ultrAslan kuruluşu

Kapat
X
 
  • Zaman
  • Gösterim
Clear All
yeni mesajlar
  • rap-34
    Junior Member
    • 03-08-2006
    • 3

    ultrAslan kuruluşu

    Aralık 2000 ayının sonlarında, telefonla gelen bir davete katılmak için Taksim'e, Ceylan Intercontinantel Oteli'nin toplantı salonuna doğru yola çıkarken böyle bir oluşumun ilk nüvesinin atılacağı bir sürecin başlayacağını elbette bilmiyorduk...

    Toplantı salonunda, ismen davet edilmiş 63 kişi vardı. İyi giyimli, orta yaş kuşağı Galatasaraylılar bir yandan açık büfe kahvaltıda bir şeyler atıştırarak sohbet ediyor, bir yandan da standda kurulmuş bazı grafik çalışmaları gözden geçiriyordu...

    Bu toplantı nereden çıkmıştı? Kimler Galatasaray tribünlerinin önde gelen isimlerini buraya toplamayı akıl etmişti? Ve en önemlisi, bu toplantı neden yapılıyordu?

    Salonun ucuna kurulmuş kürsüde 9 kişi vardı. Bunlardan ikisiyle toplantıdan önceki günlerde tanışmış ve bir yemek yemiştik. Bana bu oluşumun nedenlerini anlatmışlar ve birbirimizi yakından tanımıştık. Açıkçası, Galatasaray tribünlerinin "eskilerinden" sayılmazdım. İstanbul'a Ankara'dan geleli daha 15 yıl olmuştu! Yıllarca, kapalı bir arkadaş çevremle sessiz sedasız Kapalı'ya, maçlarıma gider gelirdim. Kendimize biz de bir grup kurmuş, adını da GSDP (Galatasaray'lılar Düşünce Platformu) koymuştuk. Epey kalabalık bir e-mail listemiz vardı (hâlâ var). Daha çok dergi-kitap-çeviri-yazı-çizi faaliyetleriyle uğraşıyorduk ama tribünlere de, özellikle kendi ellerimizle hazırladığımız "sopalı pankart"larla (Fenerbahçe maçında) bir renk getirdiğimize inanıyorduk (dergi de bu grubun öncülüğünün eseridir zaten)...

    Kapalı tribün, bu stada ilk adımımı attığım 1986 yılından bu yana, benim için bir mitti. Bizim grup gibi, birçok farklı arkadaş grubu tribünlerde yer alır, herkes kendine göre takımını desteklerdi. Kimisi bağırır, kimisi pankart yaptırır, kimisi maçtan önce toplanarak geyik yapmaktan, sohbet etmekten hoşlanır... Birbirimizi sima olarak elbette tanırdık ama genellikle konuşmazdık; belki simadan tanımanın getirdiği selamlaşmalar, ama hepsi o kadar... Herkesin yeri bellidir, arkadaşları da bellidir. Orada herkes Galatasaray için vardır. Birbirimizi tanımasak da olur düşüncesi... Bizim grup gibi diğer gruplar da Kapalı'nın ortası denilen, sürekli bağıran grubun yer aldığı bölgeye uzaktı. Orada Galatasaray'ın amigoları bulunurdu. Tanımadığımız, bir efsane gibi, tedirgin ve çekingenlikle ismi telaffuz edilen isimlerin hakimiyetindeki Göbek... Birtakım isimleri duymuştum elbette... Örneğin Sebahattin'i... Ama onlardan hiçbirisiyle tanışmamıştım. Arkadaş grubumuz için Galatasaray maçlarına gelmek, her şeyden önce bir görev değil, bir keyifti. Evet, Galatasaray'ı gündelik hayatımızın içinde biz de dolu dolu yaşıyorduk elbette... Ama "oradakilerin", yani Kapalı'nın göbeğindekilerin Galatasaray'ı bizim gibi yaşadıklarini pek düşünmüyordum.

    Ayrıca sürekli bağırıyorlardı. Böyle bir "nefes gücü"ne sahip olmadığımız için ve daha da önemlisi bağırmanın dışında maçı da seyretmek istediğimiz için o grupla uyuşamazdık. İkincisi, bilmesek de, sezgi yoluyla bu "kemik grup"un, deplasmanlara da giden insanlar olarak, kulüp yönetimiyle yakın ilişkide olduklarını düşünüyorduk... Bu bize "ters" geliyordu... Bazen ortada hiçbir şey yokken, en kritik maçlarda birdenbire yönetim aleyhine bağırdıklarını duyardık (Juventus maçı). Takımın hayatî bir maçında böyle bir tavır, "dava"larını da bilmediğimiz için bizi iyice rahatsız ederdi. Ve diğer bir dolu etken... Farklı giyinişleri (sarı kırmızı hiçbir işaretleri yoktu!), bağırmayanlara karşı takındıkları sert tavırlar, futbol dışında hayatlarında hiçbir şey olmadığını düşündüren davranışlar vs...

    Ama işte o gün, karşımızdaki kürsüde yan yana dizilmiş olarak Kapalı'nın Gobeği'nin emektar elemanları oturuyordu. Ve son yılarda bizim de hissederek aramızda tartışmaya başladığımız "başarı yorgunluğu"nun olumsuz etkilerini bir sorun olarak bizimle paylaşmak istediklerini anlatıyorlardı.

    Açıkçası, Kapalı'nın ortası hakkında o zamana kadar bizim algıladıklarımızın sorgulanması için bu toplantının yapılmış olması bile yeterliydi!

    İlk önce bir video gösterisi yapıldı. Işıklar söndü ve salonda 63 kişi Galatasaray'ımızın 15 yıllık tarihini izlemeye başladık... Tribünleri seyrettik. Salkım saçak Kapalı'yı, kulakları titreten tezahüratları ve bütün gösteri boyunca salona yansıyan "heyecanı"...

    Evet, bu "heyecanı" biz yaşamıştık. Videoda gösterilen tribünlerde yer alan insanlar bizlerdik! O tezahüratı biz yapmıştık! O pankartları biz asmıştık! O delice heyecanı ve coşkuyu biz duymuştuk! Ama yıllar geçmiş, biz yaşlanmıştık. Peki, ama o coşkuya ne olmuştu? Oysa ki 10 yıl once, Galatasaray, bugünleri hayal bile edemeyeceğimiz kadar sportif olarak gerideydi. Biz başarıyla daha da coşkulanacağımıza, kendimizi adeta salmıştık. Maç seçmeye başlamış, bağırmasak da galibiyetten emin olmuş, artık birer "seyirci" gibi maçları seyretmeye başlamıştık.

    Elbette, varolan bir şey bu kadar çabuk yok olup gitmez. Bazen Kapalı, çok kritik maçlarda birdenbire eski ruhuna bürünür... Baygın baygın maç seyrederken, bir düdük ya da bir sertlik karşısında tribünler, sanki yüz yıllık uykusundan aniden uyanmışçasına aniden patlar, Avrupa'lıların "cehennem" dediği atmosferi yeniden bize yaşatır... Ama artık o "hell" belli anlara sıkışmıştır. 3-2'lik Milan maçının son 20 dakikası gibi... (Bazen "Galatasaray, UEFA Kupası'na giden süreçte hiçbir zorluk yaşamadan Ali Sami Yen'de maçlarını oynadığı için mi böyle olduk?" diye düşünüyorum. Deplasman maçları genellikle turun ilk ayağı oluyordu ve daha orada turu garantiye alarak İstanbul'a dönüyorduk! O rahatlık duygusu futbolcularla birlikte bize de geçmişti sanki. Dortmund, Bologna, Mallorca maçları örneğin...)

    Toplantıda video, bomboş tribünlerde oynanan bir lig maçımızla sona erdi. Dramatik etkiyi artırmak için seyircisiz oynanan Gaziantep maçını da eklemişlerdi videoya... Manchester United'ı eleyerek şampiyonlar Ligi'ne ilk kez kaldığımız yıldaki tribünlerin görüntüsü ile son görüntüler, yaşanan tezatı çok açık seçik ortaya koyuyordu gerçekten...

    Işıklar yandı ve kürsüde 9 kişi sırayla konuşmaya başladı. Takımın başarısına ters oranlı giden tribünlerden bahsettiler... Tribünlere gelen insanların artık birbirlerini tanımadıklarını, kopuk olduklarını anlattılar. Bu bir sorundu ve bu toplantı bu sorunu tartışmak ve eğer varsa çözüm yolları geliştirmek için düzenlenmişti. Toplantıya katılanların her biri Kapalı'da yer alan değişik grupların temsilcilerindan seçilmişti... 63 kişinin her biri elbette ki bir grubu temsil etmiyordu. Aynı gruptan 2-3 kişi de gelmişti... Ama sonunda Kapalı'ya düzenli gelenlerin tümü oradaydı...

    Benim gözlerim ise, Kapalı'nın Göbeği'nin gerçek temsilcilerini/liderlerini arıyordu. Çünkü böyle bir toplantıya bir grup olarak onların da davet edilmesi gerektiğini düşünüyordum. Arka sıralarda oturanları görünce içim rahatladı. Onlar da oradaydı. Belki gözlemci olarak, belki isteyerek, belki "nedir, bi bakalım hele" diyerek... Ama gelmişlerdi...

    Neden "rahatladım" diye ifade ettiğimi, Galatasaray Kapalısı'nın tarihini bilenler çok iyi anlayacaktır. Bundan üç yıl önce de Galatasaray Kapalısı'nda bir grup kurulmuştu. Adı Aslanlar'dı. Tek tip forma yaptırmışlar, bando, davullar ve rengârenk bayraklarla Galatasaray tribünlerinin havasını birdenbire değiştirmişlerdi. O zaman oluşan olumlu havayla, herkes birer "Aslanlar" grubu üyesi olmuştu... Ama sonra kimse ne olduğunu anlayamadan, bir gün aniden grup ortadan kalktı. Önde görünen isimleri maçlara gelmez oldu... Kulaktan kulağa yayılan dedikodulardan anlaşılıyordu ki, Aslanlar Grubu, Kapalı'nın ortasıyla gereksiz bir rekabete girmişti... Ve bu gereksiz rekabet, elbette güçlünün galibiyetiyle bitmişti.

    Kişisel olarak fikrim, yeni bir grubun ortaya çıkabilmesi için Kapalı'nın ortasının da içinde olduğu bir oluşumun olmazsa olmaz başlangıç noktası olabileceğiydi. Bu yüzden "rahatlamıştım". Kendilerini tanımamama rağmen ve yukarda da anlattığım gibi birçok bana "ters" gelen olay, davranış ve tavırlarına şahit olmama rağmen...

    Çünkü bir trübün müdavimi olarak haklarını teslim etmem hiç de zor değildi. Onlar olmasaydı, Kapalı'da organize bir tezahürat olması mümkün değildi (her ne kadar tezahüratın içeriğini tartışmaya açıksam da...). Yine onlar olmasaydı, Galatasaray'ın özellikle İstanbul deplasmanlarında seyirci bulması zordu... Bizim gibiler için, örneğin bir Kadıköy deplasmanına gitmek için, onların organize güçlerini bilmek ve hissetmek cesaret vericiydi.. Kavga etmekten hoşlanmayanlar için önümüzde "caydırıcı" bir güç olduğunu bilmek sonuçta rahatlatıcı bir şeydir. Yine onlar olmasaydı, özellikle son dönemlerde Galatasaray'a gönül vermiş gençlerin maçlara girebilmesi mümkün değildi. Evet, belki bizim gibi para verip bilet almıyorlardı ama aldıkları biletleri, çevrelerine toplanmış, bizim "apachi" dediğimiz genç ve enerjik Galatasaray'lılara veriyorlardı ve maçlara girmelerini sağlıyorlardı... Bugünkü kombine düzeninde ve varolan bilet fiyatlarıyla özellikle genç ve yoksul Galatasaray'lıların maçlara girmesi imkânsızdır. Kapalı'nın ortası, en azından bu konuda geçici de olsa bir çözüm getiriyordu... Eğer gençler de olmasa, Galatasaray Kapalısı, bizim gibi hali-vakti yerinde, orta yaş civarında, "fazlasıyla" deneyimli bir orta yaş kuşağından oluşacaktı ki, böyle bir durumda tribünün enerjisinin çook aşağılara çekileceği de açıktı.

    Toplantıda Kapalı'nın ortasının temsilcilerini gördüğümde rahatlamamın elbette bir başka nedeni daha vardı. Çünkü kişisel olarak, Galatasaray tribünlerine bu kadar olumlu katkı yapan bir grubun, eğer aynı tarzda devam ederlerse kaçınılmaz olarak doğal ömürlerini tamamlayacağını düşünüyordum. Gelişmeye açık olmadan, tamamen kendi içerisinde kapalı devre yürüyen grupların sonu gibi... (Hatta, bu toplantıdan epey önce, şimdi ultrAslan Genel Koordinatörü olan Alpaslan Dikmen, arkadaşlarıyla birlikte Reis ve arkadaşlarına sunulmak üzere Avrupa tribünlerindeki gelişmeleri gösteren bir "slide-show" hazırlamaya bile girişmişlerdi.)

    Kapalı'nın ortasının, artık gelişen tribün kültürüne bir şekilde ayak uydurması gerekiyordu. Günümüzde tribün yükünü çeken kalabalık taraftar gruplarının organizasyonu neredeyse yaşayabilmek için bir zorunluluktur. Bu taraftar grupları, artık kendilerini bir isimle anıyorlar her şeyden önce. "Fossa del Leone" gibi, "Brigade" gibi... Bu sayımızda yer alan İlker Taşlıyurt'un İtalyan taraftar gruplarının analizinden de daha ayrıntılı okuyacağınız gibi, kendi finansmanını kendi sağlayan, gelişmeye ve yaratıcılığa açık, organize hareket halindeler... Sadece Galatasaray tribünleri için değil, bütün Türkiye tribünleri için de aslında böyle bir kopuşa gereksinim var (ve ilk emareleri de görünmeye başladı).

    Basında sık sık belirtilen "paralı amigolar"ın yerini artık yeri yurdu belli, organizasyonuyla açık gruplar almalı. Bu "teorik" düşüncelerim doğruysa eğer, eski, geleneksel yöntemlerle devam ederse Kapalı'nın ortasının da doğal sonu yakındı ve bu da Galatasaray tribün gücü açısından gerçekten yıllarca onarılamayacak bir yıkım etkisi yaratırdı. (Çünkü bir liderlik hiyerarşisi içinde kurulmuş bir taraftar grubunun, bu konuda kendisini takip edenlere, başlangıçta sunduğu "şeyler" neyse, bunu devam ettirmesi gerekir. Bu vaatler, artık grup üyesi için adeta grup üyesi olmanın ön koşulu haline gelir bir süre sonra... Bu kadar "zayıf" bir aidiyet hissinin günümüzde devam ettirilmesi bana imkânsız geliyor... Bir gün gelir, örneğin bilet bulamadığınız için, grubunuzun has üyeleri sandığınız insanlar birdenbire yok olur. Bu belki bugün değil, ama gelecekte muhakkak olacaktır. O zaman yapılması gereken şey: Grubun üyesi olma "nedenlerini" yeniden tanımlamak ve bunu organize etmektir.)

    Aralık sonunda düzenlenen toplantının bu yolda atılmış önemli bir adım olduğu daha sonraki gelişmelerle ortaya çıktı. O gün akşamın geç saatlerine kadar konuşulan konular arasında bunlar da vardı. Özellikle, toplantıyı düzenleyenlerin Galatasaray Kapalısı'nın en eskilerinden olması, neredeyse tümünün bir dönem (ve hâlâ) Kapalı'nın ortasından çıkmış olmaları, bu yumuşak geçişi sağlayabilirdi. (Zaten toplantı düzenlenmeden önce yapılan görüşmelerde bu konuda ortak bir noktaya gelinmişti.) Toplantıda talihsiz Aslanlar Grubu oluşumu dahil her şey açık açık tartışıldı. Hatalar ortaya kondu çekinmeden. Bu kadar verimli ve hatta "acımasız" bir özeleştirinin yapılabildiği ve daha da önemlisi, sonunda "ortak" bir "devam" kararının çıkabildiği bir toplantı zannediyorum herkese kısmet olmaz... Toplantının düzenleyicisi olan arkadaşlarımız, daha sonraları " biraz tedirgindik; bir fiyaskoyla sonuçlanmasından, herkesin kendi yolunda gitme kararı vermesinden endişe ediyorduk" diyerek o günlerdeki ruh hallerini çok güzel ifade diyorlardı...

    İsim nasil kondu? Ne ifade ediyordu?

    Birinci toplantıdan yenilenmiş bir heyecanla çıkan insanlar, aradan geçen bir ay zarfında Yeni Oluşum adını çevrelerine duyurmuşlardı bile... Hemen kapalı bir "mailing-list" kurularak toplantıda oluşan heyecanın sürekliliği sağlandı ve etkili bir iletişim kanalı yaratıldı. (İlk bir haftada listeye gelen mail sayısı 1.000'e yaklaşmıştı!)

    Kulaktan kulağa dolaşan "yeni grup kuruluyor" sözleri, tribün müdavimlerinde ölçülü bir olumlu hava yaratmıştı. Ölçülüydü, çünkü geçmiş deneyimler, eski çekişmeler insanların hafızalarından henüz silinmemişti. Olumluydu, çünkü herkes böyle bir oluşumun artık gerekliliği konusunda hem fikirdi. İlk toplantının resmî gündeminin dışında alınan ve oybirliğiyle kabul edilen en önemli kararı belki de şuydu: "Galatasaray tribünlerinde yeni ve beyaz bir sayfa açıyoruz. Kimse bu oluşumu, geçmişle kıyaslamasın ve karıştırmasın..."

    Ama en önemli karar ise şuydu: "Bu oluşumun başlıca hedefi, tribün gruplarının birbirlerini yakından tanımasını, tanışmasını, birlikte hareket etmesini sağlamaktır."

    Evet, bu hedef bence her şeyin ötesinde, en önemli hedefti... Kişisel açıdan ele alırsam, yıllarca uzak durduğum gruplarla bu platform aracılığıyla tanışabilecektim. Onlarla tartışabilecek, onları dinleyebilecektim. Bugüne kadar eleştirdiğimiz birçok konuyu artık doğrudan aktarabilecektık. Aynı şekilde bize uzak olanlar da fikirlerini, projelerini, eleştirilerini arkarabilecek, bizler hakkında ne düşündüklerini ifade edebileceklerdi. Ortak payda tekti: "Galatasaray sevgisiyle Galatasaray tribünlerini dünyanın 1 numaralı tribünü yapabilmek..."

    Yeni Oluşum, bu vizyonun gerçekleşmesi için gerekli kafa gücünü, yaratıcı gücü, maddî gücü ve kas gücünü biraraya getirecekti. Bu coşkuyla, isim önerileri arasında en radikal olanı yani ultrAslan kabul edildi. (Bu mükemmel ismi öneren, Kapalı'nın yıllanmış "şarabî eşkiyası" Alp Özgör'ü burada anmadan geçemeyeceğim.) Gala's ismi de çok oy alan 2. isim oldu. (Gala, bildiğiniz gibi, yurtdışında Galatasaray adının kısaltılmışı olarak biliniyor ve epey yaygın bir ad. Öneriyi yapanlar, sadece "yerel" değil, evrensel düşünmüştü.)

    Ultra adını bir şekilde gruba vermenin nedeni neydi? Bilindiği gibi "ultra", aslında Avrupa'da başlamış ve giderek yayılmış uluslararası bir taraftar hareketi. Bu sayımızda, "ultra" hareketinin manifestosunun tam çevirisini yayınladık. Oradan da anlaşılabileceği gibi, "ultras" hareketi, takımına duyduğu bağlılığı oldukça radikal bir temelde kavrayan bir akım. Yeni Oluşum'un elbette, başlangıçta kendisine koyduğu hedefler arasında bu düzeyde bir radikallik söz konusu değildi. Dahası, hedefleri arasında "fair-play" olan bir taraftar hareketinin "holiganizmi" desteklemesi elbette söz konusu olamaz. Ancak, Yeni Oluşum'un kurucularından Mehmet Aktop'un da bu sayımızdaki söyleşimizde bahsettiği gibi, "onurlu ve gururlu bir taraftar grubu" olabilmenin yolu bir grup olarak davranmaktan geçiyor. İşte ultrAslan, bu vurguyu güçlendirmek açısından seçilmişti. Ayrıca Türkiye'de ilk kez "ultras" hareketinin bağımsız bir devamı olarak ismiyle boy gösterecekti. Dahası, hareketin "yeni"liğini göstermesi açısından da doğru bir isim bulunmuştu. Ayrıca isimdeki "aslan" vurgusu da Galatasaray tribünlerinin "alamet-i farikası" olan bu soylu "kral"ın adını kullanmaktan, sırf eskiden yaşanmış başarısız bir deneyimi hatırlatmasın boş-endişesiyle vazgeçilmediğini de göstererek olumlu bir adımı işaret ediyordu. İkinci toplantıda ayrıca kuruluş sürecinin yükünü taşımak üzere toplantıyı düzenleyen ekibin tümünün katıldığı geçici bir yönetim kurulu oluşturuldu. Ayrıca 29 Mart'ta, genişletilmiş bir toplantı kararı alındı.

    Hızlı Başlangıç

    ultrAslan, ismini aldıktan sonra "tribün"e çok hızlı bir giriş yaptı. 14 Şubat Sevgililer Günü'nün Galatasaray'ın Şampiyonlar Ligi'nde kendi evinde oynayacağı Deportivo maçına denk gelmesi, ultrAslan'ın ilk tribün organizasyonunu gerçekleştirmesine ilham kaynağı oldu. Kapalı'da açılan dev kalp tasarımlı bayrak, hem Sevgililer Günü'nde taraftarın takımına mesajını veriyor hem de tribünlerde ortaklaşa dayanışmayla, öncesi ve sonrasıyla muhteşem bir organizasyon gerçekleştiriliyordu. Aynı akşam, organizasyon ve ultrAslan hakkında hazırlanan broşürler tribünlere dağıtıldı. Kapalı taraftarı ultrAslan ismiyle ilk kez orada tanıştı.

    ultrAslan'ın ikinci büyük "tribün show" etkinliği Galatasaray'ın şampiyonlar Ligi'ndeki kritik Milan maçı için düşünülen dev bayrak oldu. Bu bayrak, ülkemizin bu ölçekteki ilk bayrağı olarak tarihe geçti. Açık tribünün tümünü kapsayan bu bayrak, 4.500 metrekare boyutlarında, 1,5 ton ağırlığındaydı. Gerek stada taşınması, gerekse sık sık yapıldığı gibi "kurdela" olmadan açılması, önceden iyi planlanmış bir organizasyon ve geniş katılımlı işbirliği gerektiriyordu. Tüm ultrAslan'lar, 13 yaşından 60 yaşına kadar herkes, bu organizasyonda elbirliğiyle, yağmur altında yılmadan çalıştı ve sonuç tüm dünya basının ertesi gün övgüyle bahsettiği büyük "tribün show" oldu...

    Bu organizasyon, taraftarın kendi gücüyle, masraflı bir organizasyona "sponsor" bulmasının da ilk örneği olarak tarihe geçiyordu. Bayrakta Telsim logosunun bulunması, özellikle rakip taraftar arasında "bunlar yönetim destekli" düşüncesinin doğmasına yol açmıştı. Oysa ki böyle bir şey söz konusu değildi. ultrAslan'ın yöneticileri kendi çabalarıyla bu ilişkiyi kurmuşlar, hatta Arjantin takımı Racing Bandera'nın benzer bir tribün show'unun resmini Galatasaray'a uyarlayarak yapılan maket çalışmasıyla Telsim'e gidilmiş ve olumlu kararın çıkması sağlanmıştı. (Daha komiği, Telsim söz verdiği maddî desteğe de uymamış ve bakiyenin yarısını vermemişti!)

    Milan maçı için yapılan hazırlıklar sadece büyük bayrakla sınırlı değildi. Daha ultrAslan doğmadan önce bir Fenerbahçe maçında Kapalı'dan bir grubun hazırladığı, İtalyan tribünlerini anımsatan sopalı pankart çalışması, bu sefer ultrAslan adıyla bir kez daha -üstelik daha da genişletilerek- ortaya çıktı. Ülkemizde ilk kez bu ölçekte (yaklaşık 720 adet) sopalı pankart hazırlanmıştı. Her biri özgun birer "art-graffiti" olan pankartlar, taraftarın takımına olan sevgisini ve günceli yansıtıyordu. Pankartçıya sipariş etmeden, "formal" standartlara teslim olmadan gerçek yaratıcılığı yansıtan sopalı pankartlar, her zaman olduğu gibi Türkiye basınının ilgisini çekmedi. Ama şampiyonlar Ligi maçlarına gelen yabancı gazeteciler, ertesi günkü ve sonraki baskılarında Ali Sami Yen Cehennemi'ni yansıtan fotoğraflarında ultrAslan'ın sopalı pankart resimlerini kullanıyordu. ultrAslan'ın bu organizasyonu, bu etkinliğin en yaygın uygulandığı yer olan İtalya'da bile yankı buldu ve İtalyan taraftar siteleri, Galatasaray tribünlerindeki etkinlikleri kendi aralarında uygulama konusunu tartışmaya başladılar. (Bir not: Hazırlanan yüzlerce sopalı pankart, Galatasaray'ın stattan sorumlu yetkilisinin "işgüzarlığı" yüzünden, stada sokulamadı. ultrAslan'nın yönetimle girdiği bu diyalog maçın başlamasına çok az kala olumlu sonuçlandı, ancak sopalar çoktan Mecidiyeköy Karakolu'nun yolunu tutmuştu bile! Kulüp yönetiminden gösterilen bu tavır, sonraki günlerde ultrAslan tarafından sert bir mektupla protesto edildi. Ancak daha sonra iletişimisizliğin işgüzarlıkla birleştiği anlaşıldı. Nitekim, ondan sonraki maçlara sopalı pankartlar rahatça girebildi. Kulüp yönetimiyle karşılaşılan bu ilk ciddî sorunun böyle aşılması, ultrAslan'ın artık ciddî bir muhatap olarak kabul edildiğinin de bir göstergesiydi.)

    Ama ultrAslan, en anlamlı (futbolu da aşan), gerçek etkinliğini, hiç umulmayan bir alanda, basketbolda gösterdi. Internet kanalıyla bir zincir oluşturan ilk ultrAslan kurucuları müthiş bir dayanışma örneği gösterdiler ve Ahmet Cömert'i yavaş yavaş doldurmaya başaladılar. Basketbol takımı için bu destek büyük bir itici güç oldu. O zamana kadar küme düşmesinden bahsedilen basketbol takımı, arkalarındaki binlerce kişilik ultrAslan desteğiyle inanılmaz bir performans gerçekleştirerek tehlike sınırından çıktığı gibi, play-off'lara kaldı ve ardından da çeyrek finale yükseldi. Elendiği takımın Türkiye şampiyonu olması, takım-taraftar bütünleşmesinin varabileceği noktayı çok güzel örnekliyordu.

    ultrAslan'ın tüm Türkiye kamuoyu tarafından tanınmasına yol açan en büyük etkinlikler, Nisan ayında Fanatik ve Fotomaç gazetelerinde yayınlanan basın ilanları ve hemen ardından önemli ulusal kanallarda yayınlanan televizyon programları oldu. Özellikle basın ilanları, spor basınının "unutturmaya" çalıştıklarını yeniden tartışmaya açtı. İlanların arkasından yazılan övgü dolu yazılar, makeleler, tebrikler ve değişen gündem, ultrAslan'ın adının yaygınlaşmasını ve kamuoyunun gündemine girmesini sağlıyordu. Fahriye Yen ziyaretleri, o sıralarda ayağı kırılan minik takımın kaptanı için hazırlanan internet sitesi, deplasmana otobüs kaldırılması, kimsesiz çocukların Beşiktaş maçına götürülmesi, 17 Mayıs'ın yıldönümü yürüyüşü ve Florya ziyareti gibi etkinlikler ultrAslan'ın tribünler nezdinde prestijinin daha da artmasına yol açtı.

    Kurucular Kurulu'na verilen kontenjan referanslarıyla 27 Mart'ta Park Cafe'de yapılan 320 kişilik Genişletilmiş Toplantı, ultrAslan felsefesinin ayrıntılı bir biçimde tartışıldığı ve geleceğe yönelik önemli kararların ortaya çıktığı coşkulu bir başlangıç noktası oldu. Toplantıya Kapalı'da yer alan tüm gruplar katılmıştı. Salonda esen coşkulu hava, yeni başlangıcın gerçekten enerjik olacağını gösteriyordu. Toplantıya katılanlar arasında Fatih Altaylı ve Kenan Doğulu gibi tanınmış isimler de göze çarpıyordu. ultrAslan, bu tarihten sonra internet'te tüm kurucuları biraraya getiren bir "mailing list" oluşturdu, daha sonra da ultrAslan.com sitesini kurdu.

    Sorunlar, Sorular

    Buraya kadar

    Gelelim esas soruya... Bütün bu kuruluş dönemi boyunca, başlangıçta özlenen ve beklenen grup olma ruhu oluştu mu? Bu soruya hemen evet yanıtı vermek veya kestirmeden "hayır" demek bana güç geliyor.

    Evet, geçtiğimiz yılın Aralık ayındaki duruma göre çok büyük adımlar atılmış durumda. İnsanlar artık birbirlerini toplantılardan, buluşma yerlerinden (grubun yeni buluşma noktası Match Cafe oldu) birbirlerini tanıyorlar... şahsen tanışmayanlar ise, internet'ten birbirlerinin isimlerine aşinalar...

    Ancak ultrAslan'ı zorlayan bazı problemler varlığını sürdürüyor. Maddî problem bunlardan birincisi... Gönüllü yardımlarla ayakta duran bir taraftar grubu olarak, ultrAslan hâlâ planladığı etkinlikleri gönül rahatlığıyla yapabilecek güce sahip değil... Büyük bir heyecanla kurulmaya başlanan dernek merkezi, hem kısa sürede oluşan enerjinin hemen tümünü almaya başladı hem de oluşmaya başlayan bürokrasi yüzünden maddî bir süreklilik kaygısının ön plana getirilmesine yol açtı.

    Daha bir ay önce birbirleri arasında faaliyetlerden/projelerden bahseden ekip, birdenbire buzdolaplarından, ödenecek depozitlerden bahseder oldu. Üstelik bu sürecin uzun sürmesi, sanki ultrAslan'ı yönlendirenlerin başka hiçbir şey yapmadıkları gibi bir izlenim oluşmasına yol açtı. Ayları, hem de çok kıymetli sezon öncesini sadece bürokratik işlerle geçirmekle harcamak ne kadar doğruydu? Burada bir işbölümüne gidilemez miydi? Ortada görünen ve yetkili ağızlardan tartışılan konular sadece büro, aidat vs. konular yerine grup olmanın gerektirdiği aslî sorunlar olamaz mıydı? Eğer bir gereklilik ise -ki öyleydi- bürokrasi arkadan ve daha sessizce, bir ekip tarafından kurulmaya devam ederken, oluşan enerjinin sezon başına örgütlü bir biçimde yönlendirilmesi ve grup olmayı sağlayacak etkinliklerin ön plana getirilmesi daha iyi olmaz mıydı?

    Bu sorular pek ifade edilmese de bir rahatsızlık unsuru olarak kalmaya devam ediyor. Özellikle gençlerin enerjisinin, ultrAslan'ı daha hızlı hareket edebilir hale getirecek örgütlenmenin, yukarıda saydığım gündelik dertlerle soğurulması ciddî problemler yaratıyor. Hem maddî olarak hem de etrafta bu kadar "insan" varken, iş zamanı geldiğinde herkesin ortadan "kaybolması" anlamında...

    Bir basın ilanı için ilk günlerin heyecanıyla bir anda 2,5 milyar lira parayı onlarca kişiden bir telefonla toplayabilen bu harekete, aradan bunca ay geçtikten sonra mutad gelir kanallarının açılmış (en azından zorlanmış) olması gerekirdi. Sadece aylık cüz'î gönüllü bağışlarla hayal edilenlerin gerçeklemesi mümkün değil. ultrAslan'ın çok güzel bir adı var ve "markası" da artık oluştu. Bildiğim kadarıyla isim de tescil edilmiş durumda. Bunu kullanabilme becerisi, belki de ultrAslan'ın ihtiyacı olduğu malî bağımsızlığın en önemli kanalı olacak. Bu konuda çalışmalara hız vermek gerekiyor. Sezon başında yaptırılan bazı tişört ve forma satışlarından umulanın altında gelir elde edildiğini duyuyoruz. Belki ekonomik buhranın bunda da etkisi vardır. Bu gelir düzeyiyle, ultrAslan'in kendine yarattığı bürokrasiyi ancak yaşatabileceği ortada...

    Ama ultrAslan'ın sezon başında namının, gücünden daha önde gitmesinin getirdiği bir yenilik de oldu. Tarihî Galatasaray Kapalısı'nın ortasının adı "ultrAslan tribünü" olarak değiştirildi. Bir taraftar grubu için bir takımın stadına adını vermek çok önemli bir gelişme olarak gösterilebilir. Hele Galatasaray gibi taraftarına pek önem vermeyen bir takım için...

    Yönetimin yaptığı böyle bir "jest"in kombine satışlarını artırmaya yönelik bir hesaba dayandığını görmemek mümkün değil. Üstelik, paradoksal bir biçimde o tribünlerin adını ultrAslan koyup bir yandan da en pahalı fiyatı oraya koymak (450 milyon lira), daha da kötüsü, o tribünlere "numara" koymak, başlangıçta haberi alarak sevinen birçok ultrAslan'ın hevesini kursağında bıraktı.

    Oysa ki, bu sezon için düşünülen, daha ilk toplantıda konuşulmuş olan en temel şey, grup ruhunu oluşturacak en önemli adım, Kapalı tribünün tamamının numarasız yapılması ve ücretinin düşük tutulması, tutulamasa bile en azından bugünku kriz ortamında taksidinin daha uzun vadeye yayılmasıydı.

    Bu konudaki beklentinin gerçekleştirilememesi, bir kısım ultrAslan üyesinin Kapalı'yı terk ederek Açık'a gitmesine veya kombine alamamasına yol açtı. Aralarında üniversite öğrencilerinin çoğunlukta olduğu bu gruba bir kısım ultrAslan yöneticileri de destek verdi ve maddî durumları uygun olmasına rağmen Kapalı'ya gitmeyeceklerini açıkladılar. Ama bunu bir "bölünme" olarak ele almak çok yanlış bir değerlendirme olur. Tamamen maddî olanaksızlıkların dayattığı bu kısmî taşınma, belki de Açık'ın da aktifleşmesine ve daha geniş katılımın sağlanmasına neden olacak. İlk maçlarda bunun işaretlerini görmek mümkündü. Gerçi ultrAslan yöneticileri, kombine satışlarının sonuna doğru yöneticileri sıkıştırarak taksit miktarını 6'ya çekmeyi başardı ama hem oldukça gecikilmişti hem de bu koşullarla yöneticilerin verdiği yer Kapalı'nın yan taraflarıydı bu sefer...

    Ancak yine de bu süreçten olumlu bir sonuç çıktı. Kapalı'nın ortası diye adlandırdığım grup ile ultrAslan'ın çatısına giren diğer gruplar ortada yer aldılar. Geçtiğimiz yıl 6 Mayıs'ta (unutulacak tarih mi!) Kadıköy'de Galatasaray'lılara ayrılmış bölümde tezahüratı yönlendiren Galatasaray tribün liderlerinin üzerindeki kırmızı, kolsuz ultrAslan tişörtleri, birçok tribün eskisine "artık ölsem de gam yemem, Sebahattin'in üzerinde ultrAslan tişörtünü gordum ya..." dedirtti. Birçok ultrAslan Yönetim Kurulu toplantısına Galatasaray tribün lideri "Reis" Sebahattin'in şahsen katılması, fikir belirtmesi, eleştirilerde ve önerilerde bulunması da bu kritik birlikteliğin yavaş yavaş sağlanabileceğini gösteriyor. Ancak sanıyorum, onların da kendilerine sürekli olumlu bahsedilen "ultrAslan üyeleri"ni yanlarında görmek ve beraber olmak gibi soru işaretli bir probemleri var. "Biz buradayız, sizinkiler nerede?" türünden soruyu başlangıçta belki daha sık soruyorlardı ama bu sorunun kafalarından artık tamamen silindiğini görmek için de henüz erken... Kritik derbi maçlarında, eski "bezginlik" artık atılmış olmasına, kemik gruba, en az onlar kadar kalabalık bir ultrAslan grubunun katılmasına (katılacağının artık belli olmasına) rağmen, en azından deplasmanlarda, yine sadece onlar var.

    Kısacası, Kapalı'nın ortasında artık yalnızca Kapalı Ortası grubu yok... Büyüdüler, genişlediler. Daha önce çeşitli gruplar halinde dağınık olarak maç seyreden değişik arkadaş grupları da artık Kapalı'nın ortasında. Dergiyi yayınladığımız tarihe kadar seyrettiğimiz Ali Sami Yen maçlarında, bir önceki yıla göre tezahüratın daha gür olduğuna, en azından Kapalı'nın ortasında "Otursana kardeşim" diyen insanların azaldığına şahit olduk... Yine de hasbelkader Kapalı'nın ortasına "düşmüş" azımsanmayacak sayıda "klasik kombine" seyircisi var ve şimdilik neye uğradıklarını şaşırmış durumdalar. Çünkü Kapalı (orta bölümü!) artık tamamen ayakta! Başlangıçta numaralı olduğu için büyük tepki çeken kombineler, şimdi fiilî olarak "numarasızlaştırılmış" durumda. Görüldüğü kadarıyla, bundan şikâyetçi olan da -çoğunluk açısından- pek yok. Şikâyetçi olanların da Kapalı sağ ya da sola kaymalarıyla birlikte, bunun bile azımsanmayacak bir başarı olduğunu düşünüyorum.

    ultrAslan'ı zorlayan bir önemli sorun, grubu insanların zihninde kavrayış biçimleri arasındaki farklılıklar. Bu farklılıklar, katılım sorununu çok önemli bir problem haline getiriyor. Bir taraftar hareketi içinde olmaya alışmamış birçok insan için sadece maç seyretmekle yetinmek varken, şimdi maçlar dışında da çalışmak zor geliyor. Oysa ki, özellikle genç kuşakların varsayılan enerjisini gündelik çalışmalarda göstermeleri halinde, ultrAslan'nın dev adımlar atacağı muhakkak (çünkü en temel birlikteliği başarmış durumda; altyapıyı kuruduktan sonra üstünü çıkmak zor olmasa gerek).

    Dolayısıyla faaliyetlerin çoğu hâlâ orta kuşak, "dinozor" Galatasaylıların sırtına bindirilmiş durumda. Bu sorunu aşacak, gençleri daha aktif bir çalışma ortamına çekecek ikna edici bir örgütlenme hâlâ kurulamamış durumda...

    Aslında teorik olarak etkin çalışmayı sağlayacak bir bu çalışma grupları modeli var. Kâğıt üzerinde etkili bir taraftar örgütlenmesine işaret eden bu model, henüz etkin biçimde çalışmıyor. Bazı çalışma grupları düzenli olarak toplanmaya devam ederken, bazılarının henüz düzenli bir çalışma disiplinine geçmiş olmaması o alanlarda eksiklik yaratıyor. Bunda elbette, yöneticilerin öne sürdüğü haklı nedenler yok değil. Merkezin kurulması, yerin kiralanması, döşenmesi vs. gibi ciddî işlerle uğraşıldı. Ancak çocuk sahibi olanlar bilir, bir çocuğa aç iken yemek vermek gerekir. Açlığı kronik hale geldikten sonra, yemeği siz ancak hazırladığınızda çocuğunuz yemiyorsa, kusur çocuğun değildir, yemeği geç hazır eden sizindir. Aynı şekilde, ultrAslan'ın kuruluşuyla ortaya çıkan zinde ve enerjik beklentileri, pörsümeden, heyecan geçmeden verili modelin içine oturtmak ve çalışma gruplarını aktif biçimde harekete geçirmek gerekir. Bu konuda daha da gecikilmemesi gerektiği açık.

    ultrAslan'ın camiayla ilişkilerini düzenlemesi de aslında önemli bir problem ve bugün ortaya çıkmasa da ilerde muhakkak bir şekilde gündeme gelecek. Galatasaray camiasının yapısı konusunda artık daha fazla konuşmak yersiz. İçine kapalı, muhafazakâr ve özellikle "tribünün sesine" sağır bir insanlar topluluğuyla karşı karşıyayız. Yıllardan beri bu böyle, değişmesi de zaman alacak. Ancak ultrAslan'ı belki de bu konuda gerçekten tarihî bir rol üstlenmesine neden olacak bir gelecek bekliyor olabilir. Öncelikle, ultrAslan üyeleri arasında sayısı azımsanmayacak kadar (100'ü geçiyor) kongre üyesi var. Bunlar arasında liseliler de bulunuyor. Son seçimlerde yönetime girenler arasında iki ultrAslan üyesi bulunuyor. Bu, geleneksel yönetim/camia ve taraftar kopukluğunun artık ortadan kaldırılması konusundaki beklentilerin gerçekleşmesi için iyi bir şans olabilir. Ama yine de ultrAslan'ın içinde bu konuda farklı düşünceler var. Henüz yeterince tartışılmadığı için net bir tavır alınamıyor. Örneğin, ultrAslan manifestosu hazırlanırken, bu yetersiz tartışma süreci yüzünden, Manifesto'da yer alan, Galatasaray'a ilişkin bölüm çıkarılmak zorunda kaldı. Bağımsız duruşun haklı nedenlerini camiaya anlatma yöntemleri yüzünden belki... Kimisi bu konudaki tarihî kopukluğun üzerine sert bir şekilde gidilmesini isterken, kimisi de sonuçta bir camianın bir parçası olarak ultrAslan'ın da zaman içinde, bu sorunun yumuşak bir geçiş sürecinde ele alınmasını istiyor. Sorunda herkes hemfikir, ama yöntemler konusunda farklı düşünceler var yani...

    Peki, herkesin merak ettiği soru şu: ultrAslan ilerde tıpkı Fenerbahçe'de olduğu gibi kongrede etkili bir grup/hizip vs. olabilir mi? Daha doğrusu olacak mı? Niyetleri var mı? Çünkü sonuçta "tribün gücünü elinde tutan bir yapı, gelecekte o gücü kongrelere de aktarabilir" diye düşünüyor insan ister istemez... Son seçimlerde, ultrAslan'ın böyle bir gelecek misyonu taşımadığını herkes görmüştür. Gerek kongrede gerek kulislerde ultrAslan adına hiç kimse ortada yoktu, görünmedi... Elbette tek tek bazı isimler vardı, (örneğin başkanlığa adaylığını koyanlardan Sedat Doğan, ilk toplantıya gelen kurucu ultrAslan üyesiydi) ama kimse ultrAslan adına bir faaliyet yürütmedi. ultrAslan üyelerinin büyük bir hassasiyetle korumaya çalıştıkları "bağımsızlık" tutkusu, bunda büyük rol oynuyor. Son dönemlerdeki en büyük Galatasaray içi kavga olan ve bir medya savaşına dönüşen Uzan-Doğan kavgasında örneğin, tek tek her ultrAslan üyesi farklı düşünse de, saatler süren tartışmaların sonunda tartışmanın iki tarafına da hitap eden "Haddinizi bilin/Galatasaray'ımızı Medya Savaşlarınıza Alet Etmeyin!" pankartı asıldı ve bu tür konulara sadece ve sadece "taraftar bakış açısı"ndan bakılacağı gösterilmiş oldu. Ama bu "orta yol" stratejisi birçok hassasiyetlerin hesaba katılması zorunluluğunu ortaya getiriyor ki, bu da gerçekten tavır almayı, hareket etmeyi, çabuk karar verme sürecini olumsuz anlamda etkiliyor. Örneğin son zamanlarda, Jardel konusunda oynanan "çadır tiyatrosu" gibi taraftarı doğrudan ilgilendiren birçok konuya tribünden hiçbir müdahale gelmemesi bilenler için çok ilginç ve şaşırtıcı değil... Çünkü varolan tepkinin ifade edilmesi bu "orta yol" stratejisi bulma çabası altında çok güç. Varolan yönetimin ultrAslan'la ilişkiyi sıcak tutma çabası, (dahası, yönetimde kendini "ultrAslan" olarak tanımlayan arkadaşlarının olması) ultrAslan yönetimini de güç durumda bırakıyor ve tepkilerin ifade edilmesinde yüzünün "yumuşak" olmasına yol açıyor... Bu konuda da bağımsız ve öznellikten sıyrılmış bir stratejinin saptanması acil güncelliğini koruyor hâlâ...

    ultrAslan daha 8 aylık bir bebek. Genç Galatasaraylılar Derneği ise kurulalı henüz 2 ay oldu. Ama rakip tribünlerin de kabul etmek zorunda kaldıkları gibi, çabuk büyüdü ve serpildi. Şimdi bu hızlı büyümenin yarattığı beklenti fazlalığıyla uğraşmak zorunda. Önünde zorlu bir sezon var. Bu sezonda rüştünü ispat etcek. Başaracak da... Ama şunu kabul etmek gerekir ki, bir grup olmak gerçekten çok zor.

    Ama diğer yandan da düşünüyorum, demokratik yapısı ve hakikaten çok sıkı özeleştiri geleneği sürdüğü müddetçe, ultrAslan bu süreçten de aklıyla doğru yolu ve yöntemi bularak çıkacak. Bir şeyi bozmak gerçekten çok kolay. "Katılmıyorum, bana ters" diyerek çekilmek de bir yol... Kimse de "neden?" diye sormaz. Bu yüzdendir ki, herkes ultrAslan'ın üzerine ihtimamla titriyor, ona halel gelmesin istiyor... En sert tartışmalar bile sonunda uzlaşmayla sonuçlanıyor.

    ultrAslan'ın esas çağrısı, maçlara gelmek isteyip gelemeyenlere... Onlarla bütünleştiği zaman oluşacak olan güç, Galatasaray tarihinde belki UEFA Kupası'nı kazanmasından da önemli bir sonuç yaratacak... Tüm Galatasaray taraftarını bekleyen esas tarihî görev, ultrAslan'ın temsil ettiği üst platforma "katılmak"ta yatıyor. Bunu başarabildiği ve kurulmuş olan demokratik yapı varlığını sürdürdüğü müddetçe, Galatasaray'ın Türkiye tribün tarihine açtığı bu "ilk" sayfanın etkisini düşünsenize... İşte bu "ilk"in heyecanını devamlı kılmak da ultrAslan üyelerinin elinde.
İşlem Yapılıyor