu sınır sırf askerî düşünceler ile çizilmiş bir sınır değildir, Milli Sınırımız'dır. Milli Sınırımız olmak üzere tesbît edilmişdir. Fakat bu sınır dâhilinde düşünülmesin ki, İslâm unsurlarından yalnız bir cins millet vardır. Bu sınır dâhilinde Türk vardır, Çerkes vardır v.s. bir çok İslam unsuru vardır. İşte bu sınır birlikte yaşayan, bütün maksatlarını, bütün mânâsıyla birleştirmiş olan kardeş milletlerin, Milli Sınırı'dır. (Hepsi İslâm'dır, kardeştir)." [14]
Mustafa Kemal Paşa'nın yukarıdaki konuşmasında da, Misâk-ı Millî'nin hedeflediği sınırların genel hatları oldukça açık bir tarzda belirtilmektedir. Öyle ki; Doğu'da , Kars, Ardahan ve Batum'dan oluşan üç Sancak Anavatan'a dahil edilmektedir. Güney sınırımızın İskenderun'un güneyinden başlayarak, Halep'le Katıma arasında Cerablus Köprüsü'ne uzanan bir hat olduğu, buradan doğuya doğru devam ederek Musul Vilâyeti, Süleymaniye ve Kerkük yörelerini birbirine bağlayan hattın da ülkemizin sınırları içinde yer aldığı ifade edilmektedir. Ancak batı sınırımızın Edirne'den geçtiği kaydedilmektedir. Bununla birlikte, Misâk-ı Millî'nin 3. maddesindeki Batı Trakya'yla ilgili hüküm bu ifadeyle bir bütünlük içinde düşünüldüğünde, Söz konusu sınırın Edirne'nin Batısı'na doğru uzandığı anlaşılmaktadır [15].
Yukarıdaki belgelerde, özellikle Mustafa Kemal Paşa'ya ait beyanatlarda, önemli olan hususlardan biri de, bahsedilen sınırların, sadece askerî düşüncelerle çizilmediğinin, millî sınırlar olarak tespit edildiğinin vurgulanmasıdır. Ama bu millî sınırlar içinde, Türkler'in yanısıra, başka İslâm unsurlarının yaşadığı kaydedilmektedir. Bunlar ise ortak geçmişi olan kardeş milletler olarak telâkki edilmektedir. Buradaki Türk ve diğer unsurların yaşadığı yerlerin millî sınırlar içinde yer aldığı, millî birlik ve beraberlik ruhu içinde "vatan" oluşturduğu ve ülkemizin ayrılmaz bir parçasını teşkil ettiği belirtilmektedir. Ayrıca Atatürk, ülkenin bölünmezliğiyle millî birlik ve beraberlik konusuna değinirken son derece hassasiyetle durmaktadır.
Atatürk kendi el yazısıyla yazdığı belgede:
"Bugünkü Türk milletinin siyasî ve toplumsal yapısı içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hâtta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır. Fakat mazinin baskıcı devirlerinin ürünü olan bu yanlış isimlendirmeler birkaç düşman âleti, mürteci beyinsizden başka hiçbir millet ferdi üzerinde üzüntüden başka bir durum meydana getirmemiştir. Çünkü, bu milletlerin bireylerided tüm Türk toplumu gibi aynı müşterek maziye, tarihe, ahlâka, hukuka sahip bulunuyorlar."
sözleriyle, Türk milletini parçalamak ve ayrı gruplara bölmek amacıyla vatandaşlarımıza Kürt, Çerkez, Laz, Boşnak gibi farklı milletler oldukları tarzında fikirlerin aşılanmaya çalışıldığını, bu propaganda ve yanlış isimlendirmeleri düşman vasıtası olan bazı mürteci ve beyinsizlerin benimseyerek yürüttüğünü, bunun ise ortak geçmişe, kültüre, adet ve geleneklere sahip olan milletimizi rahatsız etmekle birlikte başarıya ulaşmadığını ve bu bolücü düşünceleri sadece düşmana hizmet edenlerle beyinsizlerin benimsediğini belirtmiştir 16
Halkımızı doğduğu veya yaşadığı bölgelere göre ayırmaya ve millî birlik ile beraberliğimizi zayıflatmaya yönelik faaliyetlere de karşıdır. Bu konuyla ilgili:
"Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlâtları, hep aynı cevherin damarlarıdır." 17
diyerek ülkemizin farklı bölgelerinde yaşayan vatandaşlarımızın aynı kökten geldiklerini ve aynı soylu milletin kollarını teşkil ettiklerini açık bir şekilde dile getirmiştir.
