Sağlık ile ilgili her konu

Kapat
Önemli Konu
X
X
 
  • Zaman
  • Gösterim
Clear All
yeni mesajlar
  • delphin
    Senior Member
    • 27-12-2005
    • 15279

    #61
    Konu: Sağlık ile ilgili her konu

    KIRIM KONGO KANAMALI ATEŞİ HASTALIĞI

    1.Giriş

    İnsanlarda klinik ve subklinik olarak seyreden ve sayıları gittikçe artan arbovirüsler, artopodların vektörlük yaptığı ve insanlarda sendromlar halinde görülen önemli bir enfeksiyon hastalığı grubunu oluşturmaktadır. İnsanlarda başlıca ensefalitler, kısa süren ateşli hastalıklar, kanamalı ateşler, poliartrit ve raş ile ön plâna çıkan sendromlar şeklinde görülür.

    Kanamalı ateşlerin, biyolojik silah olarak kullanım alanı bulmaları önemlerini daha da artırmaktadır.

    Bu sendromlardan kanamalı ateşler grubunda yer alan Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA), 2002 ve 2003 yıllarının bahar ve yaz aylarında bazı illerimizde görülmüş ve Sağlık Bakanlığının yapmış olduğu çalışmalar neticesinde hastalığın KKKA olduğu doğrulanmıştır.

    KKKA, Bunyaviridae ailesine bağlı Nairovirus soyundan virüslerin meydana getirdiği, şiddetli bir seyir gösteren ve fatalitesi oldukça yüksek (yaklaşık % 30; bu rakam bazı kaynaklarda % 50’ye kadar çıkmaktadır) olan bir hastalıktır. Hastalık hayvanlarda, insanlara nazaran daha yaygın olarak görülmekle beraber asemptomatik seyretmekte olup, zoonoz karakterli bir hastalıktır; sporadik vakalar veya salgınlar şeklinde insanlarda da görülebilmektedir.

    Bu grup virüsler, 100 nm (nanometre) büyüklüğünde, Ribonükleik asit (RNA) içeren, heliksel kapsidli ve zarflı virüslerdir.

    KKKA ilk olarak 1944 yılında Kırım’da görülmüş ve Kırım Kanamalı Ateşi olarak tanımlanmıştır. Daha sonra 1956 yılında Kongo’da görülen hastalığın, 1969 yılında Kırım Kanamalı Ateşi ile aynı olduğunun farkına varılmış ve hastalık bundan sonra bugünkü bilinen ismiyle anılmaya başlamıştır.

    2. Klinik Tanımlama

    Klinik semptomlar karaciğer ve endotel hasarı ile tombositlerdeki dramatik düşüşün bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.

    Ateş, kırıklık, baş ağrısı, halsizlik, aşırı duyarlılık, kollarda, bacaklarda ve sırtta şiddetli ağrı ve belirgin bir iştahsızlıkla başlar. Bazen kusma, karın ağrısı veya ishal olabilir. İlk günlerde yüz ve göğüste peteşi ve konjonktivalarda kızarıklık dikkati çeker. Gövde ve ekstremitelerde ekimozlar oluşabilir. Epistaksis, hematemez, melena ve hematüri sıktır. Bazen vajinal kanama da olabilir. Genellikle hepatit görülür. Ağır olgularda hastalığın 5. gününden itibaren hepatorenal ve pulmoner yetersizlikler görülebilir. Ateş 5 veya 12. güne kadar çıkar ve lizisle düşer; nekahat dönemi uzun sürer.

    Ölüm olayları daha çok hastalığın ikinci haftalarında (5-14 gün) görülebilmekte ve bu oran yaklaşık % 30’ları bulabilmektedir. İyileşme hastalığın dokuzuncu veya onuncu günlerinde olmaktadır.

    Laboratuvar bulgusu olarak özellikle lökopeni ve trombositopeni dikkati çekmektedir. Aspartat aminotransferaz (AST), Alanin aminotransferaz (ALT), Kreatin kinaz (CK) ve biluribin değerlerinde yükselmeyi alkalen fosfataz (ALP), Gama glutamiltransferaz (GGT) ve Laktat dehidrogenaz (LDH) değerlerindeki yükselme takip eder. Protrombin zamanı (PT), Aktive parsiyel protrombin zamanı (aPTT) ve diğer pıhtılaşma testlerinde belirgin bozukluk görülmektedir. Bariz kanama olmasa da hemoglobin düzeylerinde düşme gözlenebilir.

    3. Epidemiyoloji ve Bulaşma

    Hastalık sıklıkla Afrika, Asya, Orta Doğu ve Doğu Avrupa’da endemiktir. KKKA’nın son yıllarda Kosova, Arnavutluk, İran, Pakistan ve Güney Afrika’dan sporadik vakaları ve epidemileri de bildirilmiştir.

    Virüs, bir çok evcil ve yabani hayvanı enfekte etmekte ve hastalık hafif seyretmektedir. Bir çok kuş virüse karşı dirençli iken, virüsün yayılmasında önemli rol oynarlar. Hayvanlardaki hastalık enfekte kenelerin ısırması ile başlamaktadır.

    KKKA’nın bulaşmasında Hyalomma soyuna ait keneler daha büyük bir yere sahip olmakla birlikte, 30 kene türünün bu hastalığı bulaştırabileceği bildirilmektedir. Virüs kenelerde, transovaryal ve transstadial pasajlarla idame olur; keneler arasında venereal olarak bulaşmanın olduğu da bildirilmektedir. Henüz ergin olmamış Hyalomma soyuna ait keneler, küçük omurgalılardan kan emerken virüsleri alır, gelişme evrelerinde muhafaza eder. Keneler, insan veya hayvanlardan kan emerken virüsleri de bulaştırırlar.

    Küçük omurgalılar ve özellikle yerde beslenen kuşlar, keneleri enfekte eden en önemli konak grubunu oluşturmaktadır; keneler, biyolojik evrimlerinin değişik safhalarında bu canlılardan kan emerler.

    Hyalomma soyuna ait keneler Ülkemizin de içinde bulunduğu çok geniş bir coğrafik alanda yerleşmişlerdir. Ülkemiz kenelerin yaşamaları için coğrafi açıdan oldukça uygun bir yapıya sahiptir. Türlere göre değişmekle beraber kenelerin, küçük kemiricilerden, yaban hayvanlarından evcil memeli hayvanlara ve kuşlara kadar geniş bir konakçı spektrumları mevcuttur.

    Hastalık daha çok hayvancılıkla uğraşanlarda, mezbaha çalışanlarında ve kırsal alanda yaşayanlarda görülebilmektedir. Enfekte hayvanların kan ve dokuları ile temas sonucu da geçiş olabilmektedir. Ayrıca nozokomiyal enfeksiyon oluşturma riski de bildirilmektedir.

    Bugün için etkili bir aşısı bulunmayan KKKA’nın geçirilmesinden sonra bağışıklığın ömür boyu sürebileceği belirtilirken, konvalesan dönem plâzmaları ile yapılan pasif immünizasyonların uygulanabilir nitelikte olmadığı da ifade edilmektedir.

    4. Kuluçka Süresi

    Kene tarafından ısırılma ile virüsün alınmasını müteakip kuluçka süresi genellikle 1-3 gündür; bu süre en fazla 9 gün olabilmektedir. Enfekte kan, ifrazat veya diğer dokulara doğrudan temas sonucu bulaşmalarda bu süre 5-6 gün; en fazla ise 13 gün olabilmektedir.

    5. Tanı

    Tanı için biyogüvenlik açısından tam güvenli laboratuvarlara ihtiyaç vardır. Tanıda, virüsün ya da virüs RNA’sının kan ve doku örneklerinden izolâsyonu, virüs antijeninin ve virüse karşı oluşmuş antikorların serolojik olarak gösterilmesi kullanılmaktadır. Oluşan antikorlar serolojik yöntemlerden en hızlı ELISA (Enzyme-Linked Immunosorbent Assay) ile saptanabilmektedir; immünglobülinlerden IgG ve IgM antikorları hastalığın yaklaşık 6. gününden itibaren serumda belirlenebilir. IgM’ler 4 ay kadar serumda belirlenebilirken, IgG’ler azalır; ancak, yine de 5 yıla kadar IgG antikorlarına rastlanabilir.

    Bazı kişilerde hastalık, özgül antikorlar kanda belirlenene kadar ölümle sonuçlanabileceğinden tanı konulamayabilir. Bu durumlarda tanı özellikle hastalığın ilk 5 gününde kan ve dokulardan alınan örneklerden virüs izolâsyonu ile yapılabilir. Bu amaçla hücre kültürleri, immünfloresans yöntemi ve EIA (Enzyme Immun Assay) kullanılabilmektedir.

    Son zamanlarda, PCR (Polymerase Chain Reaction) gibi moleküler tanı yöntemleri başarı ile uygulanmaktadır.

    6. Tedavi

    Destek tedavisi yapılmalıdır. Tam kan veya kan komponentlerinin replasmanı yapılabilir. Hastalığın spesifik bir tedavisi bulunmamakla birlikte, antiviral ilâçlardan ribavirinin, oral veya parenteral olarak kullanılabileceği bildirilmektedir. Ribavirinin kullanımına ilişkin bilgiler aşağıdaki tabloda verilmiştir.

    Ribavirinin hemolitik anemi gibi önemli bir yan etkisi olabileceğinden hastalar bu açıdan da takip edilmelidir.

    7. Korunma ve Kontrol

    Tüm enfeksiyon hastalıklarında olduğu gibi KKKA’da da korunma ve kontrol önlemlerinin alınması çok önemli ve gereklidir.

    Hasta ve hastanın sekresyonları ile temas sırasında mutlaka üniversal önlemler (eldiven, önlük, gözlük, maske vb.) alınmalıdır. Genellikle hava yolu ile bulaşmadan bahsedilmemektedir. Ancak, kan ve vücut sıvıları ile temastan kaçınılmalıdır. Bu şekilde bir temasın söz konusu olması halinde, temaslının en az 14 gün kadar ateş ve diğer belirtiler yönünden takip edilmesi gerekmektedir.
    Hayvan kanı, dokusu veya hayvana ait diğer vücut sıvıları ile temas sırasında da gerekli korunma önlemleri alınmalıdır.
    Kene mücadelesi çok önemli olmakla birlikte oldukça zor görülmektedir. Keneler yumurta dönemleri hariç diğer biyolojik evrelerinde insanlara hücum ederek kan emebilir. Hem mera keneleri hem de mesken keneleri gelişmelerini sürdürebilmek ve nesillerini devam ettirebilmek için konakçılarından kan emmek zorundadırlar; genel olarak da konakçı spesifitesi göstermezler. Coğrafik bölgelere ve türlere göre değişmekle beraber, KKKA’yı bulaştıran Hyalomma soyuna ait keneler genel olarak nisan ve ekim aylarında aktiftirler; bu dönemlerdeki salgınların sebebi de budur. Bu nedenle öncelikle konakçılar kenelerden uzak tutulmalı ve kenelerin kan emmeleri engellenmelidir.
    Mümkün olduğu kadar kenelerin bulunduğu alanlardan kaçınılması gerekmektedir. Hayvan barınakları veya kenelerin yaşayabileceği alanlarda bulunulması durumunda, vücut belirli aralıklarla kene yönünden muayene edilmeli; vücuda yapışmamış olanlar dikkatlice toplanıp öldürülmeli, yapışan keneler ise kesinlikle ezilmeden ve kenenin ağız kısmı koparılmadan (bir pensle sağa sola oynatarak, çivi çıkarır gibi) alınmalıdır.
    Diğer önemli hususlardan birisi de piknik amaçlı olarak su kenarları ve otlak şeklindeki yerlerde bulunanlar döndüklerinde, mutlaka üzerlerini kene bakımından kontrol etmeli ve kene varsa usulüne uygun olarak vücuttan uzaklaştırmalıdır. Çalı, çırpı ve gür ot bulunan yerlerden uzak durulmalı, bu gibi yerlere çıplak ayakla veya kısa giysilerle girilmemelidir.
    Ormanlarda çalışan işçilerin ve ava çıkanların lastik çizme giymeleri veya pantolonlarının paçalarını çorap içine almaları kenelerden koruyucu olabilmektedir.
    Hayvan sahipleri hayvanlarını kenelere karşı uygun akarisitlerle ilâçlamalı, hayvan barınakları kenelerin yaşamasına imkân vermeyecek şekilde yapılmalı, çatlaklar ve yarıklar tamir edilerek badana yapılmalıdır. Kene bulunan hayvan barınakları uygun akarisitlerle usulüne göre ilâçlanmalıdır.
    Gerek insanları gerekse hayvanları kene enfestasyonlarından korumak için repellent olarak bilinen böcek kaçıranlar dikkatli bir şekilde kullanılabilir. Repellentler sıvı, losyon, krem, katı yağ veya aerosol şeklinde hazırlanan maddeler olup, cilde sürülerek veya elbiselere emdirilerek uygulanabilmektedir. Aynı maddeler hayvanların baş veya bacaklarına da uygulanabilir; ayrıca, bu maddelerin emdirildiği plâstik şeritler, hayvanların kulaklarına veya boynuzlarına takılabilir.
    Kenelerin çevrede çok olması halinde mera, çayır, çalı, çırpı ve gür otların bulunduğu yerler gibi kenelerin yaşamasına müsait alanlarda, diğer canlılara ve çevreye zarar vermeden, insektisit uygulamalarına başvurulabilir. Açık alanlara insektisit uygulamalarının uygun görüldüğü durumlarda uçak, helikopter, püskürtme cihazı monte edilmiş araç veya sırtta taşınan pompalar kullanılmalıdır.
    Açık alanlarda yapılabilecek kene mücadelesi amacıyla, her bir hektara aktif madde olarak carbaryl ve propoxur hektara 2 kg, deltamethrin ve lambda-cyhalothrin 0,003-0,3 kg, permethrin 0,03-0,3 kg, pirimiphos-methyl ise 0,1-1 kg olarak uygulanabilmektedir.
    Son yıllarda, kene popülâsyonunun kontrolünde biyolojik yöntemlerin kullanılmasına ilişkin çalışmalar da yürütülmektedir.
    Kene mücadelesi, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı ile bu Bakanlığın il ve ilçe teşkilâtlarının önerileri ve direktifleri doğrultusunda yapılmalı; problemin, yerel yönetimlerin ve ilgili diğer sektörlerin konuya hassasiyetle yaklaşmaları ve gereken önemi vermeleriyle çözülebileceği de unutulmamalıdır.

    Yorum

    • delphin
      Senior Member
      • 27-12-2005
      • 15279

      #62
      Konu: Sağlık ile ilgili her konu

      AİDS



      2000'li yıllara girerken dakikada 11 yeni olgunun aramıza katıldığı çağımızın salgını olarak kabul edilen hastalık, AIDS. İlk defa 1981 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde ve Haiti'den gelen göçmenlerde ender rastlanan Pneumocystis carinii pnömonisi (PCP) ve Kaposi sarkomu (KS) olgularının saptanması ile AIDS, "Edinsel İmmün Yetmezlik Sendromu" tanımlanmıştır. PCP ve KS olguları o tarihe kadar tek tek olarak görülmekte ve herhangi bir sorun olmamakta idi. Aynı tarihlerde Amerika Birleşik Devletleri'nde sağlık merkezi klinisyenleri ve epidemiyologlar özellikle genç homo****üel erkeklerde, birlikte görülen hastalık tablolarını fark etmişler ve bu olguları Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezine (Center for Disease Control and Prevention-CDC) bildirmişlerdir. 1981 yılının Haziran ayında sürveyans çalışmaları başlamış ve Şubat 1983 tarihine dek 1000 HIV/AIDS olgusu bildirilmiştir.

      1980'li yılların başlarında olgu sayısının az olması ve homo****üel erkek grubunda görülmesi nedeni ile hastalık fazla ilgi çekmemişti. Ne zaman ki bi****üel erkekler aracılığı ile kadınlara ve enfekte hamile kadınlardan da bebeklere enfeksiyon geçmeye başladı, olgu sayıları giderek arttı ve HIV/AIDS tüm dünyanın odak noktası durumuna gelmeye başladı.
      Yayılma yollarının özelliği, hastalığın belirtisiz geçen uzun bir döneminin olması ve tanı koymanın kan testleri dışında olanaklı olmaması HIV enfekte olgu sayılarının giderek artmasına neden olmaktadır. Tıp dünyası, gönüllü kuruluşlar hastalığın öneminin anlatılabilmesi, toplumun bilgilendirilmesi ve korunma yollarının öğretilmesi için çalışmalar düzenlemeye başlamışlar ve 1 Aralık gününü de "Dünya AIDS Günü" olarak ilan etmişlerdir. Dünya Sağlık Örgütü her yıl 1 Aralık için bir slogan belirlemekte ve tüm ülkeler bu çerçevede toplumu bilgilendirmeye yönelik çalışmalar yapmaktadırlar. 1999 yılının sloganı "Dinle, Öğren, Yaşa!" olarak belirlenmiş olup bu slogandaki amaç, hastalıkla ilgili farkındalılığı artırmak ve AIDS programlarını güçlendirmek olarak düşünülmüştür.
      Kan ve kan ürünlerinin rutin HIV yönünden taranması, antiretroviral ilaçların kullanıma girmesi, fırsatçı enfeksiyonların profilaksisinin (önlenmesinin) ve tedavisinin yapılabilmesi, yaygın ve etkili eğitim programlarının uygulanmaya başlanması ile HIV/AIDS epidemisinde (yaygınlığında) son yıllarda önemli değişiklikler gözlenmeye başlamıştır.

      Dünyada HIV/AIDS
      Birleşmiş Milletler HIV/AIDS Ortak Programı (UNAIDS) verilerine göre dünyada 1994 yılında 17 milyon HIV/AIDS'li kişi yaşarken Aralık 1999 da bu rakamın 33.6 milyona ulaştığı bildirilmektedir (Şekil 1).

