Akio Morito, günümüz devlerinden Sony'in kurucusu. Hayatı çalışmak ve üretmek ile geçen bu insanın hayatını, başarı öyküsünü ve yaşadıklarını okumak, bizlere çok faydalı olacaktır düşüncesindeyim[.ed].
Akio Morito, saki (pirinç rakısı) yapıp satan taşralı bir ailenin mensubudur ama o meşrubata, müskirata değil de fiziğe kimyaya merak salar. 2. Cihan Harbinin sürdüğü, Japonya’nın cayır cayır yandığı yıllarda Osaka’ya gidip eğitimini tamamlar. Arkadaşı Masaru İbuka ile birlikte Tokyo’ya gelir, “Tsuşin Kogyo Kabuşiki Kaişa” adlı bir şirket kurarlar (1946). Sermayeleri gülünç denecek kadar azdır ama hayallerini büyük tutarlar. Bir süre cihaz tamiratıyla filan uğraşır, nihayet üretime başlarlar.
İlk ürünleri “bir pilav pişirme makinesi” olur, lâkin kahrolmayasıca aşçılar kazanlarını kepçelerini bırakmaya yanaşmazlar. Doğrusu insanlar alışkanlıklarından kolay kolay caymaz ama “eğlence” dendi mi ellerini ceplerine atarlar.
Akio bu inceliği iyi yakalar. Bütün parasını (tam 25 bin dolar) transistör patentine harcar ve bu yenilik sayesinde batarya ile (pille) çalışabilen cep radyoları yapar. Vatandaşı sandık iriliğindeki lambalı radyolardan, çamaşır ipini andıran antenlerden kurtarırlar.
Teyp başa bela
Ardından Japonya’nın ilk teybini üretir ama pazarlamakta çok zorlanırlar. Evet ses alan bir cihazı herkes eğlenceli bulur ama iş para vermeye gelince toz olurlar. Akio kolay teslim olmaz, bıkıp usanmadan bürolara girer çıkar, belediyelerin, üniversitelerin kapısını çalar. Tam ümitsizliğe kapılıyordur ki mahkemelerden iş çıkmaya başlar. Öyle ya ifade alıp dosyalamaktansa sanık ve şahitlerin seslerini kaydetmeyi daha mantıklı bulurlar. Bu arada kolej muallimleri aleti lisan derslerinde dener ve gayet memnun kalırlar.
Tabii bütün bunlar bir tesisi ayakta tutmaya yetmez, ister istemez uluslar arası sulara açılır ve “dış ticaret” gibi bir hengamenin içine dalarlar.
Akio artık bir yol ayırımına geldiklerini hisseder, üretimi İbuko’ya bırakır, kendi satış taktikleri üzerinde kafa yorar. Avrupa’yı, Amerika’yı şehir şehir turlar, öncelikle Batı dünyasında yer edinmeye bakar. Takdir edersiniz ki bir ürün ne kadar kaliteli olursa olsun “Tsuşin Kogyo Kabuşiki Kaişa” gibi bir isim taşıyorsa şansı olmaz. Hal böyle olunca firmaya “Sony” gibi kulağa hoş gelen bir isim takar, bir şekilde Latince sonus (ses) kelimesine atıfta bulunurlar.
Kağıttan şemsiye
Akio rakiplerini dikkatle izler, mesela bir keresinde turist kafilesine katılıp saf rollerinde Philips fabrikasını gezer, tabiri caizse casusluk yapar. Doğrusu kendi atölyesi bunun yanında gecekondu kalır ama o bu farkı kapatmakta kararlıdır, yeise düşmez, aksine hırsı artar.
Kafile bir ara nehir kıyısındaki pastanelerden birinde mola verir, hepbirlikte dondurma alırlar. Garson kadehi andıran kasenin üzerine Japon malı bir kağıt şemsiye saplar. Boşları toplarken “şemsiyeleri beğendimiz mi” diye sorar, cevabı beklemez bile “Japonlar başka ne yapabilirler ki” der, aklınca laf sokar.
Doğrusu Akio da bu uyduruk ürünlerden utanç duyar. “Capon malı tapon malı” tekerlemesinin sıkça söylendiği yıllarda Sony ısrarla kaliteye oynar ve bu yaftadan kurtulmaya bakar. Bıkıp usanmadan teknoloji kovalar, patent ofisi gibi çalışırlar.