Mustafa Kemal'in, diğer bir ifadesinde de:
"...Yabancıların teşvikiyle veyahut ekmeğini yediği toprağa nankörlük ederek millî varlığımızı zedelemek, bozmak teşebbüslerinde bulunacakların fenalıklarına set çekmek, pek tabiî ve zarurîdir. Bugün en büyük, en kuvvetli ve en medenî milletlerin bu gibi meselelerde bize nispetle pek sert ve zorlayıcı muamelelere teşebbüs etmekte olduğu herkesçe bilinmektedir." [18]
diyerek ihanette bulunanlara, ülke bütünlüğümüzü parçalamaya, millî birlik ve beraberliğimizi bozmaya veya başka zararlı faaliyetlerde bulunmaya teşebbüs edenlere katiyetle müsaade edilmemesinin gerektiğini önemle vurgulamaktadır. Ayrıca gelişmiş ülkelerle medenî milletlerin, bu gibi meselelerde çok sert tedbirlere başvurduklarının herkesçe bilindiğine dikkat çekmektir.
Verdiğimiz bu örnekler dahi, Atatürk'ün, Misak-ı Milî sınırlarımız içinde milletimizle memleketimizin bir bütün olarak ele alınması gerektiğini vurgulaması açısından önemlidir. Burada, bölge ayrımı yapılmamaktadır. Ayrıca doğu, güneydoğu ve güney bölgelerimizi Anavatanımızın diğer yerlerinden ayıracak bir statünün oluşturulmasından, federal bir sistemin tesis edilmesinden veya bütünlüğü, birliği, beraberliği zedeleyecek herhangi başka bir idare tarzının kurulmasından da söz edilmemektedir. Tam tersine birlik-beraberlik ruhu içinde, Misak-ı Millî sınırlarını kapsayan, bölünmez, üniter bir Türk Devleti'nin varlığını sonsuza kadar devam ettirmesi öngörülmektedir.
21 Mart 1923 tarihinde, Adana Türk Ocağı'nda düzenlenen bir toplantıda, Mustafa Kemal Paşa yaptığı konuşmada ülkemizin genel durumu, iç ile dış tehlikelerden, özellikle bazı unsurların Türk toprakları üzerindeki iddialarından bahsederken:
"...Memleketiniz sizindir, Türklerindir..."
"Bu memleket tarihte Türktü, halde Türktür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır." [19]
diyerek ülkemizin, geçmişte, olduğu gibi, gelecekte de, kısacası her zaman Türk vatanı kalacağını açıkça vurgulamaktadır.
Pof.Dr.Tahsin Banguoğlu, yaptığı araştırmalarda, Mustafa Kemal Paşa'nın resmî beyanları dışında, güney ve doğu sınırlarımızdaki Misâk-ı Millî'nin hedeflerini gösteren iki belgenin varlığından bahsetmektedir. Bunlardan birincisi TBMM'nin açılışından sonra, Tayfur (Sökmen) Bey'in Mustafa Kemal'e gönderdiği mektup ve aldığı cevaptır. Tayfur Sökmen Bey mektubunda Hatay'la ilgili:
"Sancak Millî Misâk'a dahil midir?" sorusunu sormaktadır.
Mustafa Kemal Paşa ise bu soru i telgrafla, tartışma yapılamayan ve kesin bir anlam taşıyan şu önemli cevabı vermiştir:
"Türklerin yaşadığı her yer Millî Misâk'a dahildir." [20] Aynı tarihlerde kendisine Berlin'den mektuplar yazan Talat Paşa'ya verdiği bir cevap da ikinci belgeyi teşkil eder. Burada Mustafa Kemal Paşa sınırlarımızdan bahsederken:
"Türkçe ve Kürtçe konuşulan bütün vilâyetlerimiz bizim olacaktır"
demektedir [21].