      Epideminin (Salgının) başından beri 16.3 milyon kişi yaşamını HIV/AIDS nedeni ile yitirmiş olup, bu olguların 12.7 milyonu 15-49 yaş arası erişkin ve 3.6 milyonu 15 yaş altı çocuklardan oluşmaktadır. 1999 yılı içinde 5.6 milyon yeni olgu bildirilmiş olup, bu sayılara günde 16.000, dakikada 11 yeni olgu eklenmektedir. Veriler, son iki yıldır toplam HIV/AIDS olgularında bir önceki yıla göre %10 oranında bir artış olduğunu ve yeni enfekte olguların %10'unun 15 yaş altı ve %50'sinin ise 15-24 yaş arası gençler olduğunu bildirmektedir. Bu veriler göstermektedir ki; epidemideki en önemli değişikliklerden birincisi hastalığın ilk görülme yaşının 20’den 15’e inmesidir. İkinci önemli değişiklik ise epideminin başlarında %20 olan enfekte kadın oranının %40-50'lere yükselmiş olmasıdır. Epidemiyologlar kadın erkek oranındaki bu eşitlenme trendinin geriye dönemeyeceğini tahmin etmektedirler.
      Dünyada HIV/AIDS olgularının %94'ü gelişmekte olan ülkelerde, %86'sı da Sahra-Altı Afrika, Güney ve Güneydoğu Asya'da görülmektedir. İlk olguların görüldüğü yerler olan Kuzey Amerika ve Avrupa ülkelerinde 1994 yılından beri her yıl tanı konan yeni olgu sayıları bir önceki yıldan fazla değil iken, Afrika, Hindistan, Tayland gibi Asya ülkelerinde olgu sayıları katlanarak artmaktadır. Bu farkın asıl nedeninin eğitimden kaynaklandığı düşünülmektedir, çünkü gelişmiş ülkeler etkin eğitim programları ile HIV/AIDS' i ve korunma yollarını öğretebilmeyi başarmış gözükmektedir. Eğitimde programların yanı sıra bir diğer önemli etkende ekonomik güç olarak kabul edilmektedir. Gelişmekte olan ülkeler kısıtlı bütçeleri ile giderek artan sayıdaki hastalarını tedavi için gerekli masrafı yapmakta zorlanırken, beraberinde eğitim programlarını yürütememektedirler.
      Bazı gelişmekte olan ülkelerde ve sanayileşmiş ülkelerde HIV enfeksiyonunun yayılımını engellemeye yönelik çeşitli programlar düzenlenmektedir. Damar içi madde kullanımının önlenmesine yönelik çalışmalar, ithal kan kullanımını sınırlayan politikalar, temiz enjektör değiştirme programları yapılmış olsa da bunların hiçbiri tek başına HIV bulaşını önlemede yeterli programlar olarak gözükmemektedir.

      Türkiye’de HIV/AIDS
      Türkiye'de cinsel yolla bulaşan hastalıklarla ilgili yeterli önlemlerin alınamaması ve eğitim programlarının yeterli etkinlikte olamaması nedenleri ile HIV/AIDS büyük bir sorun olmaya başlamaktadır. Ancak ülkemizde sağlık kayıt sistemlerinin özellikle cinsel yolla bulaşan hastalıklar konusunda yeterli çalışmaması ve hastalığın uzun süren belirtisiz döneminin olması nedeni ile gerçek rakamların bunun çok üstünde olduğu düşünülmektedir. Türkiye'de ilk olguya 1985 yılında tanı konmuş ve o tarihten başlayarak 1992 yılına kadar olgu sayılarında bir önceki yıla göre fazla artış saptanmaz iken, 1992 yılından beri olgu sayıları katlanarak artmaktadır.

      Türkiye'de HIV/AIDS olgu sayılarının artma nedenleri şöyle sıralanabilir
      • Ülke nüfusunun genç olması,
        Cinsel yolla bulaşan hastalıklar konusunda bilgilerin kısıtlı olması,
        Turizm sektörünün ülkemizde giderek gelişmesi: Ülkemize her geçen gün daha fazla sayıda turist gelmektedir. Özellikle HIV/AIDS olgularının sık olduğu ülkelerden gelen turistler arasında bu hastalığa yakalanmış kişilerin bulunma olasılığı fazladır.
        Yurtdışında çalışan Türk vatandaşlarının çok sayıda olması ve giderek artması: Özellikle yurt dışında uzun süreli kalan vatandaşlarımızın bulundukları ülkedeki hasta sayısının sıklığına bağlı olarak bu hastalığa yakalanma riski artmaktadır.
        Damar içi madde kullanımının giderek artması: HIV/AIDS bulaş yolları arasında damar içi madde kullananlar ikinci sırayı oluşturmaktadır. Damar içi madde kullananların sayılarının giderek artması HIV enfekte olgu sayılarının da artmasına neden olmaktadır.


      Ülkemizde cinsiyete göre dağılımda
      %73.5 erkek,
      %26.5 kadın olarak saptanmaktadır.
      Olguların %20'sinin sürekli yaşadığı yerin yurtdışı olduğu, toplam 57 ilden bildirim yapıldığı ve en fazla bildirimin Ankara, İstanbul ve İzmir'den olduğu bildirilmektedir.

      HIV/AIDS'in Bulaş Yolları ve Korunma

      / Risk gruplarına göre HIV/AIDS olguları incelendiğinde:
      • %46.3 hetero****üel,
        %9.48 damar içi madde kullananlar,
        %9 homo****üel,
        %5.5 kan transfüzyonu (%1.5 hemofili hastaları, %4 diğer) yolu ile,
        %0.85 anneden bebeğe geçiş,
        %28.1 ise bilinmeyenlerden oluştuğu görülmektedir.


      %28.1 gibi büyük bir oran göstermektedir ki eksik bildirim söz konusudur ve bu da ülkemizdeki epideminin boyutunu öğrenmedeki güçlüğü gözler önüne sermektedir.

      Cinsel yolla bulaşma
      HIV enfeksiyonunun en önemli bulaş yolu cinsel temastır. HIV/AIDS her türlü cinsel temasla (homo****üel, hetero****üel, vajinal, oral, anal) bulaşmaktadır. Semen (meni) ya da kanla temasa neden olabilecek her türlü cinsel etkinlikte bulaş riski bulunmaktadır. Bu tür bulaşa bağışık hiç kimse bulunmamaktadır. Bulaş için HIV (+) kişi ile yapılan tek bir cinsel temas bile yeterli olmakta ancak cinsel temas sayısı arttıkça bulaş riski artmaktadır.
      Cinsel aktiviteden bütünüyle kaçınarak ya da enfekte olmayan eşle monogamik bir ilişki sürdürerek HIV enfeksiyonunun bulaşı önlenebilmektedir. Cinsel temas sırasında prezervatif (kondom, kılıf) kullanılmasının koruyuculuğu, kondomun lateks olması, doğru ve sürekli kullanılması, yırtık ya da delik olmaması kaydıyla kanıtlanmıştır. Kadınlar için hazırlanmış olan intravajinal kondomlar da doğru ve sürekli kullanımla etkili olmaktadırlar.

      Kan ve kan ürünleri ile bulaşma
      Kanda virüsün yoğun miktarda bulunması nedeni ile virüsü taşıyan kişilerden alınmış kan ve kan ürünleri ile hastalık bulaşabilmektedir. 1985 yılında antikor testlerinin bulunması ile dünyanın her yerinde kan ve kan ürünlerinin hastaya verilmeden önce HIV yönünden test edilmesi zorunlu kılınmıştır. Türkiye'de 1987 yılından beri tüm kan ve kan ürünlerine ELISA yöntemi ile antikor saptandıktan sonra hastaya verilmektedir, bu nedenle kan ve kan ürünleri ile olan bulaş azalmış gözükmektedir. Ancak hastalığın pencere döneminin olması, acil durumlarda test yapılmadan kan ve kan ürünlerinin kullanılabilmesi nedenleri ile oranı çok azda olsa bu yolla geçiş bildirilmektedir. Damar içi madde kullanımı alışkanlığının önlenmesi, tedavi edilmesi, kullanılıyorsa ortak enjektör kullanımı risklerinin anlatılması bu grup hastalarda HIV bulaş riskini azaltmaktadır. Bazı Avrupa ülkelerinde ve Amerika Birleşik Devletleri'nde devlet tarafından temiz enjektör dağıtım programları uygulanmakta ve çalışmalar önemli ölçüde başarı sağlandığını bildirmektedir. Gelişmiş ülkelerde enjektör paylaşımının azaldığı, steril iğne satın alınışında ve iğne temizleme işlemlerinde artma gözlendiği saptanmaktadır.

      Anneden bebeğe bulaşma
      HIV gebelik süresince, doğum sırasında ve postpartum (doğum sonrası) dönemde emzirmekle bebeğe geçebilmektedir. Bu oran %20-30'dur. Ancak HIV (+) anneye gebeliğinin son üç ayında, doğumdan sonra da bebeğe antiretroviral tedavi başlanır ve elektif sezaryen uygulanırsa bu oran %8-10'lara düşebilmektedir.
      Perinatal(Doğum sırasında) geçişte korunmada önemli olan öncelikle HIV prevalansı(görülme sıklığı) yüksek olan bölgelerde doğurganlık yaşındaki ve HIV enfeksiyon riski olan kadınlara hastalığı öğretebilmektedir. Eğer kadın HIV (+) ise doğum kontrol yöntemleri öğretilmeye çalışılmaktadır. Buna karşın gebe kalan HIV (+) kadınlara erken dönemde kürtaj yapılması pek çok ülke tarafından kabul edilmektedir. Eğer anne adayı bebeği doğurmak istiyorsa gebeliğin son üç ayında anneye, doğumdan sonra da bebeğe antiretroviral tedavi başlanmakta ve hasta yakın izleme alınmaktadır.

      Sağlık personeline bulaşma
      Sağlık personeline kan ile kontamine olmuş (bulaşmış) vücut sıvılarıyla temas sonucunda HIV'nin geçişi olanaklı olabilmektedir. Kontamine iğne batmasını izleyen serokonversiyon riski %0.3 iken, mukoza ya da derinin kanla kontamine vücut sıvılarıyla teması sonucunda serokonversiyon riski çok daha düşüktür. Sağlık personeli öykü ve fizik inceleme ile enfekte hastaları ayırt etme olanağına sahip olamadıklarından korunmak için tüm hastaların kan ve diğer vücut sıvılarını potansiyel enfekte kabul ederek evrensel önlemlere uyarak çalışmalıdırlar. Ülkemizde henüz sayıları bini bulan HIV enfekte olgular için hasta sayıları milyonları bulan ülkelerden örnek alarak, sayıların daha da artmasını engellemek için çalışmalarımızı artırmalıyız. HIV infeksiyonunun bulaş yollarını bilmek, korunmayı öğrenmek, öğretmek ve davranış değişikliğinde bulunulmasını sağlamak, HIV/AIDS'li hastaları toplumdan dışlamadan hep birlikte elele vererek yaşamakla bu hastalığa karşı savaşım verebiliriz.

      Yorum

      • delphin
        Senior Member
        • 27-12-2005
        • 15279

        #63
        Konu: Sağlık ile ilgili her konu



        Biyoterörizm ve Biyolojik Silahlar

        Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Anabilim Dalı, İnfeksiyon Hastalıkları Ünitesi
        Çok sayıda mikroroganizma biyolojik silah amacıyla kullanılabilir. 1925 yılında Cenevre Protokolü ile biyolojik ve kimyasal silah kullanımı tüm dünyada yasaklanmışsa da, günümüzde en az 17 ülkenin elinde bu tür silahların olduğu ve zaman zaman kullanıldığı da bilinmektedir. Şarbon (antraks) sporları son günlerde başta Amerika Birleşik Devletlerinde olmak üzere çeşitli ülkelerde biyoterorizm amacıyla kullanılmaktadır. Bu yazıda güncel önemi nedeniyle şarbon ayrıntılı olarak incelenmiş, diğer potansiyel biyolojik ajanlara ise kısaca değinilmiştir.

        Biyolojik savaşın tarihçesi:
        Biyolojik savaşın bilinen en eski örneklerini, düşmanların içme suyu elde etmek için kullandıkları kuyu ve rezervuarların insan ve hayvan ölüleri ile “kirletilmesi” teşkil eder. 14. yüzyılda şimdiki Ukrayna sınırları içinde kalan Kaffa’yı kuşatan Tatarlar, vebadan ölmüş insan cesetlerini mancınıkla şehrin surlarından içeri atarak salgın oluşturmaya çalışmışlardı. 18. yüzyılda Kuzey Amerika’daki İngiliz kuvvetlerinin komutanı olan Sir Jeffrey Amherst, çiçek virüsü ile kontamine olmuş battaniyeleri kızılderililere vererek çiçek salgınına neden olmuştu.
        2. Dünya Savaşı sırasında 1939-1942 yılları arasında Japon kuvvetleri Maçurya’da şarbon, veba, çiçek, tularemi, ruam, kolera, kızıl, menenjit, tüberküloz, salmonellozis, tetatnus, hemorajik ateş ve difteri gibi çeşitli infeksiyon hastalıklarını esirler üzerinde deneyip, çok sayıda ölüme neden olmuşlardı. Aynı yıllarda İngilizler İskoçya açıklarındaki Gruinard adasında şarbonla çok sayıda deneme yapmışlar ve ada topraklarının takibeden 36 yıl boyunca şarbon sporları ile kontamine kalmasına neden olmuşlardı. Adanın dekontamine edilmesine 1979 yılında başlanmış ve 280 ton formaldehit kullanıldıktan sonra ancak 1987 yılında tam anlamıyla temizlenebilmişti.
        1950’li yılların başında Amerikan ordusu biyolojik bir silahı taklit amacıyla San Fransisco kentine Serratia marcescens isimli bir bakteriyi yaydı. Normalde bu bakterinin solunum yoluyla bulaşarak hastalık yapması söz konusu değildi. Bu denemenin amacı gerçek bir biyolojik silahın kullanılması halinde meteorolojik koşulların etkisini araştırmaktı. Bu deneme 1970 yılında The Washington Post gazetesi tarafından yayımlanıncaya kadar halktan gizlendi. Ordunun yaptığı denemeden hemen sonra şehirdeki Stanfor Üniversitesi hastanesinde S. marcescens’e bağlı bir nozokomiyal üriner sistem infeksiyonu salgını oldu ve bir hasta endokardit nedeniyle yaşamını yitirdi. Salgının ordunun yaptığı denemeyle olan ilgisi hala bilinmemektedir.
        1972 yılında 100’den fazla ülkenin katılımı ile imzalanan “Bakteriyolojik ve Toksin Silahlarının Geliştirilmesi, Üretimi ve Depolanması ve İmhası”na dair anlaşma yürürlüğe girdi. Buna karşın başta eski Sovyetler Birliği olmak üzere bu silahların üretimi günümüze kadar süregeldi. Sovyet Savunma Bakanlığına bağlı bir kuruluş olan “Biopreparat”ın biyolojik silah üretimi amacıyla 1980-1990 yılları arasında 55.000 bilim adamı ve teknisyeni istihdam ettiği bilinmekteydi. Bu kişilerin bugünkü Rusya sınırları içinde yaşadıkları bilinmektedir. 1979 yılında, şimdiye dek biline en büyük akciğer (inhalasyon) şarbonu salgını eski Sovyetler Birliği sınırları içindeki Sverdlovsk şehrinde saptandı. Devlete ait bir biyolojik silah fabrikasının filtresindeki bir bozukluk nedeniyle havaya karışan şarbon sporları 79 kişide hastalığın ortaya çıkmasına ve bunların en az 68’nin ölümüne neden oldu. Gerçek hasta ve ölüm sayısının resmi olarak açıklanan bu sayıdan çok daha yüksek olduğu da iddia edildi.
        Tokyo’da 1995 yılında bir metro istasyonuna sarin gazı ile saldırı düzenleyerek çok sayıda kişinin ölümüne neden olan terörist örgüt Aum Shinrikyo’nun, aynı şehirde en az 8 defa şarbon ve botulismus ile saldırı düzenlediği ancak bilinmeyen nedenlerle başarılı olamadığı saptandı.
        1970 yılında Dünya Sağlık Örgütü’nün bir uzmanlar kurulunun yaptığı tahmine göre, 5 milyon nüfusa sahip bir şehir üzerine uçakla 50 kg şarbon basili aerosol halinde atıldığı takdirde 250.000 kişide şarbon görüleceği ve bunlardan 100.000 kişinin tedavisiz bırakıldığı takdirde öleceği hesaplandı. ABD’deki Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri’inin (CDC) tahminine göre hastalıkla temas eden 100.000 kişi için toplam maliyet 26.2 milyar USD olacaktı.
        11 Eylül 2001 tarihinde ABD’nin çeşitli şehirlerindeki terörist saldırılar sonrası değişik kuruluşlara gönderileren mektuplar içinde toz halinde şarbon sporları saptanmış ve 23 Ekim itibariyle üç kişi inhalasyon şarbonuna bağlı olarak yaşamını yitirmiştir. Bu arada Kenya ve Arjantin’deki değişik adreslere gönderilen bazı mektupların içinde şarbon sporları bulunmuş, ancak ABD dışından şimdiye kadar şarbona yaklanan kişi bildirilmemiştir.

        Şarbon (Antraks):
        Şarbon, gram-pozitif, spor oluşturan bir bakteri olan Bacillus anthracis’in neden olduğu akut infeksiyonun adıdır. Hastalık doğal olarak ot yiyen hayvanlarda (koyun, keçi, sığır gibi) görülür. Hayvanlar şarbon sporlarının bulaştığı toprakta otlanırken hastalıkla temas ederler. İnsanda hastalık sporlarla derinin teması veya solunum yoluyla sporların alınması sonucu oluşur. Kaynak çoğunlukla infekte hayvanlar veya hayvan ürünleridir. İnsanda vakaların %95’i deriden çizik ve yaralardan şarbon sporlarının girmesiyle oluşan deri şarbonu biçimindedir. Günümüzde ülkemizde yılda yaklaşık 100 civarında deri şarbonu olgusuna rastlanmaktadır.


        Biyolojik silah amacıyla şarbon kullanımı:
        Şarbon sporlarının büyük miktarlarda aersl olarak kullanımı sonucu ölümcül akciğer şarbonu tablosu ortaya çıkar. Ancak şarbonu bu şekilde silah olarak hazırlamak için belli ölçüde teknolojiye gerek vardır. Hazırlanacak aerosol içinde partikül büyüklüğünün 1-5 mikron boyutunda olması gereklidir.

        Bulaşma:
        Şarbon sporları dış ortama çok dayanıklıdır. İnsandan insana şarbon bulaşması söz konusu değildir. İnsanlarda şarbon, bakteri veya sporların alınma yoluna göre deri, inhalasyon ve mide-barsak (gastrointestinal) şarbonu biçiminde kendini gösterir.