Sony, 60’lı yıllardan itibaren ABD pazarını zorlar, İsviçre üzerinden Avrupa’ya sızar. Hele Trinitron teknolojisi ile siyah-beyaz TV’lerin papucunu dama atınca önleri açılır, bu arada madde bağımlılığından kurtulur, kendi kimya fabrikalarını kurarlar.
Acımasız rekabet
Amerikalılar Sony’yi dava bombardımanına tutarak boğmaya kalkarlarsa da acımasız rekabet Akio’yu yıldıramaz. Adım adım ilerler, TV ekranlarını küçültür, renklendirir ve gün gelir ses-görüntü sistemlerinde liderliğe oynar. Transistörlü televizyonun ardından ilk video teybi de piyasaya sunar, Betamax, Betacam, V8 gibi video sistemleriyle kabuğunu kırar. Kameralar, kasetler, video okuyucularla kalmaz, montaj cihazlarına da yönelir ve pastadan pay alırlar.
Son yıllarda dijital sistemlere ve lazer teknolojisine yönelen firma kaset ve plak üreticisi CBS’i de alınca adeta tek kale maç yapar.
Mikro floppy diskler, CD oynatıcılar, amatör kameralar, playsteyşınlar, DVD’ler, Oto Müzik sistemleri derken Radyo ve TV Yayıncılığına el atarlar. Medikal görüntüleme, güvenlik kameraları, video konferanslar ve p***eksiyon cihazları üzerinde çalışır ve umduklarını fazlasıyla bulurlar.
Hasılı yola 20 kişiyle çıkan şirketin mensupları 100 bini aşar.
Walkman nesli
Akio Morita asla “bu bize yeter” demez, yaşına başına bakmadan yenilik kovalar. Ellerinde koca koca teypler taşıyan Almancılarla, metro istasyonlarında dans eden zencileri görünce kafasında bir ampul yanar. Cepte taşınacak bir müzik aleti yapmaya kalkar. Yürürken, koşarken, olmadı uzun yolculuklar için filan... Öyle ya torunları eve gelir gelmez müzik setine koşar, nefes bile almadan kaset takarlar.
Walkman ismi verilen alet sevimlidir, ancak beklendiği gibi talep bulmaz. Stoklar elde kalır, firmayı sıkıntı basar. Akio bütün çalışanlara birer cihaz dağıtır ve sağda, solda, çarşıda pazarda kullanmalarını arzular. Bu fikir işe yarar, gören özenir, gören özenir ve Virüs her yeri sarar. Ceket cebine sokulabilen “mini Hi-Fi” satış rekorları kırar.
Sony taklid edileceğinin farkındadır bu yüzden sürekli yenilik yapar, equalizer, mega bass ve dolby gibi sistemleri peyderpey uygular. Hasılı volkmenlerle turnayı gözünden vurur, kamyonla dolar kaldırırlar.
Bu alet gençlerin davranışlarını da bozar, otobüslerde tramvaylarda koltuklara kaykılır, baterinin ritmine ayak uydururlar. Ve gün gelir mp3’ler cüzdana bile sığar, kulaklıklar kulakta kaybolurlar. Zavallı yalnız çocuklar ya cep telefonlarıyla oynar, ya da volkmenlerine sığınırlar.
Made in Japan
Akio yetmiş yaşında bile köşesine çekilmez, ülkesini adım adım dolaşıp müteşebbislere gayret aşılar. Tecrübelerini “Made in Japan” adlı bir kitapta toplar.
Ünlü işadamı yanında çalışmak isteyen gençleri karşısına alır ve “burası kışla değil” der, “askere alınmadınız. Sony sizi çağırmadı Siz Sony’nin kapısını çaldınız. Ama pişman olmanızı da istemem, eğlenmeli, eğlendirmeli etrafınıza neşe saçmalısınız.”
Akio adamlarına asla karışmaz, “şunları yapın” “bunları yapmayın” demez, duvarları talimatlarla donatmaz. Ortaya bir şey koyanın elinden tutar. Mâlum teknoloji kadar renkler ve zevkler de değişir. Eğer çalışanlar mutluysa değişimi yakalar, yeni rüzgarlara yelken açarlar. Emir komuta zinciri ile değişim de gelişim de olmaz. Ona göre firmalar insan merkezli bir sistem kurmalı, kariyerli yöneticilerden ziyade en alttaki gençleri dikkate almalıdırlar.
Akio yazdığı gibi yaşar, bir bakarsınız dünyanın herhangi bir yerindeki Sony acentesini ziyaret eder, hediyeler dağıtır, şakalar yapar. Durgun bulduğu bir elemanına derdini sorar. Bir tek işçisinin bile somurtmasına tahammül edemez zira memnuniyetsizlik çığ gibi büyür, domino taşı etkisi yapar.
Yamota damaşi
Akio, hatadan hoşlanmaz ama “kim yaptı, ortaya çıksın” edalarıyla dolanıp müfettişliğe kalkmaz. Sistemdeki aksaklığı arar bulur ve çözmeye bakar. Akio’ya göre personel evlad gibidir, bir baba onları redederek cezalandıramaz. Bıçak kemiğe dayanmadıkça kimseyi işten atmaz.
Mâlum 1973-74 petrol krizinden sonra Japonya’da enflasyon tavan yapar. Bazı fabrikalar adam eksiltmek zorunda kalırlar. Ama işçiler bordrodan düşmelerine rağmen mesailerini aksatmaz, canla başla çalışırlar. Hatta eşleri bile gelip bahçe, mutfak işlerine omuz atarlar.
Akio’ya göre japonlar kalkınmayı iki büyülü söze borçludurlar. “Yamota damaşi” ve “Mottaynay”... (Millet ruhu ve israftan kaçmak)
Sony çalışanları emekli olunca da işlerine uğrar, gençlere tecrübelerini aktarırlar. İşte bu dayanışma Japonya’yı Japonya yapar.
Akio parasını yatlara katlara harcamaz, işçisinden farklı yaşamaz. Onun için bir pırlanta kolye leblebi çekirdek parasıdır ama eşine asla böyle bir hediye almaz. Yöneticiliği diktatörlük gibi görmez ve idarecilikte gururlanacak bir yan bulamaz. Savaş döneminde çektikleri sıkıntıları daima hatırında tutar.
Paslaş paylaş...
Son yıllarda “diğerlerine benzemez” sloganı ile yeni bir yapılanmaya giren Sony, asla “yalnız ada” olmaz, başka firmalarla da el sıkışır, paslaşma ve paylaşma şansı arar... Yoksa bu global ekonomi alayını yutar. 1988 yılında CBS’i, 1989 yılında Columbia Pictures’ı, 2004’te Avrupalı müzik devi BMG’yi ve aynı yıl MGM’yi satın alarak eğlence ve gösteri dünyasına da demir atar. Ericsson ile mobil cihaz yapar..
Özetlersek; Sony sosyolojik bir vakıa olur, orta sınıfın hayat tarzına müdahale eder. Saldırgan pazarlama ağı ile hepimize ulaşır ve nasıl eğleneceğimizi o planlar.
Time dergisinin seçtiği “20. Yüzyılın En Etkili 20 İşadamı” arasında, ABD’li olmayan tek kişi Akio Morita’dır... Onu ister istemez Henry Ford, Walt Disney ve Bill Gates’in yanına yakıştırırlar.
Düşünün bir zamanlar Avrupalı garsonun aşağıladığı adam, 30 milyar dolarlık cirosu ile devletlere fark atar.
Hisse senedi mi poker fişi mi?
Akio, ABD ekonomisini sağlıklı bulmaz. Yatırımı avukatlara yapan Amerikan firmalarını, mühendislerin gücüyle tuşlar. Conyler sözleşmelerdeki mıştırıklı ifadelerle uğraşırken, o kaliteye ve yeniliğe oynar. Nitekim Harvard Üniversitesinde yaptığı bir konuşmada “Çok avukatınız var ve onlar kendilerine iş arıyorlar” der, “ABD’de herkes birbirini mahkemeye veriyor. Bu nasıl ekonomi? İnsanlar tazminatla geçiniyorlar.” Akio Morita imalat sektörünü koyverip, hizmet sektörüne yönelen ABD firmalarını da ikaz eder.
“Hizmete dayanan bir ekonomi, kendisini sürükleyecek bir motora sahip değildir” der. “İmalatı olmayan bir ülke biter. Ama ne yazık ki tekeller iş yeri açmak yerine para piyasalarına oynuyor, örgütlü yağmadan, asalak faaliyetlerden medet umuyorlar. Terlemeden, yorulmadan ve risk almadan kazanıyor, hayatlarını döviz kurlarını gösteren bir monitörün karşısında kamburlaşarak geçiriyorlar. Mal üretmiyor, fikir üretmiyorlar ama Londra, New York ve Tokyo borsaları her gün 200 milyar dolarlık işlem yapıyor. Bu meblağ bir günde alınıp satılan gerçek malların değerini aşıyor. Poker fişi kovalamak hoşlarına gidebilir ama kazan daireleri su alıyor.
Akio Morito, saki (pirinç rakısı) yapıp satan taşralı bir ailenin mensubudur ama o meşrubata, müskirata değil de fiziğe kimyaya merak salar. 2. Cihan Harbinin sürdüğü, Japonya’nın cayır cayır yandığı yıllarda Osaka’ya gidip eğitimini tamamlar. Arkadaşı Masaru İbuka ile birlikte Tokyo’ya gelir, “Tsuşin Kogyo Kabuşiki Kaişa” adlı bir şirket kurarlar (1946). Sermayeleri gülünç denecek kadar azdır ama hayallerini büyük tutarlar. Bir süre cihaz tamiratıyla filan uğraşır, nihayet üretime başlarlar.
İlk ürünleri “bir pilav pişirme makinesi” olur, lâkin kahrolmayasıca aşçılar kazanlarını kepçelerini bırakmaya yanaşmazlar. Doğrusu insanlar alışkanlıklarından kolay kolay caymaz ama “eğlence” dendi mi ellerini ceplerine atarlar.
Akio bu inceliği iyi yakalar. Bütün parasını (tam 25 bin dolar) transistör patentine harcar ve bu yenilik sayesinde batarya ile (pille) çalışabilen cep radyoları yapar. Vatandaşı sandık iriliğindeki lambalı radyolardan, çamaşır ipini andıran antenlerden kurtarırlar.
Teyp başa bela
Ardından Japonya’nın ilk teybini üretir ama pazarlamakta çok zorlanırlar. Evet ses alan bir cihazı herkes eğlenceli bulur ama iş para vermeye gelince toz olurlar. Akio kolay teslim olmaz, bıkıp usanmadan bürolara girer çıkar, belediyelerin, üniversitelerin kapısını çalar. Tam ümitsizliğe kapılıyordur ki mahkemelerden iş çıkmaya başlar. Öyle ya ifade alıp dosyalamaktansa sanık ve şahitlerin seslerini kaydetmeyi daha mantıklı bulurlar. Bu arada kolej muallimleri aleti lisan derslerinde dener ve gayet memnun kalırlar.
Tabii bütün bunlar bir tesisi ayakta tutmaya yetmez, ister istemez uluslar arası sulara açılır ve “dış ticaret” gibi bir hengamenin içine dalarlar.
Akio artık bir yol ayırımına geldiklerini hisseder, üretimi İbuko’ya bırakır, kendi satış taktikleri üzerinde kafa yorar. Avrupa’yı, Amerika’yı şehir şehir turlar, öncelikle Batı dünyasında yer edinmeye bakar. Takdir edersiniz ki bir ürün ne kadar kaliteli olursa olsun “Tsuşin Kogyo Kabuşiki Kaişa” gibi bir isim taşıyorsa şansı olmaz. Hal böyle olunca firmaya “Sony” gibi kulağa hoş gelen bir isim takar, bir şekilde Latince sonus (ses) kelimesine atıfta bulunurlar.
Kağıttan şemsiye
Akio rakiplerini dikkatle izler, mesela bir keresinde turist kafilesine katılıp saf rollerinde Philips fabrikasını gezer, tabiri caizse casusluk yapar. Doğrusu kendi atölyesi bunun yanında gecekondu kalır ama o bu farkı kapatmakta kararlıdır, yeise düşmez, aksine hırsı artar.
Kafile bir ara nehir kıyısındaki pastanelerden birinde mola verir, hepbirlikte dondurma alırlar. Garson kadehi andıran kasenin üzerine Japon malı bir kağıt şemsiye saplar. Boşları toplarken “şemsiyeleri beğendimiz mi” diye sorar, cevabı beklemez bile “Japonlar başka ne yapabilirler ki” der, aklınca laf sokar.
Doğrusu Akio da bu uyduruk ürünlerden utanç duyar. “Capon malı tapon malı” tekerlemesinin sıkça söylendiği yıllarda Sony ısrarla kaliteye oynar ve bu yaftadan kurtulmaya bakar. Bıkıp usanmadan teknoloji kovalar, patent ofisi gibi çalışırlar.
Sony, 60’lı yıllardan itibaren ABD pazarını zorlar, İsviçre üzerinden Avrupa’ya sızar. Hele Trinitron teknolojisi ile siyah-beyaz TV’lerin papucunu dama atınca önleri açılır, bu arada madde bağımlılığından kurtulur, kendi kimya fabrikalarını kurarlar.
Acımasız rekabet
Amerikalılar Sony’yi dava bombardımanına tutarak boğmaya kalkarlarsa da acımasız rekabet Akio’yu yıldıramaz. Adım adım ilerler, TV ekranlarını küçültür, renklendirir ve gün gelir ses-görüntü sistemlerinde liderliğe oynar. Transistörlü televizyonun ardından ilk video teybi de piyasaya sunar, Betamax, Betacam, V8 gibi video sistemleriyle kabuğunu kırar. Kameralar, kasetler, video okuyucularla kalmaz, montaj cihazlarına da yönelir ve pastadan pay alırlar.
Son yıllarda dijital sistemlere ve lazer teknolojisine yönelen firma kaset ve plak üreticisi CBS’i de alınca adeta tek kale maç yapar.
Mikro floppy diskler, CD oynatıcılar, amatör kameralar, playsteyşınlar, DVD’ler, Oto Müzik sistemleri derken Radyo ve TV Yayıncılığına el atarlar. Medikal görüntüleme, güvenlik kameraları, video konferanslar ve p***eksiyon cihazları üzerinde çalışır ve umduklarını fazlasıyla bulurlar.
Hasılı yola 20 kişiyle çıkan şirketin mensupları 100 bini aşar.
Walkman nesli
Akio Morita asla “bu bize yeter” demez, yaşına başına bakmadan yenilik kovalar. Ellerinde koca koca teypler taşıyan Almancılarla, metro istasyonlarında dans eden zencileri görünce kafasında bir ampul yanar. Cepte taşınacak bir müzik aleti yapmaya kalkar. Yürürken, koşarken, olmadı uzun yolculuklar için filan... Öyle ya torunları eve gelir gelmez müzik setine koşar, nefes bile almadan kaset takarlar.
Walkman ismi verilen alet sevimlidir, ancak beklendiği gibi talep bulmaz. Stoklar elde kalır, firmayı sıkıntı basar. Akio bütün çalışanlara birer cihaz dağıtır ve sağda, solda, çarşıda pazarda kullanmalarını arzular. Bu fikir işe yarar, gören özenir, gören özenir ve Virüs her yeri sarar. Ceket cebine sokulabilen “mini Hi-Fi” satış rekorları kırar.
Sony taklid edileceğinin farkındadır bu yüzden sürekli yenilik yapar, equalizer, mega bass ve dolby gibi sistemleri peyderpey uygular. Hasılı volkmenlerle turnayı gözünden vurur, kamyonla dolar kaldırırlar.
Bu alet gençlerin davranışlarını da bozar, otobüslerde tramvaylarda koltuklara kaykılır, baterinin ritmine ayak uydururlar. Ve gün gelir mp3’ler cüzdana bile sığar, kulaklıklar kulakta kaybolurlar. Zavallı yalnız çocuklar ya cep telefonlarıyla oynar, ya da volkmenlerine sığınırlar.
Made in Japan
Akio yetmiş yaşında bile köşesine çekilmez, ülkesini adım adım dolaşıp müteşebbislere gayret aşılar. Tecrübelerini “Made in Japan” adlı bir kitapta toplar.
Ünlü işadamı yanında çalışmak isteyen gençleri karşısına alır ve “burası kışla değil” der, “askere alınmadınız. Sony sizi çağırmadı Siz Sony’nin kapısını çaldınız. Ama pişman olmanızı da istemem, eğlenmeli, eğlendirmeli etrafınıza neşe saçmalısınız.”
Akio adamlarına asla karışmaz, “şunları yapın” “bunları yapmayın” demez, duvarları talimatlarla donatmaz. Ortaya bir şey koyanın elinden tutar. Mâlum teknoloji kadar renkler ve zevkler de değişir. Eğer çalışanlar mutluysa değişimi yakalar, yeni rüzgarlara yelken açarlar. Emir komuta zinciri ile değişim de gelişim de olmaz. Ona göre firmalar insan merkezli bir sistem kurmalı, kariyerli yöneticilerden ziyade en alttaki gençleri dikkate almalıdırlar.
Akio yazdığı gibi yaşar, bir bakarsınız dünyanın herhangi bir yerindeki Sony acentesini ziyaret eder, hediyeler dağıtır, şakalar yapar. Durgun bulduğu bir elemanına derdini sorar. Bir tek işçisinin bile somurtmasına tahammül edemez zira memnuniyetsizlik çığ gibi büyür, domino taşı etkisi yapar.
Yamota damaşi
Akio, hatadan hoşlanmaz ama “kim yaptı, ortaya çıksın” edalarıyla dolanıp müfettişliğe kalkmaz. Sistemdeki aksaklığı arar bulur ve çözmeye bakar. Akio’ya göre personel evlad gibidir, bir baba onları redederek cezalandıramaz. Bıçak kemiğe dayanmadıkça kimseyi işten atmaz.
Mâlum 1973-74 petrol krizinden sonra Japonya’da enflasyon tavan yapar. Bazı fabrikalar adam eksiltmek zorunda kalırlar. Ama işçiler bordrodan düşmelerine rağmen mesailerini aksatmaz, canla başla çalışırlar. Hatta eşleri bile gelip bahçe, mutfak işlerine omuz atarlar.
Akio’ya göre japonlar kalkınmayı iki büyülü söze borçludurlar. “Yamota damaşi” ve “Mottaynay”... (Millet ruhu ve israftan kaçmak)
Sony çalışanları emekli olunca da işlerine uğrar, gençlere tecrübelerini aktarırlar. İşte bu dayanışma Japonya’yı Japonya yapar.
Akio parasını yatlara katlara harcamaz, işçisinden farklı yaşamaz. Onun için bir pırlanta kolye leblebi çekirdek parasıdır ama eşine asla böyle bir hediye almaz. Yöneticiliği diktatörlük gibi görmez ve idarecilikte gururlanacak bir yan bulamaz. Savaş döneminde çektikleri sıkıntıları daima hatırında tutar.
Paslaş paylaş...
Son yıllarda “diğerlerine benzemez” sloganı ile yeni bir yapılanmaya giren Sony, asla “yalnız ada” olmaz, başka firmalarla da el sıkışır, paslaşma ve paylaşma şansı arar... Yoksa bu global ekonomi alayını yutar. 1988 yılında CBS’i, 1989 yılında Columbia Pictures’ı, 2004’te Avrupalı müzik devi BMG’yi ve aynı yıl MGM’yi satın alarak eğlence ve gösteri dünyasına da demir atar. Ericsson ile mobil cihaz yapar..
Özetlersek; Sony sosyolojik bir vakıa olur, orta sınıfın hayat tarzına müdahale eder. Saldırgan pazarlama ağı ile hepimize ulaşır ve nasıl eğleneceğimizi o planlar.
Time dergisinin seçtiği “20. Yüzyılın En Etkili 20 İşadamı” arasında, ABD’li olmayan tek kişi Akio Morita’dır... Onu ister istemez Henry Ford, Walt Disney ve Bill Gates’in yanına yakıştırırlar.
Düşünün bir zamanlar Avrupalı garsonun aşağıladığı adam, 30 milyar dolarlık cirosu ile devletlere fark atar.
Hisse senedi mi poker fişi mi?
Akio, ABD ekonomisini sağlıklı bulmaz. Yatırımı avukatlara yapan Amerikan firmalarını, mühendislerin gücüyle tuşlar. Conyler sözleşmelerdeki mıştırıklı ifadelerle uğraşırken, o kaliteye ve yeniliğe oynar. Nitekim Harvard Üniversitesinde yaptığı bir konuşmada “Çok avukatınız var ve onlar kendilerine iş arıyorlar” der, “ABD’de herkes birbirini mahkemeye veriyor. Bu nasıl ekonomi? İnsanlar tazminatla geçiniyorlar.” Akio Morita imalat sektörünü koyverip, hizmet sektörüne yönelen ABD firmalarını da ikaz eder.
“Hizmete dayanan bir ekonomi, kendisini sürükleyecek bir motora sahip değildir” der. “İmalatı olmayan bir ülke biter. Ama ne yazık ki tekeller iş yeri açmak yerine para piyasalarına oynuyor, örgütlü yağmadan, asalak faaliyetlerden medet umuyorlar. Terlemeden, yorulmadan ve risk almadan kazanıyor, hayatlarını döviz kurlarını gösteren bir monitörün karşısında kamburlaşarak geçiriyorlar. Mal üretmiyor, fikir üretmiyorlar ama Londra, New York ve Tokyo borsaları her gün 200 milyar dolarlık işlem yapıyor. Bu meblağ bir günde alınıp satılan gerçek malların değerini aşıyor. Poker fişi kovalamak hoşlarına gidebilir ama kazan daireleri su alıyor.
Yorum