Çünkü O'na göre Türkçe ve Kürtçe konuşan bütün boylar aynı milleti teşkil etmektedir. Bunlar da aynı devletin içinde yer almalıdır. Nitekim, 1923 Lozan Konferansı sırasında, Anadolu Türklüğü'nü parçalamayı hedef alan Batılı diplomatların görüşleri karşısında İsmet İnönü:
"Kürt halkının, İran kökenli olduğu öne sürülmüştür. Oysa bu iddiayı Kürtlerin Turan kökenli olduğunu kabul eden Encyclopedia Britannica yalanlamaktadır. Zaten Anadolu'yu tanıyanlar bilirler ki, gerek töre, gerek gelenek ve görenek bakımından Kürtler hiçbir yönden Türklerden farklı değillerdir." [22]
sözleriyle Türk Heyeti adına, Türk-Kürt ayrımını reddetmiştir. Zaten Lozan'da, Kürtlerin, Türkler'den ayrı bir unsur olmadığı kabul edilmiştir. Dolayısıyla Lozan Antlaşması'yla bu vatandaşlarımız azınlıklar grubuna dahil edilmemiştir. Bu yüzden son yıllarda yabancı güçlerin ve ülkemizdeki bazı çevrelerin ayrı bir millet yaratma çabaları hem ilmî esaslara, hem de milletlerarası antlaşmalara dayanmamaktadır. Tamamen Türkiye'yi zayıflatmaya, bölmeye ve Sevr Antlaşması'nı gerçekleştirmeye yönelik emperyalist devletlerin amaçları doğrultusunda yürütülen planlı faaliyetler zincirinin halkalarından birini teşkil etmektedir.
Amaçlanan ve Gerçekleşen Milli Sınırlar:
Batılıların desteğindeki Yunanistan'ın mağlup olması sonucunda, 11 Ekim 1922 tarihinde, Mudanya Mütarekesi imzalanmıştır. Bunu takiben (20 Kasım 1922'de) Lozan Barış görüşmeleri başlamıştır. Lozan'da Türkiye'nin hareket noktası Misâk-ı Millî'ydi. Misâk-ı Millî sınırları dahilinde ise, başta Boğazlar hakimiyeti, Batı Trakya, Ege Adaları, Hatay, Musul Vilâyeti, Elviye-i Selâse'nin ülkemize dahil edilmesi ve iktisadî bağımsızlığın sağlanması yer almaktaydı. Yani Türklerin çoğunlukta bulunduğu yerlerde, her bakımdan bağımsız bir Türk Devleti'nin kurulması amaçlanmıştır. Zaten Türkiye bunu aşan bir talepte de bulunmamıştır. Fakat Müttefikler, 1914'ten önce terkedilen yerleri bu konferansta görüşmeye yanaşmamışlardır. Onlar, I. Dünya Savaşı'nın mağlubu olan bir Türkiye ile müzakerelerini sürdürme ısrarında idiler.
Müttefikler, Osmanlı Devleti üzerindeki iktisadî, malî vd. imtiyazlarından çok zor vazgeçmişlerdir. Yeni Türkiye'nin sınırları konusunda ise Mudanya Mütarekesi sınırlarını savunarak geri çekilmek istememişler, Boğazlar üzerindeki fiilî hakimiyetlerinden vazgeçmemişler, Hatay ve Musul Vilâyeti gibi yerleri vermeye yanaşmamışlardır. Bu yüzden 24 Temmuz 1923'te Lozan Barış Antlaşması'yla Misâk-ı Millî'de öngörülen hususların tamamı gerçekleşmemiştir. Bununla birlikte, Lozan'da elde edilen neticeler asla küçümsenemez. Çünkü o günkü siyasî şartları, milletimizin durumunu, devletimizin askerî gücünü, malî ve iktisadî yapısını gözönünde bulundurduğumuzda elde edilen neticeler gerçekten inanılmazdır. Ordusuyla bütünleşen Türk milleti, büyük fedakârlıkla verdiği mücadele sonucunda, yüzyıllardan beri yarı sömürge haline gelen devletlerinin millî sınırları içindeki istiklâlini kurtarmayı başarmıştır. Lozan'la birlikte tam bağımsız yeni bir Türk devleti kurulmuştur.
Ancak Atatürk'ün, Lozan'da elde edilen sonuçlardan ne derecede memnun olduğunu belirtmek hayli zordur. Atatürk, burada ülkemizin sınırlarıyla ilgili alınan kararları Misâk-ı Millî ve millî menfaatler doğrultusunda değiştirmeyi düşündüğü de bir gerçektir. Nitekim Amerikalı General Mc. Arthur'un, "Hatıralarında", "Büyük devlet adamlarından biri" olarak tanıdığını ifade ettiği Atatürk'le 1933'te Ankara'da yaptığı bir mülâkat buna örnektir.