        İnfekte edici doz:
        ID50 (sporları soluyan kişilerin %50’sinin hastalanması için gereken doz) yaklaşık olarak 10.000 spor olarak belirlenmiştir.

        Kuluçka dönemi:
        Deri yoluyla bulaşma halinde 3-7 gün, solunum yoluyla bulaşma halinde 1-6 gün, ağız yoluyla bulaşma halinde 1-7 gün olarak saptanmıştır. Muhtemelen alınan spor sayısıyla ilişkili olarak solunum yolu şarbonunun, bulaşmadan yaklaşık 1,5 ay sonra bile ortaya çıkabileceği bilinmektedir.

        Klinik belirtiler:
        İnhalasyon (akciğer) şarbonu:
        Hastalık grip benzeri bir tabloyla başlar. Ateş, başağrısı, adale ağrısı ve kuru öksürük görülür. Takiben 1-2 günlük kısa süreli bir iyilik hali sonrası şiddetli solunum yetmezliği gelişir. Akciğer filminde mediastinal genişleme görülmesi karakteristiktir. Bu görüntü mediastinal lenfadenopati ve hemorajik mediastinite işaret eder. Hastalığın başlangıcından 2-3 gün sonra kan kültürlerinde bakteri saptanabilir. Erken dönemde antibiyotik tedavisi başarısı yüksektir. Ancak belrtilen başgösterdikten sonra tedavi hastanın ölümünü engellemez. Hasaların yaklaşık yarısında menenjit tablosu gelişir.

        Deri şarbonu:
        En sık el, önkol ve başta rastlanır. Temas sonrası deriden kabarık, kaşıntılı ve kızarık lezyonlar gelişir. Takiben papül ve vezikül gelişimi gözlenir. 2-6 gün sonra siyah renkli kabuklu karakteristik lezyon ortaya çıkar. Lezyon etrafında ödem görülmesi karakteristiktir. Kabuklu lezyon 1-2 haftada kendiliğinden iz bırkamadan iyileşir. Ağız yoluyla alınan antibiyotiklere iyi yanıt verir. Nadiren bakteremi ve menenjit gelişir.

        Gastrointestinal şarbon:
        Hastalığın en nadir formudur. Ciddi karın ağrısı, kanlı ishal ve bulantı-kusma ile karakterlidir. Sıklıkla bakteremiye yol açar ve ölümle sonuçlanır.

        Dayanıklılık:
        Şarbon sporları kuruluğa, ısıya, UV ışığına, gama ışınlamasına ve çoğu dezenfektana dirençlidir. Toprakta çok uzun yıllar canlılığını koruyabilir. 1/10 oranında sulandırılmış (evde kullanılan) çamaşır suyu sporların çevreden temizlenmesi için en etkili ajandır.

        Antibiyotik duyarlılığı:
        Çoğu şarbon suşu pensiline ve doksisikline duyarlıdır. Buna karşın bakteri geniş spektrumlu (3. kuşak) sefalosporinlere ve trimethoprim-sulfametoksazole dirençlidir. Biyoterörizm amacıyla üretilen bakterinin bu iki antibiyotiğe dirençli olma kukusu nedeniyle siprofloksasin kullanımı önerilmektedir. Diğer sefalosporinler de in vitro koşullarda şarbon basiline etkili bulunmuştur. Siprofloksasin biyolojik terör amacıyla kullanılabilecek diğer bakteriyel ajanlardan veba ve tularemi etkenlerine karşı da etkilidir.

        Tedavi:
        İnhalasyon ve mide-barsak şarbonu:
        Erişkinlerde başlangıçta her 12 saatte bir 400 mg siprofloksasin iv kullanılır. Hastanın koşulları uygun olduğunda tedavi günde iki defa 500 mg oral şekle dönüştürülebilir. İn vitro deneyler siprofloksasin yerine 2 X 400 mg ofloksasin veya 500 mg günde tek doz levofloksasinin iv kullanılabileceğine işaret etmektedir. Eğer şarbon suşu duyarlı saptanırsa başlangıç tedavisi penisilin G 6 X 4 milyon U veya doksisiklin 2 X 100 mg iv biçiminde de uygulanabilir. Doksisiklinin intravenöz preparatı ülkemizde bulunmadığından bu tedavi şekli bir seçenek olarak kullanılamaz. Özellikle ciddi infeksiyonun söz konusu olduğu bu hastalık tablosunda başlangıçta oral tedavi önerilmez.
        Çocuklarda başlangıç tedavisi olarak 20-30 mg/kg/gün siprofloksasin iki eşit dozda uygulanmalıdır. Alternatif olarak <12 yaş çocuklarda 50.000 U/kg her 12 saatte bir; >12 yaş çocuklarda erişkinlerde kullanılan dozda penisilin G verilebilir.
        Hamile kadınlarda tedavi erişkinlerde olduğu biçimdedir.
        Tedavi süresi tüm hasta gruplarında iki aydır.

        Deri şarbonu:
        Tedavi 7 gün süreyle 2 X 500 mg oral siprofloksasin ile yapılır. Eğer mikroroganizma duyarlı bulunursa tedavi amoksisilin veya doksisikline değiştirilebilir. Tedavi süresi byotereörizm sonucu ortaya çıkan deri şarbonunda, hastanın aerosol halinde şarbon sporuna maruz kalma riskini de gözönünde bulundurarak iki ay olarak önerilmektedir.

        Korunma:
        Temas sonrası profilaksi de tedavi amacıyla kullanılan antibiyotiklerle yapılır. Ancak bu durumda antibiyotiklerin ağız yoluyla alınması yeterlidir. Erişikinlerde siprofloksasin 2 X 500 mg, alternatif olarak amoksisilin 3 X 500 mg veya doksisiklin 2 X 100 mg kullanılabilir. Profilaksi süresi 2 aydır. Çocuklarda ve hamilelerde doksisiklin önerilmemektedir. İmmünsüpresif hastalarda uygulanacak tedavi biçimi diğer hastalarda olduğu gibidir.

        Şarbon aşısı:
        ABD’de insanlar için üretilen şarbon aşısı (anthrax vaccine adsorbed, AVA) 1970 yılında FDA tarafından onaylanmıştır. Bu aşı 1999 yılından itibaren Amerikan askerlerine rutin olarak uygulanmaktadır. Aşı 0,2, 4. haftalarda takiben 6, 12 ve 18. aylarda toplam 6 doz uygulanır. Takiben her yıl yeni bir doz rapel gerekir. Aşı 18-65 yaş arasındaki erişkinlerde kullanmak üzere ruhsatlanmıştır. Aşının yaygın olarak toplumun tüm kesimlerine uygulanması henüz önerilmemektedir.
        Şarbonla kontamine olduğundan şühelenilen bir paket veya zarfla karşılaşan bir kişi nasıl davranmalıdır? Bu konuda CDC tarafından aşağıdaki önlemlere uyulması önerilmektedir:
        a) Zarfı sallamayın ve açmayın
        b) Zarfı plastik bir torbanın veya akma ya da sızıntıyı engelleyecek bir kabın içine koyun
        c) Eğer torba veya kap bulamazsanız, zarfı her hangi bir şeyle (kağıt, örtü vb) örtün
        d) Bulunduğunuz odadan çıkın, kapıyı sıkıca kapatın ve başkalarının girmesini engelleyin
        e) Ellerinizi su ve sabunla iyice yıkayın
        f) Güvenlik birimlerini olaydan haberdar edin
        g) Eğer zarf içindeki toz yere dükülür veya üstünüze bulaşırsa:
        a. Derhal dökülen tozun üstünü örtün ve odadan çıkın
        b. Toza bulaşmış giysilerinizi çıkartın ve bir torbaya koyup ağzını sıkıca kapatın.
        c. Su ve sabunla tüm vücudunuzu yıkayın.

        Biyoterörizm amacıyla kullanılabilecek diğer ajanlar:
        Veba:
        Yersinia pestis adı verilen bir bakteri infeksiyonudur. İnsanlarda ve kemiricilerde hastalık oluşturur. İnsanlarda veba, hastalığı taşıyan sineklerin ısırması sonucu ortaya çıkar. Salgınlar öncesinde farelerde çok sayıda ölüm görülmesi karakteristiktir. Biyolojik silah olarak kullanılan veba mikrobu akciğerlerde infeksiyona neden olur. Kuluçka süresi ortalama 2-4 gün arasında olup, 1-6 gün arasında değişebilir. Hastalığın ilk belirtileri ateş, başağrısı, halsizlik ve sulu, kanlı balgamla karakterize öksürüktür. Akciğer filminde iki taraflı infiltrasyonlar görülür. Hastalık solunum sekresyonları ile bulaşır. Hasta kişiyle yüz yüze temas edenlere veba bulaşabilir. Erken tedavi hastayı ölümden korumak için mutlak gereklidir. Streptomisin, tetrasiklin, kloramfenikol ve siprofloksasin etkili antibiyotiklerdir. Vebaya karşı bulunmuş bir aşı yoktur. Koruyucu amaçla 7 gün süreyle antibiyotik alınması hastalığa karşı etkin koruma sağlar.

        Botulinum toksini:
        Bu toksin bilinen zehirler içinde en güçlü olanidir. Bir gram kristalize hale getirilmiş toksin uygun şekilde etrafa saçılır ve solunum yoluyla alınırsa bir milyondan fazla insanın ölümüne nedne olabilir. Ancak teknik nedenler bu şekilde bir yayılımı hemen hemen imkansız kılmaktadır. Toksin botulism adı verilen adale felci yapan bir hastalığa yol açar. Toksin Clostridium botilinum adı verilen bir bakteri tarafından üretilir. İnsanlarda üç tipte botulism görülür: Yiyeceklerle bulaşan (ülkemizde özellikle ev yapımı konserve zehirlenmelerinde görülür), infant botulizmi (barsaklarında bakteriyi taşıyan duyarlı bebeklerde görülen formu) ve yara botulizmi. Biyolojik terör amacıyla kullanılan botulizm toksini solunum yoluyla alındığında da benzer semptomlara yol açar. Ancak şimdiye kadar bu yolla hastalığa yakalanmış sadece 3 kişi tanımlanmış olup, bu kişiler toksini soluduktan sonraki 72 saatte hastalık belirtilerini ortaya çıkarmışlardır.
        Hastalığın bulguları arasında çift görme, gözkapaklarında düşme, yutma güçlüğü, peltek konuşma, ağız kuruluğu, vücüdün üst kısmındaki kaslardan aşağıya doğru yayılan kas güçsüzlüğü (omuzlardan bacaklara doğru) sayılabilir. Solunum kaslarının felci ölüme nedne olabilir. Bu nedenle hastaların yapay solunum cihazlarına bağlanması gerekebilir.
        Botulizm insandan insana yayılmaz. Hastalığın tedavisi erken dönemde uygulanan antitoksin iledir. Çoğu hasta hastalık belirtileri başladıkatn haftalar ve aylar sonrası normale dönerler.

        Çiçek:
        Çiçek hastalığı tüm dünyada 1977 yılından itibaren ortadan kaldırılmış viral bir hastalıktır.
        Hastalığın kuluçka dönemi kişinin virüsle temasından sonra 7-17 gün arasındadır. Hastalığın ilk belirtileri yüksek ateş, yorgunluk, baş ve sırt ağrıları biçimindedir. Takiben 2-3 gün içinde hastalık için karakteristik bir döküntü gözlenir. Bu döküntü en belirgin biçimde yüz, kollar ve bacaklarda ortaya çıkar. Döküntü başlangıçta kırmızı, deriden hafifçe kabarık biçimde olup, takiben içi cerahat dolu kabarcıklara dönüşür. Hastalığın ikinci haftasında bu lezyonlar kabuklanmaya başlar, 3-4. Haftada kabuklar düşer. Çiçek hastalığına yakalananların %70’i hastalıktan tam olarak kurtulur, ancak kabukların iyileştiği yerlerde deride iz kalır. Hastaların %30’u ölür.
        Çiçek hastalığı hasta kişlerden sağlıklı bireylere tükrük damlacıkları aracılığıyla bulaşır. Bu nedenle çiçekli bir kişiyle yüz yüze temas sonrası hastalık bulaşabilir. Çiçek, hastalığın ilk bir haftasında yüksek oranda bulaştırıcıdır. Ancak bulaştırıcılık kabuklar düşünceye kadar azalmakla birlikte devam eder.
        Çiçek hastalığına karşın henüz etkinliği kanıtlanmış bir antibiyotik yoktur. Çiçek virusu ile temas eden bir kişiye temastan sonraki ilk 4 gün çinde aşının yapılması hastalığın ciddiyetini azaltır, hatta kişiyi hastalıktan tamamen koruyabilir. Çiçek aşısı içinde çiçek benzeri bir başka virusun (vaccinia virusu) zayıflatılmış hali mevcuttur. Dünyada insanlar çiçek hastalığına karşı aşı 1972 yılından beri uygulanmamaktadır. 1972 yılından önce aşılanmış kişlerde de aşının etkisi kalmadığı ve bu kişilerin de çiçek hastalığına karşı duyarlı oldukları kabul edilmektedir.

        Diğer ajanlar:
        Biyolojik silah olarak kullanılabilecek ve bu yazıda ayrıntıları anlatılmayan pek çok mikroroganizma da mevcuttur. Yazının sonunda bu hastalıklar ilişkin kaynaklar verilmiştir. Bu hastalıklar arasında tularemi, brusellozis, Q humması, hemorajik ateş yapan virüler, ve çeşitli ensefalit virüsleri sayılabilir.
        Son düzenleme delphin; 25-11-2006, 06:29.

        Yorum

        • delphin
          Senior Member
          • 27-12-2005
          • 15279

          #64
          Konu: Sağlık ile ilgili her konu

          Nükleer Silahlar, Üretimi ve Etkileri

          Atom çekirdeğinin fizyon, füzyon ya da her ikisinin karışmasıyla oluşan bir kimyasal reaksiyon ile enerji açığa çıkması sonunda oluşan patlamayı yaratan her türlü silaha genelde nükleer silah adı verilir. Nükleer reaksiyon sonucunda enerji ortaya çıkartan silahlar için farklı isimler kullanılmaktadır; atom bombası, hidrojen bombası, nükleer silah, fizyon bombası, füzyon bombası, termonükleer silah gibi... Bu tür silahlar ilk olarak "atom bombası" olarak adlandırılmıştır. Nükleer silahlar, yok edici etkilerini sağlayan nükleer reaksiyonlara ve tasarımlarındaki ayrıntılara göre çeşitli biçimlerde gruplandırılabilirler. Fizyon ve füzyon silahlarının genel özelliği atom çekirdeğinin transformasyonu sonucu etrafa enerji yaymalarıdır. Bu açıdan bütün bu tip patlayıcı araçlar için en uygun genel terim "nükleer silah"tır. Füzyon silahları oluşan nükleer reaksiyonun temel bileşeni hidrojen izotopu olduğundan "hidrojen bombası" olarak adlandırılır. Aslında, ilk füzyon bombası üretiminde deteryum (hidrojen-2) tek füzyon kaynağıdır. Füzyon silahları, reaksiyon oluşması için yüksek ısıya gereksinim duyduğundan "termonükleer silah" olarak da adlandırılmıştır.

          1930'lardan başlayıp 2. Dünya Savaşı yıllarında hızlanan atom bombası yapma çalışmaları, 1945 yılının Ağustos ayı başlarında ABD'nin ilk atom bombasını yapmayı başararak Japonya'nın Hiroşima kentinde kullanmasıyla sonuçlanmış, 60 kg Uranyum- 235 içeren ve "Little Boy" ismi verilen bu bombanın patlaması sonucunda 140,000 insan yaşamını yitirmiştir. Radyasyon yayılımının uzun süreli etkileri ile de bu sayı 300,000'e ulaşmıştır. "Fat Man" isimli ikinci bomba içinse Kokura şehri hedef seçilmiş ancak zayıf görüş koşullarından dolayı Nagazaki kentine atılmıştır. Patlama 22 kiloton TNT gücüne eşit 8 kg plütonyum-239 kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Sovyetler de yaptıkları çalışmalar sonucunda 1949 yılında ilk nükleer denemeyi gerçekleştirmişlerdir.

          1952 yılında ABD tarafından "Little Boy"dan 700 kat daha güçlü Hidrojen Bombası üretilmiştir. Sovyetler hidrojen bombasını 1953 yılında, Ingilizler ise 1957 yılında üretebilmişlerdir. Nötron bombası 1977 yılında yine ABD tarafından üretilmiştir. Günümüzde ise ABD, Rusya, Ingiltere, Fransa, Çin Halk Cumhuriyeti, Pakistan, Hindistan, Brezilya, Arjantin, Güney Afrika Cumhuriyeti, Israil, Kazakistan, Ukrayna, Beyaz Rusya nükleer güce sahip devletlerdir.
          Stratejik bombardıman uçağı ile atılacak olan nükleer, kimyasal ve biyolojik silahların nispi etkilerini bir Birleşmiş Milletler çalışması aşağıdaki gibi değerlendirmiştir:

          &#183; Bir megatonluk bir nükleer bomba 300 km&#178;’lik bir alan içinde korunmasız halkın yüzde doksanını öldürebilir.
          &#183; 15 tonluk bir kimyasal silah 60 km&#178;’lik bir alandaki halkın yüzde ellisini öldürebilir.
          &#183; 10 tonluk bir biyolojik silah 100.000 km&#178;’lik bir alandaki halkın yüzde yirmi beşini
          öldürür ve yüzde ellisini hastalandırır.
          Bu etkiler, kimyasal ve biyolojik silahların geniş bir yüzeye yayılabildiği ve toprak düzeyine ulaştığı durumlarda gerçekleşebilir. Nükleer silahların istenilen etkileri ise yer düzeyinde ya da arzu edilen yükseklikte patlatılması ile sağlanabilir. Ikinci Dünya Savaşı'nda kullanılan bir atom bombasını elde etmek için belirli bir çekirdek içinde bağlı enerjiyi açığa çıkartan nükleer fizyon prosesi kullanılır. Çekirdek içinde hapsedilmiş enerjinin açığa çıkması çok hızlı, miktarı çok büyük olduğundan, etkisi çok büyüktür.
          ürebilir.

          Fizyon ve füzyon bombaları sınıflaması popüler olsa da silah tasarımlarındaki çeşitlilik bu basit sınıflamadan çok daha karmaşıktır:
          1- Saf Fizyon Silahları
          2- Bileşik Fizyon/Füzyon Silahları
          • a- Artırılmış Fizyon Silahları (Boosted Fission Weapon)
          • b- Aşamalandırılmış Radyasyon Içeren Silahlar (Staged Radiation Implosion Weapon)
          • c- Alarm Saati Dizaynı ( Alarm Clock Design)
          • d- Nötron Bombası (Neutron Bombs)
          3- Kobalt Bombası (Cobalt Bombs)


          Fizyon silahlarında kullanılan ana maddeler U-235 ve Pu-239'dur. Bu maddeler, düşük bir enerji ile olsa bile bir nötron tarafından vurulduğunda kabaca iki ayrı kütleye ayrılabilen fizyon ile enerji açığa çıkartırlar.
          Her iki maddenin yeterli büyüklükteki kütlesinin birleştirilmesi, ilk fizyon reaksiyonunun başlaması ile kendiliğinden oluşan zincirleme bir reaksiyon ile sonlanır. Fizyon silahı dışındaki tüm nükleer silahlar zarar verici etkilerini sağlamak için füzyon reaksiyonunu kullanır. Füzyon silahının ilk uygulamalarından olan artırılmış fizyon silahında birkaç gram ditiryum/tirityum gaz karışımı kullanılmıştır. Aşamalandırılmış radyasyon içeren silahlarda ise hidrojen ve lityum gibi hafif element izotopları kullanılmıştır. Nötron bombaları füzyon yangını sonucu oluşan nötron yangınının silahın içinde absorbe edilmeyip serbest bırakılması düşüncesine dayanır. Yok edici mekanizmanın temel prensibi yüksek enerjili nötronların yoğun yanmasıdır. Nötronlar diğer radyasyon türlerinden daha fazla zarar vericidirler, gama ışınlarına dayanıklı kimi zırhlar nötronun etkisine açıktır.

          Nükleer silahların tahrip edici özelliklerini özellikle blast ve termal radyasyon gibi ani etkileri ve radyoaktif serp inti, nötron, iyonize radyasyon gibi gecikmiş etkileri belirler. Nükleer silahların potansiyel konvansiyonel silahlara benzer biçimde tahrip edici etkileri vardır, ancak; en önemli temel özellikleri kendilerine özgü BLAST ya da ŞOK etkilerine sahip olmalarıdır. Ancak, nükleer silahlar, en güçlü konvansiyonel silahtan binlerce ve hatta milyonlarca defa daha güçlüdür. Buna ek olarak nükleer silahlarda termal radyasyon denilen ve konvansiyonel silahta ortaya çıkan ısı ve ışığın binlerce katını içeren bir radyasyon yayımlanır. Bu ısı oldukça uzak mesafelerden yangınlara neden olabilir ve deride yanıklar oluşturabilir. Nükleer patlamalar sırasında gözle görülemeyen, yüksek nüfuz etme kabiliyetine sahip ani radyasyon ve patlama sonrası yayılan (artık radyasyon) radyoaktif etkiler de görülebilir. Patlama yüksekliği ve gücüne bağlı olarak, nükleer silahlar geniş arazileri kirletir, ciddi hasar oluşturur ve yıkıma neden olabilir. Psikolojik etkisi çok büyüktür. Uzun süreli kirlilik çok büyük oranda dekontaminasyon teçhizatı ve personele gereksinim gösterir.

          Bir nükleer patlama blast, ısı dalgası, nötronlar, X ve gama ışınları, radyasyon, elektromanyetik dalga ve üst atmosferde iyonizasyonu içeren kesin bir çevre yaratır. Nükleer silahın patladığı çevreye bağlı olarak blast etkisi kendisini toprak şoku, su şoku, krater, büyük miktarda toz bulutu ve radyoaktif serp inti olarak gösterir.
          Nükleer patlamanın oluşturduğu enerji üç temel form halinde ortaya çıkar; blast, termal radyasyon ve nükleer radyasyondur. Enerjinin bu üç formda dağılımı silahın gücüne, patlama noktasına ve çevrenin özelliklerine bağlıdır. Blast, ısı ve nükleer radyasyonun nispi etkileri silahın patlama noktasına göre tayin edilebilir. Nükleer patlamalar genel olarak; havada infilak, yüzeyde infilak, yüzey altında infilak ve yüksek irtifada infilak olarak sınıflandırılır.
          Nükleer silahların ana potansiyel hedefleri aşağıda belirtildiği gibidir;

          * Stratejik askeri hedefler,
          * Kritik politik ve askeri komuta, kontrol, irtibat ve istihbarat merkezleri,.
          * Büyük kıta ve zırhlı birlik toplulukları, Lojistik merkezler,
          * Hava üsleri ve limanlar,
          * Kritik altyapı tesisleri-akaryakıt ve enerji merkezleri,
          * Su ve su elde etme, arıtma tesisleri,
          * Büyük nüfus yoğunluğunun bulunduğu merkezler (halkı dağılmaya zorlamak, terör yaratmak ve ülkenin ekonomik ve politik altyapısını tahrip amacıyla hedef olarak seçilebilirler).
          Son düzenleme delphin; 25-11-2006, 06:33.

          Yorum

          • delphin
            Senior Member
            • 27-12-2005
            • 15279

            #65
            Konu: Sağlık ile ilgili her konu

            Aids'li Dünyamız ve Ülkemiz

            Dünya 2003 yılını 40.000.000 HIV taşıyıcısı ile karşılamaya hazırlanıyor. Bunların 3 milyonu 15 yaş altındaki çocuklar. Geçtiğimiz yıl 5 milyon kişinin bedenine daha HIV virüsü yerleşti. Bu her 10 dakikada yeni bir insana virüsün bulaşması anlamını taşıyor.Dünya Sağlık Örgütü rakamları sadece geçtiğimiz yıl 3 milyon insanın yaşamını AIDS nedeniyle yitirdiğini ortaya koyuyor. Salgının başından bu yana ölen insan sayısı ise 25 milyon.Bu rakam İsviçre’nin nüfusunun üç katından fazla.Bulaşmanın en yoğun olduğu kıtalar, 28,5 milyon HIV’li nüfusla Afrika. Acı olan, Afrika’da sadece 50 000’den az insanın virüse etkili olan ilaçları kullanabilme şansının bulunması.Güney Afrika’da gebe kadınlar arasında HIV-virüsü taşıyanların oranı 2000 yılında % 24,5’a ulaştı.Uzmanlar Afrika’da umulan ortalama yaşam süresinin 62 olmasını beklerlerken, bu sürenin 47 yaşa gerilediğinden söz ediyorlar.Güney ve Güney Doğu Asya’da 5,6 milyon HIV-pozitif yaşıyor. Örneğin Çin’de 2000 yılı sonuna dek 600 000 olduğu bilinen olguların 1 milyonu aştığı saptandı. Çok hızlı bir yayılım ise Doğu Avrupa’da gözleniyor. Burada da 1 milyon HIV-pozitif var. Estonya ve Özbekistan’da salgın sıçrama yaparken, Ukrayna’da virüs taşıyanların sayısı çeyrek milyonu aştı. HIV ile infekte olgular Rusya’nın her kentinden bildirilir hale geldi.



            Etkili eğitim kampanyalarına karşın, gelişmiş ülkelerde de tehlike silinmiş değil. Yoğun eğitim kampanyalarının yerini yeniden umursamazlığa bırakmasından endişe ediliyor.Bu ülkelerde yaşayan azınlıklar, göçmenler, ayrımcılık ve dışlanma nedeniyle korunmayı öğreten kampanyalardan ve tedavi olanaklarından yeterince yararlanamıyorlar.Bir çok Türkün ikinci vatanı Almanya’da halen 37 000 HIV taşıyıcısı yaşıyor.Salgının başından bu yana Almanya’da yaklaşık 60 000 insan virüsü bedenine aldı, 18 000’i AIDS nedeniyle öldü. Alman AIDS-Yardımlaşma Örgütü “Deutsche AIDS-Hilfe e.V.” son yıllarda göçmenler arasında HIV-infeksiyonu oranının arttığını bildiriyor ve Alman olmayan HIV-pozitiflerin bu ülkede ne yazık ki “yardıma gereksinimi olan insan”lar değil, “bulaşma kaynağı” olarak görüldüklerine işaret ediyor. Dil güçlüğü, aşağılanma onların bilgiye, tedavi olanaklarına ulaşmalarını engelliyor.

            İsimsiz ve ücretsiz test yapan merkezlere güven duyarak başvuramıyor, başvurup pozitif test sonucu ile karşılaşanlarsa durumlarını açıklayamıyorlar. Bir çoğu ancak HIV-pozitiflik AIDS’e dönüştüğünde, yani ağır hastalık belirtileri ortaya çıktığında doktora başvuruyorlar. İlticacıların durumları ise büsbütün güç.Tıbbi açıdan son derece sınırlı bir bakım alıyorlar, yani uygun bir bakım alma şansları yok. Durumlarının anlaşılmasından, ülkelerine geri gönderilmekten, orada tıbbi bakımdan büsbütün yoksun kalmaktan çok korkuyorlar.

            Birleşmiş Milletler’in AIDS organizasyonu UNAIDS, “HIV-pozitif ve AIDS olanların aşağılanması, damgalanması onların insan haklarının çiğnenmesidir” diyor ve 2002 yılının sloganını “Yaşa ve yaşat!” olarak açıklıyor. Dünya üzerinde HIV/AIDS ile yaşayanların çoğu gelişmekte olan ülkelerde.Onların çoğu pahalı AIDS ilaçlarına ulaşmayı hayal bile edemiyorlar. Almanya AIDS Yardımlaşma Örgütü de, ülkesindeki göçmenlerin, ilticacıların, geniş anlamda ise HIV’le yaşan dünya nüfusu içerisindeki çoğunluğun, yani AIDS ilaçlarına ulaşmayı hayal bile edemeyenlerin durumlarına dikkat çekmek amacıyla bu yılın sloganını “Dışlama hasta eder!”olarak belirledi. Çünkü çok iyi bilinir ki aşağılama, ruhsal durumu sarsar, insanın kendisini kötü hissetmesine yol açar, bu da bedene zarar verir. Dışlama yaralar ve korku uyandırır, bu da sağlığı bozar. Ancak kendisini önemseyen, kendisi ile barışık insan, kendisini korumayı düşünebilir. Bu nedenle dışlama tutumu, korunma kampanyalarına da zarar vermektedir. Yaşamak için yeterli parası olmayan, sürekli itilen insan, AIDS konusu ile ilgilenemez.



            Almanya’da AIDS Yardımlaşma Örgütü bu yıl 1 Aralık Dünya AIDS Günü kampanyasını Güney Afrikalı zenci bir baba ile Heidelbergli bir annenin kızı olan ünlü Soul-şarkıcısı Joy Denalane ile yürütüyor. Denalane, ailesinin aşıladığı tüm özgüvene karşın, doğduğu ülke Almanya’da derisinin rengi nedeniyle aşağılandığını, dolayısıyla bu duygunun yaralayıcılığını çok iyi tanıdığını anlatıyor.Her beş erişkinden birinin HIV taşıdığı baba vatanı Güney Afrika’nın Kap kentinde yaşayan AIDS’lilere yardım amaçlı bir kampanyaya destek olunması çağrısında bulunuyor. Güney Afrika’da insanların on yıllarca Apartheid yaşamaları, bu nedenle günümüzde de inanılmayacak ölçüde yoksulluk içinde olanların bulunması, bu da yetmezmiş gibi bir de AIDS’e yakalanmaları yüreğini burkuyor Danelane’in. Sanatçı duyarlılığı ile şu doğruya işaret ediyor:

            “Aşağılamanın önemli nedeni, yabancı olandan korkmaktır. Örneğin HIV’den. Korkunu içine gömersen, bu hoşgörüsüzlüğe yol açar. Korkunu dizginleyebilirsen, doğru yoldasın demektir: İlgi, tolerans, anlayış egemen olur!”

            AIDS’in etkeni kabul edilen HIV adlı virüsün yol açtığı infeksiyonun tedavi edilmesinde son yıllarda önemli bir yol alındı. İlaçları kullanabilen HIV-pozitifler, bedenlerinde AIDS tablosunun patlak vermesi olasılığını oldukça ileri itmiş oluyorlar. Örneğin yüksek gelirli ülkelerde yaşayan yaklaşık 1,5 milyon insanın HIV taşımakta olduğu, fakat bu etkili terapilerden yararlanabildikleri için üretken nüfus içerisindeki yerlerini koruyabildikleri biliniyor. Ancak çoklu ilaç tedavisi esaslı bu terapi türleri ile hastalığın ne süreyle dizginlenebileceği çok açık değil. Çok yüksek dozlarda çok uzun süre, çok düzenli bir şekilde kullanılması gereken, ama çoğunlukla düzenli kullanılamayan ilaçlara direnç gelişmesinden, böylelikle tedavinin etkisiz kalmasından korkuluyor. İlaçlar son derece pahalı.

            Zengin ve fakir ülkeler arasında tedavi olanaklarının adil hale getirilmesi için geniş çaplı bir ortaklığa gereksinim var. Yoksul insanlar, farma-endüstrilerine müşteri olamıyorlar. Bu da dışlamanın, dışlanmanın bir türü. Uluslar arası AIDS Topluluğu’nun Başkanı Joep Lange, “Afrika’nın en ücra köşelerine soğuk kola ve bira götürebiliyorsak, ilaç da götürebilmeliyiz!” sözleriyle dile getiriyor tepkisini.

            Hastalıkla mücadelede dayanılacak sadece iki gerçek var: Tıbbi bakım koşullarını iyileştirmek ve insanları davranışlarını gözden geçirmelerini sağlayacak ölçüde bilgilendirmek. Oysa 20 yılı aşkın süredir hastalıkla mücadele edilmesine karşın, bazı ülkelerde AIDS’in adını duymamış insanlar yaşıyor. Hastalığın vurduğu esas kesim olan genç nüfusa ait milyonlarca genç bu konuda hala çok az şey biliyor, bildiklerini sandıkları şeylerse yanlışlar. Dünya Sağlık Örgütü, UNICEF ve UNAIDS, 2 Temmuz 2002’deki ortak basın bildirisinde gerçeği şöyle özetledi: “Gençler nasıl korunacaklarını bilmiyorlar!”. Trajik sonuç ise onların aşırı derecede salgına yem olmaları. Yeni gerçekleşen bulaşmaların yarısı 15-24 yaş arasındaki insanlarda görülüyor. Dünya üzerinde her gün 6 000 genç insana HIV bulaşıyor.
            Uzmanlar HIV’in tedavisinin aylık 1000 Amerikan Doları gerektirdiğini, oysa 8 Amerikan doları harcayarak bir insanı korumanın mümkün olabileceğini söylüyorlar. Bunun için gençlere bilgi ve danışmanlık sağlanması, bu hizmetlerin dostluk görecekleri bir atmosferde verilmesi, HIV-Testi’nin danışmanlık hizmeti verilerek isimsiz ve ücretsiz yaptırılabileceği merkezlerin oluşturulması, HIV/AIDS ile yaşayan genç insanların işe alınması, en çok risk altındaki gençlere ulaşılması önemli.

            Birleşmiş Milletler ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından biraraya getirilen bir grup uluslar arası uzman tarafından hazırlanan, 12 önemli önleme yöntemine dayanan “2005 Geniş Müdahaleler Paketi” önemli bir umut . Bu önlemlere uluslar arası ölçekte kuvvetle sahip çıkıldığında yeni bulaşmaların önünün %64 oranında kesileceği, yani her yıl gerçekleşebilecek 4 milyon yeni bulaşma olgu sayısının 1,5 milyona düşürülebileceği ümit ediliyor. Dünya Sağlık Örgütü/UNAIDS 4 Temmuz 2002 tarihinde ortak basın bildirisi ile bu paketi açıklarken, bildirgedeki bir çok maddenin yazarlarından, UNAIDS uzmanı Neff Walker “Bu müdahaleler olmazsa 10 yıl sonra 45 milyondan fazla yeni infeksiyon görmek mümkün olacaktır” diyordu. Programda temel alınan önleme yöntemleri ise hastalığı anlatan kampanyalar, kondomların tanıtımı ve dağıtımının kamu sektörünce de üstlenilmesi, gönüllü danışmanlık ve test programları, anneden çocuğa bulaşmanın engellenmesi, okul tabanlı ve okul dışı gençliğe, işyerlerine yönelik eğitim programları, cinsel yolla bulaşan hastalıkların tedavisi, **** tacirleri hakkında uyarıcı eğitim, eşcinsel ilişkilerin ve uyuşturucu kullanımının riskleri hakkında bilgilendirme çalışmaları.

            Birkaç ay önce 7-12 Haziran 2002 tarihleri arasında XIV.Dünya AIDS Kongresi gerçekleştirildi. 145 ülkeden bilimadamlarının, klinisyenlerin, hasta dayanışma örgütlerinin ve hastaların imzasını taşıyan 11 000 bildiri başvurusu (sadece 3 000’i sunuşa kabul edildi) yapıldı kongreye, 15 000 kişi kongreyi izlemek üzere hazır bulundu. Üzücü yön, bütün çabalara karşın etkili bir aşı üretme sonucuna ulaşılamamış olmasının anlaşılmasıydı. Bugüne değin en büyük çaplı aşı araştırmalarını yürüten VaxGen Firması iyimserdi, araştırmasının ilk sonuçlarının 2003’ün son üç ayı içerisinde açıklayacağını duyuruyordu.

            Ancak kongre esnasında çıkarılan SCIENCE adlı bültende Amerikan Ulusal sağlık Enstitüsü-NIH’dan David Baltimore’un, bulunacak HIV aşısına lisans alınmasının 10 yıl sürmesinin beklendiğini belirtmesi oldukça düşündürücüydü. İnfeksiyonun seyrini etkilemekle yetinmeyip, infeksiyonu önleyecek nitelikte bir aşı umudu ise oldukça uzak görünüyordu.Kongre ilaç fiyatlarının aşağıya çekilmesi için ısrarlı, isyank&#226;r taleplere sahne oldu. Bu açıdan kongrenin bilimsel ağırlıklı değil, politik nitelikte bir kongre olduğu, bunun da doğal ve doğru olduğu düşünüldü. 650 000 HIV/AIDS’linin yaşadığı Tayland, çaresizliğin ateşlediği bir yaratıcılıkla üç ayrı firmanın ilacını GPO-VIR adlı tek tablette toplayıp, patent hakkını dışlayan bir üretime geçmiş, tek tabletin fiyatını 46 Cent’e çekmeyi başarmıştı. Oysa bu bileşimde yer alan bir ilacın tek tabletini Almanya’da en az 100 katı ücret ödeyerek satın almak mümkündü. İki yıl sonra Bankong’da toplanacak XV.Dünya AIDS Kongresi’nde dile getirilen protestoların değişime yol açtığını gösterecek sonuçlarla karşılaşmak ümit ediliyor.

            Haziran 2002 sonu itibariyle Sağlık Bakanlığı’na 1429 HIV/AIDS olgusu (998 taşıyıcı, 431 hasta) bildirilmiş ülkemize başımızı çevirdiğimizde, cinsel yönden aktif genç, ama eğitim düzeyi düşük bir nüfus yapısına sahip oluşu, 10 milyon civarında turisti ağırlayacak çapta güçlenen turizmi, yurtdışında yaşayan, çalışan, okuyan, ülkemizle temasta önemli bir nüfusa sahip olması, Balkanlar, Orta Asya ve çevre ülkelerden göç almakta oluşu, komşu ülkelerde salgının atağa kalkmış olması ile salgının ciddi anlamda tehdidi altında olduğunu görüyoruz.Ülkemizde gerçek HIV/AIDS olgu sayısının Sağlık Bakanlığı’na bildirimi yapılan 864 olgunun çok üzerinde olduğu hemen hemen tüm uzmanlar tarafından kabul edilmekte ve gerçek sayının, bildirimi yapılanların 50-100 katı daha fazla olduğu tahmin edilmektedir. Çünkü ülkemizde ağırlıkla sadece kan vericileri taranmaktadır. Ücretsiz danışmanlık alarak, test yaptırılabilecek merkezler azdır. Toplumda HIV-pozitif ya da AIDS olmak, panik yaratıcı olma özelliğini koruduğu için insanlar böyle bir test yapmaya yanaşmamakta, özel merkezlerde test yaptırıp pozitif sonuçla karşılaşanlar gizlenmeyi seçtikleri gözlenmektedir.

            Uzmanlarımız, AIDS tablosu içerisindeki belirtilerle hastaneye yatmış, ama HIV açısından durumu incelenmeyerek, yani bu olasılık atlanarak taburcu edilmiş pek çok olgu bulunduğu düşüncesini taşıyorlar. Ayrıca uzmanlar, ülkemizde olguların AIDS aşamasında, yani uzun HIV-pozitiflik süreci sonunda hastalık belirtilerinin patlak verdiği evrede hastanelere başvurduklarını belirterek, bu insanların hastalık belirtileri patlak vermeden önce yıllar sürebilen uzun dönemde, durumlarının farkında olmadıkları için bulaştırıcı olarak yaşadıklarına, bunun toplumumuz için taşıdığı büyük tehlikeye işaret ediyorlar.

            Ülkemizde en çok olgu İstanbul’da görülmüştür. Bunu yoğun turizm hareketlerinin yaşandığı İzmir ve Antalya gibi turistik yöreler izlemektedir. Yaşamlarının AIDS nedeniyle nasıl da derinden sarsıldığına tanıklık ettiğim, tatil köyünde çalışan eşinin bir turistle kurduğu cinsel ilişki aracılığıyla HIV kapması ardından bulaşma yaşayan, daha önceki yıllarda doğmuş çocuğu sağlıklı, onu hayatta annesiz-babasız bırakmak zorunda kalacakları korkusuyla kıvranan HIV-pozitif anne örneği, ülkemizde ne yazık ki artacak görünmektedir. Bu örnek, sayısı pek çok ev kadını kimlikli, sadece eşine bağlı yaşamakta olan kadınlarımızın, hatta doğacak çocuklarının kaderlerinin, bilinçsiz eşleri tarafından karartılabileceğini göstermektedir. Hekimlerimiz, ülkemizdeki olguların büyük çoğunluğunun (İstanbul için %75) sosyal güvenceden yoksun, eğitim düzeyi düşük kişilerden oluştuğuna dikkat çekmektedirler.

            17-18 Ekim 2002 tarihleri arasında İzmir’de AIDS ile Mücadele Derneği, Dokuz Eylül Üniversitesi ve İzmir Valiliği’nin işbirliği ile toplanan 6.Türkiye Ulusal AIDS Sempozyumu, UNAIDS’in çağrısı paralelinde gençlerin sorunlarını vurgulamaya yöneldi. Sempozyumun sloganı, “Gençler Nereye Başvursun?” olarak belirlenmişti ve Türkiye’de AIDS ile mücadelede ilk sivil toplum kuruluşu AIDS ile Mücadele Derneği’ni kuran (kuruluş 1991) Prof. Dr. Melahat Okuyan, bu başlığı taşıyan konferansında devlet yetkililerine yıllardır savunduğu ve yaşama geçirmeye çalıştığı modele destek vermeleri çağrısında bulundu: Yurt sathına en geniş şekilde yayılmış sağlık ocakları birer AIDS Danışma Merkezi olarak hizmet vermeliydi. Bu ocaklarda, fazla masraf gerekmeden, gençlerin cinsel sorunları hakkında ücret ödemeksizin başvurabilecekleri birimler oluşturulabilir, gençler buralarda AIDS konusunda eğitilebilirlerdi. Ülke koşullarını iyi tanıyan, gerçekçi çözümler üretmeye çalışan Prof.Dr.Okuyan, bağımsız merkezler kurabilmenin büyük kaynaklar gerektireceğinin farkındaydı. Ama varolan sağlık ocaklarındaki görevlilerin bu konuda eğitilmeleri ve organize edilmeleriyle, uygun hizmet birimleri yaratılabilirdi. Prof. Okuyan’ın özgün ve yıllardır yaygınlaştırmaya çalıştığı bir projesi de, ortaöğretim kurumlarının konuya en yakın dallardaki öğretmenlerini eğiterek, okullarda bu konuda sürekli eğitim verecek, etkinlik yapacak birimler oluşturma düşüncesiydi.

            Sempozyumda, bu alanda bugüne kadar yapılanlar ve kazanılan deneyim, bu eğitimlerde öne çıkan ortaöğretim eğitimcilerin katıldığı özel bir oturumda ele alındı. “Anadolu Coğrafyasında AIDS” adlı oturumda çeşitli yurt köşelerinden gelmiş hekimler, salgından ne ölçüde etkilendikleri, salgının hangi yolla üzerlerine gelmekte olduğu konusundaki bilgi ve deneyimlerini paylaştılar.Açılışta konuşan İzmir Valisi Alaattin Yüksel, AIDS ile mücadele hedefini taşıyan sivil toplum kuruluşlarının çabalarına destek verme anlayışı taşıdığını, bu nedenle AIDS ile Mücadele Derneği’nin tüm illerimizde güçlendirilmesini salgınla mücadelede önemli bulduğunu belirtti.
            Açılışın önemli bir konuşmacısı Birleşmiş Milletler AIDS Organizasyonu UNAIDS’in Türkiye Danışmanı Dr.Mehmet Kontaş, AIDS’li dünyada yerimizi ve gidişimizi açıklayan önemli bir değerlendirmede bulundu. Türkiye, Birleşmiş Milletler’in 2001 yılında oluşturduğu 103 maddelik uluslar arası ortak mücadele ilke ve kararlarına imza atmış, fakat bu imzanın gerektirdiği performansı gösterememişti.

            Sağlık Bakanlığı’nın çağrısı ile 1987’de Yüksek AIDS Kurulu, 1993’te AIDS Danışma Kurulu, 1998’de Ulusal AIDS Komisyonu oluşturulmuştu ama, Dr.Kontaş’ a göre Türkiye AIDS ile mücadelede adeta gözü kapalı bir yerlere gitmeye çalışır gibiydi.
            Bu gidişin insan yaşamlarına yansıması kuşkusuz acı vericidir ve acı verecektir.HIV-taşıyıcısı olduğunu öğrenmiş, İstanbul’da akrabalarının yanında yaşamını sürdüren Doğulu bir gencin, hasta olduğu fark edilip evden atılacağı korkusu içerisinde ilaç içmek istememesi örneği, AIDS konusunda toplumdaki önyargıları yenemememizin, insanlarımıza gereken sosyal, ruhsal destekleri sağlayamamamızın ağır sonucunu adeta yüzümüze çarpıyor. HIV-pozitif arkadaşı, önümüzün kış olduğunu, bu nedenle ilaçları edinip, sokakta bir yerlere saklayarak içebileceğini öğütlüyor kendisine...

            1 Aralık Dünya AIDS Günü, ülkemizde katı ahlakçı, tutucu yargılarla insana dair gerçeklerin görmezden gelinmeyeceği, AIDS mücadelesinin önyargılı değerlendirmelerle zayıflatılıp geriletilmeyeceği bir yaklaşımın egemen olmak zorunda olduğunu hepimize hatırlatmalıdır.
            Son düzenleme delphin; 25-11-2006, 06:36.

            Yorum

            • delphin
              Senior Member
              • 27-12-2005
              • 15279

              #66
              Konu: Sağlık ile ilgili her konu

              SARS


              Tanım
              Ciddi ani gelişen solunum yetersizliği sendromu.

              Etyoloji
              Etyolojisi bilinmiyor.

              Epidemiyoloji
              DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü) tarafından şubat 2003’ten itibaren toplanan bilgilerle tanımlandı. Dokuz ülkede 11 labaratuvar tanı amaçlı çalışıyor. Hastaların yaşları 25-70 arasında değişiyor. Onbeş yaş altı çocuklardada görülmüş. 29 martta Dr. Carlo Urbani Hanoi’de SARS’tan öldü.

              Hastalığın görüldüğü ülkeler
              Avustralya, Belçika, Brezilya, Kanada, Çin, Çin Hong Kong Özel İdari Bölgesi, Çin, Tayvan, Fransa, Almanya, İtalya, İrlanda, Romanya, Singapur, İşviçre, Tayland, İngiltere, ABD, Vietnam.

              Sıklık ve Ölüm
              3 Nisan itibariyle 2270 olgu 79 ölüm bidirilmiştir. Yüzde 3 olguda ölüm görülür.

              Klinik
              Kuluçka süresi 2-7 gündür. On güne uzayabilir. Hastalık ateşle başlıyor.
              Titreme, baş ağrısı, boğaz ağrısı, burun akıntıs, halsizilik, myalji başlangıç bulgulardır.
              Ateşle beraber ishal görülebilir.
              Üç ila yedi gün sonra alt solunum yolu fazı başlar.
              Kuru öksürük, nefes darlığı, hipoksemi görülür.
              Akciğer filmi ateşli dönemde normaldir. Solunumsal fazda yamalı
              interstisyel gölge ve konsolidasyon görülür.
              Lenfosit azalır. Lökopeni, trombositopeni, kreatinin fosfokinaz yüksekliği, Karaciğer transaminazları artışı görülür.
              Hastalığın şiddeti hafiften ağıra kadar değişir.
              %80-90 olgu 6-7 günde düzelir.
              Olguların %10-20’sinde entübasyon ve mekanik ventilasyon gerekebilir.
              Eşlik eden hastalığı olup 40 yaşın üzerinde olanlarda hastalık ağırlaşır.

              Bulaşma
              Temaslıların çoğunda hastalık gelişmez. Çok azında aynı hastalıkgelişir.
              Hastalara bakan sağlık çalışanlarındada hastalık görülmüştür.

              Hastalığın bulaşması nasıl azaltılır ?
              Şüpheli yada hasta olanlar maske takmalıdır. Öksürürken ağzını örtmelidir.
              Hasta eşyalarına ve kullanılan tıbbi aletlere dezenfeksiyon uygulanmalıdır.
              Hasta ile temas edenler iyi bir el hijyeni uygulamalıdır.
              Eldiven kullanılsa bile eller sabunlu su ile yıkanmalıdır.
              El temiz olsa bile alkolle ovulmalıdır.
              Hasta ile ilgilenen personel göz koruması, önlük, maske ugulamalı.
              Hasta izole edilmelidir. Hastalık düzeldikten sonra 10 günekadar.
              Hasta naklinde hasta ve personel maske kullanmalıdır.
              Hasta odalarının havası ana sisiteme verilmemelidir. Kapalı
              kapılı ve negatif basınçlı odalar olmalı.
              Özel bir sistem yoksa havalandırma cam açılarak yapılamalı.
              Hastaların bakıldığı yer ve personel ayrılmalıdır.
              Tek kullanımlık ekipman kullanılmalıdır.
              On gün için hastayla teması olup yukardaki şikayetleri
              başlayanlar(Hasta yakınları ve bakan sağlıkçılar) on gün işten ayrılıp toplu temastan uzak tutulmalıdır.
              Hasta uçakla nakledildiyse uçuş sonrası dezenfeksiyon uygulanmalıdır. Personel el hijyenine dikkat etmeli.
              Hasta materyallerini incelyen laboratuvar personelinede tam koruma uygulamalıdır.
              Hastalıklı bölgelerden uçakla gelen yolcular taranmalıdır.
              Yolcular bu hastalık konusunda bilgilendirilmeli.

              Şüpheli olgular
              Sebebi bilinmeyen ateş, öksürük, nefes darlığı, solunum zorluğu, hipoksi, radyolojik pnomoni bulguları, akut solunum sıkıntısı sendromu varlığı olanlarda on gün içinde şüpheli bölgeye seyahat öyküsü bulunması.
              Kimler yakın temaslıdır:
              Hastayla birlikte yaşayanlar.
              Hastanın solunum ve vücut sıvılaruyla teması olanlar.
              Hastanın bakımını üstlenen sağlık görevlileri.

              Tedavi
              Atipik pnomoni antibiotikleri, antiviral ajanlar(oseltamivir, ribavirin) steroit uygulanmıştır. Genel destekleyici tedavi uygulanır.
              Aşağıdaki bulgular varsa hastalar hastaneden taburcu edilebilir.
              Ateşsiz 48 saat.
              Öksürük düzeldiyse.
              Beyaz küre, trombosit, CPK, KCFT, Sodyum, CRP normale döndüyse
              Akciğer filmi düzeldiyse.
              Taburcu olan hastaların takibi
              Günde 2 defa ateş ölçülmeli.
              Hasta 7 gün evde kalmalıdır. Aşırı temastan kaçınmalı.
              Bir hafta sonra laboratuar tetkikleri tekrarlanmalı.
              İmmünsüpresse yada filmi bozuk hastalar daha fazla izlenmelidir.

              Sık Sorulan Sorular

              SARS’ın semptomları nelerdir?
              Ateş, kuru öksürük, nefes darlığı, solunum zorluğu.
              Akciğer filminde pnomonik gölge koyuluğu.
              Baş ağrısı, kas güçsüzlüğü, istah kaybı, düşkünlük, konfüzyon, rash ve diare.

              SARS nekadar bulaşıcıdır?
              Hastalıklı kişi ile yakın temas gereklidir. Hastanın sekresyonlarıcı bulaşmada önemlidir. Hastalık yakın aile bireyleri ve sağlık personeline bulaşır.

              SARS’li hasta nasıl takip edilmelidir?

              Hasta izole edilir.
              Şüpheli hastalar tek kişilik odalara alınır.
              Sağlık personeli maske, gözlük, önlük ve galoş kullanır.

              SARS’ın tedavisi nedir?
              • Kesin tedavi ve koruyucu ilacı yok.
              • Antibiotikler etkili değil.
              • Semptomatik tedavi uygulanır.
              • Gereken olgular yoğun bakıma nakledilir.
              Hastalık sebebi ne zaman bulunacak?
              On ülkede 11 labaratuvar bunun için uğraşıyor.

              SARS nekadar hızla yayılıyor?
              • Gripten daha az bulaşıcı.
              • İnkübasyon süresi kısa. İki ila yedi gün arasında değişiyor.
              • Uluslararsı seyahatler hastalığı yayabilir.
              İlk SARS nerede ve ne zaman bulundu?
              Hanoi’de 26 şubatta ateş, kuru öksürük, kas güçsüzlüğü ve boğaz ağrısı olan erkek hasta yatmış. Dört gün sonra mekanik ventilasyon gerektiren erişkin sıkıntılı solunum zorluğu ve trombositopeni ile yoğun bakıma kabul edilmiş.

              Kaç adet SARS’lı olgu bildirilmiş?
              Bir Şubat 2003 ile 24 Mart 2003 arası 456 olgu 17 ölüm bildirilmiş,
              1 Kasım 2002 – 3 Nisan 2003 tarihleri arasında 2270 olgu, 79 ölüm bildirilmiştir.

              Kaç ülkede SARS olguları bildirildi?
              3 Nisan 2003 itibarıyla 18 ülke.

              Yayılım Çin'de Guandong şehrindenmiydi?
              Kasım 2002’de Guandong’da görülen atipik pnomoninin ilişkisi araştırılıyor.

              Bu bir bioterörizim midir?
              Böyle bir ispatlama yok.

              Endişe duymalımıyız?
              • Hastalık ciddidir. Seyahatle kısa sürede çeşitli ülkelereyayılabilir.
              • Bulaşıcılığı yüksek değildir.
              • Ölüm oranı düşüktür.
              • Onbeş marttan beri sadece izole olgular saptanmıştır.
              Seyahat etmek güvenilirmidir?
              • Dünya Sağlık Örgütü seyahat kısıtlaması getirmemiştir.
              • Ama tüm yolcular SARS semptomları konusunda uyarılmıştır.
              • Şikayetleri olanların seyahat etmemleri öğütlenmektedir.
              Bu bir grip pandemisi olabilirmi?
              SARS etkeni saptanamadı.

              Dünya Sağlık Örgütü ne öneriyor?
              • Global çalışmalar devam ediyor.
              • Şüpheli olgular bildiriliyor.
              • Olgular izole şartlarda tedavi ediliyor.
              Pozitif gelişmeler varmı?
              Vietnam’da iyi bir tıbbi bakımla belli sayıda olgu düzelmiştir.

              Yorum

              • delphin
                Senior Member
                • 27-12-2005
                • 15279

                #67
                Konu: Sağlık ile ilgili her konu

                Hamile misiniz?

                Bu soruyu kendinize ne zaman sorarsanız sorun aklınızda bulunsun: Cevap almak kolay, ancak bu cevabı almak için harekete geçilmeli. Eğer çocuk istiyorsanız, doktorunuza başvurmalı ve sağlıklı bir gebeliğin teşhisi sonrası onun önerilerine göre yaşam stilinizi tekrar gözden geçirmelisiniz.

                Plansız bir gebelik ihtimali varsa cevabın erken alınması daha da önemli... Her zamanki gibi yine hatırlatmak gerek. Eğer gebelik düşünmüyorsanız mutlaka doktor önerisiyle bir aile planlaması yöntemi uygulamalısınız.

                Sorunun cevabını nasıl alacaksınız?

                Bazı belirti ve bulgular size bu sorunun cevabının "evet" olma ihtimalinin yüksek olduğunu gösterir. Bunlar:

                - Beklenen adetin başlamaması.

                - Görülen adetin niteliklerinin normalden farklı olması (miktarın, adet görme zamanının, beraberinde oluşan belirtilerin, öncesinde oluşan belirtilerin farklı olması).

                - Memelerde dolgunluk, hassasiyet, memeucunda koyulaşma, memebaşında karıncalanma hissi.

                - Karnın alt kısmında dolgunluk, şişkinlik ve bazen hassasiyet.

                - Bulantı ve bazen kusma.

                - Yorgunluk, uykuya eğilim, başdönmesi.

                - Sık idrara çıkma.

                - Vajina salgılarının artması.

                Bu belirtiler muhtemel bir gebeliğin habercisidir. Kesin bir gebelik varlığını göstermezler, zira başka durumlara bağlı da ortaya çıkabilirler. Kesin tanı için gebelik testi yapılmalı ve ultrasonda gebelik gözlenmelidir.

                Kesin cevabı nasıl alacaksınız?

                Gebelik testleri

                Gebelik rahimde (dış gebelik durumunda tüplerde ya da karın boşluğu gibi bir yerde) yerleştiği andan itibaren trofoblast hücreleri tarafından HCG (Human chorionic gonadotropin) adı verilen bir hormon salgılanmaya başlanır. Normalde kanda ve idrarda eser miktarda bulunan bu hormonun arttığının çeşitli testlerle gösterilmesi (HCG salgılayan tümörlerin olduğu çok ender durumlar hariç) vücutta bir gebelik olduğunun kesin kanıtıdır.

                Kandaki ve idrardaki HCG seviyesinin bu hormona yapısal olarak çok benzeyen luteinizan hormon (LH) adlı yumurtlamadan sorumlu hormon ile karışmasını önlemek için HCG hormonunun beta fraksiyonu yani &#223;-HCG ölçümü yapılır.

                İdrar testleri:

                Kanda &#223;-HCG belli bir eşik seviyesine ulaştığında idrara çıkmaya başlar ve gebeliğin ilerlemesiyle idrardaki seviye artar. İdrarla yapılan gebelik testlerinin esası bu &#223;-HCG'nin varlığının ya da yokluğunun saptanmasına dayanır. Çeşitli testlerin hassasiyeti arasındaki farklılıklar idrardaki seviyeyi tanıyıp tanıyamamalarına bağlıdır.

                Eczanelerde ya da evlerde hazır test kitleri yardımıyla uygulanan idrarda gebelik testlerinin güvenilirliği üretici firma tarafından her ne kadar %99 olarak belirtilse de yapılan çalışmalar özellikle adet gecikmesinin 10 günden daha az olduğu durumlarda hata oranının %50'lerde olabileceğini göstermektedir ("Hata" genellikle testin hassasiyetinin düşük olması nedeniyle varolan bir gebeliği saptayamaması şeklinde olmaktadır. Ancak tam tersi de mümkündür).

                Laboratuarda uygulanan idrarda gebelik testleri ise adet gecikmesinin beşinci gününden itibaren güvenilir sonuç verebilmektedir. Bu testler daha düşük hormon seviyelerini tanıyabilen ve bu yüzden de hazır test kitlerine göre daha hassas olan testlerdir.

                Kan testi (beta HCG):İdrar testleri &#223;-HCG'nin varlığını ya da yokluğunu saptayabilirken kan testleri &#223;-HCG'nin kandaki seviyesini saptarlar. Böylece hormon salgısının başladığı en erken dönemlerde, henüz adet gecikmesi bile olmadan kanda &#223;-HCG seviyesi saptanarak gebeliğin tanısı konabilir, ya da gebelik oluşmadığı yönünde kesin karar verilebilir.

                Ultrasonla gebelik tanısı

                Adet gecikmesi bir haftayı geçtiğinde gebelik testi yapılmaksızın vajinal ultrasonla gebelik tanısı konabilir. Abdominal (karından bakılan) ultrasonla ise adet gecikmesi en az 10 gün olmalıdır.

                Yorum

                • delphin
                  Senior Member
                  • 27-12-2005
                  • 15279

                  #68
                  Konu: Sağlık ile ilgili her konu

                  Adet kanamasının zamanlanması

                  Adet kanaması, çok özel durumlarda doktor önerisiyle ve kendi kendine alınan bazı önlemlerle ileri alınabilir...

                  Sağlıklı bir kadın her ay genital ve hormonal sisteminin "yenilenme" sürecinin önemli bir parçası olarak 1 ile 5 gün arasında süren bir adet kanaması döneminden geçer. Kanama bazı kadınlarda iş yaşamı ve sosyal yaşamı etkileyen kramp tarzında sancılarla da beraber olabilir. Kadınların önemli bir kısmı bu adet günlerinden rahatsız olmazlar ve günlük yaşam bu kanamalardan az etkilenir.

                  Nitekim bazı durumlar vardır ki burada beklenen adet kanamasının rastlayacağı tarihler hiç de uygun olmayan günlere denk gelebilir. Tam evlilik ve balayı günlerine rastlayacak olan, ya da tam önceden planlanmış bir tatile (özellikle de yaz tatiline) denk gelen bir adet kanaması, ya da yoğun bir iş temposunda oluşacak adet sancıları kadın için bir dezavantaj teşkil edebilir.

                  İşte bu durumlarda doktor önerisiyle ve çok özel durumlarda kendi kendine alınan bazı önlemlerle beklenen adet kanamasının ileri alınması mümkündür. Adet kanamasının senede bir ya da iki kez bu şekilde düzenlenmesinin kadının sağlığı üzerinde olumsuz bir etki yaratması teorik olarak mümkün gözükmemektedir.

                  Tarihin kendi kendine ileri alınması

                  Bu, yalnızca doktor önerisiyle doğum kontrol hapı kullanmakta olan kadınlar için söz konusudur. İki kutu arasında normalde verilen ilaçsız bir hafta ara yerine doğum kontrol hapı yeni bir kutuyla adeti geciktirmek istenen süre kadar devam ettirilir. İlaç kesildiğinde bir hafta içerisinde adet kanaması gerçekleşir. Bu yöntemi senede bir kereden fazla kullanacaksanız doktorunuza danışmalı, yöntemi uygularken doktorunuz aksini önermediği sürece maksimum ikinci kutu bittiğinde olağan bir bir hafta arayı vermelisiniz.

                  Tarihin doktor tarafından ileri alınması

                  Burada progesteron içerikli ilaçlar, jinekolojik muayene normal sonuçlandıktan sonra, beklenen adet kanamasından en geç üç gün önce, ideal olarak beş gün önce başlanır ve geciktirilmek istenen sürece devam ettirilir. Adet kanamasına üç günden daha az süre kaldığında ilacın adeti geciktirme olasılığı düşüktür. Bu yöntemi asla eczaneden aldığınız ilaçlarla kendiniz denememelisiniz. Jinekolojik muayene esastır.

                  Uygun olmayan yöntemler

                  - "Geciktirici" iğne ve haplar:

                  Ülkemizde eczaneye gittiğinizde çoğu durumda doktor muayenesi olmadan şikayet ve arzulara göre ilaç verilebilmektedir. Bu durum adetini belli bir süre geciktirmek isteyen kadınlar için de geçerlidir. Ancak hormon içerikli ilaçların doktor muayenesi ve onayı olmadan kullanılması istenmeyen bazı yan etkilere yol açabileceğinden bu kolay yol tercih edilmemelidir.

                  - "Söktürücü" iğneler:

                  Esasen gebelik dışında bir nedene bağlı olarak gecikmiş adet kanamasını "söktüren" bu ilaçlar, bazen hatalı olarak beklenen adeti öne almak için kullanılmakta ve %100 başarısızlıkla sonuçlanmaktadır. Bu ilaçlardan sonra oluşan tesadüfi kanama adet kanaması değil ara kanamasıdır. Yine eczaneden reçetesiz olarak temin edilebilen bu ilaçlardan kaçının.

                  Yorum

                  • delphin
                    Senior Member
                    • 27-12-2005
                    • 15279

                    #69
                    Konu: Sağlık ile ilgili her konu

                    Doğacak bebeğin cinsiyeti belirlenebilir mi?

                    İnsanlar binlerce yıldır doğacak bebeklerinin cinsiyetlerini önceden belirlemek için bazı yöntemler uygulamaya çalışmışlardır.



                    Ülkemizin de dahil olduğu bazı toplumlarda eskiden beri ve belki şimdi bile mal ve mevkinin nesilden nesile aktarılabilmesi açısından ailelerde erkek bebeğin önemi büyüktür. Bunun aksine son zamanlarda Almanya’da yapılmış bir çalışma, ailelerin özellikle ikinci dünya savaşından sonra daha çok kız bebek arzuladıklarını ortaya koymuştur. Kuzey Amerika ve Avrupa ülkelerinin çoğunda yapılan çalışmalarda ailelerin doğacak çocuklarının cinsiyetini belirleme konusunda çok aşırı istekli olmadıkları görülmektedir.

                    Çağlar boyunca erkek bebek için "yanıp tutuşma" o kadar ileri boyutlara varmıştır ki, insanlar bunu sağlamak için “bilimsel yöntemler” bile keşfetmişlerdir! Bunlardan en ilginci eski Yunalıların sol testisi (erkek yumurtalığı) iple bağlama sonrası ilişkide bulunulduğunda erkek çocuk sahibi olunabileceği teorileridir. Bu teori daha sonra 18. yüzyılda daha da ileri götürülmüş ve Fransız soylularına dönemin bilim adamları tarafından erkek çocuk için sol testislerini aldırmaları bile önerilmiştir...

                    Doğanın dengesinin korunması açısından doğan kız çocuklarıyla erkek çocukları hemen hemen birbirine eşittir ve bu dengenin insan eliyle bozulması mümkün görünmemektedir. En son istatistiklere göre dünya genelinde 1050 erkeğe karşı 1000 kız bebek dünyaya gelmektedir. Erkek bebek sayısının hafifçe yüksek olmasının nedeni muhtemelen erkek çocuklarının çocukluk çağında kaybedilme olasılıklarının hafifçe yüksek olması ve genel olarak erkek ömrünün kadın ömrüne göre biraz daha kısa olmasıdır. Yani erkek bebekler daha fazla doğsa da dünyada erkek ve kadın sayısı muhtemelen birbirine oldukça yakındır.

                    Bebeğin cinsiyeti nasıl belirlenir?

                    Sperm hücreleri hem X hem de Y kromozomu içerebilirler. Yumurta hücreleri ise her zaman X kromozomu taşırlar.

                    Yumurta hücresinin içine girmeyi başarabilen sperm hücresi X kromozomu taşıyorsa yeni canlı dişi, Y kromozomu taşıyorsa erkek olur.
                    Yani bebeğin cinsiyetini belirleyen her zaman erkeğin sperminde bulunan kromozomdur.
                    Yeni oluşan canlının kromozom kodu erkek ise 46, XY, dişi ise 46, XX olarak ifade edilir.

                    Yorum

                    • delphin
                      Senior Member
                      • 27-12-2005
                      • 15279

                      #70
                      Konu: Sağlık ile ilgili her konu

                      Kegel egzersizleri

                      Kegel egzersizleri kadının cinsel işlevlerinin kalitesini artıran egzersizlerdir.

                      Pelvis tabanı adı verilen bölgede, yani kemik çatının alt kısmında bulunan, idrar yapma ihtiyacı hissedildiğinde ve şartlar idrar yapmak için hazır olduğunda kadın tarafından çalıştırılan kas grubuna pelvis tabanı kasları adı verilir. Bu kaslar daha derinde yer alan kaslarla beraber çalışarak dışkılama işlevinin yerine getirilmesini ve çatı kemik içinde yer alan organların sarkmadan burada kalmasını da sağlarlar.

                      Bu kaslar aynı zamanda doğum eylemi esnasında ıkınma işlevini de yerine getirerek bebeğin dünyaya gelmesinde önemli roller üstlenirler ve bu nedenle pelvis tabanı kasları doğum eyleminin yıpratıcı etkilerine direkt maruz kalırlar. Sorunsuz bir şekilde gerçekleşen bir veya iki doğum bu kasları olumsuz etkilemezken zor doğumlar ve çok sayıda doğum yapılmış olması bu kasların işlevlerini tam olarak yerine getirememesine neden olabilir. Yine menopoz dönemine girildiğinde tüm genital yapıların genel bir gevşeme eğiliminde olması bu kasların kasılma yeteneklerini sınırlayabilmektedir.

                      Sonuç olarak kadınlarda öksürme, hapşırma, gülme ve hatta ayakta durma gibi nedenlere bağlı olarak idrar kaçırma sorunu ortaya çıkabilmektedir.

                      Kegel egzersizlerinin amacı yıpranmış ve güçsüz düşmüş olan ve bu nedenle idrarın uygunsuz bir zamanda boşalmasına neden olan bu kas gruplarının güçlenmesini ve işlevlerini daha iyi yerine getirmesini sağlamaktır. Bu egzersizler halter kaldırmaya benzer: ağırlık kaldırdıkça kol kasları nasıl güçlenirse bu egzersizleri uyguladıkça pelvis tabanı kasları güçlenir ve idrar tutamama sorununun ameliyat gerektirmeden azaltılması mümkün olabilir.

                      Aynı kaslar kadın cinselliğinde de önemli görevler üstlendiklerinden bu kasların güçlü olması kadının cinselliği daha iyi yaşamasını sağlar.

                      Nasıl uygulanırlar?

                      Bu testleri uygulamaya geçmeden önce hangi kas gruplarınızı çalıştırmanız gerektiğini bilmelisiniz. Pelvis tabanı kaslarınızı algılamak için aşağıdaki iki testten birini uygulayın:

                      1-İdrarınızı yaparken idrarı yarıda kesmek için hangi kaslarınızı kullandığınıza dikkat edin. Bu kaslarınızı kasarken karın ve kalça kaslarınızın gevşek olmasına dikkat edin.

                      2-Yukarıdaki teknik size zor geliyorsa vajinanızın içine işaret ve orta parmaklarınızı yerleştirin ve parmaklarınızı sıkıştırmaya çalışın. Bu iki test esnasında çalışan kaslarınız Kegel egzersizleri esnasında çalıştıracağınız kaslardır.

                      Ne sıklıkla uygulanırlar?

                      Kegel egzersizleri evde, iş yerinde, yolda, kısacası her yerde uygulanabilir ve dışarıdan bu egzersizleri uyguladığınız anlaşılmaz. Bu egzersizleri her gün düzenli olarak uygulamayı alışkanlık haline getirin.

                      Her birim egzersiz esnasında pelvis tabanı kaslarınızı 3-10 saniye süreyle kasın ve bu kadar bir süre ara verin. Bunu arka arkaya 5-10 kez uygulayın. Bu birim egzersizi günde beş kez yapmanız sizin egzersizlerden maksimum fayda görmenizi sağlayacaktır. Egzersizlerde aşırıya kaçmamalı ve idrar yaparken bu egzersizleri uygulamamalısınız. Egzersizler esnasında normal nefes alıp vermeye ve yalnızca pelvis tabanı kaslarınızın çalışıyor olmasına dikkat etmelisiniz.

                      Yorum

                      • delphin
                        Senior Member
                        • 27-12-2005
                        • 15279

                        #71
                        Konu: Sağlık ile ilgili her konu

                        Düşük hapı

                        Zaman zaman merak edilenlerden biri de "söktürücü" iğnelerle yeni başlamış bir gebeliğin sonlandırılıp sonlandırılamayacağıdır.

                        Aslında "söktürücü" iğne olayı belki de ülkemizin ciddi sağlık problemlerinden biri. Eczaneye gidiyorsunuz, adetinizin geciktiğini söylüyorsunuz ve hemen size raftan bir "söktürücü iğne" veriliyor ve hatta isterseniz eczanede bile uygulanabiliyor. Gebelik testi çoğu zaman yapılmıyor bile.

                        Bu tür iğneler östrojen ve progesteron hormonunu beraberce içerirler. Gebe olmayan bir kadına uygulandığında gerçekten de çoğu durumda kısa bir süre sonra adetin başlamasını sağlayabilirler. Ancak bu uygulama iki yönden hatalı.

                        Birincisi adet gecikmesi gebeliğe bağlıysa bu ilacın hiçbir etkisi olmaz, istenmeyen bir gebeliğin devam etmesine neden olur.

                        İkincisi hata ise, adet gecikmesi mutlaka jinekolojik değerlendirme gerektiren bir durumdur. Yine benim görüşüme göre, gebelik dışındaki nedenlere bağlı olan adet gecikmelerinde gerekli incelemeler yapıldıktan sonra östrojen ve progesteron karışımı iğne yerine, tablet şeklinde yalnızca progesetron içeren ilaçlar tercih edilmeli.

                        RU-486 adı verilen bir ilaç, başta Fransa olmak üzere Avrupa ülkelerinde kullanılan tablet şeklinde bir ilaç ve gebeliğin en erken dönemlerinde etki ederek gebeliğin sonlanmasını sağlıyor. Aslında ilacın düşük yaptığını söylemek biraz hatalı olur. Zira RU-486 ya da diğer adıyla mifepriston (etken maddenin adı), gebeliğin en erken aşamasına etki ederek yumurta hücresiyle spermin birleşmesinden oluşan embriyonun uterusta (rahim içinde) yerleşmesini önlüyor. Embriyo yerleştikten sonra ise gebelik daha ileri aşamalara geldiğinde düşüğü gerçekleştirmek için mizoprostol adı verilen başka bir ilaçla kombine etmek gerekiyor. Bu kombinasyon sonucunda erken gebelik döneminde kürtaj gerekmeksizin düşük gerçekleşebiliyor.

                        Fransız patentli düşük hapı olan RU-486 Amerika'da kısa bir süre önce FDA (Food and Drug Administration) onayı aldı. Amerika Birleşik Devletlerinin ülkedeki ilaç ve gıda denetimini yapan en üst kuruluşu olan FDA, şu anda Avrupa ülkelerinde kullanılan birçok ilacı onaylamamış olmasına karşın "düşük hapını" onayladı.

                        FDA bundan birkaç yıl önce de ilacın piyasaya sunulmasını kabul etme aşamasına geldiyse de kürtaj muhaliflerinin yoğun lobi faaliyetleri tarafından engellendi. Kürtaj muhalifleri ilacın kadın sağlığı üzerine olumsuz etkileri olduğunu belirtirken, kürtaj taraftarı olanlar ilacın uygulanmasıyla kürtaj oranlarının azalacağını ve böylece kadının seçim yapmada daha özgür olacağını belirtiyorlardı.

                        FDA işte şimdi kamuoyunun da desteğini alarak belli şartlarla ilacın Amerika'da kullanılmasına onay verdi.

                        Bu şartlar, ilacın mutlaka kürtaj yapmaya yetkili Kadın Hastalıkları ve Doğum uzmanlarınca yazılmasını, reçetelerin sıkı bir denetim altında tutulmasını ve ilacın kullanıldığı kadınların belli bir süre boyunca takip altında tutularak etkilerin kısa vadeli ve uzun vadeli olarak incelenmesini ve bu verilerle geniş çaplı bir araştırma yapılmasını öngörüyor.

                        Ülkemizde RU-486 henüz Sağlık Bakanlığı onayı almadı, diğer ilaç mizoprostol ise henüz inceleme aşamasında. Belki yakın gelecekte ülkemizde de kürtaj olmayı seçen kadınlar için alternatif bir yöntem olarak RU-486 kullanılabilecek.

                        Şu an için gebeliğin sonlandırılması ülkemizde yasal olarak 10. gebelik haftasına kadar ve kürtaj yoluyla gerçekleşiyor. Bu gebelik haftasından sonra gebeliğin sonlandırılması ise kadının isteğine göre değil, anne adayının hayati gebeliği devam ettirmesini engelleyen hastalıkları olduğunda, veya bebekte ciddi gelişim kusurları olduğunda bir kurul onayıyla mümkün oluyor.

                        Yorum

                        • delphin
                          Senior Member
                          • 27-12-2005
                          • 15279

                          #72
                          Konu: Sağlık ile ilgili her konu

                          Kendi kendine meme muayenesi

                          Her bilinçli kadın kendi kendine meme muayenesi yapmayı öğrenmeli ve bu muayeneyi düzenli olarak yapmayı alışkanlık haline getirmelidir.

                          Dikkat: Kendi kendine meme muayenesi usulüne uygun uygulanmadığında meme(leri)nizde bir sorun varmış izlenimi edinmenize ve böylece gereksiz yere kaygı duymanıza neden olabilir. Bu nedenle aşağıdaki açıklamaları dikkatlice okuduktan ve anlatılan muayene usulünü iyice kavradığınıza emin olduktan sonra muayeneye başlamanız önerilir. Gerekli durumlarda ve özellikle de muayeneniz sırasında normaldışı olduğunu düşündüğünüz bir bulguya rastladığınızda doktorunuza mutlaka danışmalısınız.

                          Bu muayene önemlidir...

                          Her bilinçli kadın kendi kendine meme muayenesi yapmayı öğrenmeli ve bu muayeneyi düzenli olarak yapmayı alışkanlık haline getirmelidir. Memedeki kitlelerin %80'i, bu kitleler iyi huylu olsun, kötü huylu olsun, kadınların kendisi tarafından ya tesadüfen, ya da kendi kendine meme muayenesinde keşfedilmektedir. Tesadüfen keşfedilen kitleler genellikle çok büyük kitleler olmakta, aksine, usulüne uygun olarak yapılan bir kendi kendine meme muayenesinde daha ufak çaptaki kitleleri ve ek olarak meme kanserine işaret edebilecek bazı bulguları keşfetme imkanı doğmaktadır.

                          Erken tanı daha etkili tedavi ve çoğu durumda tam şifa anlamına gelir. Yıllık olağan muayenelerinizde doktorunuzun yaptığı meme muayenesi ve belli bir yaştan sonra muayeneye ek olarak yapılan mamografi / meme ultrasonografisi meme kanseri erken tanısının doktorunuza düşen kısmıdır. Siz ise ‘Kendi Kendine Meme Muayenesi’ usulünü kavrayarak aylık olarak uyguladığınızda, ender görülen ancak erken tanındığında tedavi şansı yüksek olan bu kanser türüyle başa çıkmak için size düşen görevi yerine getirmiş olacaksınız.

                          Kendi kendine meme muayenesi ne zaman yapılmalıdır?

                          Kendi kendine meme muayenesi ideal olarak adet döngüsünün 5.-7. günleri arasında, ayda bir kez yapılmalıdır. Adet kanamasının başlamasıyla birlikte kanda östrojen ve progesteron hormonlarının etkinlikleri nispeten azalır ve meme dokusunu incelemek kolaylaşır. Yukarıda belirtilen günler dışında ve özellikle de adet kanamasına yakın yapılan meme muayenelerinde bu hormonların etkisiyle memeler dolgun ve bastırmakla ağrılı olurlar. Bu da kendi kendine muayenenin etkinliğini önemli derecede azaltır.

                          Menopoz döneminde olan ve adet görmeyen kadınlar ise her ayın kendi belirledikleri bir gününde bu muayeneyi yapabilirler. Menopoz döneminde kullandıkları hormon ilaçları nedeniyle düzenli olarak adet görmeye devam eden kadınlar da yine bu muayeneyi adet döngüsünün 5.-7. günleri arasında yapmalıdırlar.

                          Kendi kendine meme muayenesi nasıl yapılmalıdır?

                          Kendi kendine meme muayenesinin üç ayrı aşaması vardır:

                          1-Gözle değerlendirme,
                          2-Yatar pozisyonda elle değerlendirme,
                          3-Ayakta elle değerlendirme.

                          Her bir aşama meme dokusu hakkında çok değerli bilgiler verir ve mutlaka uygulanmalıdır.

                          Memelerin gözle değerlendirilmesi

                          Kendi kendine meme muayenesinin ilk basamağı memelerin gözle değerlendirilmesidir. İyi aydınlatılmış bir odada üstünüzü çıkarıp ayna karşısına geçerek meme muayenenize başlayın:

                          - Kendi kendine meme muayenesinde memelerin eller kalçalardayken gözlemlenmesi

                          Elleriniz kalçalarınızdayken, avuçlarınızı önde sıkarken, kollarınız yanlarda serbest sallanır durumdayken, elleriniz havadayken ve vücut öne serbestçe eğilmiş durumdayken, toplam beş ayrı pozisyonda her iki memenizi aynada iyice inceleyin.

                          - Kendi kendine meme muayenesinde memelerin eller havadayken gözlemlenmesi

                          Bu incelemenin toplam beş ayrı pozisyonda yapılmasının amacı meme dokusunun arkasında kalan kasların çeşitli pozisyonlarda farklı şekilde kasılmasının ve böylece meme dokusundaki muhtemel habis oluşumların gözle görülebilir hale gelmesinin sağlanmasıdır. Memedeki habis kitleler çoğu durumda memeye sabit bir duruş kazandıran Cooper bağlarının ve meme arkasındaki kasların işlevlerini bozar ve bu durum memeye çeşitli pozisyonlar verilerek belirgin hale getirilebilir.

                          Nelere dikkat etmelisiniz?

                          Gözle değerlendirmede memelerinizde belirgin şişlik, meme cildinde içe doğru çekilme alanları, renk değişiklikleri, kızarıklık, yüzeyel damarlarda önceden varolmayan bir belirginleşme hali, ciltte "portakal kabuğu" manzarası (cilt yüzeyinde lenf kanalı tıkanıklıklarına bağlı olarak portakal kabuğu görünümünü andıran değişiklikler) gibi bulgular arayın. Özellikle bir pozisyondan diğerine geçişte bazı değişiklikler belirginleşebilir.

                          Aynada memelerinizden birinin diğerine göre daha farklı bir boyutta olduğunu farkederseniz endişeye kapılmayın. Başka bir bulgunun yokluğunda bu, yapısal normal bir durum olarak kabul edilir.

                          Meme ucunun içe doğru çekilmesi, tümüyle içe gömülmesi, meme başında şekil ve renk değişiklikleri aramanız gereken diğer bulgulardır. Meme uçlarınız önceden beri içe dönükse bu yapısal bir durumdur, önemli olan böyle bir değişikliğin yeni ortaya çıkmış olup olmamasıdır. Bir pozisyondan diğerine geçişte içe gömülen veya dışarı taşan meme başı normaldışı bir durumun habercisi olabilir.

                          Yukarıdaki görsel değişikliklerin varlığı memelerinizde normaldışı bir durumun varlığını göstermemekle beraber, doktora başvurulmasını gerektiren durumlardır.

                          Meme uçları sıkılmalı mı?

                          Kendi kendine yapılan meme muayenesinde meme uçlarının sıkılarak buradan sıvı gelip gelmediğinin araştırılmasının gerekli olup olmadığı henüz tartışmalıdır.

                          Genel görüş, doktor tarafından yıllık gerçekleştirilen olağan meme muayenesinde meme uçlarının sıkılarak sıvı akışı olup olmadığının araştırılmasının ve kadının meme uçlarından kendiliğinden gelen sıvı akışını doktoruna haber vermesinin yeterli olduğu yönündedir. Bu konuda doktorunuzun önerilerine uymalısınız.

                          Memelerin gözle değerlendirilmesi sonrasında sıra elle değerlendirmeye gelir.

                          Bu aşamada öncelikle hem yatar pozisyonda hem de ayaktayken uygulayacağınız elle değerlendirmede kullanacağınız muayene usulleri konusunda bilgi sahibi olmalısınız.

                          Elle değerlendirme usulleri

                          Elle değerlendirmede meme dokusunda normalde varolan meme dokusu ile olmaması gereken bir dokunun ayrımı önemlidir. Elle değerlendirmede meme dokusu asla baş ve işaret parmağı arasında sıkılmamalı, elin baş ve serçe parmakları dışında kalan üç parmağı meme dokusu üzerine yerleştirilerek tarama parmakların hassas olan iç yüzeyleriyle dokuyu hissederek yapılmalıdır

                          Meme dokusunun tümüyle taranması, memenin koltukaltından göğüs kemiğine, köprücük kemiğinden memenin alt sınırına kadar tüm alanların dikkatlice hissedilerek taranması demektir. Bu amaca yönelik olarak aşağıdaki şekilde gördüğünüz gibi parmak uçlarınızı meme üzerinden kaldırmadan memenin tamamını ya daireler çizerek, ya yukarıdan aşağı-aşağıdan yukarı tarayarak ya da merkezden dışa tarayarak değerlendirebilirsiniz. Çoğu kadına yukarıdan aşağı-aşağıdan yukarı tarama daha kolay gelir. Siz de deneyerek kendiniz hangi yöntemin daha kolay geldiğini bulabilirsiniz.

                          - Elle muayenede elin üç parmağının iç yüzeyleri kullanılarak tarama yapılır. Şekilde yukarıdan aşağı-aşağıdan yukarı tarama usulü gözlenmektedir.

                          Muayeneyi yaparken parmaklarınızı yalnızca cilt üzerinde kaydırmanız bulgu vermez. Her memede her taramayı toplam üç kez hafif, orta ve şiddetlice bastırarak tekrarlayın.

                          - Elle muayenede meme dokusu yukarıda görülen şekillerde taranabilir. Kendinize hangi usul daha rahat geliyorsa onu benimseyin.

                          Karmaşık gibi gelse de usulüne uygun yaptığınız iki-üç muayene sonunda ellerinizin otomatikleştiğini göreceksiniz.

                          Elinize gelenlerin anlamı nedir?

                          Meme dokunuzu baş parmak ve işaret parmaklarınız arasında sıkıştırarak incelemeyi denediğinizde elinize büyükçe kitleler gelecektir. Bu "kitleler" normal meme dokunuzdur. Kendi kendine meme muayenesinde amaç bu kitleler arasında yer alan normaldışı tümöral yapıların saptanmasıdır. Meme muayenesini yukarıda anlatıldığı şekilde yaptığınızda normal meme dokusu arasındaki muhtemel normaldışı kitleleri saptama şansınız yüksektir.

                          Bu ön bilgiler sonrasında artık elle muayeneye geçebilirsiniz:

                          Memelerin yatar pozisyonda elle değerlendirilmesi

                          Memelerinizi yatar pozisyonda elle değerlendirmek için sırtüstü yatın. Sağ omzunuzun altına bir yastık veya katlanmış bir havlu yerleştirdikten sonra sağ elinizi başınızın altına koyun. Bu aşamada meme dokunuz bir yana doğru kaymamalı ortada durmalıdır.

                          - Yatar pozisyonda elle muayenede sağ memenin değerlendirilmesi

                          Daha sonra sol el parmaklarınızla memenizi tümüyle tarayın.

                          Sağ memenizin değerlendirmesini tamamladıktan sonra şimdi de aynı işlemleri sol memenizde gerçekleştirin. Yatar pozisyonda elle muayenede kayganlığı artırmak için pudra kullanmanız faydalı olabilir.

                          Memelerin ayakta elle değerlendirilmesi

                          Bu muayene ideal olarak duş altındayken sabunlu elle yapılır. Zira suyun ve sabunun etkisiyle meme dokusundaki muhtemel kitleler çok daha kolay ulaşılır hale gelirler.

                          - Memelerin ayakta elle değerlendirilmesi

                          Ayakta muayenede şekilde görüldüğü gibi önce sağ elinizi ensenize yerleştirin ve yatar pozisyonda elle değerlendirmede yaptığınız işlemleri önce sağ memeniz için sonra da sol memeniz için tekrarlayın.

                          Ayakta yapılan muayene özellikle üst dış kadrandaki kitlelerin daha iyi fark edilmesini sağlar. Meme kanserlerinin %60-70'i meme dokusunun en yoğun olduğu bu bölgede görülür.

                          Hangi durumlarda doktorunuza haber vermelisiniz?

                          Öncelikle unutmamanız gereken şudur: Memede ele gelen bir kitlenin habis olma olasılığı düşüktür. Ancak her kitle mutlaka doktor tarafından ileri incelemelerle değerlendirilmesi gerekir. Gözleme aşamasında bir sorun olduğunu düşündüğünüzde, sıkmayla sıvı geldiğinde ve/veya elinize kitle geldiğini fark ettiğinizde gecikmeden doktora başvurmalısınız.

                          Tekrarlamakta fayda var: Memedeki kitlelerin %80'i kadın tarafından yapılan bu aylık muayenede saptanır.

                          Yorum

                          • delphin
                            Senior Member
                            • 27-12-2005
                            • 15279

                            #73
                            Konu: Sağlık ile ilgili her konu

                            Cinsel yolla bulaşan bir hastalık: Genital siğiller

                            HPV genital bölgede ve mukozalarda enfeksiyon yapan ve condyloma acuminatum (kondiloma aküminatum ya da kısaca kondilom) adı verilen siğil şeklinde kitlelerin oluşumuna neden olan bir virüstür.



                            Genital siğiller hem kadında hem de erkekte genital bölgede Human Papilloma Virus (HPV) enfeksiyonu sonucu gelişen karnabahar görünümünde, bazen tek bir bölgede, bazen birkaç bölgede, bazen topluiğne başı kadar ufak, bazen de 5 cm çapına (ender durumlarda 15-20 cm. çaplı olabilir) erişebilen ağrısız kitlelerdir.

                            Ülkemizde de giderek artan sıklıkta görülen bu cinsel yolla bulaşan enfeksiyonun hem erkekte hem de kadında, ancak özellikle kadında yaratması muhtemel sağlık sorunları nedeniyle her bireyin bu enfeksiyon hakkında bilgi sahibi olması ve kendisinde ya da eşinde bu enfeksiyondan şüphelendiğinde doktora başvurması gerekir...

                            HPV nedir?

                            HPV (Human Papilloma Virus) genital bölgede ve mukozalarda enfeksiyon yapan ve condyloma acuminatum (kondiloma aküminatum ya da kısaca kondilom) adı verilen siğil şeklinde kitlelerin oluşumuna neden olan bir virüstür. Çoğu virüs hastalığında olduğu gibi HPV de bir kez vücuda girdiğinde hücreler içinde yerleşir ve zaman zaman alevlenmelere yol açar. Bu yüzden HPV enfeksiyonu kesin tedavisi olmayan bir hastalık olarak kabul edilir.

                            Nasıl bulaşır?

                            HPV enfeksiyonu cinsel yolla bulaşan hastalıklar grubunda yer alır. Özellikle çok sayıda cinsel eşi olan (veya öncesinde olmuş olan) bireyler ve bu bireylerin eşlerinde yaygındır. Virüsün bulaşması başka bir bireyin enfekte bölgesinin (penis gibi) mukozalara (ağız ve vajina gibi), ya da doğal olarak nemli bölgelere (anüs gibi) temasıyla olur.

                            Nasıl belirti verir?

                            HPV bulaştıktan sonra 2-6 aylık bir kuluçka devresini takiben genital bölgede ve/veya anüs etrafında sayıları ve büyüklükleri değişken kondilom (siğil) adlı kitlelerin oluşmasıyla belirti verir. Belirtiler bireysel özelliklerden oldukça etkilenir ve özellikle erkeklerde enfeksiyon tümüyle belirtisiz seyredebilir. Kadında da belirtisiz seyredebilir, ancak "belirtisiz" seyreden bu durumlarda büyüteçle (kolposkopi) yapılan ayrıntılı incelemelerde dış genital bölge, vajina ya da servikste çok ufak çaplı kitleler çoğu kadında saptanır. Özellikle kadınlarda bazı durumlarda vajina-anüs arası bölgeyi, anüsü ya da vajinayı tümüyle dolduran karnabahar görünümlü dev kitlelere de rastlamak mümkündür. Oral (ağız yoluyla) genital **** uygulamalarında ağız mukozasında da lezyonlar ortaya çıkabilir.
                            Kadınlarda bazen HPV enfeksiyonunun tek belirtisi jinekolojik muayenede papsmear incelemesinde HPV enfeksiyonuna özgü hücresel anormallikler (koilositoz) bulunmasıdır.

                            Bulaştırıcılık özellikleri: HPV oldukça bulaşıcı bir virüstür ve genital bölgedeki lezyonların mukozalar ya da genital bölgelerle (cinsel ilişkide olduğu gibi) kısa süreli teması bile bulaşması için yeterlidir. Genital bölge mukozasının vajina yoluyla dış ortama açık olması nedeniyle özellikle erkekten kadına daha kolay bulaşır.

                            Enfeksiyonun yarattığı sağlık sorunları nelerdir?

                            Genital bölgede kondilom (siğil) oluşumuna neden olan HPV, hücrelerin içine yerleşerek hücrenin genetik yapısını etkileyebilme özelliğine sahip bir virüstür. HPV'nin çok sayıda alt tipi vardır. Bu alt tiplerden bazıları hücrelere olan etkileriyle hücrelerin kendi kendine hızla ve kontrolsüzce çoğalabilen hücrelere dönüşmesine neden olmaktadır. Hücrelerin kontrolsüzce çoğalma özelliği kazanması ise hücrelerin bulunduğu dokuda kanser oluşumu riskini beraberinde getirmektedir. Serviks, vagina ve vulva kanserlerinin gelişiminde HPV'nin bu onkojen (kanser yapıcı) alt tiplerinin çok önemli bir rolü olduğu düşünülmektedir. Bu etkiler uzun vadeli etkilerdir ve ancak onkojen etkiye sahip HPV alt tipleri tarafından başlatılırlar.

                            Gebelik açısından HPV enfeksiyonunun önemi daha farklıdır:

                            Gebelik döneminden önce varolan ya da gebelikte yeni çıkan kondilom kitlelerinin aşırı büyümesi bazen doğum kanalının tıkanmasına neden olur ve vajinal yolla normal doğum imkansız hale gelir.
                            Diğer bir istenmeyen durum da bebeğin doğum eylemi esnasında doğum kanalından geçerken kanaldaki HPV'yi kapması sonucu meydana gelir. Virüsün bulaşması bebeğinin larinksinde (ses tellerinin bulunduğu organ) papillomlar (ufak kitleler) oluşmasına neden olabilir.

                            Nasıl tanı konur?

                            Genital bölgedeki kitlelerin tipik görünümü tanı koymak için yeterlidir. Şüpheli durumlarda kitlelerden biyopsi alınarak tanı koymak gerekebilir.

                            Genital kondilomu olan kadınların komple bir jinekolojik muayeneden geçmeleri ve bazı HPV alt tiplerinin onkojen (kanser yapıcı) özelliği nedeniyle papsmear incelemesine tabi tutulmaları uygundur. Şüpheli durumlarda ileri inceleme için kolposkopi (vulva, vajina ve serviksin büyüteçle incelenmesi) ve gerekli durumlarda şüpheli bölgelerden biyopsi alınması gerekebilir. Ayrıca günümüzde HPV'nin alt tiplerini belirlemek ve etkenin HPV'nin onkojen alttipi olup olmadığını saptamak da mümkündür.

                            Nasıl tedavi edilir?

                            HPV enfeksiyonunun tedavisinde temel prensip nüksleri en aza indirmek için kitlelerin mümkün olduğunca temizlenmesidir. Bu amaçla virüslere etkili ilaçlar kullanılarak lokal (bölgesel) tedavi ve büyük lezyonların koterizasyon yoluyla yakılması şeklinde tedavi uygulanır.
                            Hatırda tutulması gereken nokta tedavinin yalnızca görünen lezyonları ortadan kaldırmakla sınırlı olduğudur. HPV enfeksiyonu kronik seyreder ve kitleler ortadan tümüyle kalksa da hücrelerin içinde gizli bir şekilde yaşamını sürdüren virüsler sayesinde bulaştırıcılık devam eder.

                            Korunma

                            HPV cinsel yolla bulaşan bir hastalık olduğundan bu konuda alınan genel önlemlerin alınması HPV enfeksiyonundan korunmada tek yoldur. Ancak HPV'nin bulaştırıcılığı o kadar yüksektir ki, şüpheli ilişkilerde kondom kullanımı bile koruyamayabilmektedir. Cinsel temas esnasında erkek genital bölgesinin prezervatifle korunmayan kısımlarından kadına ya da tam tersi kadından erkeğe bulaşma söz konusu olabilir. Bu yüzden bariz kondilom lezyonları olanlarla ilişkiye girmemek çok önemlidir.

                            Yorum

                            • delphin
                              Senior Member
                              • 27-12-2005
                              • 15279

                              #74
                              Konu: Sağlık ile ilgili her konu

                              Polikistik over sendromu

                              Kadınların yaklaşık %5’inde görülen ve adet düzensizliği, tüylenme, sivilcelenme, kilo alma gibi sorunlara neden olan polikistik over sendromu ile ilgili bilgileri bu yazıda bulabilirsiniz.

                              Polikistik over sendromu (veya hastalığı) nedeni kesin olarak aydınlatılamamış olan bir yumurtlama bozukluğudur. Hastalıkta her adet döngüsünde gelişerek çatlaması gereken folikül (yumurta hücresini içeren sıvı keseciği), gelişmesinin yarıda kalması nedeniyle yumurtalık dokusu içinde 3-10 milimetre çapında bir kiste dönüşür.
                              Yumurtalık dokusu, bu kistler sayıca arttığında "polikistik" yani çok sayıda kistik oluşum içeren bir yapıya dönüşür.

                              Kadında bu türdeki sürekli bir yumurtlama bozukluğu aşağıdaki sonuçları beraberinde getirir:

                              * Yalnızca yumurtlama olduğunda üretilebilen progesteron hormonu üretiminin aksaması, adet döngüsünün uzamasına, yani adet gecikmelerine veya düzensiz adet kanamalarına yol açar.

                              * Çatlayamayan foliküller fazla miktarlarda testosteron ("erkeklik hormonu") üretir. Kadında fazladan üretilen erkeklik hormonu tüylenme ve sivilcelenme gibi kozmetik sorunlar yaratır.

                              * Yumurtlama olmaması kadını zor gebe kalma veya gebe kalamama sorunuyla, gebe kalınması durumunda ise artmış düşük yapma riskiyle başbaşa bırakır.

                              * Kan şekerinin düzenlenmesinden sorumlu olan insülin hormonu salgısının bu hastalıkta bozulması kilo alma sorununa veya ileri yaşlarda şeker hastalığına yakalanma riskinde artışa neden olur.

                              * Uzun dönemde ortaya çıkabilen sorunlardan en önemlisi rahim iç tabakasını östrojen hormonunun kalınlaştırıcı etkisinden koruyucu özelliği olan progesteron hormonunun eksik kalması nedeniyle ortaya çıkan artmış rahim kanseri riskidir.

                              * Diğer bir uzun vadeli sorun da testosteron hormonunun sürekli olarak yüksek kalmasına bağlı olarak kan yağlarının seviyesinin yükselmesidir. Bu durum uzun vadede kadının çeşitli kalp hastalıklarına yakalanma riskini artırır.

                              Tüm bu sorunlar etkili bir tedaviyle giderilebilir niteliktedir.

                              Çok kısa bir şekilde yeniden özetlenecek olursa PKO, yumurtalıklarda çeşitli nedenlerle oluşan bir hormonal ortam dengesizliği sonucu yumurtlamanın bozulması ve yumurtalıklardan aşırı miktarlarda androjen (erkeklik hormonu) salgılanması durumudur. Olayda genel olarak kan şekerinin normal sınırlar içerisinde kalmasını sağlayan insülin hormonu metabolizmasında bozukluk da söz konusu olabildiğinden dışarıdan görünen yüzü çoğu durumda yalnızca bir adet düzensizliği ve tüylenme olan PKO, olaya insülin hormonunun da katılmasıyla aslında tüm vücudu etkileyebilen bir metabolizma hastalığıdır.

                              Polikistik Over Sendromu dışavurumu ve belirtileri çok değişken olabilen bir durumdur. Stein ve Leventhal’in ilk tanımladığı PKO, sendromun ağır ve nispeten ender görülen bir şeklidir. Gerçekte ise PKO yalnızca bir adet düzensizliği ve beraberinde hafif bir tüylenme şeklinde belirti verebileceği gibi bazı durumlarda tek belirti tüylenme olabilir.

                              Bazı kadınlarda temel sorun gebe kalamama şeklinde olabilirken, hiçbir belirti vermeyen ve ancak ultrasonografi veya laboratuvar yöntemleriyle saptanabilen PKO olguları çok enderdir. Bu nedenle PKO belirtilerini bilmek, kadının PKO’dan şüphelenerek doktora başvurmasını sağlamada yeterlidir.

                              Pratik olarak söylemek gerekirse, PKO sinsi bir hastalık değildir.

                              Özellikle yeni PKO tanısı almış olan kadınlarımızın bilmesi gereken, kendi haline bırakıldığında PKO’nun ciddi sağlık sorunları yaratabileceği, etkili bir şekilde tedavi edildiğinde ise çocuk sahibi olabilme de dahil, hiç PKO’su olmayan bir kadın gibi hayatlarını sağlıklı bir şekilde devam ettirmelerinin mümkün olduğudur.

                              Yorum

                              • delphin
                                Senior Member
                                • 27-12-2005
                                • 15279

                                #75
                                Konu: Sağlık ile ilgili her konu

                                Doğum kontrol hapları

                                Gündemdeki Soru: Doğum kontrol hapları damar tıkanıklığı yapabilir mi?

                                Doğum kontrol haplarının içinde bulunan östrojen hormonu kanda bulunan pıhtılaşma mekanizmasını artıran bir hormondur. Normalde vücudumuzda meydana gelen kanamaları durdurmaya yarayan bu pıhtılaşma sistemi aşırı aktive olduğunda vücudun çeşitli damarlarında gereksiz yere pıhtılaşmalar yaratarak damarların tıkanmasına neden olabilir. Bu ihtimal genç olan, normal kiloda olan, damar hastalığı bulunmayan,şeker hastalığı bulunmayan ve sigara içmeyen kadınlarda oldukça düşük orandadır (24.000 hap kullanan kadında yılda yalnızca bir olgu).

                                Östrojen içeren tüm doğum kontrol hapları (hepsi zaten içerir) bu riski beraberinde getirir.

                                Haplar hangi kriterlere göre seçilir?

                                Kadınlar doktor önerisine göre doğum kontrol hapı kullanmalıdır. Mümkün olan her durumda en düşük doz içeren haplar tercih edilmelidir. Düşük doz haplar aynı gebelikten koruyucu etkiyi göstermelerine karşın östrojen daha az olduğundan damarsal sorun oluşma riski de daha azdır.

                                Hap başlanmadan önce yapılması gereken bir test var mı?

                                Şu an için doğum kontrol hapına başlamadan önce kadınlara yaptırmasını önerdiğimiz bir test yok. Bunun tek bir istisnası ailelerinde pıhtılaşma hastalığı olan, aile bireylerinde erken yaşlarda kalp krizlerinin veya felçlerin yaşandığı kadınlara yapılması önerilebilecek testler. Bu testler arasında en önemlisi kanın pıhtılaşma eğilimini artıran hastalıklar arasında en sık görüleni olan Faktör V (beş) Leyden Mutasyonu genetik hastalığının olup olmadığını belirleyen testtir. Bu bozuk geni taşıyan kadınların doğum kontrol hapı kullanması önerilmez.
                                Yine daha önceki gebeliklerinden birinde pıhtı oluşumuna bağlı sorun yaşayan kadınların kesinlikle bu haplardan uzak durması gerekir.

                                Bir hap en fazla kaç yıl kullanılabilir?

                                Damarsal sorun yaratması açısından kullanılan süre birinci derecede önemli değil. Damarsal sorun ilk kullanım ayında oluşabileceği gibi aylar sonra da oluşabilir. Hapın kullanım süresini kısıtlama eğilimimiz daha çok östrojen hormonunun meme kanseri gelişme olasılığını artırma ihtimaliyle alakalıdır. Hap markası değiştirilse bile hapların tümü östrojen içerdiğinden çok mantıklı değil.

                                Bu hapları kimler kullanamaz?

                                Doğum kontrol hapları uygun kişilerde usulüne uygun kullanıldıklarında nispeten güvenli ilaçlardır ve bugüne kadar genital sistemde kalıcı bir hasar bıraktıkları görülmemiştir. Hap kullanımının sakıncalı olup olmadığını belirleyen temel etken hapların içerdiği ilaçların kan yoluyla diğer organlara da etki etmeleri ve riskli durumlarda bu organlarda hasar oluşturmalarıdır.

                                Genel olarak aşağıdaki durumların varlığında doğum kontrol haplarının kullanılması kesinlikle sakıncalıdır:

                                * Gebelik şüphesi veya gebelik varlığı;
                                * Nedeni henüz belirlenmemiş adet dışı kanama;
                                * Tromboflebit (damar iltihabı) geçirmekte olmak veya daha önceden bu sorunu yaşamış olmak;
                                * Vücudun herhangi bir organında damar tıkanıklığı sorunu yaşamakta olmak veya daha önceden bu sorunu yaşamış olmak;
                                * 35 yaşın üzerinde olup sigara kullanmakta olmak (günlük sayı önemli değildir);
                                * Yetmezlikle seyreden kronik karaciğer hastalığı sorunu olmak;
                                * Meme kanseri şüphesi olmak;
                                * İlaç içinde bulunan maddelere karşı allerjisi olmak.

                                Yukarıdaki maddeler dikkatlice gözden geçirildiğinde doğum kontrol haplarının en büyük risklerinin damarlar üzerinde olduğu görülebilir. Hapların içerdiği östrojen hormonu türevi madde damarların içinde akan kanın pıhtılaşma eğilimini artırır. Normal şartlarda bir yaralanma sonucunda kan kaybını önlemeye yönelik çalışan bu mekanizma gereğinden fazla çalıştığında hayati organlara kan götüren damarlardan birinin içinde bir pıhtı oluşmasına ve damarın tıkanmasına neden olabilir. Özellikle damar tıkanıklığı geliştirme açısından risk altında olan kadınlarda hap kullanımının pıhtılaşmayı artırıcı yöndeki eğilimi hayati sorunlar meydana gelmesine neden olabilir.

                                Aşağıdaki durumların varlığında doğum kontrol hapları yalnızca doktorun yaptığı değerlendirme sonrasında uygun görmesi durumunda kullanılabilir:

                                * Basit migren tipi baş ağrıları ve diğer baş ağrısı türleri;
                                * Çeşitli kalp hastalıkları;
                                * Jinekolojik muayenede miyom saptanması;
                                * Hipertansiyon hastalığı ilaçlarla veya diğer yöntemlerle tümüyle kontrol altına alınmış ve 35 yaşından genç olmak;
                                * Kontrol altına alınmış şeker hastalığı varlığı;
                                * Yaygın olmayan varisler.

                                Doğum kontrol haplarının olumlu yan etkileri
                                Doğum kontrol haplarını düzenli olarak kullanan kadınlar istenmeyen bir gebelikten korunma yanında çok farklı avantajlar elde ederler. Bu avantajların bazıları ilk kutuyla başlarken, bazıları uzun vadeli kullanımda ortaya çıkar. Doğum kontrol hapları bazen yalnızca aşağıdaki listede yer alan yan etkilerinden faydalanmak için reçete edilirler.

                                Düzenli kullanımda doğum kontrol hapları:

                                * Adet döngüsünün düzenli olmasını sağlarlar.
                                * Adet kanamasının miktarını azaltarak gereksiz kan kaybını önlerler.
                                * Adet öncesi gerginlik belirtilerini azaltırlar.
                                * Adet sancısı, doğum kontrol hapı kullananlarda daha az sıklıkla görülür.
                                * Hap kullanan kadınlarda akne (sivilce) ve tüylenme daha az sıklıkla görülür.
                                * Uzun süreli doğum kontrol hapı kullanan kadınlarda rahim kanseri ve yumurtalık kanseri çok daha az sıklıkla görülür.
                                * Gebelik oluşma riskinin azalması dış gebelik ortaya çıkma riskinin de azalmasını sağlar.
                                * Yumurtlama süreci baskılandığından hap kullanan kadınlarda işlevsel yumurtalık kistleri de daha az görülür. Bu etki düşük doz doğum kontrol hapı kullanan kadınlarda çok güçlü değildir.
                                * Hap kullanan kadınlarda fibrokistik meme sorunu daha az görülür.
                                * Doğum kontrol hapları genital enfeksiyon gelişme riskini azaltırlar.
                                * Doğum kontrol hapı kullanan kadınlarda endometriyozis hastalığı daha az sıklıkla görülür ve endometriyozis hastalığı olan kadınlarda belirtiler daha hafif seyreder.
                                * Doğum kontrol hapı kullanımının miyomlara karşı koruyucu olduğu belirlenmiştir.
                                * Hap kullanan kadınlarda kemik yoğunluğu daha yavaş azalır. Bu etki düşük doz doğum kontrol hapı kullanan kadınlarda çok güçlü değildir.

                                Son olarak

                                Doğum kontrol haplarının en korkulan yan etkileri kanın pıhtılaşmaya eğilimini artırmaları nedeniyle damar tıkanıklığına yol açabilmeleridir. Bu yan etki günümüzde kullanılan düşük doz ilaçlar sayesinde çok ender görülür hale gelmiştir.

                                Bu ciddi yan etkinin gelişme riskini en aza indirmenin en iyi yolu damar tıkanıklığı gelişme riski nispeten yüksek olan kadınların bu ilacı hiçbir şekilde kullanmamalarıdır. Bu ayrımı ancak bir doktor yapabileceğinden hapların doktor değerlendirmesi sonrasında başlanması son derece önemlidir.

                                Okuyucunun aklına "az da olsa damar tıkanıklığı gibi ciddi bir soruna yol açma riski olan bir ilacın doktorlar tarafından nasıl bu kadar rahatça önerilebileceği" sorusu gelebilir. Öncelikle bilinmesi gereken yeni jenerasyon düşük dozlu doğum kontrol haplarının uygun durumlarda kullanıldığında damar tıkanıklığı yaratma riskinin oldukça düşük olduğudur. Diğer önemli nokta hiçbir ilacın yan etkisiz olamayacağı gerçeğidir. İlaç kullanırken temel prensip kar/zarar oranının ne kadar yüksek olduğudur. Hap kullanımından elde edilen kar (gebelikten korunma ve diğer etkiler), çok düşük olasılıkla ortaya çıkması beklenen zararlara göre çok daha fazladır.

                                Yorum

                                İşlem Yapılıyor