Hizbullah'ın askeri harekâtlarının başkenti Bint Jbeil'deyiz. Bint Jbeil, İsrail ordusu burayı 'terörün başkenti' olarak tarif ettiği için savaşı en kanlı yaşayan yer. İsrail'in 'tamamen kontrol altına alındı' dediği kasabada, her yıkıntının başında Hizbullah bayrakları, çalışmaz haldeki topların üzerinde Nasrallah'ın fotoğrafları
"Bunlar sadece çıkarabildiklerimiz. İşte size İsrail'in işlediği insanlık suçunun kanıtları."
Hizbullah yanlısı İslami Sağlık Örgütü'ne bağlı Bint Jbeil Hastanesi'nin Başhekimi Fuad Taha, koridorun sonundaki ilaç arabasına koydukları bomba parçalarını gösterirken sanki artık çok eskide kalmış bir savaşı anlatır gibi. Oysa Lübnan'ın İsrail sınırındaki bu kasaba, Hizbullah'ın kara operasyonlarının karagâhı olduğu, İsrail ordusu burayı "terörün başkenti" olarak tarif ettiği için savaşı en kanlı yaşayan yer.
İsrail ordusu, Bint Jbeil'de, Hizbullah askerlerinin camilere, hastanelere ve okullara saklanarak ateş ettiklerini iddia etmiş ve sonuç olarak şimdi gezdiğimiz bu hastanede, bütün çabalara rağmen kapatılamayan bombardıman yaraları oluşmuştu.
Doktor Taha fotoğrafını çekmemize izin vermiyor ama paçalarını sıvamış, kafasında takkesiyle bir doktor hâlâ açık olan tavandaki deliğin tam altında kılıyor namazı. Bombardıman sırasında hastanede olan Taha, "Bizi Allah ve Allah'ın askerleri korudu" diyor:
"Savaşın son beş gününde bombalandı hastane. İlk günlerde önce tam karşımızdaki ve arkamızdaki evleri bombaladılar. Sonra herhalde 'hedefi' tutturamadıklarını anladıkları için bir daha geldiler."
'Her şeyimiz var'
Doktor, hastanenin arkasındaki jeneratörü ve su deposunu gösteriyor:
"Önce buraları bombaladılar. Elektrik gittiği için bütün elektrikli cihazlar devre dışı kaldı. Kısa devre yapan aletlerin hepsi bozuldu."
Peki cihazsız bir hastane mi şimdi burası?
"Hayır değil. Bütün aletlerimiz var. Gerçi MRI makinemiz pek iyi çalışmıyor ama..."
Türkiye'de Lübnan için ve bilhassa Lübnan'ın güneyi için geniş çaplı yardım kampanyaları düzenlendiğini, Türkiye'deki herkesin buradakilerin her şeye muhtaç olduğunu sandığını anlatıyorum. "Çocuk mamaları, ilaçlar, kuru gıda kampanyaları..." derken Fuad Taha sözümü kesiyor:
"Bizim hiçbir şeye ihtiyacımız yok. Bize yakın olan şirketler savaş bittiği anda her şeyi sağladılar."
Nasrallah'ın televizyondan yayımlanan bir konuşması çınlıyor hastane koridorlarında, doktorlar hep birlikte oturmuş dinliyorlar. Yanlarından geçip ameliyathaneye giriyoruz. Tavanda delikler. "Toplam sekiz bomba attılar hastaneye. İkisi ameliyathaneye düştü. Bombardıman sürerken hastaların hepsini yerin altındaki çamaşırhaneye taşıdık. Uzun bir süre orada kaldılar. Bombardıman biterken hastaları kuzeydeki Saida ve Sur şehirlerine gönderdik."
Başhekim Taha, durup acı acı gülümsüyor:
'Hastalar yayan gitti'
"Biliyor musunuz, bazı çok ağır hastalara yayan gitmelerini söylemek zorunda kaldık. Yürüyerek buradan Sur'a gittiler. Belki de gidemediler. Bilmiyoruz. Diğerleri..."
Diğerleri?
"Dış dünyayla bağlantımız kesildiği için ne Kızıl Haç'a ne de kendi örgütümüze haber verebildik. Bombalandığımızı birkaç gün kimse bilmedi. O yüzden ağır hastaları ve bombardımanda yaralananları yoldan kim geçerse o götürdü diğer hastanelere."
Peki şimdi neye ihtiyaçları var?
"Diyaliz merkezine. Diğer her şeyi Allah'ın izniyle hallettik."
Bombalar ve Kuran
Doktor Taha bizi hastanenin yönetim odasına davet ediyor. Gülyağı kokusu ve sehpalarda Hizbullah'ın dergileri. Ama en önemlisi duvardaki beyaz tahtaya mavi kalemle çizilmiş resim. Resimde bir Hizbullah askeri, uzaktaki dağlara doğru Kalaşnikov'uyla yürüyor:
"Bizim arkadaşlar çizdi" diyor doktor, "Savaş sırasında. Hepimiz duygusallaştık o dönemde. Tahmin edebilirsiniz herhalde."
Sonra da altındaki Arapça yazıyı tercüme ediyor:
"'Zamanı geldiğinde biz onların üzerine kendi insanlarımızı yolladık. Çok güçlü ve çok sert. Ve onları yendiler. Bu yerine getirilmiş bir sözdü.' Kuran-ı Kerim'den bir alıntıdır bu."
Bombalar uğursuz, tiz ıslıklarıyla üzerlerine yağarken Allah'tan ve Hizbullah'ın zafer yemininden başka hiçbir şeyi kalmamış hastane şimdi bir yıkıntı olarak, diğer yıkıntıların arasında Güney Lübnan'da duruyor.
Hastanenin kapısında hacı sakallı bir güvenlik görevlisi ve doktorlar cep radyosundan Nasrallah'ın banttan verilen nutuklarını dinliyor ve başörtülü acil servis görevlisi kadın, doktorlardan izin isteyip namaza gidiyor.
'Ne yardım, ne bomba!'
Başhekim bizi kapıya kadar geçirirken, "Bu hastane Hizbullah'a mı ait? Giderleri kim karşılıyor?" sorularına şöyle karşılık veriyor:
"Biz Hizbullah hastanesi değiliz. İslami Sağlık Örgütü adlı bir sivil örgütün hastanesiyiz."
Kapıda ise Fransızca yazıyor:
"Ne yardım istiyoruz, ne de bomba!"
İmza:
Hizbullah!
Bint Jbeil'de Lübnan'ın güneyinde Hizbullah, elle tutulamayacak ama orada olduğunu hep bileceğiniz bir bulut gibi havayı sarıyor...
Savaştan barışa yolculuk
Güneyin bizim geldiğimiz yerlerinde pek araba olmamasına rağmen kuzeye doğru yol alırken Sur şehrinden başlayarak trafik giderek sıkışıyor. Bombaların nerelere düştüğünü, hangi yolları kapattığını henüz ezberleyememiş olan Lübnanlılar birkaç kez tur atıyorlar otobanlarda. Otoban kesilince tekrar dönüp yan yollara sapıyorlar.
Kuzeye doğru gittikçe İran benzeri bir atmosferden, Lübnan'ın doğu aromasıyla tatlandırılmış Avrupa yakasına doğru yol alıyorsunuz. Her kasabada, kuzeye doğru her şehirde savaştan neredeyse yıllarca ve binlerce kilometre uzaklaşıyor gibisiniz.
İki ayrı Lübnan
Normalde üç saat sürecek olan Bint Jbeil- Beyrut yolu beş saat kadar sürüyor. Bu beş saat içinde Hizbullah'ın bölgesinden önce Birleşmiş Milletler askerlerinin kontrol ettikleri bölgeye, sonra da savaşı hiç görmemiş gibi olan kasabalara varıyorsunuz. Bu yolculuk yolcuya bir tek şeyi gösteriyor:
Lübnan'da birbiriyle ilgisiz iki Lübnan var. Biri Hizbullah'ın Lübnan'ı ki sağlık ve sosyal hizmetleriyle, askeri gücü ve genel duygusuyla ayrı bir ülke gibi. Bir de Hizbullah'ı yok sayan, yok saymaya gayret eden başka bir Lübnan.
Diğer yandan, Lübnan'ın Özal'ı sayılabilecek Hariri'nin doğduğu Saida kentinde bile artık Nasrallah'ın afişleri, Hizbullah'ın savaştan ve zaferden söz eden pankartları var.
Birkaç kişiyle konuşunca da bütün bu "yeniliklerin" savaştan sonra olduğunu öğreniyorsunuz. Yani savaş ve savaş sonrası yaptıklarıyla Hizbullah sıkıştırıldığı güneyden kuzeye taşıyor.
Kuzey daralıyor
Savaş sırasında kazandığı özgüven ve popülariteyle örgüt artık Beyrut'un daha Batılı şehirlerine doğru yürüyor. Eğer bunu bilirseniz Nasrallah'ın savaştan sonra ilk kez halk içine çıktığı ve yüz binlerce insanın katıldığı birkaç gün önceki Beyrut mitinginin de anlamını kavrayabilirsiniz.
Hizbullah'ın güneyden kuzeye bu yayılışının, yürüyüşünün zafer karşılamasıydı o miting bir bakıma. Batı'ya yakın duran Kuzey Beyrut'un artık dar bir alana sıkıştırıldığını gösteriyordu miting.
Saida'daki lüks restoranlar, yollardaki Mc Donald's'lar, Pizza Hut'lar, Amerika'yı "büyük şeytan" olarak gören bir hareketin, suyun bir yüzeye yayılması sırasında "kuru" kalan küçük noktacıklar gibi duruyor. Ve bu siyasi hareket o kuru noktaları bile aslında çoktan nemlendirmiş olduğunu Kentucky Fried Chicken restoranının tezgâhında yeni promosyon ilanlarının yanında duran Hizbullah'ın yardım kutusuyla anlatıyor.
Bütün şehirlerde, yollarda ve köylerdeki yeşil, dev yardım kutularının küçülmüş hali bu Amerikan menşeili lokanta zincirinin içinde bile vardı. Restoran zincirinin Amerika'daki yönetim merkezi bunu bilse acaba ne yapardı? Bir de tabii o ünlü Amerikan tezi de fena halde çürümüş değil miydi bu savaşta? Kapitalizmin "barışçıllığını" anlatmak için "Mc Donald's olan ülkeler birbiriyle savaşmaz" denmiyor muydu?
Lübnan, İran olmaz!
Lübnan'a ve bilhassa Güney'e giden birçok yorumcu ve habercinin bu toprakların İranlaştığını söylediği bugünlerde bu o kadar da doğru bir gözlem değil. Tahran'ı, hatta radikal İslamın en güçlü ve ürkütücü kalesi Kum şehrini görmüş biri olarak söyleyeyim:
Hayır, Lübnan'da Hizbullah'ın en baskın olduğu bölge bile İran'a benzemiyor.
Bana sorarsanız Lübnan'ın İran'a benzeyip benzemediğine dair en doğru gözlemi bir kadın yapabilir. Neden mi? Yarına...
"Bunlar sadece çıkarabildiklerimiz. İşte size İsrail'in işlediği insanlık suçunun kanıtları."
Hizbullah yanlısı İslami Sağlık Örgütü'ne bağlı Bint Jbeil Hastanesi'nin Başhekimi Fuad Taha, koridorun sonundaki ilaç arabasına koydukları bomba parçalarını gösterirken sanki artık çok eskide kalmış bir savaşı anlatır gibi. Oysa Lübnan'ın İsrail sınırındaki bu kasaba, Hizbullah'ın kara operasyonlarının karagâhı olduğu, İsrail ordusu burayı "terörün başkenti" olarak tarif ettiği için savaşı en kanlı yaşayan yer.
İsrail ordusu, Bint Jbeil'de, Hizbullah askerlerinin camilere, hastanelere ve okullara saklanarak ateş ettiklerini iddia etmiş ve sonuç olarak şimdi gezdiğimiz bu hastanede, bütün çabalara rağmen kapatılamayan bombardıman yaraları oluşmuştu.
Doktor Taha fotoğrafını çekmemize izin vermiyor ama paçalarını sıvamış, kafasında takkesiyle bir doktor hâlâ açık olan tavandaki deliğin tam altında kılıyor namazı. Bombardıman sırasında hastanede olan Taha, "Bizi Allah ve Allah'ın askerleri korudu" diyor:
"Savaşın son beş gününde bombalandı hastane. İlk günlerde önce tam karşımızdaki ve arkamızdaki evleri bombaladılar. Sonra herhalde 'hedefi' tutturamadıklarını anladıkları için bir daha geldiler."
'Her şeyimiz var'
Doktor, hastanenin arkasındaki jeneratörü ve su deposunu gösteriyor:
"Önce buraları bombaladılar. Elektrik gittiği için bütün elektrikli cihazlar devre dışı kaldı. Kısa devre yapan aletlerin hepsi bozuldu."
Peki cihazsız bir hastane mi şimdi burası?
"Hayır değil. Bütün aletlerimiz var. Gerçi MRI makinemiz pek iyi çalışmıyor ama..."
Türkiye'de Lübnan için ve bilhassa Lübnan'ın güneyi için geniş çaplı yardım kampanyaları düzenlendiğini, Türkiye'deki herkesin buradakilerin her şeye muhtaç olduğunu sandığını anlatıyorum. "Çocuk mamaları, ilaçlar, kuru gıda kampanyaları..." derken Fuad Taha sözümü kesiyor:
"Bizim hiçbir şeye ihtiyacımız yok. Bize yakın olan şirketler savaş bittiği anda her şeyi sağladılar."
Nasrallah'ın televizyondan yayımlanan bir konuşması çınlıyor hastane koridorlarında, doktorlar hep birlikte oturmuş dinliyorlar. Yanlarından geçip ameliyathaneye giriyoruz. Tavanda delikler. "Toplam sekiz bomba attılar hastaneye. İkisi ameliyathaneye düştü. Bombardıman sürerken hastaların hepsini yerin altındaki çamaşırhaneye taşıdık. Uzun bir süre orada kaldılar. Bombardıman biterken hastaları kuzeydeki Saida ve Sur şehirlerine gönderdik."
Başhekim Taha, durup acı acı gülümsüyor:
'Hastalar yayan gitti'
"Biliyor musunuz, bazı çok ağır hastalara yayan gitmelerini söylemek zorunda kaldık. Yürüyerek buradan Sur'a gittiler. Belki de gidemediler. Bilmiyoruz. Diğerleri..."
Diğerleri?
"Dış dünyayla bağlantımız kesildiği için ne Kızıl Haç'a ne de kendi örgütümüze haber verebildik. Bombalandığımızı birkaç gün kimse bilmedi. O yüzden ağır hastaları ve bombardımanda yaralananları yoldan kim geçerse o götürdü diğer hastanelere."
Peki şimdi neye ihtiyaçları var?
"Diyaliz merkezine. Diğer her şeyi Allah'ın izniyle hallettik."
Bombalar ve Kuran
Doktor Taha bizi hastanenin yönetim odasına davet ediyor. Gülyağı kokusu ve sehpalarda Hizbullah'ın dergileri. Ama en önemlisi duvardaki beyaz tahtaya mavi kalemle çizilmiş resim. Resimde bir Hizbullah askeri, uzaktaki dağlara doğru Kalaşnikov'uyla yürüyor:
"Bizim arkadaşlar çizdi" diyor doktor, "Savaş sırasında. Hepimiz duygusallaştık o dönemde. Tahmin edebilirsiniz herhalde."
Sonra da altındaki Arapça yazıyı tercüme ediyor:
"'Zamanı geldiğinde biz onların üzerine kendi insanlarımızı yolladık. Çok güçlü ve çok sert. Ve onları yendiler. Bu yerine getirilmiş bir sözdü.' Kuran-ı Kerim'den bir alıntıdır bu."
Bombalar uğursuz, tiz ıslıklarıyla üzerlerine yağarken Allah'tan ve Hizbullah'ın zafer yemininden başka hiçbir şeyi kalmamış hastane şimdi bir yıkıntı olarak, diğer yıkıntıların arasında Güney Lübnan'da duruyor.
Hastanenin kapısında hacı sakallı bir güvenlik görevlisi ve doktorlar cep radyosundan Nasrallah'ın banttan verilen nutuklarını dinliyor ve başörtülü acil servis görevlisi kadın, doktorlardan izin isteyip namaza gidiyor.
'Ne yardım, ne bomba!'
Başhekim bizi kapıya kadar geçirirken, "Bu hastane Hizbullah'a mı ait? Giderleri kim karşılıyor?" sorularına şöyle karşılık veriyor:
"Biz Hizbullah hastanesi değiliz. İslami Sağlık Örgütü adlı bir sivil örgütün hastanesiyiz."
Kapıda ise Fransızca yazıyor:
"Ne yardım istiyoruz, ne de bomba!"
İmza:
Hizbullah!
Bint Jbeil'de Lübnan'ın güneyinde Hizbullah, elle tutulamayacak ama orada olduğunu hep bileceğiniz bir bulut gibi havayı sarıyor...
Savaştan barışa yolculuk
Güneyin bizim geldiğimiz yerlerinde pek araba olmamasına rağmen kuzeye doğru yol alırken Sur şehrinden başlayarak trafik giderek sıkışıyor. Bombaların nerelere düştüğünü, hangi yolları kapattığını henüz ezberleyememiş olan Lübnanlılar birkaç kez tur atıyorlar otobanlarda. Otoban kesilince tekrar dönüp yan yollara sapıyorlar.
Kuzeye doğru gittikçe İran benzeri bir atmosferden, Lübnan'ın doğu aromasıyla tatlandırılmış Avrupa yakasına doğru yol alıyorsunuz. Her kasabada, kuzeye doğru her şehirde savaştan neredeyse yıllarca ve binlerce kilometre uzaklaşıyor gibisiniz.
İki ayrı Lübnan
Normalde üç saat sürecek olan Bint Jbeil- Beyrut yolu beş saat kadar sürüyor. Bu beş saat içinde Hizbullah'ın bölgesinden önce Birleşmiş Milletler askerlerinin kontrol ettikleri bölgeye, sonra da savaşı hiç görmemiş gibi olan kasabalara varıyorsunuz. Bu yolculuk yolcuya bir tek şeyi gösteriyor:
Lübnan'da birbiriyle ilgisiz iki Lübnan var. Biri Hizbullah'ın Lübnan'ı ki sağlık ve sosyal hizmetleriyle, askeri gücü ve genel duygusuyla ayrı bir ülke gibi. Bir de Hizbullah'ı yok sayan, yok saymaya gayret eden başka bir Lübnan.
Diğer yandan, Lübnan'ın Özal'ı sayılabilecek Hariri'nin doğduğu Saida kentinde bile artık Nasrallah'ın afişleri, Hizbullah'ın savaştan ve zaferden söz eden pankartları var.
Birkaç kişiyle konuşunca da bütün bu "yeniliklerin" savaştan sonra olduğunu öğreniyorsunuz. Yani savaş ve savaş sonrası yaptıklarıyla Hizbullah sıkıştırıldığı güneyden kuzeye taşıyor.
Kuzey daralıyor
Savaş sırasında kazandığı özgüven ve popülariteyle örgüt artık Beyrut'un daha Batılı şehirlerine doğru yürüyor. Eğer bunu bilirseniz Nasrallah'ın savaştan sonra ilk kez halk içine çıktığı ve yüz binlerce insanın katıldığı birkaç gün önceki Beyrut mitinginin de anlamını kavrayabilirsiniz.
Hizbullah'ın güneyden kuzeye bu yayılışının, yürüyüşünün zafer karşılamasıydı o miting bir bakıma. Batı'ya yakın duran Kuzey Beyrut'un artık dar bir alana sıkıştırıldığını gösteriyordu miting.
Saida'daki lüks restoranlar, yollardaki Mc Donald's'lar, Pizza Hut'lar, Amerika'yı "büyük şeytan" olarak gören bir hareketin, suyun bir yüzeye yayılması sırasında "kuru" kalan küçük noktacıklar gibi duruyor. Ve bu siyasi hareket o kuru noktaları bile aslında çoktan nemlendirmiş olduğunu Kentucky Fried Chicken restoranının tezgâhında yeni promosyon ilanlarının yanında duran Hizbullah'ın yardım kutusuyla anlatıyor.
Bütün şehirlerde, yollarda ve köylerdeki yeşil, dev yardım kutularının küçülmüş hali bu Amerikan menşeili lokanta zincirinin içinde bile vardı. Restoran zincirinin Amerika'daki yönetim merkezi bunu bilse acaba ne yapardı? Bir de tabii o ünlü Amerikan tezi de fena halde çürümüş değil miydi bu savaşta? Kapitalizmin "barışçıllığını" anlatmak için "Mc Donald's olan ülkeler birbiriyle savaşmaz" denmiyor muydu?
Lübnan, İran olmaz!
Lübnan'a ve bilhassa Güney'e giden birçok yorumcu ve habercinin bu toprakların İranlaştığını söylediği bugünlerde bu o kadar da doğru bir gözlem değil. Tahran'ı, hatta radikal İslamın en güçlü ve ürkütücü kalesi Kum şehrini görmüş biri olarak söyleyeyim:
Hayır, Lübnan'da Hizbullah'ın en baskın olduğu bölge bile İran'a benzemiyor.
Bana sorarsanız Lübnan'ın İran'a benzeyip benzemediğine dair en doğru gözlemi bir kadın yapabilir. Neden mi? Yarına...
Yorum