Mülâkatta şöyle denilmektedir:
"Atatürk, Ankara'daki karşılaşmamızda bana: "Almanya'ya dikkat edin, eğer diğer devletler akıllı davranmazlarsa bu haliyle Almanya ikiye bölünecek ve bundan en fazla Rusya kazançlı çıkacak." dedi.
"Sizin Türkiye'nin geleceği hakkında tasavvurlarınız nedir?" diye sorduğumda ise:
"Allah nasip eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük, ve Adalar'ı geri alacağım. Selânik de dahil Batı Trakya'yı Türkiye hudutları içine katacağım." cevabını verdi." [23]
Buradan da, Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın, Misâk-ı Millî'den vazgeçmediğini, hedefe ulaşmak için ise uygun bir ortamın meydana gelmesini beklediğini görüyoruz. Bu arada Atatürk'ün bir maceraperest olmadığını vurgulamak gereklidir. O, büyük devletlerle komşularımızın iktisadî, malî, askerî güçleriyle takip edecekleri politikaları ve Türkiye'nin durumunu göz önünde bulundurarak dış politikamızı tespit etmiş ve uygulamıştır. Bu yüzden Misâk-ı Millî'yi gerçekleştirmek için ihtiyaç duyulan şartların oluşmasını beklemiştir. Bunun örneğini ise Boğazlar ve Hatay meselelerinde görmemiz mümkündür.
Hayatı boyunca Misâk-ı Millî'nin hedeflerini gerçekleştirmek isteyen Atatürk, II. Dünya Savaşı öncesinde, Avrupa devletleri arasında meydana gelen gergin ortamdan istifade ederek, Boğazlar konusunu 1933 yılından itibaren milletlerarası platformdaki gündemlere yeniden getirmeye başlamıştır. Sonuçta 20 Temmuz 1936'da imzalanan Montreux Boğazlar Sözleşmesi'yle, Lozan'da Boğazlar'a konulan bütün sınırlamalar kaldırılmış ve Türkiye'nin bölge üzerindeki hakimiyeti kabul edilmiştir [24].
Atatürk, Boğazlar konusundan hemen sonra, Misâk-ı Millî sınırlarımız dahilinde bulunan Hatay'la da yakından ilgilenerek meseleyi millî menfaatlerimiz doğrultusunda çözmeye çaba harcamıştır. Hatay meselesi, Atatürk'ün kararlı tutumu, ileri görüşlülüğü ve barışçı formülleri çerçevesinde, savaşa lüzum kalmadan, 1938'de Milletler Cemiyeti'nin gözetimi altında yapılan halk oylaması sonucunda, Hataylıların Suriye ve Fransa idaresini reddetmesi, 2 Eylül 1938'de toplanan Hatay Millet Meclisi'nce bağımsız Hatay Türk Devleti'nin kurulduğunun ilân edilmesi ve 23 Haziran 1939'da Hatay Meclisi'nin Türkiye'ye katılma kararı vermesi tarzında aşamalı olarak çözümlenmiştir [25].
Bu suretle Atatürk, kısa ömrünün son yıllarında, Misâk-ı Millî'nin Lozan'da kabul ettiremediğimiz iki maddesini gerçekleştirmiştir. Söz konusu gelişme ise, dirayetli, kararlı, ileri görüşlü bir lider ile güçlü bir devletin barış yoluyla millî hedeflerine ulaşabileceğini açıkça göstermektedir. Ancak, Atatürk'ün yukarıdaki ifadeleri, direktifleri ve icraatları yanlış anlaşılmamalıdır. O, katiyetle irredandist, saldırgan ve emperyalist bir düşünceye sahip değildir. Atatürk'ün sınırlarla ilgili sözlerini ve hedeflerini zamanın şartları ve imkânları çerçevesinde değerlendirmemiz gerekir. Atatürk'ün belirlediği bu millî hedef, XIX ve XX. yüzyıllarda, Türk devletinin zayıflığından istifade edilerek zorla, haksız yere, işgal edilen vatan topraklarıyla esaret altına alınan soydaşlarımızın kurtarılması olarak algılanmalı ve Türk milletinin kendi haklarını meşru müdâfaa çerçevesinde savunması olarak düşünülmelidir.
Alıntı: